1 Mart teskeresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Mart teskeresi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2020 Cuma

TÜRKİYE, ABD, İSRAİL İLİŞKİLERİ ÇERÇEVESİNDE BARIŞ KARTALI PROJESİ VE BÖLGESEL GÜVENLİK SORUNLARI

TÜRKİYE, ABD, İSRAİL İLİŞKİLERİ ÇERÇEVESİNDE BARIŞ KARTALI  PROJESİ VE BÖLGESEL GÜVENLİK SORUNLARI 


Uğur Özgöker* 
Hüseyin Çelik** 
* Doç. Dr. İstanbul Arel Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler (İngilizce) Bölümü 
** Yrd. Doç. Dr. İstanbul Arel Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü 




   Türkiye’nin ABD’nin Boeing firması ile 2003 yılında imzaladığı bir buçuk milyar dolarlık dört adet Awacs (Airborne Warning and Control System – Havadan Erken İhbar ve Kontrol Sistemi) uçağı 2007 yılında teslim edilmesi taahhüdüne rağmen 2014 yılının Şubat ayında teslim edilmiştir. Gecikmenin yedi yıl olması ve teslimatın devamlı ertelenmesi dikkat çekmektedir. Aslında uçakların teslim süreci ekonomik alandan diplomasi alanına taşınmış durumdadır. İsrail’in ELTA firmasının uçaklara konulması planlanan elektronik harp teçhizatını teslim etmediği gerekçesiyle bir uzamanın söz konusu olduğu ve gecikme
tazminatının Türkiye’ye ödendiği açıklanmıştır. Bu gecikme Türkiye’nin ulusal hava savunmasının büyük ölçüde etkilemiştir. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya dağlık bir alandan oluşmakta ve yer radarlarıyla bu alanı kontrol etmek konusunda çeşitli sıkıntılar yaşanmaktadır. Barış Kartalı ismi verilen bu proje ile bu sıkıntıların ortadan kaldırılacağı hedeflenmekte ve uçakların bir nevi istihbarat toplama makinesi olacağı değerlendirilmektedir.

Bu bildiride Barış Kartalı projesinin siyasi gelişmelerden etkilendiği ve ülkelerin ekonomik projeleri bölgede siyasi ve askeri güç olma isteklerine göre şekillendir diği varsayımlarından hareket edilmiştir. Bu varsayımlar doğrultusunda betimleyici bir çalışma yapılmış ve bu örnek olay çerçevesinde Türkiye, ABD ve İsrail ilişkileri incelenmiştir. Bu uluslararası üçlü ilişkinin bölgenin siyasi gerçeklerine uygun olarak geliştiği ve ülkelerin konjonktürel şartlara uygun
politikalar uyguladığı belirlenmiştir. Uygulanan politikalar sonucunda bölge güvenliğinin önemli ölçüde etkilendiği değerlendirilmiştir.


GİRİŞ

Suriye, 22 Haziran 2012 günü Malatya Erhaç Hava Üssü'nden görev amacıyla kalkan RF-4E Phantom tipi bir Türk keşif uçağını Suriye karasularının (12 mil) bir mil dışında, uluslararası sularda vurarak düşürmüş ve iki pilot hayatını kaybetmiştir. Türkiye’nin Suriye ile yaşadığı bu olay yine Türk hava savunma sistemindeki sorunları gündeme getirmiştir. Türkiye’nin üç yanını kaplayan denizlerdeki varlığının ne kadar sorunlu olduğu ve bu bölgelere uçaklar
tarafından yapılan seyrüsefer, tatbikat ve eğitim uçuşlarının ne kadar tehlikeli olduğu bu olayda tekrar ortaya çıkmıştır. Türkiye açık denizlerde yaptığı harekât, tatbikat ve eğitim gibi etkinliklerde kendisini destekleyen unsurlardan ne yazık ki yoksun durumdadır. Bu konularda destek olacak Türkiye’nin ne uçak gemisi yoktur. Geç teslim edilen de havadan erken ihbar uçağı (AWACS) Türkiye’nin bölgede etkili olmasını etkilemiştir. Bu nedenle deniz aşırı yapılan harekâtlar her zaman sınırlı ölçüde yapılabilmektedir. Türkiye’nin radar kaplaması dağlık bir ülke olmasından dolayı tam değildir. Türkiye’nin süper bir güç olması için
savunmasını sınırlarından daha ileri çekmesi gerekmektedir. Bu da daha önce sıralanan uçak, gemi ve techizatlarla mümkündür. Türkiye yıllardır bunları temin etmek için uğraşmaktadır.

  Havadan Erken İhbar ve Kontrol Uçağı adıyla bilinen AWACS (Airborne Warning and Control System) uçakları her türlü hava şartında gözetleme, komuta, kontrol ve iletişim görevlerinde kullanılmaktadır. İlk defa 1975 yılından uçan bu havadan radar sistemi her türlü hava araçlarını yukarıdan üç boyutlu olarak görme imkânına sahiptir. Daha sonra NATO envanterine giren bu sistem Türkiye üzerinde de görev yapmaya başlamıştır. Sistem alçak hedefler için 250 NM, orta ve yüksek hedefler için 400 NM menzile sahiptir. Havada kalış süresi ortalama sekiz saattir. Havadan yakıt ikmal ile bu sürenin uzatılması imkânı bulunmakta dır. İngiltere ve Fransa kendi AWACS sistemlerine sahiptir. ABD’nin yanı sıra
Japonya, Suudi Arabistan bu uçakları kullanmaktadır. Güney Kore, Avustralya ve Hindistan gibi ülkeler de AWACS sistemine sahiptirler.

Konsept itibariyle özellikle dağlık bölgelerde uçan araçları gözetleme, tespit ve kontrol fonksiyonları oldukça zor olduğundan AWACS sistemi çok avantajlı bir sistemdir. Ülkenin çeşitli yerlerine çok sayıda radar konuşlandırmak yerine bir AWACS uçağı bu görevleri fazlasıyla yapabilmektedir. Türkiye’nin de dağlık bir coğrafyaya sahip olması çık sayıda yer radarlarına ihtiyaç duyulmasına neden olmaktadır. Çok sayıda yer radarı kullanılmasıyla bile Türkiye Radar Kaplaması tam olarak oluşturulamamaktadır. Bu nedenle havadan bir radar ihtiyacı ülkede hava savunmasının sağlanması düşüncesinden itibaren mevcut olmuştur.

  Türkiye üzerinde NATO envanterine sahip bu uçan radarlar doksanlı yıllardan beri uçmaktadır. Yüzlerce Türk subay ve astsubay bu uçaklarda görev yapmıştır ve bu nedenle Türk Hava Kuvvetleri AWACS tecrübesine sahiptir.

Türkiye’nin bu uçakları satın alma fikri 1980’li yıllardan itibaren başlamıştır. 1990’lı yıllarda da Türk Hava Kuvvetlerinin AWACS tecrübesi kazanması ile bu çalışmalar hızlandırılmıştır.

Türkiye ile ABD arasında 2003 yılında Barış Kartalı Projesi adı altında AWACS uçaklarının satın alınması konusunda bir anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre dört adet AWACS uçağı ve bir adet yer sisteminin Türk Hava Kuvvetleri envanterine kazandırılması amaçlanmıştır.

2002 yılında Başbakan Bülent Ecevit zamanında imzalanan ilk anlaşma 1,3 milyar dolar olduğu halde 2003 yılında atılan nihai anlaşmada bu bedel 1.5 milyar dolara çıkmıştır.
Anlaşmaya göre Türk firmaları (TAI, Aselsan, Havelsan, Selex, Mikes, Kale Kalıp, THY) projede çeşitli sorumluluklar üstlenirken uçak ve radarı ABD firmaları (BOING, NORTHROP)  tarafından karşılanacaktı. Sistemin elektronik harp teçhizatını ise İsrail’in ELTA firması üretecekti. Elektronik harp teçhizatı donanım ile yazılımdan oluşuyordu ve ileri teknoloji gerektirmekteydi. İlk uçağın AWACS sistemine dönüştürme işlemleri 2005 yılında başladı ve dördüncü uçak TAI tesislerinde 2007’de dönüştürme hattına sokulmuştur. İlk uçağın 2008 yılında Türkiye’ye teslim edilmesi planlanıyordu. Bu gecikmeden dolayı Türkiye’ye BOING firması 183 Milyon dolar ceza ödemiştir1.

Mavi Marmara gemisi olayından sonra Türkiye ve İsrail ilişkilerinin bozulması AWACS projesini etkilemiştir. ELTA firması sistemin elektronik harp teçhizatını BOING firmasına yıllarca teslim etmemiştir.

Bu uçaklardan ilki Türk Hava Kuvvetleri envanterine Şubat 2014’de girmiştir. İlk uçağın Konya’da konuşlandırılacağı ve diğer üç uçağın 2015’e kadar Türk Hava Kuvvetlerine teslim edileceği açıklanmıştır. Uçakların gecikmesi ve teknik bakımların gelmesine neden olmuştur.

Uçakların Türk Hava Kuvvetleri tarafından kullanılmamasına rağmen teknik bakımları zamanlarının gelmesi nedeniyle THY ile bir teknik bakım sözleşmesi imzalandığı basına yansımıştır. Habere göre Haziran 2014’de C2 bakımı, bir ay sonra da D3 bakımı yapılacaktır4.

Uçakların uçmadan ve Türk hava savunması hizmetine sunulmadan bakımlarının gelmesi bu tür strateji silah alımlarında siyasi faktörlerin önemini ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışmada Barış Kartalı projesinin siyasi gelişmelerden etkilendiği ve ülkelerin ekonomik projeleri bölgede siyasi ve askeri güç olma isteklerine göre şekillendirdiği varsayımlarından hareket edilmiştir. Bu varsayımlar doğrultusunda betimleyici bir çalışma yapılmış ve bu örnek olay
çerçevesinde Türkiye, ABD ve İsrail ilişkileri incelenmiştir. Ayrıca bu çalışmada, uzun yıllar alan silah anlaşmalarının seyrinde ülkelerin anlık durumlardan ve siyasi atmosferden nasıl etkilendiği ve teknoloji transferine izin vermeyen yapının ülkelerin güvenliğini nasıl etkilediği sorusu yanıtlanmaya çalışılmıştır. Her ülke kendi sınırlarını korumak için çeşitli güvenlik politikaları oluşturmakta dır. Uluslararası alanda etkisi olan uluslararası aktörler kendi güvenlik konseptlerini dayatmaktadırlar. Dünya’da havacılık teknolojisini ve bilgisini elinde bulunduranlar ile bunu kullananlara dayalı güvenlik yapılanması dikkat çekmektedir.

ULUSLARASI GÜVENLİK KURAMLARI VE POLİTİKALARI

İki dünya savaşının yaşandığı yirminci yüzyıl boyunca uluslararası güvenlik ihtiyacı belirgin bir şekilde hissedilmeye başlamıştır. Uluslararası güvenlik ilk defa Birinci Dünya Savaşı sonunda Milletler Cemiyeti ile tesis edilmeye başlanmış, ardından İkinci Dünya Savaşı galiplerinin esas unsur olarak oluşturduğu Birleşmiş Milletler organizasyonu kurulmuş, fakat bu örgüt dünya barışına çare olmamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu bölgelerinde
yaşanan sorunlar ve çatışmalar uluslararası güvenliğin sağlanamadığının bir kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde uluslararası güvenlikte yaşanan olumsuzluklar her devletin kendi güvenlik mekanizmasının kurmasına yol açmaktadır. NATO gibi organizasyonlar belli sayıda Batı devletlerinin ve Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya yetmiştir. Soğuk savaşın bitmesi üzerine NATO kendine yeni bir rol aramaya başlamıştır. Değişen uluslararası vaziyet ve muhtelif güvenlik tehditleri nedeniyle NATO’nun 1999 yılında kabul ettiği stratejik konseptin güncelliğini yitirmesi, NATO’yu yeni bir stratejik konsept arayışına itmiştir. Günümüzdeki güvenlik ortamı, NATO üyesi devletlerin halklarının ve topraklarının güvenliğini etkileyecek unsurları bünyesinde barındırdığından güvenliği sağlamak adına ittifakın sorumluluğunda
olan ve üstlenmeye devam edeceği üç temel göreve işaret edilmiştir: ortak savunma, kriz yönetimi ve işbirlikçi güvenlik5. Savunma görevi kapsamında “İttifak’ın hiçbir ülkeyi düşman olarak görmediği, ancak herhangi bir üyesinin güvenliği tehdit edildiğinde, NATO'nun kararlılığından şüphe edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır”6. Kriz yönetimi kapsamında, “NATO’nun sınırları dışında patlak veren kriz ve çatışmaların, İttifak için doğrudan bir tehdit
unsuru oluşturabileceği; bu nedenle NATO’nun krizin önlenmesi ve yönetimi, çatışma öncesi durumun kontrol altına alınması ve yeniden yapılanmaya yardımcı olunması amacıyla üzerine düşeni yapacağı ifade edilmiştir”7. İşbirliği görevi kapsamında ise “gerek konvansiyonel gerekse kitle imha silahlarına yönelik silahlanmanın azaltılması ve silahsızlanma çalışmalarında NATO’nun etkin rol oynayacağı kaydedilmiş; NATO’nun kapılarının İttifak’ın değerlerini paylaşan, üyelik statüsünün gerektirdiği yükümlülük ve sorumlulukları yerine
getirme istek ve kapasitesinde olan tüm Avrupalı demokrasilere sonuna kadar açık olduğu vurgulanmıştır”8. Bunların sağlanması için ülkeler arası güvenlik ve dayanışma şarttır. Oysa NATO’nun üye ülkelerde soğuk savaşın bitmesine kadar uyguladığı devasa sistem yapılandırmalarından bahsetmek artık mümkün değildir. NATO’ya önemli maddi katkı sağlayan ABD yüksek fon aktarımı yapmamaktadır. Bu nedenle ülkeler kendi savunma sistemini kendileri fonlamakta ve kaynak aktarımını milli imkânlarla yapmaktadır. Ülkelerin
güvenlik politikalarında bundan ötürü bir çeşitlenme mevcut olmaktadır.

Günümüzde güvenlik kavramının oluşturduğu genel konsept realist ve idealist tartışmalar etrafında yapılmaktadır.

Realist anlayışın kökenleri Thomas Hobbes ile Macchieavelli’ye kadar uzanmaktadır. Güçlü olanın her zaman egemen olacağını varsayan bu yaklaşım insanın doğa ile olan mücadelesinde hayatta kalması için her şeyi yapması üzerine kuruludur 9. İnsanlar doğa ile olduğu kadar insanlarla da mücadele etmekte ve devlet kurarak örgütlenmektedir ler. Böylece güç ve otoriteyi sağlayarak zorlukların üstesinden gelmeyi amaçlamaktadırlar. Realist devlet
merkezli uluslararası ilişkiler kurumakta ve devlet güvenliğin başlıca aktörü olmaktadır.

Soğuk savaşın bitmesinden sonra neoliberal politikalar sonucunda devletin varlığı sorgulanmış ve devlet geri plana itilmiştir. Bunun sonucu olarak uluslararası şirketler ve aktörler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda güvenliğin sağlanması uluslararası güç kullanarak başarılabilirdi. Bu yeni şartlar altında düşman artık devletler değil ulus dışı (Terörist, Activist) güçlerdir. Bu düzlemde derinleştirme ve yoğunlaşma çabaları yoğunlaşmıştır. Genişletme kapsamında uluslararası güvenliğin içerisine ekonomik, çevresel sorunlar, insan hakları ve
güç gibi unsurlar katılmaktadır. Derinleştirme çabalarında ise güvenliğin ulusal güvenlik kapsamında çıkartılıp bunu insan/birey güvenliği (özel güvenlik şirketleri yoluyla), uluslararası güvenlik seviyesine (NATO, BM) ile bölgesel ve sosyal güvenlik kapsamına çıkarmak zorundadır.

Günümüzde Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da yaşanan sorunlar artık ulus merkezli olaylar değildir. Burada etnik, dini ve mezhep temelli çatışmalar, ekonomik ve sosyal karışıklıklar geleneksel ulus temelli güvenlik kavramının gözden geçirilmesine neden olmuştur. Devletin korunmasına endekslenmiş olan güvenlik politikaları uygulayan yönetimler, soğuk savaşın bitmesi üzerine tehditlerin nereden geldiği bilinmeyen, ani gelişen ve karanlık bir vaziyet ile
karşılaşmışlardır. Devletlerin güç dengelerini sağlayabilmeleri için sadece askeri politikalar üretme şekilleri yetersiz kalmış bunun yanı sıra ekonomik, sosyal, bireysel, dini, mezhepsel politikalar üretmek zorunda kalmışlardır.

İdealizm ve realizm arasında bir ayrım yaparken dikkat edilmesi gereken husus kendisini idealist olarak tanımlayan bir kesimin olmadığı realistlerin kendi karşıtlarını ifade etmek için bu kavramı kullandıklarıdır 10. İdealist görüşler Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Çevrenin insan davranışını etkilediğini dolayısıyla çevresel koşulların değiştirildiği taktirde insan tutumunun da değişebileceği varsayımından hareket etmişlerdir. İnsan mükemmelliği ve koşulların iyileştirilmesiyle bunun sağlanabileceği belirtilmiştir. Milletler Cemiyeti ve Birleşmiş Milletler gibi örgütlerin kurulma amacı da bu olmuştur. Aydın bir
insanın, kararlarında daha rasyonel olacağından kamuoyunu ve politikacıları eğitmek gereklidir. Böylece barışçıl bir ortam sağlanmaktadır. Çünkü insanlar kendi hükümetlerini seçmede özgür bırakıldıklarından barışçı bir dünya için gerekli bir temsili hükümet biçimi ortaya çıkmaktadır. Böylece barışın ve düzenin sağlanması zor olmayacaktır 11.

Soğuk savaş yıllarında ülkelerin güç peşinde koştukları, kendilerini daha fazla güvende hissetmek için nükleer silahlara ve uzay çalışmaları gibi son derece pahalı yöntemler denedikleri görülmüştür. Güç artırımı askeri yapılanmada maddi artışa yol açmaktadır. Bu durum hükümetlerin daha fazla para harcamalarına, bunu da sosyal harcamalardan kısarak yaptıkları bir gerçektir. Bir kısım insan maddi güçlerini daha fazla artırırken halkın çoğunluğunu oluşturan orta ve alt sınıf yoksullaşmakta dır. Joszef Balazs, sosyal esas
fonksiyonunun belli bir yönetici zümrenin politik ve ekonomik güçlerinin devam etmesi, sürdürülmesi olarak anlaşılması gerektiğini savunmuştur 12. Uluslararası güvenliğin değişik sosyal sistemlerin dahili ve harici tarafından temelde oluşturulduğunu söyler, fakat genele yayıldığında sistem harici şartlara bağlı olarak gelişmektedir. Uzmanlar genelde dahili güvenliği bir sosyal güvenlik olarak ifade etmektedirler. Onun esas fonksiyonu yönetici sınıfa verilen politik ve ekonomik gücü temin etmek veya sosyal sistemin hayatta kalışını ve yeteri
kadar kamusal emniyetin oluşmasını sağlamaktır 13. Bu şekilde ülkeler hem politik amaçla hem de ekonomik gücü elde etmek ve bunu sürdürmek amacıyla güvenlik politikaları oluşturmaktadırlar. Güvenlik politikaları ülkenin hayatiyetini ve ekonomik güçlenmesini sağlar. Türkiyenin bugüne kadar izlediği güvenlik politikaları içeri için yerel, dışarısı için NATO ve Batı’nın arzuladığı politikalardır. İç güvenliği sağlamak için 1980’ler den sonra terörizm ile mücadelede askeri güvenlik usullerini kullanan bir Türkiye vardır.

GÜVENLİK POLİTİKALARI IŞIĞINDA BARIŞ KARTALI PROJESİ

Türk yetkililerin, 1991 yılından sonra ortaya çıkan değişikliklere kendilerini uydurma hususunda karmaşa içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler esas olarak Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye’ye gayet yakın üç bölgeyi etkilediği için, Türkiye bu bölgelerdeki değişiklikleri derin bir şekilde hissetmiştir. Türkiye, bölgeye ilişkin belirli stratejiler geliştirerek kendi dış politikasını çeşitlendirebilme şansına sahip olsa da, Türk yetkililer bu dış politika hedefini gerçekleştirme hususunda etkisiz kalmışlardır.

Gazeteci Naci Özkan’ın “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor” başlıklı 1998 yılında Milliyet gazetesinde yayınlanmış Prof. Dr. Hasan Köni ile yaptığı görüşmede Köni bu durumu şöyle açıklamaktadır;

“Türkiye 1991’de birdenbire Sovyetler Birliği’nin dağılması durumuyla karşı karşıya kaldı ve iyi bilmediği Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’la yüzleşti. Türk yetkililerin bu üç bölgeyle ilgili hedefleri politik olmayıp ekonomik ve kültürel nitelikteydi. Ancak Türkiye, kendi mevcut potansiyeli ile bu bölgelere tek başına girebilecek yeterlilikte değildi. Türkiye’yi bölgelere tek başına girmekten alıkoyan nedenlerden biri, Türk bürokrasisinin 1991 yılından sonra meydana gelen değişiklikler karşısında oldukça ürkek davranmasıydı, çünkü Türk bürokrasisi bu değişiklikler ortaya çıkmadan önce bunlara ilişkin hiçbir bir projeksiyon
geliştirmiş değildi” 14.

Türkiye Körfez krizinde de hazırlıksız yakalanmış ve güvenlik politikalarında tereddütler yaşamıştır. İkinci Irak Savaşında bu durumlar devam etmiş ve ABD askeri gücünün Türkiye’de konuşlanması konusunda kafa karışıklığı yaşanmıştır. Hükümetin arzu etmesine rağmen 1 Mart teskeresinin meclisten geçmemesi buna örnek olarak gösterilebilir. Güvenlik politikalarında bu kafa karışıklıkları günümüzde de devam etmektedir. Türkiye’nin NATO ülkesi olmasına rağmen sisteme entegre olmayan seçimler yapması dikkat çekicidir. 

  Örneğin Hava Savunma Füzesi alımında Türkiye’nin Çin seçimini yapması ABD’nin tepkisine neden olmuştur. İran’a füze sattığı için ABD’nin yasaklı listesindeki Çin şirketi 4 milyar dolarlık ihaleyi 3 milyar Dolar’a indirerek ihaleyi kazanmıştır. Türkiye’ye Füzelerin tüm yazılım kodlarını vermeyi taahhüt ederek bunların değiştirilme imkânı vermiştir. Fakat bu füzelerin NATO sistemine nasıl entegre edileceği belirsizdir. Çin firması bu sistemin NATO hava savunma ağı ile birlikte çalışabileceğini iddia etmiştir. Çin'in, CPMIEC'in firmasının ürettiği
HQ-9 (Kızıl Bayrak, füzenin ihracat için ismi FD-2000) füze savunma sisteminin
Türkiye'deki ihaleyi kazanması geniş yankı bulmuştur. Komünist Partisi yayın organlarından Global Times gazetesi haberinde, Çin'in Rusya ve ABD karşısında büyük bir zafere imza attığı vurgulandı.15 Ardından bu ihalenin iptali için Batı baskı yapmaya devam etmektedir. 

Bu örnekten yola çıkarak günümüzde de Türkiye’nin güvenlik politikalarının belirsizliğini sürdürdüğü söylenebilir.

Barış Kartalı projesinin temelleri Başbakan Bülent Ecevit tarafından atılmıştır. 

Bu uçakları almayı planlama safhasında konjonktür Türkiye’nin lehineydi. 1990 yılında Körfez Krizinde Türkiye ABD’ye destek vermiş ve 1990’lı yıllarda bu politikasını sürdürmüştür. Bu yıllarda bir İsrail yakınlaşması yaşanmış Türk F-4 uçakları İsrail’de modernize edilmiş ve Türk savaş uçakları İsrail’de elektronik harp eğitimi almaya başlamışlardır. İsrail helikopterleri Türkiye’de orta profil eğitimi için Ankara’ya gelmişler, ülkelerinde yapmadıkları orta menzilli eğitim uçuşlarını Orta Anadolu’da yapmışlardır. Bu yakınlaşmanın uzantısı olarak
Türkiye’nin çeşitli silah alımları ABD kongresinden geçerek onaylanmış ve AWACS uçak alımı için uygun zemin hazırlanmıştır.

2000’li yıllarda Türkiye’nin Irak Harekatı’na katılmaması hem ABD ile hem de İsrail ile ilişkilerin soğumasına yol açmıştır. İsrail’in elektronik harp teçhizatını üstlenerek ihaleye katılması projede İsrail’in varlığını hissettirmiştir. Aslında ABD firmalarının uzmanı olduğu elektronik harp teçhizatı işini İsrail’e verilmesi ABD tarafından Türkiye’ye verilen bir mesaj olarak düşünülebilir. Zira uçakta hayati derece önemli olan elektronik harp tertibatı bu havadan radar uçağını etkisiz ve kör bir hale sokabilmektedir. Bu kadar önemli bir teçhizatı İsrail’in ELTA firmasının üstlenmesi Türkiye için stratejik bir hata olarak değerlendirilmektedir. Zira projenin gecikmesinin bir nedeni olan elektronik harp teçhizatının
BOING firmasına geç teslim etmesi bunu göstermektedir. 

  Bu teçhizat kullanılırken de İsrail’in ağırlığının süreceği değerlendirilmektedir. Çünkü bu cihazların yazılım kodu ELTA firmasının elinde olmaya devam edecek ve ilişkiler gerginleştiğinde silah olarak kullanabilecektir.

Uçağın radar yazılım kodlarının da ABD’nin elinde olması ve bunların Türkiye’ye
verilmemesi uçağın alım sürecindeki hataları ve eksikleri göstermektedir. Türkiye’nin güvenlik politikalarında ABD ve NATO’nun hâkimiyeti nin devam etmesi bölge gücü olmayı isteyen Türkiye’nin atılım yapmasını engellemekte ve belirsiz politikalar izlemesine neden olmaktadır. Ülkede silah alımı konusunda çeşitlenme yaşanması bunların ikmali ve idamesinde sorunlara neden olabilmektedir. Buna karşılık tek kaynaktan silah alımı o ülkeye bağımlı hale getirmekte ve güvenliği tehdit etmektedir. Hava savunması gibi önemli bir
konuda bu çeşitlenme ve bağımlılık geçmişte ülke savunmasını tehdit edici gelişmelere neden olmuştur. Bu nedenle ortak üretim fikri ortaya atılmış, ülke güvenliğinin sağlanmasına yönelik milli savunma sanayini kurma çalışmaları yapılmıştır. Son yıllarda savunma ihalelerinde ülkelerin ortak üretime açık olup olmadıklarına dikkat edilmektedir.

SONUÇ

Türkiye için AWACS uçaklarının teslimi öngörülen tarihten yedi yıl gecikme ile teslim edilmesi önemli bir güvenlik açığı oluşturmaktadır. Uçaklar teslim edildiğinde gövde bakımları zamanı gelmiş ve yazılım ve donanımları eskimiş olacaktır. Yazılım kodları ve donanım bakımından dışarıya bağımlı bir sistem satın alınmıştır. Bu durum dışa bağımlılığı artırdığı gibi güvenlik konusunda da strateji belirlemede kafa karışıklığını yaşanmasına neden olmaktadır. Bunun önlenebilmesi için ülkede Türk Deniz Kuvvetleri’nin kendi gemisini yapması gibi kendi uçan radar sistemini kendi yapması, bunun için yetişmiş insan gücünü
oluşturması gerekmektedir. AWACS projesinde olan yanlışların devam etmemesi için “Realist Güvenlik Politikaları” uygulanmasının gerekliliği bir defa daha ortaya çıkmıştır.

Şu andaki uluslararası konjektür Türk AWACS uçaklarının teslim edildiğinde sorunlu uçacağını göstermektedir. Çünkü bu uçakların sağlayacağı hava istihbaratı Dünya çapında en istikrarsız ve çatışmaların en yoğun olduğu coğrafya; Balkanlar-Karadeniz havzası (özellikle Ukrayna ve Kırım)- Kafkaslar- Orta Asya ve Ortadoğu- bölgesinin tam ortasında bulunan Türkiye için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle bölge ülkeleri ve süper güçler için Türkiye’nin
böyle bir silaha sahip olması ya da bu uçan istihbarat toplama makinesinden azami derecede istifade edilmesi arzu edilmemektedir. Uçakta meydana gelebilecek yazılım ve donanım sorunları Türk mühendislerinin uçaktaki teçhizatlardaki donanım ve yazılıma hâkim olana kadar devam edecektir. Özellikle İsrail ELTA firması tarafından imal edilen elektronik harp teçhizatının yazılım kodlarına ve donanım teçhizatına Türk mühendislerinin nasıl nüfuz
edeceği konusu son derece önemlidir. Zira ABD tarafından İsrail’e verilen bu ileri teknoloji nedeniyle dış bağımlılık söz konusudur. Bu uçağın elektronik harp teçhizatı olmadan veya sorunlu/bağımlı teçhizatlar ile uçması bu silahın etkili olarak kullanılmasını engellemektedir.

Bu nedenle bu elektronik harp cihazları olmadan AWACS uçaklarının hava radarı olarak görev yapması anlamsızdır. Bu cihazların yazılım kodlarına ne denli erişildiği ve donanım ile yazılım bakımından dışa bağımlılık konularına dikkat edilmesi gerekmektedir. Çünkü barışta dahi bu radarlar elektronik karıştırmaya (jamming) maruz kalmaktadırlar. Sahte hedef yaratma, radarı karartma ve radar sinyallerini karıştırmak suretiyle yapılan elektronik harp faaliyeti bir radarın her zaman karşılaşabileceği olaylardandır. Uçak uçtuğunda bu cihazlar
takılı ve faal olmalıdır. AWACS uçaklarının Türk hava savunma sistemine katkısı son derece önemlidir. Fakat bu uçakların etkili bir şekilde görev yapabilmesi için yerli teknoloji ve yetişmiş insan gücü gereklidir. Ayrıca yerli teknolojinin geliştirilmesi kadar Türkiye’nin ABD’ye bağımlılıktan kurtarılmalı ÇİN-RUSYA-ALMANYA gibi alternatif silah üreticilerinden de tedarik yoluna gitmelidir. 

Böylece hem teknik ve donanım know-how hakkında tedarikçi ülkeyle paylaşılması için pazarlık şansı artacak hem de fiyat pazarlığı nedeniyle tedarik maliyeti düşecektir.


KAYNAKÇA

AKÇADAĞ , Emine (2013) “NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma”, 
http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1922:natonun-yeni-stratejik-konsepti-aktif-angajman-modernsavunma&catid=181:analizler-guvenlik. 01.10.2013.

ARI,Tayyar. (2008) Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, MKM Yay.

ARI,Tayyar. (2009) Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, MKM Yay.

BALATZ J.. (2008) “A Note on the Interpretation of Security, Development and Peace”, Development and Peace”, No:6.

COLINS, Alan (2010). Contemporary Security Studies, London, Oxford University Press.

ÇİÇEKÇİ,Tayfun (2012) Uluslararası Güvenlik Çalışmaları, İstanbul, Kriter Yay.

DOUGHERTY, James and Pfaltzgraff, Robert Jr. (1990) . Contending Theories of
International Relations. 3rd ed. New York, Harper Collins Publishers.

DEMİRTEPE, M. Turgut ve Güner ÖZKAN (2013). Uluslararası Sistemde Orta Asya Dış Politika ve Güvenlik, Ankara, USAK Yay.

KONA, Gamze, (2004) “Türkiye’nin Güvenlik Politikaları ve Stratejik Öngörü Düzeyi”, Uluslararası Güvenlik Sorunları, Dr. Kamer Kasım-Zerrin A. Bakan (Der.), 59-81, Ankara, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları.

KÖNİ, Hasan (1998) “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor”, Milliyet (15 Mayıs 1998),
http://www.milliyet.com.tr/1998/05/15/entel/entel.html.

KRAUSE k. Ve Nichalel Williams. (1996). “Brodaening the Agenda of Security Studies: Politics and Methods”, Mershon International Studies Review, No: 40.

WILLIAMS Paul D. Ed. (2008). Security Studies An Introduction, New York, Routledge.

DİPNOTLAR;

1 “Boeing’e 183 Milyon Dolarlık Ceza”, Bugün Gazetesi, 19 Şubat 2014, Sayfa 15.
2 C bakımı: Uçakların bakımları 15-21 ayda bir yapılıyor. uçak hangara çekilmekte, yaklaşık 1-2 hafta sürmektedir.
3 D Bakımı: Uçakların bakımları en kapsamlı bakım. 5 yılda bir yapılmakta ve 2 ay kadar sürebilmektedir.
4 http://www.airkule.com/haber/AWACS-LARIN-BAKIMLARI-YAKLASTI/15384
5 AKÇADAĞ , Emine (2013) NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma,  
   http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1922:natonun-yenistratejik-
konsepti-aktif-angajman-modern-savunma&catid=181:analizler-guvenlik. 01.10.2013, s.1.
6 AKÇADAĞ , Emine (2013) NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma,  
   http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1922:natonun-yenistratejik-
konsepti-aktif-angajman-modern-savunma&catid=181:analizler-guvenlik. 01.10.2013, s.2.
7 AKÇADAĞ , Emine (2013) NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma,  
   http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1922:natonun-yenistratejik-
konsepti-aktif-angajman-modern-savunma&catid=181:analizler-guvenlik. 01.10.2013, s.3.
8 AKÇADAĞ , Emine (2013) NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma, 
   http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1922:natonun-yenistratejik-
konsepti-aktif-angajman-modern-savunma&catid=181:analizler-guvenlik. 01.10.2013, s.4.
9 ÇİÇEKÇİ, Tayfun, Uluslararası Güvenlik Çalışmaları, İstanbul, Kriter Yay. 2012, s.22.
10 ARI,Tayyar. Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, İstanbul, MKM Yay., 2009, s.108.
11 DOUGHERTY, James and Pfaltzgraff, Robert Jr., Contending Theories of International Relations. 3rd ed.
    New York, Harper Collins Publishers, 1990, s.3.
12 BALATZ J.. “ A Note on the Interpretation of Security, Development and Peace”, Development and Peace,
    No:6, 2008, s.46.
13 BALATZ J.. “ A Note on the Interpretation of Security, Development and Peace”, Development and Peace, No:6, 2008, s.46.
14 KÖNİ, Hasan (1998) “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor”, Milliyet (15 Mayıs 1998),
     http://www.milliyet.com.tr/1998/05/15/entel/entel.html. 1998, s.1
15 Çin: Türkiye'de ABD ve Rusya'yı yendik - Güncel - Star Gazete 
     http://haber.stargazete.com/guncel/cinturkiyede-abd-ve-rusyayi-yendik/haber-793082#ixzz2gk2xpAop


***

18 Eylül 2016 Pazar

SAVAŞ.., BÖLÜM 2






SAVAŞ.., BÖLÜM 2


Bu İnanılmaz bir Akademik tartışma yarattı. Tartışmanın seyrini Özetliyorum: 

     1995-2005 arası new war tartışması oldu ve bu tartışmalar kavga dövüş benzeri oldu. Akademik olgunluk yoktu. Clausewitz’i savunan bir akademisyen bana Martin van Kleved’i anlatırken ahlaksız ve şeref yoksunu biri olduğundan bahsetti. Ben o an bu tartışmanın neredeyse Fenerbahçe – Galatasaray tartışması gibi bir şeklde büründüğünü anladım. Ben de şöyle düşündüm: Sir ünvanlı saygın bir profesör akademik tartışma yaşadığı bir başka akademisyeni bu şekilde anlatıyor ise ben de Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’ye söylediğim şeyler çokta haksız değil, çok yüzeysel değilmiş dedim. Bu tartışmada her şey mubahmış dedim. Gerçekten tartışma aynen bu şekilde oluyor. 

Sonra,  insurgency ve yeni savaşçılara karşı counterinsurgency’i savunanlar oldu. Bu tartışmada John Nagl bir cephede bulundu. Patreus’un sonradan da 
Amerikan kamuoyunda bir skandalı ortaya çıktı. Gazeteci bir kadınla yasak ilişkisi ortaya çıktı. Patreus, John Nagl ve ilişkisi olan kadın West Point Harp Okulunda Uluslararası İlişkiler bölümünden mezunlar. Patreus ilk Uluslararası İlişkiler Bölümü kurulduktan sonra 60’larda mezun oluyor. İlk dönem mezunlarının en başarılarından birisidir. Bu bölümün mezunları arasında bir network var. Bütün Uluslararası İlişkiler mezunları (West Point Harp Okulu) kendi aralarında birbirlerini tutuyorlar nesiller boyunca. John Nagl’ın elinden tutmasının nedeni bu. İlişkisinin ortaya çıkmasının nedeni de CIA başkanı olması. Her neyse, bizim konumuz şu, savaş tartışmalarının geldiği nokta. John Nagl’a karşı bir grup ortaya çıkıyor. Bu tartışmalarda yanlış yapıldığını söylüyor lar. ‘Counterinsurgency dediğiniz şeyle, siz yeni savaş diyenlerle birlikte yanlış yoldasınız’ diyorlar. Çünkü savaş dediğiniz şey maalesef Habil ve Kabil’den itibaren var. Binlerce yıllık insanlık tarihi boyunca yaşandı. İlk defa görüyoruz 
dediğimiz şeyin tarihte çokça defa yaşandığını söylediler. Nagl’lara; “Savaş çalışmak lisans işi, counterinsurgency çalışmak doktora işidir diyerek bizi aşağılıyorsunuz ancak bu işin gerçeği öyle değil.” dediler. 

Gerçekten kuramsal açıdan counterinsurgency’nin popülerliği 20052010 arası dönemde çok kısa sürdü. 2012 itibariyle savaş kuramcıları arası tartışmalarda yine Clauzewitz ibresi yukarı doğru çıktı. Fleming, New or Old Wars adlı makalesinde bu derste anlatılan tartışmayı detaylı olarak veriyor. İleride çeşitli akademik çalışmalarınızda kullanmak isterseniz, üniversitenizin veri tabanları ndan bu çalışmaya ulaşabilirsiniz. 

Nagl’ı eleştiren Amerikalı bir akademisyen ile tanışmıştım ve kendisi de Nagl’a karşı ağır ithamlarda bulunuyordu. Orada bir kez daha fark ettim ki akademik bir araştırma yapıyorsanız bunu içselleştirmeniz gerekir! 

Yeni gelinen durum ise şöyle: çok uzun yıllar Clausewitz’in eseri okunurken sadece onun halk, hükümet, ordu üçlemesi üzerinde durulurdu. 

Üçlemenin yanında dikkatlerden kaçan bir nokta daha var. Clausewitz kitabında şöyle bir benzetme yapıyor, savaş bir bukalemun gibidir, savaşın, bukalemunda olduğu gibi, doğası değişmez fakat nitelikleri değişebilir. Maalesef savaşın doğası değişmiyor, savaşın doğasında kan var, düello var yani iki taraf var, şiddet var, olasılık hesapları var. Ancak savaşın niteliği değişir. Bu ise Nagl’cılar ya da new war’cılar tarafından savaşın ‘doğası değişti’ olarak ele alındı. Hayır değişen sadece karakteri, sadece niteliği dediler. 

Üçlemeyi tartışmaya geri dönelim. Hükümet diyorum ama bu hükümet sadece bizim anladığımız anlamda bir hükümet ile sınırlı değil. Hükümet olabilir, Ayetullah olabilir, kral olabilir vesaire. 

+ Son dönemdeki savaşların 30 yıl savaşlarına benzediğini düşünüyor musunuz? 

- Bunu son kısma saklayalım, dersi bitirdikten sonra güzel tartışma konusu çıkar buradan. Soruları saklayın. 

- Halk, hükümet, ordunun üzerine olasılık hesapları. Vahşet, rasyonel karar alma gücü vesaire ve gerçekten bu doneler ile baktığınızda böyle savaşları daha iyi analiz edebiliyoruz. Ve şunu da görüyoruz; güncel olaylara baktığımızda IŞİD Türkiye’ye cephe açar mı açmaz mı? Açarsa kendini bitirir. Çünkü o rasyonelliğin dışına çıkar veya vahşeti dengenin çok daha dışında kullanırsa, rasyonalite olasılıkların üzerinde durmazsa zararlı olur. Ayakların her biri 0.3, 0.3, 0.3 olmasa da 0.2, 0.5 falan olmalı. 

0.1 Olasılık 0.9 Vahşet, Şiddet olmaz; bunlar arası denge olmalı. Bu dengeyi bozarsa yok olur, bu dengeyi kurarsa bir devlet olabilir. Analiz bizi buna doğru çıkarıyor. Savaş teorisinin Uluslararası İlişkilerde geldiği konum bu şekilde. Yine Clausewitz’teyiz ama onun birinci kitabının ilk 28 maddesinin daha derin okumalarına dayanıyor ve bize analiz yapmak için önemli bir araç veriyor, Uluslararası İlişkilerci olarak alet edevat çantamızda önemli bir alet edevat oluşturmuş durumda. Olayları oradan daha iyi analiz edebilirsiniz. Size aslında kısaca savaş kuramının Uluslararası İlişkilerdeki ilerleyişini anlatmış oldum. 

- Şimdi! Az önceki soruda Otuz Yıl Savaşlarına mı benziyor dediniz? Neden yola çıkarak böyle bir şey söylediniz? 

+ Herkesin herkesle savaştığı, tarafların belirli olmadığı, çıkar temelli savaşlar olduğu için. Otuz Yıl Savaşlarında da hanedanların paralı askerlik sistemiyle yapmaya çalıştıkları gibi. 

- Aslında Otuz Yıl Savaşlarına benzetmek, kendi içinde bir umutta taşıyor. 
      Çünkü bu savaşın sonunda ‘savaşa son verecek savaş mı olacak’ düşüncesi var. 
      Çünkü Otuz Yıl savaşlarının böyle bir karakteri var değil mi? 

  Otuz Yıl savaşları sürüyor. 4 yıl ‘nasıl bir araya gelebiliriz’ diye konuşuyorlar. 

Acaba konuşmak için Protestanlar mı önce talepte bulunacak yoksa Katolikler mi? En son Osnabrück ve Münster diye iki tane ayrı yerde iki ayrı bina yapılıyor ve iki ayrı binada her temsilcinin girebileceği farklı kapılar inşa ediliyor. Herkes aynı anda içeriye giriyor ve bir Protestanlar adına bir Katolikler adına aynı anda konuşma yapılıyor. Otuz Yıl Savaşlarının en büyük özelliği dini başlayıp seküler devam etmesi. Bu savaşta yine Sünni-Şii ekseninde devam ediyor. Din merkezli. Katolikler ile Protestanlar arasında olduğu gibi. Aynı dinin iki temsilcisi arasında meydana geliyor. Burada da öyle. Müslümanların iki temsilcisi arasında meydana geliyor. 

Belirsizlik çok fazla. Kimlerin kimlerle müttefik olduğu ya da olmadığı belli değil. 

Bunu anlamaya çalıştıkça herkes batabiliyor. 

Veya şu an Türkiye ile ilgili çok büyük suçlamalar var. Aslında batılı devletler önce bütün muhalifleri desteklediler, sonra o muhaliflerin içerisinde aşırılar olduğunu düşündüler ve daha ılımlı muhalif arayışına girdiler. İşler bu safhaya geldiğinde yanlışı seçmek olası, belki de doğru yoktu. Aslında tam olarak böyle bir süreç var. Meşruiyet kazandırmak için söylemiyorum ama kimin doğru kimin yanlış olduğunu kimse bilmiyordu. 

Bundan iki sene önce İstanbul’da toplanıldığında herkes herkesi destekledi. Şu an Türkiye IŞİD’i destekliyor diye bir suçlama var ya, ya da Batılı kamuoyunu takip ederseniz batılı diplomatlar ‘Esad’a karşı olan herkesi destekleyelim’dediler. Sürekli bir değişim var aslında. Otuz Yıl Savaşlarında Kardinal Richelieu’yu, Gustavus Adolfus’ları çıkaran süreçler olduğu gibi bu değişimde de aynı süreçler var. Ama şöyle bir şey var acaba bu Otuz Yıl Savaşları mı, yoksa Yüzyıl Savaşları mı? Biliyorsunuz Katolikler ile Protestanlar arasında 1500’lerde önce Yüzyıl 
Savaşları yaşandı, sonra 1500’lerin sonunda Utrecht Barışı yapıldı, sonra 1600’lerin başında o barış tesis edilemediği için 1618 yılında tekrar sürekli 
savaş halinde bulunma şeklinde 30 Yıl Savaşları oldu. Bir açıdan bakarsak bence kaotik olarak Yüzyıl Savaşlarını yaşıyoruz, belki de. 

İnşallah öyle değildir, inşallah Otuz Yıl Savaşları gibidir. 

+ İnsanların savaş algısı Ulus-devletçilik ile beraber daha bireysele mi dönüyor? 

    Okumuş olduğum bir bilgiye göre önceden devletler milletlerle sınırlı değildi, devletler savaşta vardı ve milletler bu savaşı kendi savaşları olarak algılamazlardı, ulus anlayışı ile beraber savaş algısı daha çok bireysele döndü. Diğer bir sorum ise, savaşın etik değeri modern 
çağlara gelindikçe daha mı fazla düştü? Önceden sadece öldürülüp geçiliyordu ancak şimdilerde, Bosna Hersek’te özellikle, tecavüz savaş 
stratejisi haline getirildi. İşkencenin daha fazla arttığını düşünüyorum. 

Diğer bir soru, topyekun savaş algısından vaz mı geçildi? Şimdilerde sadece küçük yerlerde küçük vahşetler mi oluyor? Örneğin binlerce insan 
gazlarla öldürülüyor. 

-Bence güzel sorular. Bir ile üçü birleştirelim, önce ikiyi cevaplayalım. Ben ilk defa İngiltere’ye gittiğimde bunlarda ne kadar bedensel engelli, yaşlı insan var demiştim. Sonra fark ettim ki onlar hayata entegre ol-muşlar. Engelli, yaşlı dediğimiz insanların sokağa çıkabileceği bir ortam sağlamışlar. Bizde engelliler, yaşlılar evde kalıyor. Acaba savaşlarda vahşet ve tecavüz şimdilerde mi ortaya çıktı? Hayır, maalesef ki değil. Sadece şimdilerde farkındalık artmış durumda. Maalesef bu yeni bir şey değil. Tartışılmaya başlanmasıyla birlikte, ilk önce masumiyet kaybeder deniyor ya, iyi bir şey değil. Savaş bir kusur. Sosyal hayatımızda ortaya çıkan, olmaması gereken, kanserli hücre gibi bir şey. Kötü bir şey. 

Bununla ilgili bir araştırma yapılıyor, ister varoluşa inanın ister evrime fark etmez bu işlerle ilgilenen kişiler diyor ki insanlarda türünü devam ettirme iç güdüsü var ve bu iç güdü çok önemli. Doğada kendi türünün hayatta kalabilmesine hizmet ediyor. Hiçbir canlı da kendi türünü öldürmüyor. 
Olanlar var, onlarda kendi türünü kötü devam ettirecek olanların hayatına son veriyor. Doğum yaptıktan sonra, çiftleştikten sonra kendi türünü yemesi gibi. Orada bir frenleme mekanizması görüyor. Toplu olarak bir karınca sürüsünün ya da arıların diğer sürü ile savaşması diye bir durum duydunuz mu? Konrad Laurenz’in ‘Saldırganlık Üzerine’ adında, saldırganlık üzerine bir çalışması var. İnsanlar kendi türünü ayrıştırıyor, mesela benim gözümde Fenerbahçeliyi iyi insan olmaktan çıkarabiliyor. Ya da zenciyi bir beyazın gözünde insan olmaktan çıkarıp başka bir türe sokabiliyor. Ya da bir Türk bir Yunanlıyı başka bir türe sokuyor. Ya da Sünni-Şii. Çeşitli kimlikler üzerinden örnekler verilebilir. Mesela Sünni aspirini, Şii aspirini diye bir şey yok. Beyazlar ve Siyahlar için aynı şekilde. Ama bu durum ‘Bizi farklı bir tür gibi davranıp farklı türe karşı savaş haline sokuyor.’ diye eleştiriler var. Bir ve üçüncü soruya gelecek olursak, aslında üçüncü soru birinci soru ile bağlantılı. Savaş tarihine baktığımızda, dönemsel olarak değişiklikler görüyoruz ve bunların çeşitli yansımaları oluyor. Burada bir döngü var; limitli savaş- limitsiz savaş, sınırlı savaş-topyekûn savaş. Böyle giden bir döngü var. Şimdi içinde bulunduğumuz dönemde biz sınırlı savaş döngüsüne girmiş durumdayız. 

Bu durumun soruyu cevaplayacağını düşünüyorum. Birinci soru içinse şöyle diyebilirim: savaş tarihini dönemler halinde inceliyoruz, bunu incelerken mesela Westphalia 1688 yılında olsa biz Viyana’yı almıştık. 

Şundan dolayı; 2. Viyana’da yardıma Lehliler geldi. Polonya’dan yardıma geldiler. Çünkü bir devlet anlayışı vardı. Kral olacak, hanedan olacak ve o krala bağlı ordular olacak. Profesyonel ordu. Ondan önce Osmanlı’da vardı bu. Osmanlının o zamana kadar karşı tarafa kurduğu üstünlük buydu. Orduların böyle gelişim dönemleri var. 1648-1789 arası dönemde hanedanların olması, profesyonel ordular olmasıdır. 1789 sonrasına işe şunu koyuyoruz: Uluslararası İlişkiler ve Siyaset Biliminin temel klişesi, 1789’dan sonra Ulus-devletler ortaya çıktı. Tam olarak aslında bir köşe taşı varsa odur. Bu dönemlerden sonra Napolyon savaşları oluyor. Napolyon savaşları esasen ilk dünya savaşıdır. 1. Dünya Savaşı aslında ilk dünya savaşı değildir. İlk dünya savaşı Napolyon savaşlarıdır ve bütün dünyayı etkilemiştir. Ve topyekûnlaşmıştır. Clausewitz zaten burada gördüklerini yazmıştır. Artık o döneme kadar savaş limitli savaşken o dönemden sonra sınırsız savaşa dönmüştür ve bir devlet bir orduya bağlı hale gelmiştir yani; hanedanlar kendilerini ayakta tutan bir unsur olarak orduları bulmuştur. Irak’ta ‘ABD Maliki’ye ordu yaptı ve eğitti, milyonlarca dolar harcadı.’ dedik. Aslında bu tesadüf î değildir. Amerika, Afganistan’da da ordu eğitmiştir çünkü devletin ayakta kalabilmesi için bir orduya ihtiyacı olduğu düşüncesi ta o zamandan itibaren ortaya çıkmıştır ve o zamandan itibaren savaşlar top yekûnlaşmıştır. 

+ Hocam benim anlamadığım bir şey var, 60’lar ve 70’lerde Clausewitz’in kitabı yeniden ele alındı dediniz, 90’larda eleştirilmeye başlanıyor, 70’lerde savaş adına önemli bir gelişme var: ABD’nin Vietnam yenilgisi, bu konuyu akademisyenler nasıl ele alıyor? 

- Şöyle, ABD’nin Vietnam yenilgisiyle ilgili çokça tartışmalar oluyor. Aslında 2000’lerde John Nagl’ın, Counterinsurgency ortaya çıktığında iyi olarak verdiği örnekler: Kitson, İngilizlerin Malaya deneyimi, Galula ve Fransızların Cezayir deneyimi. Kötü örnek olarak ise ABD ve Vietnam’ı veriyor. Kitapta eleştiriliyor, savaş kuramına bu da bir katkı yapıyor, güzel bir soru teşekkür ediyorum. 

+ 11 Eylül sonrası iç savaş diye bir kavram ortaya atıldı, biz bu kavramı Ortadoğu ya da Irak ile nasıl bağdaştırabiliriz? Bir tarafta çok güçlü bir örgüt var, diğer tarafta aşiretler var. 

-Şöyle, sosyal bilimler ile ilgili bir söz söyleriz; sosyal bilimleri ile ilgili söylenmemiş laf yok. Yazılmamış hiçbir şey de kalmamış vaziyette. 
Roman yazarken de derler ya her şey aslında Shakespeare’den araklanır, her şeyi Shakespeare yazmış, geri kalan hepsi ondan çalınmıştır. Asimetrik 
savaşta aslında böyle bir şey. Yani asimetrik savaş kavramı bir ara moda oldu. 

Unutmayın ki savaş tarihinde de yaşanmamış hiçbir şey yok. 

Yani savaşın kendisinde de asimetri var, bir taraf güçlü bir taraf güçsüz. Orada bir asimetri olacak ki, bir taraf diğer tarafa karşı üstün gelsin. 

Fatih Sultan Mehmet o topu kullandığında asimetri yarattı ya da ABD o nükleer bombayı attığı zaman müthiş bir asimetri yarattı, o asimetri savaşın doğasında da var. Asimetri yaratılmayan 1. Dünya Savaşında durum berabere sonuçlandı. Farklı açılardan da asimetri var yok değil, ama dönemsel olarak moda bakış açıları oluyor. Bu moda bakış açıları yerine uzun dönemli analiz çok daha doğru olacaktır. Şu an neo-Clausewitz bir dönemdeyiz savaş kuramı açısından. 

+ Hocam siz bizim üniversitede ders vermiştiniz, Clausewitz’e göre halk, ordu, hükümet ya; ben orduyla hükümeti birleştiriyorum çünkü ordu hükümetsiz hiçbir şey yapamaz. 

   Ama görüyoruz ki bazen halksızda devletler birbirleri ile savaşıyor mesela ABD’nin Irak’ı veya Afganistan’ı işgali. Halk istemiyordu, 9/11 sonrası birazcık üstüne gidildi. Ancak mesela Türkiye’de Suriye halkı ile savaşmak istemiyordu fakat; uçağın düşürülmesi, Türkiye’nin uyarı yapması, halkı ikna etmeye çalışması gibi ile bu algı değiştirilmeye çalışılıyor sanki. Halksızda devletlerin birbirleri ile savaşabileceğini düşünüyor musunuz? 

- Çok güzel bir soru. Önce başlangıç noktasında şöyle bir şey yapalım. Hükümet ile orduyu bir düşünme meselesini ele alalım. Mesela MGK Türkiye’de son 10 yılda çokça tartışılan bir konuydu. Aslında MGK’nın ilk örnekleri 1. Dünya Savaşındaki savaş kabineleridir. Onlarda aynı şekildedir. 

Benim şöyle bir eleştirim var, MGK’da askerler var, hükümet var; bence mecliste olmalı. Mesela halkın temsilcileri olarak muhalefet vesaire de olmalı,. Örneğin 1.Dünya Savaşında Çanakkale’ye gidecek olan donanma ile ilgili, Donanma Bakanı Churcill, Savaş Kabinesi’ne bir şeyler sundu diye anlatılır. Oradaki kabinede de savaşı yöneten kabinede; hükümetin temsilcileri, halkın temsilcileri ve ordunun temsilcileri bulunmaktaydı. O yüzden hükümet ile ordu bir dememek gerekir. 

Çünkü o üç faktörü ortaya koyan önemli bir husus bu. Doğru yönetim için gerekli. Sorunun diğer boyutuna gelince mesela 2003 yılında 1 Mart teskere si oldu. 1 Mart tezkeresinde TBMM 1 oy farkıyla Irak savaşına dâhil olmamıza ve topraklarımızın ABD tarafından kullanılması sürecine onay vermedi. Şunu babalarımızdan dedelerimizden duyarız şimdi bir savaş olsa hemen üniformayı giyer giderim derler değil mi? Ama Irak ile savaşsaydık acaba dedelerimiz bunu söyler miydi? Aslında dedelerimizin yaş kemale erdikten sonra söylediği, ben şimdide giyer giderim o ayrı mesele, ama onların söylediği şimdi giyer giderim demek halkın duygusu. Halkın sahiplenmesi, kendine ait savaşı olması. Ya da ABD başkanı Obama iki hafta önce West Point’te yeni dış politikaları ile ilgili stratejilerini açıkladı. Ey mezunlar, siz artık Irak ya da Afganistan’a gitmeyeceksiniz dedi. 300 kişi gönderiyor şimdi 2 gün içerisinde. Neyse, ‘gitmeyeceksiniz’, ‘artık giderseniz danışman olarak gideceksiniz’dedi. 
Ya da Tony Blair’i soruşturdular Irak savaşıyla alakalı, İngiliz halkı dedi bu bizim savaşımız mı?’ ‘Neden bu kadar İngiliz askeri ölüyor? Halkın savaşı olması lazım. O zaman haklı savaş durumuna da geliyor. Ancak çok tehlikeli bir şey var mesela IŞİD ile ilgili yabancı savaşçılar hikayesi. 
Onlar acaba döndüklerinde ne yapacaklar? Ya bize de saldırırlarsa konusu tartışılıyor. Bence burada batının müdahalesine meşruiyet kazandıracak 
bir maden arayışı var gibi. 

+ David Cameron geçenlerde “IŞİD’in İngiltere’de saldırı hazırlığında olduğu istihbaratını aldık.” dedi. 

+ Hocam ben az gelişmiş ülkelerin eline nükleer silahların geçmesi durumunda tehlikeli bir durum oluşacağını düşünüyorum. Nükleer silahların sınırlandırılması ile barış ve istikrar sağlanabilir mi? Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? İkinci sorumda IŞİD’in bir çok Sünni grubun birleştiği bir örgüt olması, dolayısıyla ilerleyen günlerde bu Sünni grupların birbiri ile çatışacağı yönünde bir düşüncem var. Bu sebeple de IŞİD’e başarı şansı vermiyorum. Katılır mısınız? 

- IŞİD ile ilgili bilgiler çok taze. Bir analiz yaparsak; gazeteci analizi yaparız. Akademik analiz yapamayız. Ama akademik analiz yapmamız gerekirse de bu en başta kullandığımız skalayı kullanırsak, o enstrüman alet var elimizde o da şöyle; eğer IŞİD ayakta kalacaksa, rasyonel karar verme hususunu göz önünde tutabilirse o zaman ayakta kalabilir, bir yerlere gelebilir, yok eğer başaramazsa o zaman ayakta kalamayabilir. 
Ama şu ana kadar bunu yapabileceğini gösterdi. 

Nükleer ile ilgili tartışma Hindistan-Pakistan üzerinden yapıldı. Yani Hindistan ile Pakistan nükleer güce sahipler. Aralarında gerilim olduğu halde savaşmadılar çünkü nükleer güce sahipler. Afganistan-Pakistan ya da Türkiye-Yunanistan arasında savaş durumu oluyor. Türkiye ile Yunanistan nükleer güce sahip olsa o zaman aralarında savaş gibi bir durum hiçbir zaman yaşanmazdı çünkü savaşın bedeli çok büyük olurdu. 

Bu mantık var anladığım kadarıyla. 

+ İran bu konuda bir istisna oluşturmaz mı? 
Çünkü İran’dan her şey beklenebilir. 


- Şimdi şöyle, filmin başında silah gözükürse; sonunda kullanılmasını bekleyenlerdenim ben. Filmin bir yerinde silah gösterildiyse, filmin bir 
noktasında o silahın ateş aldığını mutlaka görürüm. Ve güvenlikleştirici yaklaşım, eğer nükleer silah olursa onu kullanabileceğini söylüyor. 

Güvenlik sizleştirici yaklaşım ise onun olmaması daha iyi olur diyor. Benim nerede durduğum çok önemli değil ama belki de biraz daha idealist açıdan bakabilirim. Yani olursa silah kullanılır derim. Bunun barış getireceğini düşünmüyorum uzun vadede. 

+ 1899’daki Lahey sözleşmelerinden dolayı, uluslararası savaş hukuku ile alakalı çok sözleşme yapıldı Cenevre’de. Ancak savaş başladıktan sonra hukuk bir köşeye atılıyor. Savaş teorisyenleri savaş hukukuna nasıl bakıyor? 

- Şöyle, savaş hukuku ile ilgili 1899’daki Lahey sözleşmeleri ‘Jus ad bellum’ ile ilgili, savaşa başvurma ile ilgili. Cenevre sözleşmeleri ise ‘Jus in bello’ yani savaş esnasındaki davranış kuralları hakkındadır ve en sonuncusu 1977 yılında imzalanmıştır. Yani aslında savaş hukuku ile ilgili düzenlemelerde 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bir süreklilik var. Nasıl internet çıkıyor, daha sonra internet ile ilgili düzenlemeler oluyor, yeni kanunlar ortaya çıkıyor. Yeni teknoloji ortaya çıktığında o alanın düzenlenmesi gerekiyor. 1977’den itibaren çok büyük gelişmeler oldu, maalesef çok değişik gelişmeler oldu ve bunlarla ilgili bir hukuki platform yaratılamadı, aynı şekilde devam etti. Aynı şekilde kara mayınlarının 
yasaklanması ile ilgili uluslararası ilişkilerin sistematiğini değiştiren bir gelişme ortaya çıktı. 

Şöyle diyelim, 19.yy’da savaşlar çok vahşi olmuştu, bunun üzerine 1860’larda savaş hukuku ile ilgili düzenlemeler meydana geldi, at başı giderken 1970’lerden sonra savaş ilerlemeye başladı ama savaş hukuku ile alakalı ciddi bir alan ihtiyacı var, yani bir şeylerin yapılma ihtiyacı var. Belki de vahşetin biraz daha artmış görünmesi bununla ilgili düzenlemelerin yapılmıyor olmasından kaynaklı olabilir. 

+ Ben de, devletlerin doğasının insanların doğasından farklı olamayacağını düşünüyorum. Tırnak içinde biz modernleştikçe aslında bastırılmış savaş duygularımızın ortaya çıktığını ve gitgide ivme kazandığını düşünüyorum. 
Fakat uluslararası ilişkilerin mainstream akımlarına baktığımız zaman liberal akım ve eleştirel akımında bu konuda geliştirdiği cevaplar var. Mesela eleştirel bakış açısıyla yaklaşınca; askeri tarihin yeniden yazımı gibi bir durum ortaya çıkartıyor. Ya da liberal bakış ile baktığımız zaman karşılık bağımlılık dediğimiz olgunun savaşı engelleyebileceği düşüncesi söz konusu. 

-Mesela şöyle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da bir savaşın meydana gelmemesi aslında bizim olaya biraz daha liberal baktığımızı, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak dünya tarihi boyunca Avrupa’da ‘Savaşsız geçen ilk 50 yıl bu değil.’deniyor. ‘Savaşsız geçen 100 yıl bile oldu.’ deniyor ama bu olmayacağı anlamına gelmiyor şeklinde yorum yapılabilir. Mesela Libya’ya müdahale esnasında ilk olarak Norveç, Danimarka gibi ülkeler; aynı zamanda koalisyona ilk girenlerdendi. Uluslararası İlişkiler ve Güvenlik kuramlarında Kuzey ülkelerinden baskın şekilde çıkan düşüncelerin tam aksi bir durumdu bu. Kuram oradan çıkıyor ama pratiğe dönüşünce iş biraz daha farklı olabiliyor. 

Her neyse, zamanımız doldu ve ben bu vesile ile tanıştığımıza memnun oldum. Bence bu çok önemli bir ayrıcalıktı bir hoca açısından şöyle; Türkiye’ nin dört bir tarafından gelen ve yazın sıcağında okuma hevesi içerisinde olan, ders alma hevesi içerisinde olan öğrencileri bulmak ve onlarla bir araya gelmek ciddi bir ayrıcalık. Bence çok önemli bir fırsatı kullanmış oldum. Teşekkürler dinlediğiniz veya okuduğunuz için. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****