Arap-İsrail Çatışması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arap-İsrail Çatışması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2015 Pazartesi

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 4




Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 4


Ortadoğu Tarihi,  1967-1988, Arap İsrail Savaşı’ndan I. Camp Davıd Anlaşmasına,



1967 savaşı yenilgisi Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda kuşatıcı, seküler ve anti emperyalist Arap Milliyetçiliği’nin sonunu getirdi. Bu yenilginin ardından Birlik düşüncesi bazı Arap liderlerinin ağzında bir retorik olmaktan öteye geçemedi. Arap Dünyası ve Birlik fikrinin lideri Mısır, bu tarihten sonra attığı siyasi adımlarla artık bu davanın içinde yer almayacağı mesajını çok net bir şekilde verirken, Irak ve Suriye gibi milliyetçi Baas iktidarlarının yönetimde bulunduğu diğer büyük Arap Devletleri de kendi sınırları içerisinde tanımlı bir milliyetçiliğin daha gerçekçi olduğunu açık bir dille ifade etmeye başladılar. Yine aynı dönemde, halk tabanında daima güçlü olan ve Nasır döneminde anti emperyalist bir Arap milliyetçiliği söylemi içinde ifade şansı bulan fakat her zaman muhalif bir potansiyel içeren İslami ideoloji ve siyasal hareketler de güçlenmeye başladı. Hatta bu hareketler, A.B.D.’nin S.S.C.B.’ye karşı bir tampon bölge oluşturmak ve seküler Arap Milliyetçiliği’ni zayıflatmak amacıyla geleneksel islamcı hareketleri desteklediği yeşil kuşak projesi sayesinde daha da güçlendirildi.
Abdül Cemal Nasır’ın önderliğini yaptığı kuşatıcı Arap Milliyetçiliği’nin yerini devlet çıkarlarını temel alan küçük milliyetçiliklere bırakmasıyla birlikte anti emperyalist söylem ve irade de çözülmeye başladı. Bölge devletleri, Suriye hariç, Mısır’ın peşi sıra A.B.D. egemenliğini tanımaya başladılar. Bu durum bölge açısından Filistin davasının Araplar tarafından terk edilmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla artık, Filistin davası Filistin halkının ve onun meşru temsilcisi Filistin Kurtuluş Örgütü’nün iradesinde yürütülecekti.
Kısacası, 1967 yenilgisinden 1978’de I. Camp David anlaşmasına kadar uzanan dönem Arap Milliyetçiliği’nin tasfiyesine, Ortadoğu’da A.B.D. egemenliğinin güçlenişine ve Filistin davasının Arap davasından bağımsızlaşmasına tanık oldu.
VII.1. Mısır, Arap Milliyetçiliği ve Camp David
1967 yenilgisinin ardından zayıf düşmüş ve inandırıcılığını yitirmiş bir lider olarak üç yıl daha iktidarda kalan Nasır’ın 1970’de eceliyle ölümünün ardından yardımcısı Enver Sedat Mısır Devlet Başkanı oldu. Nasır’ın gölgesinde “Evetçi Albay” şeklinde adlandırılıp küçük görülen Sedat, bir iki yıl içerisinde Nasırcı çizgiyi reddedeceğinin mesajlarını vermeye başladı. Sedat liderliğindeki Mısır’ın hedefleri şunlardı: Tercihen görüşmelerle, 1967’den bu yana İsrail tarafından işgal edilen toprakları (Sina’yı) geri almak; ekonomik maliyeti taşınmaz hale geldiği için İsrail’le savaşı sona erdirmek; A.B.D. İsrail’i etkileme gücüne sahip tek ülke olduğu için Washington’la ilişkileri geliştirmek; modern batı teknolojilerinin ve özel sermayesinin ülkeye getirilmesi yoluyla Mısır ekonomisini yeniden canlandırmak; ayrıca bu hedefleri daha iyi takip etmek için Mısır’ın küresel ve bölgesel politikalarını değiştirmek. [1]
Sedat bu hedefler uyarınca, ve dönemin A.B.D. politikasıyla uyumlu bir şekilde, 1971 senesinde İsrail’e tam bir barış anlaşması önerdi. Bu anlaşma İsrail’in yalnızca Mısır’da işgal ettiği topraklardan, Sina’dan çekilmesini öngörüyordu. Yani, İsrail işgalinin doğrudan mağduru olan Filistin halkı adına bir şey talep etmiyor, aksine en güçlü Arap devleti konumundaki Mısır’ın Arap davasından çekileceği mesajını vermekle Filistin’i İsrail işgali karşısında savunmasız bırakıyordu. Ayrıca, İsrail’in varlığını tanımak suretiyle o güne kadar İsrail’in varolma hakkını kayıtsız şartsız reddeden Arap davasına da ihanet etmiş oluyordu. Aslında bu barış İsrail için bulunmaz bir fırsattı fakat dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir’in İşçi Partisi hükümeti bu teklifi reddetti. Çünkü, İsrail o dönemde Sina’ya yayılma stratejisi izliyor, Bedevi köylerini, camilerini, mezarlıklarını yıkıyor, halkı çöle doğru sürüyor ve burada sadece Yahudilerden kurulu Yamit şehrini kurmayı planlıyordu. Bu durumda gözler A.B.D.’ye çevrildi, dönemin A.B.D. Dışişleri Bakanı Kissenger bir iç tartışmada üstün geldi ve hiç bir müzakere yapılmaması kararı egemen oldu. A.B.D. İsrail’in reddiyecilik ve yayılma politikalarına arka çıkarak Sedat’ın diplomatik çabalarını reddetmeye devam etti. Bu durum 1973 savaşına yol açtı. [2]
Ordusunu S.S.C.B.’nin desteğiyle güçlendiren Sedat, Suriye’yle aylarca süren karşılıklı bir planlamanın ardından 6 Ekim 1973’te Sina’da İsrail’e karşı sürpriz bir saldırı gerçekleştirdi. Suriye de eşzamanlı olarak Kuzey’den saldırdı. Fakat savaş Mısır ve Suriye’nin anlaştıkları şekilde İsrail’in hem Sina hem de Kuzey’de Golan Tepeleri’nden çekilmesiyle sonuçlanmadı. Sina’da İsrail askerlerine karşı gösterilen başarının ardından Mısır, Suriyelilerin şiddetli protestolarına rağmen tek yanlı bir ateşkesi kabul etti. Sonuç olarak Suriyeliler ve Hafız Esat Mısır’ın kararını ilk defa Güvenlik Konseyi’nde Mısır temsilcisinin hükümetin ateşkesi kabul ettiğini ilan etmesiyle öğrendiler. [3] Esat, Sedat tarafından açıkça kandırılmıştı.
Mısır bu kaba kuvvet gösterisini S.S.C.B.’nin desteğiyle başarmıştı, fakat sonuçta A.B.D.’nin gözüne girdi. A.B.D. Mısır–İsrail politikasını değiştirdi, 1975 senesinde Kissenger bir askeri çekilme planı sundu. Bu plana imza koyan Mısır, Süveyş kanalını tekrar açabilme imkanına ve Sina’daki petrol sahalarına tekrar kavuşsa da artık Arap davasından çekilmiş oluyordu. Sedat 1977’de İsrail’e tüm Arap Dünyası’nda şiddetleri üzerinde çeken bir ziyarette bulundu. Bu süreç Mısır ve İsrail arasında Eylül 1978’de imzalanan Camp David uzlaşmalarıyla noktalandı. Hemen ardından Mısır, Arap Birliği’nden ihraç edildi.
Başkan Jimmy Carter’ın arabuluculuğunda, Enver Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin arasında yapılan Camp David görüşmeleri iki anlaşmayla sonuçlanmıştı. Buna göre Mısır İsrail barışı için bir çerçeve, Ortadoğu barışı için de diğer bir çerçeve olacaktı. İlk çerçeve 1979 yılında Mısır-İsrail barışına temel oluşturdu. İkinci anlaşma Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere özerklik verilmesini ve geçici 5 yıllık bir süre için yerel bir yönetim kurulmasını, bölgelerin nihai durumunun bu süre sonunda müzakere edilmesini öngörüyordu. Camp David görüşmelerinin sadece Mısır-İsrail ile ilgili olan kısmı uygulandı. Filistinliler ve diğer Arap devletleri özerklik kavramını reddettiler çünkü bu kavram, İsrail’in 1967’de ele geçirdiği bölgelerden tam olarak geri çekilmesini ya da bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşunu garantilemiyordu. İsrail, Menachem Begin’in Jimmy Carter’a Camp David’de verdiği sözleri ihlal ederek, Filistin topraklarına el koymaya ve yeni yerleşim yerleri inşa etmeye devam etti. [4]
Böylelikle A.B.D. uluslararası hukuk ve Birleşmiş Milletler çerçevesi dışında bir barışı kabul ettirmek suretiyle İsrail’in yanı sıra Mısır’ı da uydulaştırmış, birleşik Arap davasını geçersizleştirmiş ve Filistin meselesini Birleşmiş Milletler’in elinden rehin almış oldu.
Yine aynı dönemde bölgede A.B.D. egemenliğiyle ilişkili diğer bir gelişme de Irak’ta yaşandı. Irak’ta Baas partisi iktidara 1968 Abdül Kerim Kasım darbesiyle gelmiş, S.S.C.B. ile yakınlaşma kurmaya başlamıştı. A.B.D. bu yakınlaşmaya karşı bir önlem olarak güçlü müttefiki İran’la birlikte 1973 senesinde Molla Mustafa Barzani’nin Irak’taki Kürt ayaklanmasını destekledi. A.B.D.’nin Kürt tehdidi karşısında Irak 1975 senesinde A.B.D.’ye petrol imtiyazları ve İran’a da Şattülarap’ı verdi, bunun karşılığında Kürt ayaklanmasının arkasındaki destek çekildi ve isyan Irak tarafından bastırıldı. [5] Bu tarihten itibaren A.B.D. Irak ilişkileri yumuşamaya başladı.
Böylelikle, soğuk savaş dengeleri Ortadoğu’da çok ağırlıklı bir şekilde A.B.D. lehine evirilmiş oldu ve bu yıllarda A.B.D. hegemonyası açısından Suriye ve Filistin Kurtuluş örgütünden başka ciddi bir pürüz kalmadı. Fakat bu gelişmeler yine aynı yıllarda Suriye ve FKÖ arasında bir yakınlaşmaya vesile olmadı, aksine, ikisi arasındaki ilişki FKÖ’nün Lübnan’a yerleşmesi ve Suriye’nin Lübnan üzerindeki tarihsel ilgisi nedeniyle son derece sorunlu bir döneme girdi.
VII.2. Filistin Meselesi, FKÖ ve Lübnan
Filistin Kurtuluş Örgütü 1964 senesinde Arap Birliği tarafından Filistinli direniş örgütlerinin bir koalisyonu şeklinde kurulmuştu. Örgüt Arap Birliği’nin himayesinde Ürdün’e yerleşmişti ve İsrail içerisindeki hedeflere karşı Arap Ülkeleri’nin ve özellikle Suriye’nin desteğiyle saldırılar düzenliyordu. Fakat 1967 savaşına kadar Filistin meselesi sadece FKÖ ve Filistin halkının bir meselesi olarak görülmüyor, bir Arap meselesi olarak algılanıyordu. Hatta Arap kimliğinden öte bir Filistin kimliğinin varlığı dahi tartışmalıydı.
1967 yenilgisinin ardından FKÖ içindeki bağımsızlıkçı eğilim, Yaser Arafat’ın önderliğindeki El-Fetih hareketi güç kazanmaya başladı, 1969 senesinde Arafat, örgütün lideri oldu. Ürdün’de üslenmiş olan FKÖ güçlenip giderek devlet içinde bir devlet niteliği kazanmaya başladı. 1970 senesinde Ürdün devleti ve FKÖ arasındaki anlaşmazlıklar üst noktaya ulaştı ve iki taraf arasında yaklaşık 30000 Filistinlinin ölümüne neden olan bir savaş yaşandı. Ürdün Kralı Hüseyin meselenin çözümü için Mısır’da son demlerini yaşayan Nasır’ın arabuluculuğuna başvurdu. FKÖ, Nasır ve Ürdün’ün dayattığı çözüm uyarınca Ürdün’ü terk ederek Güney Lübnan’a yerleşmek zorunda kaldı. FKÖ’nün Lübnan’daki etkinliği kısa bir süre içinde İsrail saldırılarını ve ardından Suriye işgalini tetikledi. Hassas iç dengelere sahip olan bu ülkede, 1975’te patlak veren ve 1991 senesinde kadar devam eden bir iç savaş ve işgaller dönemi yaşandı.
İsrail 1967-1973 Savaşları ve ardından yaşanan barış sürecinden son derece güçlenerek çıktı. Birincisi, artık güney cephesinde rahatlamış oldu. İkincisi, Birleşik Arap Milliyetçiliği’nin tehdidinden kurtuldu. Fakat en önemlisi ve tayin edici olanı A.B.D’nin kayıtsız şartsız desteği ve koruyuculuğunu arkasına alarak uluslararası yaptırımlardan ve BM denetiminden muaf tutulmaya başladı. Bu gerçeği verilerle özetleyebiliriz: Birleşmiş Milletler’in 1967 Savaşı sonrasında aldığı, İsrail’in işgal ettiği toprakları terk etmesini emreden 242 sayılı karar Güvenlik Konseyi’nin (yani A.B.D.’nin) vetosuna takılmayan ilgili son karardır. Zaten A.B.D bir süre sonra 242 sayılı kararın genel kabul gören yorumundan çekilmiştir. 1975’te İsrail’in Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarına yönelik saldırılarını kınayan B.M. önergesini veto etmiştir. 1976 senesinde FKÖ, Mısır, Suriye, Ürdün ve S.S.C.B.’nin BM’ye getirdiği iki devletli çözüm önerisi A.B.D. tarafından veto edilmiştir. Ardından, İsrail’in işgal edilmiş topraklardaki muamelelerini kınayan sayısız önerge A.B.D. vetosuna takılmıştır. Ve İsrail, 1976 senesinden beri silah alımları dahil, dünyada A.B.D.’den en büyük dış yardım alan ülkedir. [6]
Bu rüzgarı arkasına alan İsrail’in 1970’ler boyunca temel politikası şu oldu: Tüm diplomatik girişimleri reddet, daima şiddete başvurarak FKÖ’yü tecrit et ve örgütün yükselmekte olan uluslararası itibarını baltalamaya çalış.
İsrail 1970’lerde, Menachem Begin’in sağcı Likut hükümetinin yönetiminde Gazze ve Batı Şeria’da sert bir sömürgeleştirme politikası uygulamaya başladı. FKÖ’nün yerleştiği Güney Lübnan ve buradaki mülteci kampları İsrail Güvenlik Güçleri’nin olağan hedefleri haline geldi. 1970’lerin başlarından itibaren Lübnan, sınır ötesi FKÖ terörü ve İsrail’in misilleme niteliğindeki saldırıları ve “önleyici” işgalleri nedeniyle çatışmanın içine çekildi. Şubat 1973’te İsrail birlikleri önleyici saldırı kisvesi altında kuzey Beyrut’a saldırdılar ve pek çok sivili katlettiler. 1975 yılının Aralık ayında İsrail’in “cezalandırıcı değil önleyici” olduğunu iddia ettiği bir bombalama sonucunda 50’den fazla Lübnanlı öldü; bu tümüyle BM Güvenlik Konseyi toplantısında dile gelen ve İsrail’in karşı çıkıp ABD’nin veto ettiği diplomatik çözüm görüşmelerine karşı bir reaksiyon gibi görünüyordu. [7]
Lübnan’ın Ortadoğu’daki İsrail işgali ve Filistin meselesinin dolaylı bir kurbanı olduğu söylenmelidir. 1940’larda kabul edilen Lübnan Anayasası’na göre ülkenin iç siyasi dengeleri Hıristiyan, Müslüman Sünni ve Müslüman Şii gruplar arasındaki denge üzerine kuruluydu. 1970’ler boyunca İsrail’in Filistin’deki gaddarlıklarının neden olduğu göç nedeniyle Lübnan’a çok sayıda Müslüman Sünni Filistinli mülteci akın etti. Üstelik 1970 FKÖ Ürdün savaşının ardından örgüt Lübnan’a yerleşerek burada mülteciler ve Sünni gruplar üzerindeki etkinliğini artırdı. Bu gelişmelerin Lübnan’ın iç etnik dengelerini bozmasından rahatsızlık duyuluyordu. Buna karşılık FKÖ’yü zayıflatmak üzere Lübnan’da operasyonlar ve işgaller düzenleyen İsrail, iktidar ortağı Hıristiyan gruplarla (Falanjistler) işbirliği içindeydi. Suriye’nin ise Lübnan’la ilgili çeşitli kırmızı çizgileri vardı: Birincisi, Lübnan Suriye’nin tarihsel bir parçası olarak görülmekteydi. İkincisi, Şii azınlığın Sünni bir çoğunluk üzerinde egemen olduğu Suriye açısından Lübnan’da iç dengelerin Sünni nüfus lehine gelişmesi kendi iç dengeleri açısından tehdit edici algılanıyordu. Üçüncüsü, Suriye Lübnan’ın İsrail tarafından işgal edilmesini kendisine yönelik doğrudan tehdit olarak görüyordu.
1975 senesinde Lübnan iç savaşı patlak verdiğinde FKÖ kısa sürede bu savaşın bir parçası haline geldi. 1976 senesinde de Suriye Lübnan’ı işgal etti. Bu gelişmenin ardından FKÖ ve Suriye’nin arası açıldı, Arafat Suriye’ye karşı bir kınama yayınladı ve saldırı çağrısında bulundu.
VIII. 1978-1988: I. CAMP DAVİD ANLAŞMASI’NDAN I. İNTİFADA’YA
A.B.D.’nin 1970’lerde Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı statüko şu ayaklara dayanıyordu: Arap Milliyetçiliği’nin çökertilip Arap devletlerinin A.B.D. çıkarlarına bağlanması – bu süreç Suriye için işlemiyordu, Irak’ın konumu İran savaşına dek belirsizliğini korudu; Filistin sorununun B.M. gündeminden çıkarılarak ikili anlaşmalar çerçevesine sıkıştırılıp etkisizleştirilmesi – FKÖ’nün yükselen mücadelesi ve itibarı buna izin vermiyordu; ve S.S.C.B’ye karşı İran ve Suudi Yeşil kuşak projesiyle bir tampon oluşturulması. 1980’lerde birbiri ardına yaşanan devrim, savaş ve ayaklanmalar bu süreçlerin tamamlanamayacağını gösterdi. 1979 İran İslam Devrimi’yle birlikte A.B.D., bölgedeki en güçlü müttefikini yitirdi. Bu gelişmeye Irak ve İran arasında sekiz yıl devam eden ve bir milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir savaşta Irak’ın sponsorluğunu üstlenerek yanıt verdi. 1982’de İsrail Lübnan’ı A.B.D.’nin onayını arkasına alarak, Beyrut ve kuzeyini de içine alacak şekilde işgal ettiğinde bölgesel bir savaşa zemin hazırladı. 1988 İntifada hareketi İsrail işgalinin bir halkın sorunu olduğunu gözler önüne serdi ve Filistin hareketinin yok edilemeyeceğini ortaya koydu. Yeni gözde müttefik Irak, Saddam Hüseyin liderliğinde kontrolden çıkarak bölgesel bir emperyal güç olmaya soyundu ve 1990’da Kuveyt’i işgal etti.
1980’lere egemen olan karmaşanın, 1990’larda Ortadoğu’nun yeniden yapılandırılmasına yönelik Emperyal politikaları ve bugün tartışılan Genişletilmiş (Büyük) Ortadoğu Projesi’ne zemin hazırladığı söylenebilir: 1990 Körfez Savaşı’nın ardından Irak rejiminin ablukaya alınması ve çökertilmesi; Filistin sorununun 1993 Oslo görüşmeleriyle çözümlenmeye çalışılması; Irak işgali; Suriye ve İran İslam Cumhuriyeti gibi ehlileştirilemeyen devletlerin dışardan demokrasiyle (askeri müdahale ile) tehdit edilmeleri (Bu gelişmeler mevcut kronoloji çalışmasının kapsamında yer almamaktadır).
VIII.1. İran Devrimi ve İran - Irak Savaşı
1979’da yaşanan İslam Devrimi Bağdat’ta pek hoş karşılanmamıştı. İran’ın geleneksel rakibi, Sünniliğin hakim olduğu ve Basra Körfezi’ne egemen olma tutkusuna sahip Irak, Humeyni’nin yükselişinde hem tehlike hem de bir fırsat seziyordu. Tehlike, güney Irak’taki Şii azınlıktı; fırsat ise yeni rejimin askeri zayıflığıydı. [8] Washington’un İran’a yönelik bir saldırıya sessiz onay vereceğini sezinleyen Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, Eylül 1980’de İran’ı işgal etti. Sekiz yıl sürecek ve bir milyondan fazla insanın ölümüne neden olacak bir savaş başladı.
Birleşik Devletler tarafsız değildi... Reagan yönetimi açıkça Irak’ı kayırdı... Bu destek kamuoyuna pek ifşa edilmedi. İsrail’in belalısı ve Moskova’nın dostu zalim Saddam Hüseyin’i desteklemek politik olarak kolay değildi. [9] ABD savaşın en başından itibaren Irak’a “meyletti” ve savaşın uzayıp gittiği on yıl boyunca bu daha da açık bir hal alarak devam etti. Irak’a A.B.D. yardımı gizli silah, nakit para ve askeri istihbarat yardımını içeriyordu. Ayrıca 1983 senesinde Irak terörizmi destekleyen ülkeler listesinden çıkarılarak yerine İran kondu. Bu da A.B.D. müttefiklerinin İran’a silah satışını engelleyen diplomatik bir oyundu.
Savaş 1988 senesinde, körfezde aktif bir güç olarak savaşa müdahale etmeye başlayan A.B.D. Deniz Kuvvetleri’nin bir İran sivil yolcu uçağını düşürmesinin ardından İran’ın savaştan çekilmesiyle sonra erdi. Taraflar birbirlerine herhangi bir tazminat ödemediler. Savaştan her iki ülkede ağır insani ve ekonomik kayıplarla çıktı. Savaş her iki ülkede de baskıların artmasına ve diktatörlüklerin güçlenmesine vesile oldu.
Saddam savaş biter bitmez Irak’ın Kürt meselesini kökünden çözmek üzere ordularını Kuzey Irak’ta Kürt bölgesine göndererek 1988 Enfal harekatına girişti. 150 ila 200 bin Kürt öldürüldü. 5000 kişinin katledildiği Halepçe katliamı bu harekatın küçük bir parçasını oluşturmaktadır.
VIII. 2. İsrail’in Lübnan İşgali
1980’lere doğru İsrail çözüm için uluslararası alanda sıkıştırılıyordu fakat A.B.D. desteğini arkasına alarak bu girişimleri baltalıyordu. 1981 senesinde Suudi Arabistan tarafından sunulan barış planı İsrail’in işgal edilmiş topraklardan çekilmesi şartıyla iki devletli çözüm ve tam ve kalıcı barış öneriyordu. İsrail’in öneriye yanıtı, Suudi Arabistan petrol sahaları üzerinde A.B.D. uçaklarıyla uyarı uçuşu yapmak şeklinde oldu. Bu aslında planın ciddiye alınmaması gerektiği hususunda AB.D.’ye verilen bir mesajdı aynı zamanda. Sonuçta plan A.B.D. tarafından veto edildi. [10]
Aslında henüz Suudi Planı gündemdeyken İsrail FKÖ’yü yok etmek ve Lübnan’da müttefik bir rejim kurmak amacıyla bu ülkeyi işgal etmenin planlarını yapıyordu. İşgale bahane yaratmak amacıyla FKÖ’yü kışkırtmaya yönelik bir dizi saldırının ve FKÖ misillemelerinin ardından İsrail 1982 senesinde Lübnan’ı işgal etti. İktidardaki Falanjist parti ve milisleri destekleyen İsrail ordusu Beyrut’u ele geçirdi, Beyrut yakınlarındaki Sabra ve Şatila Filistin mülteci kamplarında – ki aslında bunlar birer şehir büyüklüğündedir – İsrail denetimindeki Falanjist gruplar büyük bir katliam düzenlediler. Bu katliamlar yaşanırken bugünkü İsrail Başbakanı Ariel Sharon, Menachem Begin hükümetinin savunma bakanıydı.
İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesinin ardında yatan temel motivasyon, uluslararası kamuoyunda FKÖ’nün kazanmaya başladığı genel desteğin ABD-İsrail inkarcılığının altını oyabileceği kaygısıydı. İsrail işgali, Lübnan’daki FKÖ örgütlenmesini yok etti fakat yepyeni bir problem yarattı: İsrail’i Lübnan’dan sürmeyi resmi hedef olarak benimsemiş İslami fundamentalist grup Hizbullah’ın kurulması. Yoğun bir şekilde teröre başvuran İsrail, BM Güvenlik Konseyi tarafından Mart 1978’de yayımlanan düzenlemeleri ihlal ederek Lübnan’ın güney bölgelerini “güvenlik bölgesi” olarak elinde tutmaya devam etti, bunun dışındaki kısımlardan çekilmek zorunda kaldı. [11] FKÖ karargahı ise Beyrut’u terk ederek Tunus’a yerleşti, 1993’te başlayacak olan Oslo sürecine kadar da burada kaldı.
VIII.3. Birinci Filistin İntifadası
Aralık 1987’de Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin halkı İsrail işgaline karşı bir ayaklanma başlattı. Ayaklanma Tunus’ta bulunun FKÖ karargahı tarafından başlatılmamıştı ve onlar tarafından yönetilmiyordu. İntifada işgali sonlandırmaya yönelik son derece disiplinli bir sivil itaatsizlik eylemi olarak başladı. Ateşli silahların kullanılması yasaklanmıştı. Hareket zırhlı İsrail araçlarına taş atmak, kontrol noktalarında direnmek, kitlesel sokak gösterileri, kepenk kapatma ve benzeri direniş biçimlerini içeriyordu. İsrail’in bu direnişe yanıtı çok sert olsa da hareketi bastırmakta başarısız kaldı. İntifada hareketi tarihsel Filistin’in çeşitli parçalarında ve dünyanın çeşitli yerlerinde (İsrail, Gazze, Batı Şeria, diğer Arap Devletleri, Diaspora) yaşayan Filistin halkının birlik bilincinin gelişmesinde ve Filistin sorununun her şeyin ötesinde bir insan hakları sorunu olduğunun dünya kamuoyu nezdinde benimsenmesinde çok önemli bir rol oynadı.
İntifada’nın ardından Cezayir’de bulunan Sürgündeki Filistin Hükümeti Gazze ve Batı Şeria’da bir Filistin Devleti ilan etti. Terörizmin terk edildiğini açıkladı ve İsrail’in varlığını tanıdı. Bu gelişmeler karşısında A.B.D. FKÖ’nün politika değiştirdiğini kabul ederken İsrail sessiz kalmayı tercih etti. İntifada hareketi ve sonrasında yaşanan gelişmeler 1993 Oslo görüşmelerine zemin oluşturdu. Fakat daha sonra görüleceği gibi Oslo görüşmeleri Filistin halkının beklentilerini karşılamaktan uzak kalacak ve ayrıca FKÖ ve Filistin halkının yollarının büyük ölçüde ayrılmasına neden olacaktır.
BİBLİYOGRAFYA
1. Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği: Zaferden Umutsuzluğa, Literatür, 2004, s. 237-238.
2. David Mc Dowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul, 2004, s. 437-455.
3. Joel Beinin ve Lissa Hajjar, Filistin, İsrail ve Arap-İsrail İhtilafı: Bir Kitapçık, Middle East Research and Information Project, 2000. http://www.merip.org; ayrıca, http://www.bgst.org/keab.
4. John Tirman, Savaş Ganimetleri, Aram Yayıncılık, 2005, 10. Bölüm.
5. Noam Chomsky, Tarihi Yeniden Yazmak, Al-Ahram, 18-24 Kasım 2004.
6. Noam Chomsky, Batı Asya’da A.B.D. Terörü, İmparatorluğa Karşı Durmak, Aram Yayıncılık, 2003.
7. Noam Chomsky, İsrail, Lübnan ve Barış Süreci, Znet, 23 Nisan 1996:http://www.bgst.org/keab
8. Stephen R. Shalom, İsrail Filistin Krizi İçin Arkaplan, Znet, Mayıs 2002;http://www.bgst.org/keab.

Notlar:
[*] Bu yazı BGST Kuramsal Eğitim Araştırma Birimi’nin kolektif çalışmasının bir ürünüdür. Çalışmanın 1967-1988 dönemine ilişkin bu kısmı Ali K. Saysel tarafından kaleme alınmıştır.
[1] Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği: Zaferden Umutsuzluğa, Literatür, 2004, s. 237-238.
[2] Noam Chomsky, Tarihi Yeniden Yazmak, Al-Ahram, 18-24 Kasım 2004.http://www.bgst.org/keab
[3] Adid Davişa, Arap Milliyetçiliği: Zaferden Umutsuzluğa, Literatür, 2004, s. 239.
[4] Joel Beinin ve Lissa Hajjar, Filistin, İsrail ve Arap-İsrail İhtilafı: Bir Kitapçık, Middle East Research and Information Project, 2000. http://www.merip.org; ayrıca, http://www.bgst.org/keab.
[5] David Mc Dowall, Modern Kürt Tarihi, Doruk Yayınları, İstanbul, 2004, s. 437-455.
[6] Stephen R. Shalom, İsrail Filistin Krizi İçin Arkaplan, Znet, Mayıs 2002;http://www.bgst.org/keab.
[7] Noam Chomsky, İsrail, Lübnan ve Barış Süreci, Znet, 23 Nisan 1996:http://www.bgst.org/keab
[8] John Tirman, Savaş Ganimetleri, Aram Yayıncılık, 2005, 10. Bölüm.
[9] Savaş Ganimetleri.
[10] Noam Chomsky, Batı Asya’da A.B.D. Terörü, İmparatorluğa Karşı Durmak, Aram Yayıncılık, 2003.
[11] Noam Chomsky, İsrail, Lübnan ve Barış Süreci.


..

Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3






Filistin, İsrail ve Arap-İsrail Çatışması - 3



01.09.2005



Ortadoğu Tarihi,  1939-1967, Klasik Sömürgeciliğin Bölgeden Çekilişi, Yükselen Arap Milliyetçiliği



Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihinin başlıca olgusu, emperyal güçlerin bölgeden çekilişi, Arap ulus devletlerinin kuruluşu ve Arap milliyetçiliğinin bir ulus-devletçilik formuna dönüşerek kurulan ulus-devletlerde resmi ve popüler ideoloji haline gelmesidir. Arap milliyetçiliği iktidara geldikten sonra taahhütlerini yerine getiremeyerek çökecektir. Bu yükselişi ve çöküşü karakterize eden başlıca siyasi gelişmeler ise Süveyş Krizi, Cezayir Savaşı, Filistin Sorunu ve İslami Muhalefetin yükselişidir. Bu bölümde yukarıda zikredilen çerçeve dahilinde Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihini özetlemeye çalışacağız.
V.1. İkinci Dünya Savaşı Öncesi Durum ve Savaş’ın Genel Özeti
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Arap Dünyası Britanya ve Fransız emperyal sistemine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, gerek eski emperyal güçleri ekonomik ve askeri olarak zayıflatması gerekse Araplara farklı alternatiflerin mümkün olduğu bir dünya sunması itibariyle değişimi tetikleyen önemli unsurlardan biri olmuştur.
Bir Orta Avrupa savaşı olarak başlayan İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ordularının Mağrib’de ilerlemeye başlamasıyla Orta Doğu’ya yayılır. 1940’ta İtalyan orduları Kuzey Afrika’ya girer ve Britanya’nın konumunu tehdit etmeye başlar. 1941’de Almanya’nın doğuya, Fransız yönetimi altındaki Suriye ve Lübnan’a ve Almanya ile ilişkileri olan bir grubun elinde olan Irak’a doğru ilerleyebileceği yönünde korkuları ortaya çıkarır. Bunun üzerine Mayıs 1941’de Irak Britanya tarafından, Haziran 1941’de Suriye bir Fransız-Britanya ortak gücü tarafından, İran da bir Britanya ve SSCB ortak gücü tarafından işgal edilir. 1941 sonunda ABD, Japonya’nın yanısıra Almanya ve İtalya’ya karşı savaşa girer. Temmuz 1942’de, Kuzey Afrika’ya gelen Alman ordusu Mısır’a doğru ilerler, ama Britanya tarafından durdurulur. Kasım 1942’de Anglo-Amerikan orduları Mağrip’e çıkar ve Fas ve Cezayir’i işgal eder ve 1943’te Almanlar, Tunus’tan da çekilmek zorunda kalır. Böylece fiili savaş Arap ülkeleri açısından böylece sona ermiş olur.
Savaş sonrası duruma bakıldığında, Britanya eskiden hakim oldukları bölgelere yine hakimdir ve Fransa Suriye, Lübnan ve Mağrip’te varlığını sürdürmektedir. Ancak aslında her ikisinin de hegemonyalarının temelini oluşturan askeri ve ekonomik güçleri büyük ölçüde sarsılmıştır[1].
İkinci Dünya Savaşının, Orta Doğu’nun siyasi geleceği açısından en önemli sonuçlarından biri de, Arap halkları arasında farklı alternatiflerin mümkün olabileceği inancının güçlenmesi ve daha yakın birlik oluşturma fikrinin yayılmaya başlamasıdır.
V.2. Savaş Sonrası Güç Paylaşımı
Savaş sonrasında, A.B.D. ve S.S.C.B., Britanya ve Fransa’yı ekonomik, askeri ve politik açıdan gölgede bırakarak güçlenmişlerdi. Dünya Yalta’da Anglo-Amerikan emperyalizmi ve Sovyetler Birliği arasında bölüşüldü. Orta Avrupa ve Orta Asya SSCB denetimine bırakılırken, Batı ve Güney Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu ve Pasifik bölgeleri Anglo-Amerikan emperyalizminin nüfuz bölgesi oldu.[2] Bu yeni hegemonik çiftle beraber gelen jeokültürel değişim sonucu, eski sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı ve başarıya ulaştı. 1947’de Britanya Hindistan’dan çekildi; Hindiçin, Malezya ve Endonezya’da ulusal kurtuluş ayaklanmaları başladı; 1949’da Çin’de Halk Cumhuriyeti kuruldu. ABD, devrimlerin yayılması korkusuyla, Britanya ve Fransa’dan sömürgelerini hızla tasfiye etmesinde ısrarcı davranıyordu[3].
Savaş sona erdiğinde, bir kuşak boyunca Britanya ve Fransa’nın neredeyse özel etki alanı olmuş Ortadoğu ve Mağrip, eski ve yeni hegemonik güçlerle Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin artık istikrarlı olmadığı bir bölge haline geldi. Savaştan kağıt üzerinde galip çıkmış olmakla birlikte ekonomik olarak çökmüş halde çıkan Fransa’nın konumu zayıfladı. Cezayir’de 1945’teki güçlü isyan şiddetle bastırıldı ancak, aynı yıl içerisinde Fransa, Suriye ve Lübnan’ın tam bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Suriye’nin tam bağımsızlığa kavuşmuş olması bundan böyle ulusçu bir parti için daha azına rıza göstermesini zorlaştırdı. Savaş sonrasında Britanya’nın Ortadoğu’daki konumunun bazı bakımlardan güçlendiği ve ABD’nin savaşın hemen ardındaki dönemde Ortadoğu’nun Arap kesimlerinde hegemonik güç olarak Britanya’nın yerini henüz almak istemediği görülür.[4] Ancak, “Soğuk Savaş”ın başlamasıyla Amerikan müdahalesi artar ve ABD, 1947’de, Yunanistan ve Türkiye’yi Rus tehdidine karşı savunma sorumluluğunu üstlenir. Soğuk Savaş çerçevesinde Batının Arap dünyasındaki siyasal ve stratejik çıkarlarını koruma sorumluluğunu da Britanya üstlenir[5]. Britanya açısından bakıldığında Ortadoğu, petrol, pazarlar, ulaşım ve mevcut yatırımlar nedeniyle önemliydi. Britanya bu bölgedeki stratejik çıkarlarını dostluk anlaşmalarıyla korumaya çalıştı: Arap bağımsızlığını ve daha geniş bir birliği destekledi, Araplara kendilerini savunmalarına yetecek kadar ekonomik ve teknik destek taahhüt etti[6]. Britanya, Arap hükümetlerinin ve ABD’nin, kendi çıkarlarının Britanya’nın çıkarlarıyla örtüştüğüne inanacaklarını düşünüyordu ancak bu düşüncenin tamamen yanlış olduğu müteakip on yıl içinde görüldü.[7] Eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışma özellikle 1950’li yıllarda zirveye ulaştı.
Ancak Britanya ve Fransa’nın bölgeden nihai olarak tasfiye edilmelerinde, eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışmanın yanısıra gelişen Arap milliyetçiliğinin de çok önemli bir rolü oldu.
V.3. Arap Milliyetçiliği
Arapların bir millet olarak tanımlanması ve kendi siyasal yapılarını oluşturmaları anlamında Arap milliyetçiliği Birinci Dünya Savaşı sonunda itibaren Arap Dünyasının gündemine girmeye başladı. Özellikle 1930’da Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra Arap ulus devletlerinin geliştirilmesi yönündeki bu milliyetçilik anlayışı vataniye olarak adlandırılmaktadır. Bu görüşe göre, bağımsız Arap devletleri kurulmalı ve bu devletlerarasında bir işbirliği geliştirilmelidir. Ancak vataniye görüşünün, Büyük Suriye’yi savunan Suriye milliyetçiliği, ya da Mısır’ın Arap dünyasından çok daha eski ve köklü bir medeniyet olduğunu savunan Mısır milliyetçiliğiyle karıştırılmaması gerekir. Vataniye görüşü her ne kadar Arapların siyasal birliği konusunda egemen devletleri esas alan gevşek bir model önerse de sözgelimi Mısır’ın bir Arap ülkesi olduğu konusunda bir tereddüt içermemektedir.[8] 1920’lerde ve 30’ların ilk yarısında her iki görüş de Arap Dünyası içerisinde taraftar bulmuştu. Bu konuda önemli dönüm noktalarından biri Filistin’de 1936-39 arasında yaşanan Arap İsyanıdır.
“Gerçekten de, 1936-1939 arasında yaşanan olaylar, Arap liderlerin ilk defa Arap çıkarlarının ortak olduğu görerek işbirliği başlattıkları ilk tarihi örnekler olarak görülebilir.”[9]
Eski hegemonik güçlerin zayıfladığı bir ortamda, Arap milliyetçisi hareketlerin ülkelerinde statü değişikliği için baskı yapmaları mümkün oldu. “1944’de İskenderiye’de ve 1945’de Kahire’de toplanan iki konferans Arap Devletleri Birliği’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu kuruluş, belirli bir eylem serbestisine sahip yedi ülkeyi (Mısır, Suriye, Lübnan, Mavera-i Ürdün, Irak, S. Arabistan ve Yemen) Filistinli Arapların bir temsilcisiyle birlikte ve bağımsız olmaları halinde katılmaları için öteki Arap ülkelerine açık kapı bırakarak, bir araya getiriyordu.”[10] Arap Birliği ilkelerine göre, ülkeler birbirlerinin karşılıklı bağımsızlığını tanıyacak, birbirinin egemenliğine müdahale etmeyecek, ancak ortak meselelerde –özellikle Filistinli Arapların ve Mağrip’in savunulmasında- birlikte hareket edeceklerdi[11]. 1945’te Birleşmiş Milletler kurulduğunda bağımsız Arap Devletleri BM’ye üye oldular.
Vataniye görüşü, tekil Arap ülkelerinde sürdürülen anti-emperyalist mücadelenin başlıca aktörlerinden biriydi. Dolayısıyla, bu görüşün şekillenmesinde Orta Doğu’daki anti-emperyalist mücadelenin önceki bölümde dile getirilen iki temel stratejisine paralel iki girişim ön plana çıktı. Bereketli Hilal’deki anti-emperyalist mücadele stratejisi doğrultusunda ortaya çıkan girişim, 1943’te kurulan Baas partisiydi. “Bu parti, Suriye’nin siyasal hayatına az sayıda kentli büyük ailenin ve bunların çıkarlarını dile getiren partilerin ya da önderlerin oluşturdukları gevşek birliklerin hakim olmasına karşı bir meydan okumayı”[12] temsil ediyordu. Sünni olmayan (Alevi, Dürzi, Hıristiyan), yarı eğitimli kesimlerde karşılık buldu. Ulusal kimlik ve Arapça konuşan cemaatlerle ilişkin tartışmaları gündeme taşıdı. Baas partisi önceleri sosyalist değildi ancak 1950’lerin ortalarından itibaren kendini açıkça sosyalist olarak tanımlamaya başladı ve bu haliyle Lübnan, Ürdün ve Irak’a yayıldı[13]. Suriye’de devletin istikrarsızlığı (askeri darbeleri, parlamento denemeleri vb.) sebebiyle, Irak’ta ise 1958 devrimiyle Baas hareketi güçlendi ve siyasal bir gücü de olan bir ideolojiye dönüştü.
Magrip’te yürütülen anti-emperyalist mücadele paralelinde ortaya çıkan girişimse Nasırizmdi. Nasırizm 1952’de iktidarı ele geçiren Mısırlı subaylardan biri olan Nasır’ın darbeden sonra yönetimde öne çıkmasıyla şekillendi. 1930-50 arasında Mısır’da Arap milliyetçiliğinden çok Mısır milliyetçiliği hakimdi[14]. “Mısırlıların kendi ülkelerine hep birlikte ve kimi zaman bir saplantı derecesinde odaklanmaları, onların “sevgili” Mısır’ında İngiliz varlığının göze batan biçimde artmasıyla daha da yoğunlaştı.”[15] Nasır 1953-54’lerde Arap milliyetçiliğine yakınlaşmaya başladı. Nasır’ın Arap milliyetçiliğini “daha çok başka bazı amaç ve emellere ulaşmak için bir araç olarak gördü. Bu dönemde birinci amaç ve en üstün değer İngilizlerin ve Batılı emperyalistlerin politikalarına karşı mücadele etmekti. Filistin savaşındaki tecrübeleri hakkında düşünürken Nasır, yalnızca Mısır’ın değil, bütün bölgenin emperyalist planların konusu olduğunu ve durum bu olunca, emperyalist düşmanlara karşı kolektif olarak savaşmak için bölgenin en azından çaba ve amaç birliğine sahip olması gerektiğine inanıyordu. Böylece 1953’te Batı ittifakı fikri Mısır’ın yalnızlığa itilmesi sonucunu ortaya çıkardığında Nasır, ideolojik ve siyasal ilgisini Mısır’dan daha geniş Arap dünyasına kaydırmaya başladı. Ve böyle yapınca, Arap dünyası içerisinde buna hazır bir kitle buldu.”[16] Milliyetçilik anlayışını anti-emperyalist mücadele üzerine kuran Nasırizm, başlangıçta vataniye çizgisinde bir hareket olmakla birlikte özellikle 1950’li yılların sonlarından itibaren tüm Arap halklarının bir araya gelerek tek bir devlet oluşturmasını savunan kavmiye çizgisine doğru kaydı. Bu yönelimi mümkün kılan ikinci önemli unsur da Nasırizmin savunduğu toplumsal dönüşüm projesinde tüm diğer Arap devletlerine öncülük edecek bir ilerleme sağlamasıydı. Nasırizm, toplumdaki bütün kesimleri kapsayacak toplumsal bir dönüşüm, bir Arap Sosyalizmi, yani kamu kurumlarının tesis edilmesi, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve sınıfsız bir toplum kurma idealini içeriyordu[17].
Dolayısıyla, Nasırizmin yükselişi ve sadece Mısır’da değil tüm Arap dünyasında halk nezdinde kabul görmesini sağlayan iki temel faktör anti-emperyalist mücadelede kazanılan başarılar ve ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaydı. Bu çerçevede, Nasırizmin anti-emperyalist mücadeledeki başarısını değerlendirebilmek için Nasır’ın Mısır’da iktidara gelişini ve bunun arka planını incelemek yararlı olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Britanya için Orta Doğu’daki en sorunlu bölgeydi, çünkü burada önemli bir askeri varlığı mevcuttu. 1946’da Mısır hükümetinin, 1936’da varılan anlaşmada değişiklik talep etmesi üzerine iki ülke arasında başlayan müzakereler, Mısır’ın Sudan üzerindeki egemenlik iddiaları ve Britanya’nın Kanal bölgesindeki stratejik öneme sahip askeri varlığını geri çekmesi konusunda tıkandı.[18] 1951’de Britanya ordusu ile Mısırlı gerillalar arasında çatışmalar başladı ve Mısır hükümeti halk ayaklanmasından endişe ederek Britanya’ya karşı bir dizi askeri, diplomatik ve adli önlem aldı.[19] 25 Ocak 1952’de Mısır’da Britanya’yla sıcak çatışmalar başladı ve halk ayaklandı. Bunun üzerine solun iktidarı ele geçirmesinden korkan monarşistler ve Britanya istihbaratı Müslüman Kardeşleri kullanarak Mısır’da bir iç savaş kışkırttı[20]. Kral hükümeti görevden aldı ve Britanya’ya karşı savaşan binlerce gönüllü solcu ve milliyetçi tutuklandı.[21] Ülkede düzenin bozulması Nasır’ın hakimiyeti altına giren orta rütbeli genç subaylardan oluşan gizli bir örgüte iktidarı ele geçirme fırsatı sağladı[22]. Temmuz 1952’de Özgür Subaylar ülkede iktidarı ele geçirdi. Nasır’ın iktidara gelmesinin ardından 1954’te Britanya Kanal bölgesinden çekildi. Ancak herhangi bir güç bir Arap devletine veya Türkiye’ye saldıracak olursa (S.S.C.B. tehdidi) kanal kullanılabilecekti[23].
Dolayısıyla Nasırizm, eski yönetimin eski hegemonik güçlere tabiyetini reddederek iktidara geldi ve bu süreçte Mısır sadece SSCB ve Çin’le değil, Yugoslavya, Endonezya ve Hindistan’la da yakınlaştı[24]. Batılı güçlerin Mısır’a düşmanlığı giderek artmaya başladı: ABD İsrail ile kendi bağlarından, Britanya Bağdat Paktı üyesi olmasından (ve Mısır’ın Pakta üye olmamasından), Fransa Mısır’ın Cezayir devrimine yardım ve desteğinden ötürü Mısır’a düşmanlık içerisindeydiler[25]. Bu düşmanlık, 1956’da Süveyş kriziyle birlikte doruğa ulaştı.
1956’da Mısır’ın Asvan Barajı için mali yardım umutlarını canlandıran ABD, Mısır’ın CENTO’ya katılmayı reddetmesi üzerine Asvan barajı için vaat ettiği yardımı askıya aldı. Buna tepki olarak Mısır hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’ni ulusallaştırdı ve barajı buradan sağlayacağı gelirle inşa edeceğini açıkladı[26]. Bunun üzerine Fransa, Britanya ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı. Ekim ayında İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. Kendi aralarındaki anlaşma uyarınca Fransa ve Britanya Mısır ve İsrail’e bölgeden çekilmeleri için ültimatom verdi. Nasır’ın bunu reddetmesi Britanya ve Fransa’ya Kanal bölgesine saldırma bahanesi sağladı[27]. Ancak ABD ve SSCB, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul etmediler. ABD ve SSCB baskısıyla dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşılaşan İsrail, Fransa ve Britanya geri çekildiler[28]. Bu kriz sonucunda Mısır askeri açıdan yenilmiş olsa da sonuçta istediğini kabul ettirmiş olması nedeniyle çevre ülkeler nezdinde gücünü artırdı. Diğer ülkelerde Nasır’ı desteklemek veya hareketlerini tehlikeli bulup mesafeli durmak şeklinde yarılmalar meydana geldi. Bazı ülkelerin iç yapısında da değişiklikler oldu. Lübnan’da iç savaş başladı, Suriye’de Nasır destekçileri iktidara geldi ve Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, Irak’ta cumhuriyet devrimi oldu[29]. Süveyş krizinin hegemonik güçler açısından en önemli sonucu Britanya’nın Arap siyasetinin sona ermesi ve A.B.D’nin Orta Doğu’da kontrolü ele geçirmesi oldu.
Orta Doğu’da diğer eski hegemonik güç olan Fransa’nın tasfiye edilmesiyse Cezayir savaşı sonucunda gerçekleşti. Cezayir’in durumu diğer Arap ülkelerinden oldukça farklıydı. Cezayir resmi olarak bir sömürge değil, Fransız toprağıydı. Öte yandan, Cezayir’deki Avrupalı göçmenler başlı başına bir nüfus haline gelmişti (1954’te Müslüman nüfus 9 milyonken Avrupalı nüfus 1 milyon civarındaydı) ve hem ülkede hem de Paris nezdinde ekonomik olarak çok güçlü bir konumdaydılar ve bunu kaybetmemek için Paris hükümeti üzerindeki etkileri sayesinde her türlü değişiklik girişimini engelleyebiliyorlardı[30].
İkinci Dünya Savaşının Orta Doğu’daki kısmının bitmesinin hemen ardından Cezayir’de statü değişikliği talepleri ortaya çıktı[31]. Fransız ordusunda deneyim kazanmış bir grup 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) kurdu ve silahlı mücadele başlattı[32]. Fransa’nın ilk tepkisi askeri baskı oldu ancak bu tutum, harekete uluslararası desteği artırdı; hükümetin taviz verme eğilimleri Avrupalı Cezayirlilerin muhalefetiyle engellendi[33]. 1956’da fiili iktidar Paris’teki hükümetten orduya ve Avrupalı Cezayirlilere geçti. Buna karşılık halkın FLN’ye desteği arttı. FLN kendisini 1958’de “Cezayir Cumhuriyeti’nin Geçici Hükümeti” ilan etti; dünyanın her tarafından destek aldı ve müzakereler yürüttü[34].
1958’de Fransa’da 4. Cumhuriyet sona erdi ve De Gaulle, cumhuriyetin başkanına daha geniş yetkiler veren bir anayasayla yeniden iktidara geldi. De Gaulle’ün ilk aşamada izlediği siyaset isyanı bastırmak için alınan askeri önlemleri sürdürmek, ama Cezayirli Avrupalılardan da bağımsız hareket etmekti[35]. Bir ekonomik gelişme planı açıklandı: sanayi teşvik edilecek, toprak dağıtımı yapılacak, Cezayir meclisi için seçimler düzenlenecekti[36]. Bunların alternatif bir önderlik oluşmasını sağlayacağı ve Fransa’nın bu önderlik aracılığıyla, FLN ile anlaşmayı gerektirmeden müzakerelere gidebileceği umuluyordu[37].
1960’ta yapılan ilk görüşmeler sonuç vermedi ve 1961’de Fransa’da yapılan referandum sonucunda çoğunluğun Cezayir’e kendi kaderini tayin hakkının verilmesini istediği görüldü[38]. 1961’de Cezayir’de ordunun De Gaulle’e karşı bir hükümet darbesi yapma girişimi bastırıldı. Sonunda Avrupalılar kendi mülklerinde kalıp kalmamak konusunda özgür olması üzerinden bir çözüm sağlandı; Mart 1962’de bu doğrultuda bir anlaşma imzalandı[39]. Bağımsızlık elde edilmiş ama büyük bir insani bedel ödenmişti:
“Müslüman nüfusun büyük bir kısmı yerinden edilmiş, 300.000’i ya da aha fazlası öldürülmüştü. Fransa’nın safında yer alan binlerce kişi öldürüldü ya da bağımsızlıktan sonra sürgüne gönderildi. Fransa yaklaşık 20.000 ölü verdi. Verilen garantilere rağmen yerleşik nüfusun büyük çoğunluğu ülkeyi terk etti; unutulmayacak kadar çok kan akmıştı …”[40]
Fransa, Cezayir’deki yenilgisinin ardından Orta Doğu’daki son büyük nüfuz alanını da kaybetmiş oldu.
Arap Milliyetçiliği Süveyş krizi ve Cezayir savaşıyla birlikte büyük prestij kazandı. Ancak bu prestij artışının tek nedeni anti-emperyalist mücadeledeki başarı değildi. Arap milliyetçiliğinin asli gücü kitlesel bir meşruiyete kavuşmasından geliyordu. Bu kitlesel meşruiyeti sağlayan başlıca sosyal faktörler, Arap Birliği düşüncesi ve sosyalist kalkınma politikalarıydı.
1945-60 dönemi Orta Doğu’nun nüfus yapısında önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde doğum oranlarında önemli bir değişiklik yaşanmamakla birlikte özellikle çocuk ölümlerinin azalması sonucunda nüfus artmaya başlamıştı: Örneğin Mısır’ın nüfusu 1939’da 16 milyondan 1960’da 26 milyona çıkmıştı. Yine aynı yıllarda Suriye nüfusu 2.5 milyondan 4.5 milyona, Irak nüfusu ise 3.5 milyondan 7 milyona ulaşmıştı[41].
Bu dönemde nüfus yapısını etkileyen önemli bir faktör de dış ve iç göçtür. Yaşanan dış göçler sonucunda yabancıların sayısı mutlak olarak azalmıştır. Örneğin Mısır’da bu sayı 1937’de 250 bin iken 1960’da 143 bine düşmüştür[42]. İç göçler, nüfus artışını etkilemese de nüfus dağılımı ciddi oranda değiştirdi. İç göçlerin ana sebepleri toprağın artan nüfusu besleyememesi, tarımda makineleşmeyle birlikte özellikle büyük toprak sahiplerinin iş gücüne olan ihtiyacın azalması sonucu ortaya çıkan işsizlik ve ekili alanların meralar aleyhine gelişmesi sonucu küçük köylülerin asli kazanç faaliyeti olan hayvancılığın zorlaşmasıydı[43]. Bu nedenlerden dolayı şehirlere göç eden kır yoksulları daha adil ve müreffeh bir hayat vaat eden Arap milliyetçiliğine destek verdi.
İç ve dış göçlerin yanısıra Filistin’deki siyasi kaynaklı tehcir de nüfus dengesini değiştiren önemli bir unsurdu. Bu dönemde Filistinliler daha çok Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye gitti ve Arap coğrafyasında yaşayan Yahudiler de İsrail, ABD ve Avrupa’ya göç ettiler[44].
Nüfusun artması ve nüfus dengesinin kentler yönüne bozulması sonucunda düzensiz/plansız bir şekilde büyüyen kentler ortaya çıkmış ve gecekondu mahalleri boy atmıştır. Orta Doğu’daki bazı şehirlerin 1937 ve 1960 arasındaki nüfus değişimi ve ülke nüfuslarına oranı şu şekildedir:

19371960
Kahire1.5 milyon3.3 milyon
Bağdat500 bin1.5 milyon
Amman30 bin250 bin


Ekonomik gelişmenin en önemli unsurlarıysa tarım politikalarındaki değişiklikler, sanayileşme çabası ve petroldü. Milliyetçi rejimlerle büyük toprak sahiplerinin arası iyi olmamıştır. Büyük toprak sahipleri zenginliklerine milliyetçi rejimlerden önce kavuştukları, özellikle de İngiliz yönetimi döneminde büyük toprak sahipliği teşvik edildiği için eski rejime bağları güçlüdür düşüncesi büyük toprak sahipliği karşıtı bir politik iklimin oluşmasıyla sonuçlanmıştır[45]. Milliyetçi yönetimlerin tarıma müdahalesi inşa edilen barajlar yardımıyla sulu tarımın geliştirilmesi ve toprak reformu uygulamaları şeklinde olmuştur. Yine aynı dönemde ilginç bir gelişme olarak tahıl ithalatı bir zorunluluk haline gelmiştir çünkü yerli üretim miktarı nüfusun ihtiyacını karşılayamamaya başlamıştır[46]. Ancak, bu dönemde hükümetler asıl olarak sanayiyi teşvik etmişlerdir[47]. Hükümetler dış yardımlar almak suretiyle sanayi için gereken alt yapı yatırımlarını yapmış ve özel sektörün altından kalkamayacağı veyahut girmek istemediği dallarda yatırım yapmışlardır. Milliyetçi yönetimler sırasında millileştirme politikaları uygulanmış ve yabancıların işlettikleri önemli işletmeler ve tarım arazileri millileştirilmiştir. Ancak, geliştirilen sanayiler yatırım malları ve ara mallar açısında dışarıya bağımlı olduğundan sanayileşme stratejisi aynı zamanda dışa bağımlığın artmasına neden olmuştur.
Bu tarım ve sanayi modernizasyonuna rağmen Orta Doğu ülkelerinin büyük bölümünün asli geliri petrol ihracatıdır. İkinci Dünya Savaşında sonra petrol üretiminin artmaya başlamasıyla birlikte petrol hükümet gelirleri içerisinde çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu dönemde, dünya petrol üretiminin 1960’da %’i Arap coğrafyasından karşılanmaya başlamıştır, yine 1960’daki rezerv tahminlerine göre dünya rezervlerinin `’ı bu ülkelerde bulunmaktadır. 1960 itibariyle Irak hükümet gelirlerinin `’dan Suudi Arabistan hükümet gelirlerinin ise