10 Eylül 2019 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 1

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 1



TÜRKIYE CUMHURIYETI’NIN ORTA DOĞU POLITIKASI*

İlter TÜRKMEN**

* Bu Makale daha önce BİLGESAM tarafından 2010 yılında aynı başlıkla Bilge Adamlar Kurulu Raporu olarak yayımlanmıştır. 
** E. Bakan/Büyükelçi, BİLGESAM Bilge Adamlar Kurulu Üyesi 

Son zamanlarda Türkiye’nin dış politikasında Orta Doğu’nun en önemli odak noktası haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Kuşkusuz bunun bir nedeni, 
AKP Hükümeti’nin, iktidara geldiğinden beri, dış politikasının genel eğilimi çerçevesinde, bölgede ağırlıklı bir rol oynamak istemesidir. Fakat koşulların 
da Hükümeti bu yöne ister istemez sürüklediğini kabul etmek gerekir. Seçimleri kazanır kazanmaz, AKP, ABD’nin Irak’a müdahalesi sorunu ile karşılaştı. 
Bu müdahalenin yaratacağı istikrarsızlık ve hatta kaosun bilinci ile hareket ederek bir savaşı önlemek amacı ile Irak’a komşu ülkeler ile bir seri toplantının inisiyatifini aldı. Savaşın önlenemeyeceği anlaşılınca, Hükümet ABD’nin Türkiye üzerinden Kuzey Irak’ta da bir cephe açmasına razı oldu, fakat TBMM’nim muhalefeti ile karşılaştı. 
Amerikan askeri operasyonları bittikten sonra ise çelişkili bir davranışla koalisyon güçlerine katılacak bir kuvveti Irak’a göndermeye girişti, fakat bu girişim Iraklıların ve özellikle Kuzey Irak Kürtlerinin muhalefeti yüzünden akamete uğradı. Kürtlerin Irak’ta ABD’nin en yakın müttefik haline gelmesi ile Türk-Amerikan ilişkilerinde zaman zaman oldukça ciddi gerilimler ortaya çıktı. Özellikle savaştan önce Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı operasyonlara girişebilen Türkiye uzun süre bu imkândan mahrum kaldı. Bugün dahi, Orta Doğu’da Türkiye için en çetin problem Irak’ın geleceği sorunsalıdır.

Irak’taki gelişmeler ve bunların yansımaları şüphesiz Türkiye’yi Orta Doğu diplomasisinde daha faal rol oynamaya teşvik eden başlıca unsurlardan biridir. 
Bu kapsamda Türk diplomasisinin Irak’ta çeşitli dini ve siyasi gruplarla temaslar yürütmesi, daha sonra Lübnan’da benzer faaliyetlere girişmesi, Filistinliler ile yakın ilişkiler geliştirmesi bir bakıma “makro” diplomasinin “mikro diplomasi” ile desteklenmesinin başarılı bir örneğini oluşturmuştur. 

Biraz iddialı olmakla beraber bütün komşularla “sıfır sorun” kavramı da aslında yaratıcı bir kavram sayılmalıdır. 

AKP Hükümeti’nin Orta Doğu siyasetinin daha geniş bir tahlili bu incelemede ileriki başlıklarda yer alacaktır. Fakat daha önce, Cumhuriyetin kuruluşundan 
beri birbirini izleyen Hükümetlerin politikaları arasındaki devamlılık ve ayrışma unsurları üzerinde durmakta yarar vardır. Böyle bir yaklaşım AKP’den önce Türkiye’nin Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlediği yolunda arada sırada duyulan söylemlerin ne derecede gerçeği yansıttığına da bir derecede 
ışık tutabilir.

Atatürk ve İnönü Devri

Kurtuluş Savaşını takiben bir yandan harap ve fakir ülkenin imar ve kalkındırılması diğer yandan da çağdaşlığa dayalı Cumhuriyet rejiminin yerleşmesi için hem ülkede hem de dış çevrede bir barış ve istikrar çemberinin yaratılması gerekiyordu. Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesi de bu 
gerekliğinin ifadesidir.

Atatürk devrinde Türkiye’nin bugünkünden çok farklı bir Orta Doğu karşısında olduğu hatırlanmalıdır. Irak’ta İngiltere ve Suriye’de Fransa esas itibarı ile Türkiye’nin muhatapları idiler. Lozan Konferansı’nda çözümlenemeyen Musul ve Hatay meseleleri bu devletlerle müzakere edilecek konulardı.

Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında çarpışmaların durduğu 31 Ekim 1918’de İngiliz ordusu Musul’dan daha 100 kilometre uzaktaydı. Fakat İngiliz 
Kuvvetleri Mondros mütarekesini ihlâl ederek Musul’u işgal ettiler. Daha sonra Musul bölgesi Misakı Milli sınırlarına dahil edildi. Lozan Konferansı’nda ise ihtilâfın Türkiye ve İngiltere arasında çözümlenmesine çalışılacağı, bunda başarılı olunamazsa Milletler Cemiyeti’ne havale edileceği kararlaştırılmıştı. 

İstanbul’da 1924 Mayıs ve Haziran aylarında yapılan müzakerelerde İngiltere yalnızca Musul’un değil, Hakkâri vilayetinin bir kısmının da kendisine 
verilmesinde ısrar edince mesele Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. Milletler Cemiyeti’nin tayin ettiği bir komisyon mahalli halk arasında yaptığı bir 
anketin sonuçlarına dayanarak Musul bölgesinin Irak’ın bir parçası olmasını tavsiye etti ve bu tavsiye Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından onaylandı. 
Türkiye 1926’da Konseyin tavsiyesini kabul etti ve Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan bir antlaşma ile bugünkü sınır tanınmış oldu. Bu antlaşma 
ayrıca Irak’ın Musul petrol gelirlerinin %10’nunu 25 yıl süresince Türkiye’ye ödemesini öngörüyordu.

Musul meselesi o tarihteki koşulların etkisi ile Türkiye’nin hedeflediği şekilde çözümlenememişti. Ancak konuya “a posteriori - zaman mesafesinden” 
bakınca, bugünkü Kuzey Irak Kürt bölgesini ve Kerkük’ü de kapsayan Musul bölgesinin Türkiye’ye bağlanmasının ciddi bazı sorunlara da yol açabileceğini 
göz önünde bulundurmak gerekir. Musul bölgesini Irak’a kaptırdığımız için ifade edilen üzüntünün başlıca nedeni bölgenin enerji kaynaklarıydı. Fakat enerji kaynakları mutlaka bir istikrar temeli oluşturmuyor. Bunun en güzel teyidini yine Irak’ın hazin kaderi teşkil etmiyor mu? Musul bölgesi Türkiye’nin bir parçası olmaya devam etseydi Kürt sorununun boyutları çok daha büyük olmayacak mıydı? Bölgenin enerji kaynakları yüzünden Kürtlere uluslararası destek daha fazla güç kazanmaz mıydı? Bu sorulara tabii bugün cevap vermek ve geçerli bir değerlendirme yapmak o kadar kolay değil. Ne var ki, o tarihte, Atatürk’ün Lozan’da elde edilen temel kazançları tehlikeye atmak istememesi rasyonel bir davranıştı. Şartların çok daha elverişli olduğu bir zamanda ise 
Atatürk Hatay’ın ilhakının zeminini en iyi şekilde hazırlamıştır. 

31 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Antakya ve İskenderun’u içeren Sancak da Musul gibi henüz işgal edilmiş değildi, fakat 
Müttefikler askeri operasyonlarını durdurmamışlardı. İngilizler, işgal ettikleri Suriye’yi Fransızlara bırakınca onlara karşı bir Arap mukavemet cephesi 
ortaya çıktı, fakat bu hareketin kısa sürede çökmesi sonucunda Fransızlar Suriye’yi ve Sancak bölgesini işgal ettiler. Fransızlar yalnızca Sancak’ı işgal 
etmekle kalmamışlar, İngilizlerden Maraş, Antep ve Urfa’yı da devralmışlardı. 

Bu bölgede halkın mukavemeti şiddetli çarpışmalara dönüşünce Fransızlar 
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile temas aradılar. Yapılan görüşmelerin sonunda varılan anlaşma ile Fransa Sevr Antlaşması hükümlerinden 
vazgeçiyor ve Sancak bölgesi hariç Türkiye ile Suriye arasında Misak-ı Milli sınırlarını kabul ediyordu. 
Sancak için ise özel bir rejim ihdas edilmekteydi. 

Sancağın Türk ırkından olan sakinleri kültürlerinin gelişmesi için her türlü kolaylıktan yararlanacak ve Türk dili resmi dil sayılacaktı.

1936 yılında Suriye’nin bağımsızlığının tanınması için Fransa ile Suriyeliler arasında müzakereler başladı. Eylül 1936’da imzalanan anlaşma ile Fransa üç 
yıl içinde Suriye’nin bağımsızlığını tanımayı taahhüt ediyor ve Sancak üzerindeki yetkilerini ona devrediyordu. Türk Hükümeti ise Sancak’ın ayrı bir anlaşma ile Fransa’ya bağlı egemen bir birim haline getirilmesini talep etmekteydi. 

Bu istek kabul edilmeyince sorun Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Fransızların olumsuz tutumu Türkiye’de ve Sancak Türkleri arasında infial uyandırmaktaydı. Antakya’da cereyan eden olaylar birkaç soydaşın ölümüne neden olmuştu. Kasım 1936’daki TBMM’ni açış nutkunda Atatürk, İskenderun ve Antakya’nın geleceğinin Türk milletini meşgul eden başlıca mesele olduğunu vurguluyor ve bunun üzerinde ciddiyet ve azimle durulacağını ifade ediyordu.

Milletler Cemiyeti Konseyi’ndeki müzakereler sonunda Sancak için bir statü hazırlandı. Bu statüye göre Sancak, Konsey’in garanti ve gözetimi altında 
içişlerinde tamamen bağımsız olacak ve dışişleri alanında Suriye’ye bağlı bulunacaktı. Gerek statünün gerek Sancak Anayasasının hazırlanması için bir 
Uzmanlar Komitesi kurulacaktı. Bu Komitenin raporu ve hazırladığı tasarıların Konsey’e sunulması ile beraber Türkiye ile Fransa, Sancak’ın toprak 
bütünlüğünü ve Türkiye-Suriye sınırını garanti eden bir anlaşmayı 29 Mayıs 1937’de imzaladılar. Akabinde de Konsey Statü ve Anayasa taslaklarını onayladı. 

Anayasa gereğince 40 kişilik bir Yasama Meclisi kurulacaktı. 

Türkiye-Fransa anlaşması ve Milletler cemiyetinin kararı Sancak meselesini kökünden çözümleyememiş ti. Suriye’de Arapların eylemleri ve Sancak’taki 
Fransız makamlarının zaman zaman Arapları kışkırtan davranışları 1937’nin yaz aylarında yeni gerginliklere yol açmaktaydı. Bu olaylar Sancağa ilişkin 
Statünün uygulanmasını ve Anayasaya göre yapılması gereken seçimleri geciktiriyordu. Milletler Cemiyeti’nin kurduğu Komisyon tarafından hazırlanan 
seçim sistemi ise Türkler aleyhine sonuç verecek nitelikte olduğundan, Türk Hükümeti 1937 yılı sonunda yine Milletler Cemiyeti’ne başvurdu ve 1930 
Türkiye-Fransa Anlaşması’nı feshetti.

Ocak 1938’de Milletler Cemiyeti Türkiye’nin itiraz ettiği seçim yönetmeliğini gözden geçirecek bir komite kurdu. Komite Mart 1938’de gerekli düzeltmeleri 
tamamladı, fakat bu defa yeni seçim sistemi gereğince Sancak’taki listelerin hazırlanmasında anlaşmazlık çıktı ve yeniden olaylar cereyan etti. Bu nedenle 
Türkiye Fransa ile imzalanmış olan 29 Mayıs 1937 Garanti Antlaşması çerçevesinde Sancak’ta güvenlik ve asayişin korunması sorumluluğuna doğrudan katılmak istediğini Fransa’ya bildirdi. Kararlılığını vurgulamak için de sınıra 30,000 kişilik bir kuvvet yığdı. 

Bu sıralarda Avrupa basınında Atatürk’ün ağır hasta olduğu yolunda haberler yayımlanıyordu. Atatürk gerçekten hastaydı, fakat bunun bir zaaf unsuru olarak 
algılanmasını önlemek amacıyla 20 Mayıs 1938’de Mersin ve Adana’ya giderek askeri birlikleri teftiş etti ve büyük bir geçit resminde hazır bulundu.

1938 yılında Avrupa’da yeni bir genel savaşın yaklaştığını gösteren ve gittikçe çoğalan olaylar Fransa’yı Türkiye ile ilişkilerinde uzlaşma aramaya sevk 
ediyordu. Nitekim Atatürk Mersin ve Adana’dan döndükten sonra, Fransa Türkiye’nin Sancak’ın güvenliği sorumluluğuna katılmak talebine olumlu 
cevap verdi. 3 Temmuz 1938’de iki taraf 2400 kişilik takviyeli bir Türk alayının Sancak’a konuşlanması konusunda anlaştılar. Türk alayı 4 Temmuz’da 
Hatay’a intikal etti. Aynı gün Ankara’da imzalanan bir Dostluk Antlaşması ile Türkiye ve Fransa Sancak’ı ayrı ve bağımsız bir varlık olarak tanıyor ve onun 
bütünlüğünü teminat altına alan 29 Mayıs 1937 tarihli anlaşma hükümlerini yerine getireceklerini teyit ediyorlardı.

Türk-Fransız Antlaşması’nın imzasını takiben Ağustos 1938’de yapılan seçimlerde Türkler Sancak Meclisinde 40 milletvekilliğinden 22’sini kazandılar, Aleviler 9, Ermeniler 5, Araplar 2 ve Grek Ortodokslar 2 milletvekilliği elde ediyorlardı. 12 Eylül’de toplanan Meclis Sancak’a Hatay adını verdi.

Hatay’ın bağımsız bir devlet olmasından sonra Türkiye ile bir ittifak peşinde koşan Fransa, Ankara’nın ısrarı karşısında İttifak akdi ile Hatay sorununun nihai 
çözümünün bir arada yürütülmesine razı oldu. 23 Haziran 1939’da Hatay’ı Türkiye’nin sınırlarına dahil eden anlaşma imzandı ve bir süre sonra da Milletler 
Cemiyeti’ne tescil edildi. Hatay Meclisi ise, anlaşma daha yürürlüğe girmeden, 29 Haziran’da oy birliği ile Türkiye’ye katılmak kararını almıştı.

Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının Cumhuriyet’in en büyük başarılarından biri olduğu kuşkusuzdur. Zamanın lehimizde olan koşulları en iyi şekilde değerlendirilmiş, baskı ve uzlaşma politikaları arasındaki denge ustalıkla ayarlanmış, safha safha kademe sonuca doğru ilerlenmiştir. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda, özellikle Kıbrıs meselesinde, vahim zamanlama hatalarının birbirini takip ettiğini gördük, hep “en iyi”nin peşinde koşarken “iyi”nin kaybedilebileceği takdir edilemedi. Sorunlar arasındaki etkileşim çok kere gözden kayboldu.

Türkiye’nin Orta Doğu bölgesinde en büyük komşumuz olan İran ile ilişkileri her zaman büyük önem taşımıştır. Bu ilişkilerin 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’ dan beri sürekli istikrarlı bir zemine dayandığı sık sık ileri sürülür. Sınırın 1639’dan beri, daha sonra yapılan bazı ayarlamalar dışında, fazla değişmediği doğrudur. Fakat o tarihten sonra iki ülke arasında ihtilâflar ve çatışmalar eksik olmamıştır. 1720 yılında iki ülke arasında 20 yıl süren bir savaş patlak verdi. 1821-23 yılları asarında yine karşı karşıya gelen iki devlet Erzurum Antlaşması ile sınırı aynen muhafaza ettiler, fakat sınırın işaretlenmesi açık olmadığından anlaşmazlıklar ve ihlâller devam etti. 1847’de, yine Erzurum’da imzalanan bir antlaşma ile sınır bir kere daha teyit edildi, fakat nihai işaretlenmesi ancak 1914’te gerçekleşebildi.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder