TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI. BÖLÜM 2
ve Doğu Anadolu’daki 1925 isyanı sırasında İranlı aşiretler sık sık sınırı ihlâl ederek eylemlerde bulundular. Sınır boyunca çatışmalar Musul meselesi
çözüldükten sonra dahi devam etti. 1926’da ise iki ülke arasında bir Güvenlik ve Dostluk Antlaşması akdedildi. Bu antlaşma ile taraflar aşiretlerin iki ülkenin
de güvenliğini tehdit eden eylemlerine son vermeye yönelik önlemler almayı taahhüt ediyorlardı.
Gerektiği takdirde ortak önlemlere de başvurulabilecekti. Antlaşma ayrıca Türkiye ile İran arasındaki dostluğun ebedi olduğunu vurguluyordu.
Fakat bu antlaşmalara rağmen sınır olayları sürüyordu. 1926’da imzalanan bir yeni antlaşma ile olayların daha iyi önlenebilmesi amacı ile Ağrı bölgesinde
Türkiye’nin lehine bir hudut tashihi yapıldı. Aynı tarihte bir Uzlaşma, Yargı Yöntemi ve Hakemlik Antlaşması da akdedildi. 1932’de ise 1926 tarihli Güvenlik
ve Dostluk Antlaşması güncelleştirildi. Bütün bu gelişmelerden sonradır ki, Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler istikrarlı ve gerçekten dostane bir eksene oturtulabildi.
O tarihlerde Türkiye -İran ilişkileri üzerinde çok olumlu etki yapan bir gelişme İran’da Kacar hanedanının bir askeri darbe ile 1925 yılında sona ermesi ve
darbeyi yürüten Albay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesiydi. Pehlevi Atatürk’ün ve reformlarının büyük hayranıydı. 1934 yılında Türkiye’ye bir ay
süren bir ziyarette bulundu.
Atatürk devrinde Türk-Afgan ilişkileri de sürekli çok dostane olmuştur. Afganistan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetini ilk tanıyan ülkelerden
biriydi. Bu tarihten sonra Türkiye Afgan Ordusu’nun eğitimine büyük katkı sağlamaya başladı.
Irak ile ilişkiler Musul meselesinin çözümlenmesinden sonra genellikle dostane
bir yönde gelişmeye başlamıştı. Irak Kralı 1931’de Türkiye’yi ilk ziyaret
eden Arap lideri oldu. Bu ziyaret vesilesi ile Atatürk, Türkiye’nin bütün komşuları ile ve özellikle karşılıklı önemli ekonomik menfaatleri bulunan Irak ile
ilişkileri güçlendirmeyi istediğinin altını çiziyordu. Ancak, o devirde Irak içeride
siyasi istikrarı sağlamakta sıkıntı çekmekteydi. Irak oligarşisi İngiltere ile
ittifaka taraftar olanlarla bu ittifaka karşı olanlar arasında ikiye bölünmüştü.
İkinci gruba mensup olanlar arasında Mahmut Şevket Paşa’nın kardeşi Hikmet
Süleyman da bulunuyordu. 1936’daki General Bekir Sıdkı’nın gerçekleştirdiği
askeri darbe sonrasında Hikmet Süleyman başbakanlığa getirildi. Her
iki lider Atatürk reformlarının hayranıydı fakat uzun süre iktidarda kalamadılar.
Bekir Sıdkı 1937’de ordudaki rakiplerinden biri tarafından öldürüldü.
1930’lu yıllarda Irak ile İran arasında daha uzun yıllar devam edecek olan
Şattül-Arap ihtilâfı patlak vermişti. İran, Irak daha Osmanlı Devleti’nin bir
eyaleti iken 1913’te imzalanan İstanbul Protokolü’nün bu suyolunda saptadığı
sınırın hakkaniyete uygun olmadığını, sınırın uluslararası hukuka uygun
olarak Thalweg hattını takip etmesi gerektiğini savunuyordu. İran ile Irak arasında İran’ın Iraklı Kürtlere sağladığı destek, Irak’taki Şii ve Sünniler arasındaki gerginlikler ve İranlıların Kerbela’yı ziyaretleri konularında da ihtilâflar mevcuttu. İran ile o tarihlerde bir antlaşma peşinde koşan Irak ise Türkiye’nin arabuluculuğunu talep ediyordu.
1937 tarihinde Türkiye’nin arabuluculuğu ile iki devlet bir sınır anlaşması imzaladılar.
Bu engel aşıldıktan sonra Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabad Paktı’nın akdedilmesi imkân dahiline girdi. Temmuz 1937’de imzalanan
bu Pakt ile dört ülke birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarını ihlâl
etmemeyi, ortak menfaatlerini ilgilendiren uluslararası konularda görüş teatisinde bulunmayı, topraklarında diğer akit devletlerin kurumlarını çökertmeye, kamu düzenini ve güvenliğini sarsmaya, mevcut siyasi rejimleri devirmeyi hedef alan eylemleri engellemeyi taahhüt ediyorlardı.
Görüldüğü gibi Atatürk devrinin Orta Doğu politikası ile bugünkü Orta Doğu
politikası arasındaki ortak noktalar çoktur. O zaman da komşularla sıfır sorun
politikası güdülüyordu, fakat bu bir slogan şeklinde ifade edilmiyordu. O zaman
da komşular arasındaki sorunlarda arabuluculuk yapılıyordu. Tabii Orta Doğu o tarihte bugünkü Orta Doğu değildi. Filistin meselesi ve onun yansımaları
yoktu. Orta Doğu devletleri birçoğu değişik ölçülerde İngiltere’nin veya
Fransa’nın nüfuzu altındaydılar. Her ülkede politik dengeler bugünkünden
çok farklıydı. Diğer taraftan Türkiye’nin, daha sonra, hiçbir devirde bölgede
Hatay ve Musul ihtilâfları gibi çetin sorunlarla karşılaşmadığını hatırlamak
gerekir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya
sarkamadığı için bölgede Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren olumsuz bir
gelişme olmadı. Yalnızca Irak’ta vuku bulan bir Hükümet darbesi savaşın bir
yansımasını teşkil etti. 2 Nisan 1941’de iktidarı Mihver taraftarı olan Raşit Ali
ele geçirdi, Naip Abdülilâh ve Başbakan Nuri Sait Paşa Bağdat’tan Musul’a
kaçtılar, fakat İngilizler Irak’a takviye kuvvetleri gönderince darbeciler uzun
süre mukavemet gösteremediler ve İran’a gittiler. İngiliz vesikalarına göre
Raşit Ali isyanı sırasında Türkiye arabuluculuk önermiş fakat İngiltere bunu
reddetmişti. Diğer taraftan, Almanların Türkiye üzerinden Arap ülkelerine ve
Süveyş Kanalı bölgesine sızma talepleri reddedildi.
İkinci Dünya Savaşı sona erince Türkiye Arap ülkeleri ile ilişkilerini
geliştirmek yolunu tuttu. Arap Ligi’nin kurulmasını olumlu karşıladı. Arap
Ligi de Türk-Arap dostluğuna önem veren açıklamalar yaptı. Eylül 1945’te
Irak Kralı Naibi Abdülilah Türkiye’yi ziyaret etti. Mart 1946’da Türk-Irak
Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması imzalandı. Bunu 5 Ocak 1947’de
Ürdün Kralı Abdullah’ın Ankara ziyareti sırasında Türkiye ile Ürdün arasında
imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması takip etti.
Orta Doğu’nun siyasi dengelerini altüst eden gelişme kuşkusuz Filistin’in
taksimi ve onu izleyen İsrail-Arap savaşı oldu. 29 Kasım 1947’de Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nda oya sunulan taksim kararına 33 ülke lehte, 13
ülke aleyhte oy veriyor, 10 ülke de çekimser kalıyordu. Çekimserler arasında
İngiltere de vardı. Türkiye ile beraber aleyhte oy veren devletler ise bütün
Arap ülkeleri ile Afganistan, Küba, Yunanistan, Hindistan ve Pakistan’dı. Fakat
bundan sonra Türkiye’nin Orta Doğu politikası tedricen Batılı ülkelerin
politikaları ile daha fazla örtüşmeye başladı. 12 Aralık 1948’de BM Genel
Kurulu’nun bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararına Arap ülkeleri
muhalefet ederken Türkiye lehte ol kullandığı gibi ABD ve Fransa ile birlikte bu Komisyonun üyesi olmayı kabul etti. 28 Mart 1949’da ise İsrail’i
tanıyan tek Müslüman ülke oldu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ile ilişkiler sorunlu olmaya devam
etti. Hatay Türkiye’ye 1939’da katıldıktan sonra Suriye henüz bağımsızlığını
kazanmış değildi. Buna rağmen Suriye Meclis Başkanı Nasuhi Buharî
Anlaşmanın imzalanmasından sonra, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti
Konseyi’ne başvurarak 1939 Anlaşması ile Fransa’yı Milletler Cemiyeti
Manda’sının kendisine verdiği yetkileri aşmakla itham etmişti. İkinci Dünya
Savaşı’nın sonunda bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Hatay üzerindeki
iddialarını yenilemekten ilk başta kaçındı. İlk Suriye Hükümeti’nin kurulduğu
5 Temmuz 1944’te, Suriye Dışişleri Bakanlığı, Şam’daki yabancı diplomatik
misyonlara gönderdiği bir genelge nota’da Suriye Hükümeti’nin, Fransa’nın
Suriye adına imzaladığı uluslararası antlaşma ve anlaşmalara ve şahısların
ve toplulukların bunlardan doğan hukukuna saygı göstermeyi kararlaştırmış
olduğunu bildirdi. Bu yükümlülük kuşkusuz Hatay’a ilişkin anlaşmaları
da kapsamaktaydı. Ne var ki, 1946’da Fransa’nın bölgeyi tamamen terk
etmesinden sonra Suriye’nin tutumu değişti. Şam’dan yapılan açıklamalarda,
Türkiye’nin Hatay üzerindeki egemenliğinin hukuk dışı olduğu vurgulanıyor
ve diğer Arap ülkelerine Suriye ile bu konuda dayanışma içinde olmaları
çağrısı yapılıyordu. Bu tutum karşısında Türkiye de Suriye’yi tanımayı
geciktirmekteydi, fakat Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa’nın arabuluculuğu ile
bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye Hatay’ın ilhakının Suriye’ce resmen tanınması
için ısrar etmemeyi, Suriye de sorunu resmen ileri sürmemeyi kabul etti. Mart
1946’da Türkiye Suriye’nin ve Lübnan’ın bağımsızlıklarını tanıdı.
Bağımsızlık Suriye’ye istikrar getirmemişti. İlk iktidara gelen Milli Blok ülkedeki
yeni yapılanma ve reform ihtiyacına cevap vermekten uzaktı. Özellikle
İsrail’e karşı gösterilen zaaf tepki çekmekteydi. Mart 1949’da kansız bir darbe
ile iktidarı ele geçiren Albay Hüsnü Zaim otoriter bir rejim kurdu. Atatürk’e
hayranlığı ile tanınan Zaim içeride Türkiye’deki reformlardan esinlenen bir
icraata girişti. Dış politikada ise “Büyük Suriye” vizyonu doğrultusunda Irak
ve Ürdün ile işbirliğine yöneldi, fakat daha sonra Suudi Arabistan ve Mısır’a
yanaştı. ABD de Suudi Arabistan ve Mısır gibi Irak, Ürdün ve Suriye’nin siyasi
birliğine karşıydı. Zaim’in siyasi ömrü uzun sürmedi. Ağustos 1949’da kendisine
karşı darbe yapanlar tarafından kurşuna dizildi. Darbenin lideri Albay Sami Hinnavi Irak ile Suriye’nin birleşmesi projesine öncelik veriyordu.
Bu politikası Aralık 1949’da Yarbay Edip El-Çiçekli liderliğinde yeni bir darbeyi
tetikledi.
Çiçekli’nin yaptığı darbe ile Türkiye’ye karşı politika da değişti. Hatay’ın
Suriye’den zorla alındığı yolunda sloganlar atılmaya başlandı. Hatay’ı
Suriye sınırları içinde gösteren haritalar basıldı. Suriye sınırın Hatay kesimin
işaretlenmesine ve sınır taşlarının yenilenmesine yanaşmadı. 1963’te iktidara
gelen Baas Partisi’nin tüzüğünde Hatay’ın ve Güney Anadolu’nun Arap
vatanının bir parçası olduğunu belirten hükümler vardı. 29 Kasım Sancak
günü olarak kabul edildi ve her yıl bu tarihte, dozu gittikçe artan gösteriler
yapılmaya başlandı. Hafız Esed’in iktidara gelmesinden sonra, 1972 yılından
itibaren resmi ve gayri resmi Sancak gösterilerine son verildi. Fakat Baas
Partisi’nin tüzüğündeki ibareler muhafaza edildiği gibi okul kitaplarında ve
resmi dairelerde Hatay’ın Suriye sınırları içinde gösterilmesi sürdürüldü.
İlişkilerin çok olumlu bir yola girdiği 2010 yılında dahi bu durumun değiştiğine
dair bir bilgi henüz yoktur.
1950-1960 Yılları
Savaş sonrası dünyanın özellikle Avrupa’nın siyasi manzarası değişmiş,
Avrupa’da Demir Perde’nin inmesi ile bloklaşma hareketleri başlamıştır. O
dönemde Türkiye hem askeri hem de ekonomik yönden zayıf ve yalnızdır.
Savaş sonrası Avrupa’da doğan boşluklardan yararlanan Sovyetler Birliği’nin
1945 Mart’ında 1925 Türk-Sovyet Tarafsızlık ve Saldırmazlık Anlaşmasını
fesh ederek bunun yenilenmesi için Türk Boğazları’nda üs ile Kars ve
Ardahan’ı istemesi Türkiye’yi hayati bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya bırakmıştır.
Bu sorun o sıralarda ve ondan sonraki uzunca bir dönemde Türk dış
politikasının ana sorununu teşkil etmiştir.
1950-1960 yılları arasında Türkiye’nin Orta Doğu politikası cüretli ve çok aktif
olmakla beraber geleneksel dengeli ve basiretli çizgisinden bir hayli uzaklaşmıştır.
Orta Doğu’nun Sovyetler Birliği’ne karşı güvenliğinin sağlanması Türk politikasının başlıca odak noktasını teşkil etmiş, fakat vahim değerlendirme
hatalarına düşülmüştür.
9 Nisan 1949’da NATO kurulunca Türkiye’nin bu savunma örgütüne katılma
amacıyla yaptığı girişimlere İskandinav ülkelerinin yanı sıra İngiltere de
muhalefet etmekteydi. İngiltere Akdeniz ve Orta Doğu’yu kendi nüfuz alanı
görüyor ve bu bölgede kendi liderliği altında Türkiye ile Arap ülkelerinin katılacağı bir savunma düzeni kurmak peşinde koşuyordu. Fakat ABD’nin de
desteklemekten kaçındığı bu proje gerçekleşmedi. Bu arada Türkiye de, Yunanistan ile birlikte Eylül 1951’de NATO üyeliğine kabul edildi.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder