Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3
Bu ülkenin XX. yüzyılın başında sahip olduğu ekonomik göstergeler göz önünde bulundurulduğunda, bu ülke eninde sonunda Theodore Roosevelt gibi bir lidere sahip olacaktı. Uluslararası politika terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Theodore Roosevelt neo-realist etkilerden kaçamayacak bir liderdi.
ABD’nin sahip olduğu misyoncu değerlerin emperyalizme varması için ortada kayıp bir halka söz konusuydu. Bu kayıp halka ekonomik güç olmaktan başka
bir şey değildi. Çünkü içinde bulunulan çağ, dünya kapitalizminin doruklarına ulaştığı bir çağ idi. Burada azar azar yapılan politika değişimlerinin yaptığı etkileri da görmek mümkündür. Atılan her adımla birlikte ABD’nin bilinen yalnızcılığına dönmesi bir daha mümkün olamadı. Theodore Roosevelt’in sahip olduğu vizyon olan ilerici emperyalizm, Amerikan değerlerinin muhafazakâr ideolojinin senteziyle oluşurken, Wilson’un sahip olduğu vizyon, Amerikan değerlerinin daha liberal bir ideolojinin senteziyle oluşmuştur. İşte bu şekilde Amerikan dış politika geleneğinin iki farklı kola ayrıldıŞı görüyoruz.
Elbette, Amerikan dış politik kültürünü sadece ABD’yi yönetenlerin algılama ve bakışlarıyla açıklayamayız. Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, her
şeyden önce ABD’nin bulunduğu coğrafyayı göz önünde bulundurmamız gerekir.
Dış coğrafi çevreyi algılama, nasıl bir devletin dış politikasını etkilerse, dış coğrafi çevre de bir devletin dış politikasında belirleyicilik kazanır.
ABD’nin dış politikasında coğrafya etkeni birçok ülkeden daha baskın bir karaktere sahiptir.
ABD’nin çevresinde yayılacağı doğal bir alan bulunması, coğrafyanın bu ülkenin dış politika kimliğinin oluşumundaki belirleyici etkisini göstermiştir. Çevresinde
bulunan ülkelerin sosyo-ekonomik bakımdan gelişmemiş küçük ülkeler olmasının Amerikan kimliğini daha kibirli kıldığı bir gerçektir.
Bu gerçek, bir siyasal felsefe ile birleştiği zaman ABD’ye farklı bir karakter vermiştir. Çünkü devletler dış ilişkilerini yürütürken baskın bir dış coğrafi çevrenin etkilerinden kaçabilmeleri çok zordur. Hitler Almanyası ABD’yi II. Dünya Savaşı’na çekmemiş olsaydı, Amerikan dış politikası daha farklı bir yönde gelişebilirdi. Bu durum, yönetenlerin siyasi felsefeleri bir yana, Avustralya’nın neden bir ABD olamayacağı gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Soğuk Savaş’ın Belirleyiciliği ,
Bugünkü Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikasının bugünkü kimliğini kazanmasında çok önemli bir rol oynadığı
saptamasını yapmak zorundayız. Öncelikle Soğuk Savaş sayesindedir ki, bugünkü güçlü başkan imajı kamuoyuna yerleşmiştir.
Aynı zamanda, bugünkü anlamdaki Amerikan dış politika yapılanmasının altında Soğuk Savaş gerçeği yatmaktadır.
Savunma Bakanlığı ve CIA bu oluşumda büyük pay sahibi olarak güçlü bir dış politik kültür üretebilmiştir. II Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin
Doğu Avrupa’da ideolojik yayılma peşinde koşması, ABD’nin dış politikasında da yeni bir ideolojinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir.
Ortaya çıkan antikomünist ideolojiyle, ABD Sovyet tehdidine karşı, tarihinde daha önce görülmemiş bir dış politika yapılanması içerisine girmiştir.
Bugünkü devasa bir konuma ulaşmış olan Savunma Bakanlığı yapılanmasının Soğuk Savaş’ın başlamasıyla aynı zamana rastladığını gözden kaçırmamalıyız.
Soğuk Savaş kültürünün Amerikan kamuoyunda yaratılmasında karar alıcı dış politika elitlerinin önemli bir rolü olmuştur. Bu konudaki en önemli isimlerden
bir kuşkusuz George F. Kennan’dır. Kennan’ın 1947’de Mr. X ismini kullanarak yazdığı “Sovyet Tutumunun Kaynakları” isimli makalesi onu ABD Soğuk
Savaş stratejisi olan çevrelemenin mimarı haline getirmiştir. Kennan, Sovyetler Birliği’nin içyapısından kaynaklanan nedenler dolayısıyla Sovyet dış politikasının değişmesinin mümkün olmadığı inancındaydı.
Soğuk Savaş kültürünün oluşumunda, 1950’de Truman yönetimince kabul edilen NSC–68 belgesi bu konuda dönüm noktası olmuştur. Bu belge ABD’nin
anti-komünizme karşı sonuna kadar mücadele etmesini savunan bir Soğuk Savaş manifestosudur. Kabul edilen NSC–68 belgesiyle Sovyetler Birliği’nin
Doğu Avrupa’da mutlak güç kurma peşinde olduğu ve bunun da Sovyetler Birliği’nin değiştirilemez doğasından kaynaklandığının altını çiziliyordu.
Bu nedenle Soğuk Savaş kaçınılmaz bir gerçekti.42 Soğuk Savaş dönemi içersinde Sovyet rejiminin ateist bir karaktere sahip olması da, ABD’nin dış politika güdülenmesini güçlendirmiştir.
Başkan Truman’a göre Soğuk Savaş aslında inanç ve materyalizm arasındaki bir savaştı.43 Time dergisinin kurucusu Henry Luce’a göre Soğuk savaş her şeyden önce kutsal bir savaştı. Amerikalı bir tarihçiye göre ise, ABD en üstün manevi otoriteyi yardıma çağırarak kendi açık yazgısı için çürütülmesi olanaksız bir onay kazanmıştı.44 Zaten din ile demokrasinin birbirinden hiçbir biçimde ayrı düşünülememesi ABD’nin kuruluş felsefelerinden birini oluşturmaktaydı. Nitekim Soğuk Savaş’ın en gerilimli zamanlarından biri olan Eisenhower döneminde dışişleri bakanlığı yapan John Foster Dulles koyu bir Presibiteryen kültürü almıştı.
Amerikan siyasal kültürünün en önemli bileşenlerinden biri olan din faktörü, Soğuk Savaş ideolojisinin yaratılmasında elitleri etkilemiş hatta onların işlerini
kolaylaştırmıştır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan dış politikasına yön veren isimler, Amerikan kamuoyunu Sovyetler Birliği’ni bir tehlike olarak görmeye
koşullandırmışlardır.45
Soğuk Savaş'ın en etkili isimlerinden Dean Acheson ve Paul Nitze, Soğuk Savaş kültürünü Amerikan kamuoyuna yerleştirmek için komünist tehdidin
ürkütücü bir portresini çizmişlerdir.46 Bu doğrultuda, küresel düzeyde Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği bir ortamın yaratılmasına girişilmiştir. Bütün
dünyada daha önce eşi görülmemiş Amerikan askeri yapılanmasının inşası, artan askeri yardımlar, alınan sivil savunma önlemleri ve yürütülen psikolojik savaş,
bu politikanın önemli araçlarıydı.47 Soğuk Savaş, Amerikan değerler sisteminde bulunan unsurları olabildiğince ideolojikleştirmiştir. Aynı zamanda, oluşturulan
anti-komünist ideoloji McCarthyci ideolojinin oluşumuna ortam hazırlamıştır.48
Amerikalı gazeteci Walter Lippmann daha önceden böyle bir yapılanmanın ABD’deki anayasal düzeni sarsacağı öngörüsünde bulunmuştu.49
Dış Politika Kültürü
İşte böyle bir Soğuk Savaş yapılanması sonucundadır ki, ABD Soğuk Savaş sonrası dünyaya uyum sağlamada zorlanmamıştır. George H. W. Bush yönetimi sona ererken, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından kaleme alınan “Savunma Planlama Kılavuzu” adlı Pentagon raporunda ABD’nin tek süper güç kalma kararlılığı ve potansiyel süper güçlerinin önünün kesilmesi gereği vurgulanıyordu.50 Bu belgenin de ortaya koyduğu gibi, ABD kendisini tarihteki diğer hegemonyacı güçlerle karşılaştırma lüksünü bırakmaya yanaşmak istememiştir. Çünkü Washington’ın gözünde, tarihin her döneminde liderliğe ihtiyaç duyulmuştur; aksi takdirde uluslararası ilişkilerde güç boşluğu ortaya çıkacaktır. Bu koşullar altında da, hiçbir devlet bu görevi ABD’den daha iyi yapamayacaktır. Görüldüğü gibi, Amerikan dış politikasının oluşumundaki süreç sadece tek yanlı olarak işlememektedir. Aynı zamanda, süper güç olmanın kendisi de bir dış politik kültür üretmektedir. Bütün bunların sonucunda, kuruluşundan bugüne kadar, felsefesiyle, kültürüyle bir Amerikan kültünün yaratıldığını görüyoruz. Bu inanca göre özgürlüklerin merkezi olan ABD asla hata yapmaz. Nitekim Cumhuriyetçi Parti eski başkan adaylarından Rudolph Guilliani ABD’ye olan inancın dinden farksız olduğunu öne sürerek bu gerçeği dile getirmiştir.51
Bugün ABD’yi yönetenler Amerikan dış politikasına bir süreklilik ve bütünlük çerçevesi içinde bakmak istemişlerdir. Bu süreklilik ve bütünlük anlayışı,
Amerikan dış politikasının bir misyon için var olduğunu daha inandırıcı kılmayı amaçlamaktadır. Amerikalı karar alıcıların bu sürekliliğe atıfta bulunması iyi bir
ideolojik silahtır. Çünkü bu tarihsel süreklilik vurgusu Amerikalı karar alıcılara büyük güç vermektedir. Bu durum, ABD’nin kendi dış politikasını daha misyoncu
gösterebilme konusunda elini güçlendirmektedir. Örneğin George W. Bush, farklı gelenekten gelmesine karşın Woodrow Wilson’dan alıntı yapabilmektedir.52
ABD’nin dış politika geçmişinde Avrupa güçleri gibi birbirinin yerini alan koalisyonlarda yer almak bulunmamaktadır. Bunun yerine, Amerikan dış politika
kültürüne hâkim olan düşünce dış politikasında belli bir misyona hizmet edecek bitirici işler yapmaktır. İşte bu misyoncu anlayış, Amerikan dış politik
kültürünün en belirgin özelliklerinden biridir. ABD’yi yönetenler kendi dış politikalarını misyoncu bir anlayışla yorumlamak ve böyle tanıtmak istemişlerdir.
Çünkü Amerikan dış politik kültüründeki yaygın inanca göre, ABD özgürlük adına dünyayı Nazizm’den kurtarmış, komünizmi yenerek özgür dünyayı zafere
ulaştırmıştır. Henry Kissinger’in sık sık vurguladığı gibi, ABD güç dengesi arayışı içersinde koalisyonlar oluşturmaktan ziyade, deŞer içeren hedefler peşinde
koşmuştur.53
Diğer devletlerin çıkarları söz konusuyken, ABD’nin sorumluluklarının olduğu, Amerikan dış politik kültürünün yerleşmiş klişelerinden biridir. Bu durumun
Amerikan dış politikası üzerinde kalıcı etkileri olmuştur. Amerikan dış politikasına yön verenler, ABD’yi aklamak için sık sık II. Dünya Savaşı gibi Amerikan
tarihindeki önemli olaylara atıf yaparlar. Bu gibi önemli tarihler Amerikan dış politika kimliğini derinleştirmektedir. ABD’de egemen olan politik kültüre
göre, ülkenin dış politika geçmişiyle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu olamaz.
Amerikan dış politika kültürüne hâkim olan bir başka düşünce, ABD’nin sürekli savunma durumunda olduğu ve diğer güçlerden gelen saldırganlığa maruz
kaldığıdır. Örneğin, Soğuk Savaşta, Sovyetler Birliği saldırgan ve yayılmacı olan tarafı temsil ederken, ABD statükoyu ve uygar değerleri savunan taraftır.
Keza yaymak istediği anlayışa göre, ABD Vietnam savaşına, komünist saldırıya karşı direnen özgür bir halkı savunmak amacıyla girmiştir.54
Edward Said’e göre, ABD’deki egemen medya, dünyadaki yanlışları düzeltme ve kötülükleri giderme hakkının Amerikalılara ait olduğuna inandırmak konusunda
olağanüstü bir rol oynamaktadır.55 Yaratılan bu anlayışa göre, ABD’nin her zaman düşmanları olacaktır.
Bu yüzden Soğuk Savaş sonrasında yapılan kamuoyu anketlerinde en sık sorulan sorulardan biri, ABD’ye yönelik en büyük tehdidin kimden geldiği idi.
Said, ABD’nin gözünde birçok ülkenin konumunun ABD, kapitalizm, özgürlük ve demokrasinin yandaşı olup olmadığına indirgenmiş olduğunu belirtmektedir.
56 Bu yüzden ABD için, kendisinin çatıştığı bir devlet aynı zamanda demokrasi ve özgürlüğü isteyen bir devlet olamaz. Söz konusu devlet, eğer ABD ile
çatışıyorsa mutlaka demokrasi ve özgürlük karşıtıdır. Bir başka deyişle, amaçlanan dünyada insan hakları ve özgürlüklere karşı çıkmak ile ABD’ye karşı çıkmanın dünya kamuoyunda özdeş olarak algılanmasını sağlamaktır. Bu gerçek ABD’nin uluslararası ilişkilerde tarafsızlık politikalarına karşı çıkmasını da içermektedir.
Nitekim ABD’nin Soğuk Savaştaki temel politikalarından biri de tarafsızlığın düşünsel temeline karşı çıkmaktı; çünkü tarafsızlık tehlikeli olarak görülmüştür.57
Özgürlüğü, sonuç olarak da haklı olanı temsil eden ABD olduğuna göre tarafsızlık bir olumsuz bir anlam içermektedir.
Bilinen doğrularla oynamak ve yeni doğrular veya söylemler yaratmak da Amerikan dış politik kültürünün özelliklerinden biridir. Saddam Hüseyin’in
Kuveyt’ten çıkarılmasından sonra dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülüŞünde kurulacak bir “yeni dünya
düzeninden” bahsetmiştir. Fakat bu duruma zıt olarak, George W. Bush Saddam Hüseyin’i devirmek için BM Güvenlik Konseyi’nin rızasını almamıştır. ABD bu
savaşa gerekçe olarak “önleyici savaş” adı altında bir doktrin ortaya atmıştır.
Tıpkı bunun gibi, “serseri devletler” (rogue states) kavramının ortaya atılması ve dünya kamuoyuna kitle imha silahlarının bütün dünya için bir birebir bir
tehditmiş gibi gösterilmesi de yine aynı gerçeğe işaret eder. Görüldüğü gibi, doğruluğu tekelleştirmeye çalışmak Amerikan dış politik kültürünün çok önemli bir unsurudur. Ancak ABD sahip olduğu etkiyle bunda büyük oranda başarılı olmaktadır. Amerikan dış politik kültürünün yerleşmesi bakımından geçmişteki dış politika krizleri bize önemli veriler sunmaktadır. Çünkü Amerikan dış politikasının geçmişinde sözü edilen zaferler, o dönemki başkanlarla özdeşleşmiştir.
Amerikan halkı genel olarak, dış sorunlarda başkana büyük bir güven beslemekte ve onun belirleyiciliğini ağırlıklı olarak onaylamaktadır.
1991’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikan halkının %75’i ABD’nin dünya jandarması olmasına karşı çıkarken, sadece %21’i bu görüşü desteklemiş tir. 58 Buna karşılık, ortaya çıkan dış politika krizlerinde Amerikan kamuoyunun ağırlıklı olarak başkanın arkasında yer aldığını görüyoruz.
Bu konuda yapılmış kamuoyu anketleri bize sağlam veriler sunmaktadır: Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Çöl Fırtınası Harekâtı’na verilen destek %80 idi.59 Başkan George H. W. Bush’a Kuveyt’in kurtarılmasıyla verilen destek %89’a çıktı.60 Panama’da bu oran %74 idi.61 Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi yapılmış olan kamuoyu anketinde Amerikalıların %75’i Başkan Bush’u arkasında yer aldı.62 Başkana verilen kamuoyu desteği konusunda düşük kalan tek kriz, ABD’nin ulusal çıkarları açısından birincil öneme sahip olmayan Kosova operasyonuydu. NATO’nun öncülüğünde 1999’da yapılan bu operasyona verilen destek %52’ydi.63
Ülkedeki medyanın da kriz ve çatışma ortamlarının başkanların popülerliğini yükselmesine katkı sağladığını görüyoruz. Nitekim ABD’nin 1986 yılında Libya lideri Kaddafi’ye yönelik saldırısının saati ABD’de televizyonun en çok izlendiği akşam saatlerine denk getirilmiştir.64
Tüm bunların sonucunda, dış politika krizleri ve ardından gelen müdahaleler, Amerikan kamuoyunun kanıksadığı olaylar haline gelmiştir. Yaratılan bu dış
politik kültür ortamında, Amerikan kamuoyu Fidel Castro, Saddam Hüseyin gibi dış düşmanlarla savaşmaya alıştırılmıştır. Amerikan dış politik kültüründe, dış düşmanların kişiselleştirilmesi önemli bir yer tutar. ABD’nin sıcak çatışma içerisine girdiği ülkelerin demokratik olmaması ve liderlerin dış politika alanında
kötü bir sicile sahip olması Amerikan başkanlarının kamuoyundan destek almasını kolaylaştırmaktadır. Böylelikle, iç kamuoyu ve dünya kamuoyu ABD’nin
dünyayı tiranlardan temizleme misyonu edindiğine alıştırılmıştır.
Bu kişiselleştirmelerin bir diğer amacı da, iç kamuoyuna ABD’nin varlığına yönelik sürekli düşmanların bulunduğuna dair bir mesaj vermektir.
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder