Kökenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kökenleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2019 Cumartesi

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 5

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 5



ABD’nin dış politikasında yumuşak güç unsurlarını kullanabilmesi, ona dış ilişkilerinde büyük bir kaldıraç imkânı vermektedir. Clinton döneminde benimsenen 1996 yılı Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde ABD’nin serbest piyasa ekonomisine dayalı gelişen demokrasileri desteklemesi gerektiği, çünkü piyasa ekonomisinin artan refah ile birlikte demokrasileri daha barışçı ve istikrarlı kılacağı ve bu devletleri Amerika ile işbirliği yapmayı teşvik edeceği vurgulanıyordu.

75 Yine 1997’deki Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde ise, ABD’nin insan haklarının küresel düzeyde korunması için çaba sarf edeceği ve çok taraflı uluslararası kurumlarla çalışacağı vurgulanıyordu.76 Yumuşak güç imajı vermede Bush dönemi 2002 ve 2006 ulusal strateji belgelerinin Clinton döneminde bahsedilenlerden büyük bir farkı bulunmamaktadır. Yine demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi konulara ABD’nin büyük önem atfetmesi ve Afrika’daki AIDS ile mücadele için özel programların başlatılması bu belgelerde yer almaktadır. Küresel refahın artmasının önemi vurgulanarak uluslararası düzendeki statükonun korunması gereğinin altı çizilmektedir.77 

El-Kaide’ye verilecek mücadelenin bütün dünyanın birebir sorunu olmasının altının çizilmektedir.78 Darfur’daki insanlık dramına da bahsedilmeden geçilmemektedir.79 Uygulama farklı da olsa Cumhuriyetçiler de ABD’nin dünyadaki demokrasi ve insan haklarını desteklediğini vurgulamak konusunda geri adım atmamaktadırlar. 

Görüldüğü gibi, ABD’nin sahip olduğu bu yumuşak güç unsuru, ona büyük bir dış politik kültür inşa etme imkânı vermektedir. Böyle bir güç, kolaylıkla 
gerçeklerin zamana göre deŞiştirilip yeniden yazılmasında etkili olabilmektedir. 
Bu anlayışa göre, ABD adeta dünyanın başı sıkıştığı zaman yardıma çaŞrılacak bir “Süpermen”dir. Saddam Hüseyin’e küresel açıdan tehdit oluşturan bir imaj 
verilmesi de bu yüzdendir. Bu bakımdan ABD hiçbir zaman korku verici bir güç olmak istemez. ABD daha çok saygınlık uyandıran bir güç olmak ister. Bunun 
için Somali’ye insani müdahale yapar, Kosova’da uluslararası topluma öncülük eder, AIDS’e karşı verilen mücadeleye önemli miktarda maddi destek sağlar. 
ABD dış politik kültür olarak, kendisini farklı bir güç olarak tanıtmak ister. Çünkü ABD kendisinin sadece kaba kuvvet kullanan bir güç olduğu izlenimini uyandırır 
ise, “Amerikan eşsizliğinin” tılsımı sona erer. 

Amerikalı tarihçi Walter McDougall ABD’nin dış politika gelenekleriyle ilgili çalışmasına Sergio Leone’nin ünlü filmi “İyi, Kötü, Çirkin” den yaptığı alıntı ile 
başlıyor. Bilindiği gibi bu filmde, bir hazine peşinde olan ve birbirleriyle rekabet içinde olan üç ayrı karakter bulunmaktadır. Yazarın görüşüne göre, işte bu üç 
karakterin üçü de Amerikan dış politikasının farklı yüzlerini temsil etmektedir. 
Yani ABD yerine göre iyi, yerine göre kötü, yerine göre de çirkin olabilmektedir. 
Burada iyi karakteri izleyicilerin beklentilerini yansıtırken, kötü karakteri sahip olduğu konumu kendi çıkarları için kullanan bir çavuşu, çirkin karakteri ise, 
basit ama kurnaz olan ve fırsat kollayan bir Meksikalıyı canlandırmaktadır.80 
Gerçekten de bu benzetmeden yola çıkarsak yerine göre iyi (II. Dünya Savaşı), yerine göre kötü (Vietnam) yerine göre de çirkin (I. Körfez Savaşı) olan ABD’den başkası değildir. 

Sonuç 

ABD’nin sahip olduğu dış politika gelenekleriyle XX. yüzyılın uluslararası ilişkilerinin gereklerinin etkileşim içine girmesinin bugünkü Amerikan dış politikasını yarattığı söylenebilir. Kabul etmek gerekir ki, bugünkü ABD’yi oluşturan topraklara farklı değerlere sahip başka bir ulus yerleşmiş olsaydı, ABD’nin Kuzey Amerika ile özdeşleşerek dünyaya şekil verme isteği bu kadar baskın çıkmazdı. 

Dış politika analizi açısından değerlendirirsek, Rosenau’nun “teori öncesi” değişkenlerinden toplumsal olan yanında özellikle sistemik değişkenin büyük rol 
oynadığını görüyoruz. Neo-realist etkilerin de baskın çıkmasıyla birlikte de aktif bir dış politika izlemek bir zorunluluk halini almıştır. 
Amerikan dış politik kültürünün birden çok yüzünün bulunması, bu devleti aynı zamanda küresel sorunlara karşı mücadele eden ve uluslararası topluma 
liderlik yapan bir güç haline getirmiştir. İşte Amerikan dış politikasını diğer devletlerin dış politikalarından farklı kılan çok geniş bir hareket alanının bulunduğu bir alt ve üst sınırının bulunmasıdır. Fakat yaşanılan Soğuk Savaş, İsrail’e verilen koşulsuz destek ve süreklilik kazanan müdahalecilik anlayışı bu alt ve üst sınırı daraltıcı etki yapmıştır. Böylelikle Amerikan dış politikası bilinen köklerinden kopmuş; kendisini dünya jandarmalığından ayrı düşünemeyeceği bu konuma gelmiştir. ABD’nin hemen hemen bütün bölgesel sorunların içersine girmiş olması, bu devletin manevra alanını daraltıcı bir etki yapmıştır. Böyle bir gücü ayakta tutabilmek başlı başına bir hedef halini alınca da, ABD dış politikasında kültleşme ortaya çıkmış ve demokratik kültürden uzaklaşılmıştır.
11 Eylül örneğinde gördüğümüz gibi yaşanılacak olumsuz dış gelişmeler ABD’yi daha fazla tek taraflılığa itmiştir. 

Tüm bunların sonucunda, ABD liderlik yapabilmek için gerekli sermaye olan uluslararası toplumun güvenini yitirmiştir. Bunun sonucunda, bu devletin 
yumuşak güç olma imajı büyük darbe yemiş ve dünyadaki inanırlılığı büyük ölçüde zedelenmiştir. Yumuşak güç unsurunu kaybetmek, ABD’nin daha fazla 
ekonomi ve güç politikası araçlarını devreye sokması anlamına gelmektedir. 

Bu durumun ABD’yi ekonomik açıdan yıpratacağı ve dünyadaki konumunu zayıflatacağı açıktır. 

Cumhuriyetçi yönetimin iktidarı kaybetmesi ABD’nin yaşadığı sorunları bir süreliğine hafifletse de, Amerikan dış politikasının parametrelerinde çok köklü 
bir dönüşüm beklemek ancak ABD’yi ve uluslararası düzeni derinden etkileyecek gelişmelerle mümkün olabilir. Bush dönemi sona ererken gözlenen Amerikan dış 
politikasının kazandığı evrimci karakterin bu ülkeyi geriye dönüşü çok zor olan bir noktaya taşımış olmasıdır. Bu bir bakıma da, ABD’nin gerçek “açık yazgısının” ortaya çıkması anlamına gelmektedir. 

Kaynakça 

A National Security Strategy of Engagement and Enlargement 1996, 
   http://www.fas.org/spp/military/docops/national/1996stra.htm (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008). 
A National Security Strategy for a New Century 1997,
   http://clinton2.nara.gov/WH/-EOP/NSC/Strategy/ (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008). 
“Approval of Bush, Bolstered by Panama, Soars in Poll” 19 Ocak 1990. 
    http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9C0CE5D81330F93AA25752C0A966958260&sec=&spon=&pagewanted=all   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
Chomsky, Noam, Medya Gerçeği, çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay, İstanbul, Everest Yayınları, 2002. 
Chomsky, Noam ve Herman, Edward S. ,Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği, çev. Dr.Ender Abadoğlu, İstanbul, Aram Yayıncılık, 2006. 
“Crisis in the Balkans:the Poll; Americans, In Poll, See US Involvement Growing” 8 Nisan 1999, 
        http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9501EFDA1438F93BA-5570A96F-95820     (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
Gallup Poll Public Opinion, 1991 
        http://books.google.com.tr/books?id=EY6RQuc0vgAC&pg=PA164&lpg=PA164&dq=operation+desert+presidential+approval&source=web 
&ots=saDnXuOkUe&sig=WV3e8QxhNAj7vE7cpjHYAJvG2A&hl=tr#PPA31,M1    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008). 
“Die Rolle eines Ersatz-Rom”, Der Spiegel, No:45, 6.11.2000. 
Gönlübol, Mehmet, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Üçüncü Baskı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1975. 
Halper Stephan ve Clarke Jonathan, America Alone: The Neo-Conservatives and The Global Order, New York, Cambridge University Press, 2004. 
Hill, Christopher, The Changing Politics of Foreign Policy, New York, Palgrave Macmillan, 2003. 
“Iraq”, http://www.pollingreport.com/iraq16.htm. (Erişim Tarihi 14 Nisan 2008). 
Johnson, Chalmers, Der Selbstmord der Amerikanischen Demokratie, çev. Hans Freundl, Thomas Pfeiffer, München, Karl Blessing Verlag, 2003. 
Kaplan, Fred, The Wizards of Armageddon, New York, Simon and Schuster, 1983. 
Kegley, Charles W. ,JR, Wittkopf Eugene R., American Foreign Policy: Pattern and Process, New York, St. Martins, 1982. 
Kissinger, Henry, Diplomacy, New York, Touchstone Simon and Schuster, 1995. 
Kissinger, Henry, American Foreign Policy: Three Essays, New York, Norton, 1969. 
LaFeber, Walter, The American Age: U.S. Foreign Policy At Home And Abroad 1750 To The Present, New York, Norton, 1994. 
Laue, Theodore von, “Soviet Diplomacy: G.V. Chicherin, Peoples Commisar For Foreign Affairs,1918–1930”, Gordon A. Craig ve Felix Gilbert(der.), 
         The Diplomats(1919–1939), Princeton, Princeton University Press, 1953. 
Layne, Christopher,”The Unipolar Illusion: Why New Great Powers Will Rise”, International Security, Cilt 17, Sayı 4, 1993. 
Marshall, George, Modern History Sourcebook:The Marshall Plan, 1947, 
http://www. fordham.edu/halsall/mod/1947/marshallplan1.html(Erişim Tarihi 10 Nisan 2008). 
McDougall, Walter A., Promised Land, Crusader State:The American Encounter With 
The World Since 1776, Boston, Mariner Books, 1997. 
Monbiot, George “America Is A Religion”, 29 Haziran 2003 Guardian Unlimited, 
http://www.guardian.co.uk/columnists/column/0,1007812,00.html. (Erişim Tarihi 24 Mart 2008). 
Oktay, Cemil, Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul, Alfa Yayınları,2003. 
Rosenau, James N., The Scientific Study of Foreign Policy, New York, The Free Press, 1971. 
Said, Edward W., Kültür ve Emperyalizm, çev. Necmiye Alpay, İstanbul, Hil Yayın, 1998. 
Saunders, Francis Stoner, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, CIA ve Kültürel Soğuk Savaş, çev. 
Ülker İnce, İstanbul, Doğan Kitap,2004 
The National Security Strategy of the United States of America, March 2006, 
http://www.whitehouse.gov/nsc/nss/2006/nss2006.pdf  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) 
The National Security Strategy of the United States, September 2002, 
http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) 
“US Role in the World: Rejection of Hegemonic Role” 
http://www.americans-world.org/digest/overview/us_role/hegemonic_role.cfm   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008) 
Williams, William Appleman, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Norton, 1988. 
Zakaria Fareed, From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World Role, Princeton University Press, Princeton, 1998. 


DİPNOTLAR;

1 Cemil Oktay, Siyaset Bilimi şncelemeleri, şstanbul, Alfa Yayınları, 2003, s. 215.
2 Theodore von Laue, “Soviet Diplomacy: G.V. Chicherin, Peoples Commisar For Foreign Affairs, 1918–1930”,Gordon A. Craig ve Felix Gilbert (der.),
   The Diplomats (1919–1939),Princeton, Princeton University Pres, 1953, s.234–281.
3 James N. Rosenau, The Scientific Study of Foreign Policy, New York, The Free Press, 1971, s. 108.
4 Walter A. McDougall, Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Boston, Mariner Books, 1997, s.15.
5 İbid., s. 17.
6 Walter LaFeber, The American Age: U.S. Foreign Policy At Home And Abroad 1750 To The Present, New York, Norton, 1994, s. 45.
7 McDougall, Promised Land, s.78.
8 İbid., s.23.
9 Lafeber, American Age, s.81.
10 İbid., s.76.
11 İbid.
12 McDougall, Promised Land, s.46.
13 LaFeber, American Age, s.83–84.
14 McDougall, Promised Land, s.69.
15 İbid., s.77.
16 LaFeber, American Age, s.161.
17 İbid. , s.160.
18 LaFeber, American Age, s.160.
19 McDougall, Promised Land, s.120.
20 İbid. , s. 101–102.
21 İbid. , s.104.
22 Fareed Zakaria, From Wealth to Power: The Unusual Origins of America’s World Role, Princeton, Princeton University Press, 1998, s.159.
23 LaFeber, American Age, s.196.
24 McDougall, Promised Land, s.108.
25 LaFeber, American Age, s.204.
26 İbid., s.236.
27 Zakaria, From Wealth to Power, s.162.
28 William Appleman Williams, The Tragedy of American Diplomacy, New York, Norton, 1988, s.59.
29 LaFeber, American Age, s.248.
30 Chalmers Johnson, Der Selbstmord der Amerikanischen Demokratie, (çev. Hans Freundlve Thomas Pfeiffer), Münih, Karl Blessing Verlag, 2003, s.66.
31 LaFeber, American Age, s.239.
32 İbid., s.249.
33 McDougall, Promised Land, s.114.
34 Henry Kissinger, Diplomacy, New York, Touchstone Simon and Schuster, 1995, s.46.
35 Johnson, Der Selbstmord, s.69. 
36 Kissinger, Diplomacy, s.44–55. 
37 LaFeber, American Age, s.329. 
38 Mehmet Gönlübol, Milletlerarası Siyasi Teşkilatlanma, Üçüncü Baskı, Ankara, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1975, s.77. 
39 LaFeber, American Age, s.315. 
40 George Marshall, Modern History Sourcebook: The Marshall Plan, 1947,
    http://www.fordham.edu/halsall/mod/1947/marshallplan1.html (Erişim Tarihi 10 Nisan 2008).
41 Johnson, Der Selbstmord, s.98.
42 LaFeber, American Age, s.505.
43 McDougall, Promised Land, s.169.
44 Francis Stoner Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, CIA ve Kültürel Soğuk Savaş, (çev.Ülker İnce), İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s.307–308.
45 LaFeber, American Age, s.381.
46 Noam Chomsky, Medya Gerçeği, (çev. Abdullah Yılmaz ve Osman Akınhay), İstanbul, Everest Yayınları, 2002, s.45.
47 Fred Kaplan, The Wizards of Armageddon, New York, Simon and Schuster, 1983, s.140.
48 LaFeber, American Age, s.510.
49 İbid., s.484.
50 Christopher Layne, “The Unipolar Illusion:Why New Great Powers Will Rise”, International Security, Cilt 17, No 3, 1993, s. 5-51.
51 George Monbiot, ”America is a Religion”, 29 Haziran 2003, Guardian Unlimited,
     http://www.guardian.co.uk/columnists/column/0.1007812.00.html.  (Erişim Tarihi 24 Mart 2008).
52 İbid.
53 Henry Kissinger, American Foreign Policy: Three Essays, Norton, New York, 1969, s. 92–95.
54 Chomsky, Medya Gerçeği, s.73.
55 Edward Said, Kültür ve Emperyalizm, (çev. Necmiye Alpay), İstanbul, Hil Yayın,1998, s. 421.
56 İbid., s.468.
57 Saunders, Parayı Verdi, s.103.
58 “US Role in the World: Rejection of Hegemonic Role”, 
   http://www.americansworld.org/digest/overview/us_role/hegemonic_role.cfm   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
59 “Gallup Poll Public Opinion”, 1991 
    http://books.google.com.tr/books?id=EY6RQuc0vg-AC&pg=PA164&lpg=PA164&dq=operation+desert+presidential+approval&source=web&
ots=saDnXuOkUe&sig=WV3e8QxhNAj7vE7-cpjHYAJvG2A&hl=tr#PPA31,M1   (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
60 İbid.
61 “Approval of Bush, Bolstered by Panama, Soars in Poll”, 19 Ocak 1990, 
     http://query.nytimes.com/ gst/fullpage.html?res=9C0CE5D81330F93AA25752C0A966958260&sec=&-spon=&pagewanted=all    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
62 “Iraq”, http://www.pollingreport.com/iraq16.htm (Erişim Tarihi 14 Nisan 2008).
63 “Crisis in the Balkans: The Poll: Americans, In Poll, See US. Involvement Growing” 8 Nisan 1999, 
     http://query.nytimes.com/gst/fullpage.html?res=9501EFDA1438F93BA35757-C0A96F958260    (Erişim Tarihi 13 Nisan 2008).
64 Said, Kültür ve, s.474.
65 Chomsky, Medya Gerçeği, s.23.
66 Noam Chomsky ve Edward S. Herman, Rızanın İmalatı: Kitle Medyasının Ekonomi Politiği, (çev. Dr.Ender Abadoğlu), İstanbul, Aram Yayıncılık, 2006, s.422.
67 İbid. s.422–423.
68 İbid., s. 425-426.
69 Charles W. Kegley, JR ve Eugene R. Wittkopf, American Foreign Policy: Pattern and Process, New York, St. Martins, 1982, s.250.
70 Saunders, Parayı Verdi, s.158.
71 Christopher Hill, The Changing Politics of Foreign Policy, New York, Palgrave Macmillan, 2003, s.104–105.
72 Stephan Halper ve Jonathan Clarke, America Alone: the Neo-Conservatives and the Global Order, New York, Cambridge University Press, s.201.
73 Johnson, Der Selbstmord, s.406.
74 “Die Rolle eines Ersatz-Rom”, Der Spiegel, No 45, 6 Kasım 2000, s.253.
75 A National Security Strategy of Engagement and Enlargement, 1996, 
    http://www.fas.org/spp/military/docops/national/1996stra.htm  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
76 A National Security Strategy for a New Century, 1997, 
    http://clinton2.nara.gov/WH/EOP/-NSC/Strategy/   (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
77 The National Security Strategy of the United States of America, Eylül 2002,
    http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.pdf   (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008) , s.3–31.
78 The National Security Strategy of the United States of America, Mart 2006,
     http://www.whitehouse.gov/nsc/nss/2006/nss2006.pdf, s.7  (Erişim Tarihi 17 Nisan 2008).
79 İbid., s.15.
80 McDougall, Promised Land, s.1.


***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 4



Amerikalı seçmenlerdeki dış politikayla ilgili kanaatlerin oluşumu konusunda Noam Chomsky’nin keskin eleştirileri bulunmaktadır. Bunlardan biri 
Amerikan seçmeninin demokrasinin işlemesi düşünüldüğünde katılımcı olmayıp sadece gözlemci olduğudur.65 Bununla birlikte, Chomsky’nin de vurguladığı gibi 
ABD medyasını totaliter bir devletin medyasına benzetmek elbette doğru değildir. 

Şöyle ki, mevcut sistem canlı tartışmaya, eleştiriye ve muhalefete izin vermekte, hatta cesaretlendirmektedir. Fakat bu eleştiriler mevcut sistemle öylesine 
iç içe geçmiştir ki, belirli bir çerçevenin dışına çıkamaz.66 Bu konuda medya uzmanı W. Lance Bennett da şöyle demektedir: 
Halk tepeden gelen güçlü ikna edici mesajlara maruz bırakılır ve bu mesajlara karşılık olarak, medya yoluyla anlamlı bir cevap veremez… Liderler çok büyük 
miktarda siyasi gücü ellerine geçirmiş ve destek alınmasını, itaat edilmesini ve halk arasında bariz bir kafa karışıklıŞı yaratılmasını saŞlamak için medyayı 
kullanarak, siyasi sistem üzerindeki halk denetimini azaltmışlardır.67 

Chomsky, Amerikan medyasının diğer birçok endüstriyel demokrasilerdeki medyadan farklı olduğunu ve sistemin iktidarın ihtiyaçlarına uyum göstermeyi 
teşvik etmesinden dolayı, bu çerçevenin dışına çıkabilen eleştirmenleri karşı konulması zor bir karalama kampanyasının beklediğini belirtmektedir.68 
Bu eğilimler, ABD’nin ideolojik yaklaştığı Castro gibi liderlere karşı daha güçlüdür. 
ABD’de dış politika karar alma mekanizmasında bir tamamlayıcılık göze çarpmaktadır. Bu mekanizma içersinde, bürokrasi, çok uluslu şirketler ve dış 
politika düşünce kuruluşları/vakıfları arasında çok sağlam ilişkiler bulunmaktadır. Bir döner kapıyı andırırcasına, Amerikalı dış politika elitleri bu üç yer arasında 
dolanmaktadır lar. 69 
Medyayla birlikte bu üç kesim, ABD’deki en önemli dış politika kamuoyu elitlerini oluşturmaktadır. Nitekim Soğuk Savaştaki dışişleri bakanlarından John Foster 
Dulles ve Dean Rusk Rockefeller Vakfı başkanlığından dışişleri bakanlığına atanmışlardır.70 Nelson Rockefeller da Başkan Ford döneminde başkan yardımcılığı yapmıştır. 

Amerikan dış politikasıyla ilgili karar almada, azar azar yapılan politika değişikliklerinin de (incrementalism) dış politika oluşumunda büyük bir belirleyiciliği vardır. Bu karar alma tekniğinde, karar alıcılar gelişmelere göre azar azar değişiklikler yaparak durumu kontrol ederler. Fakat bu yöntem, Christopher Hill’in de belirttiği gibi sezdirmeden, demokratik süreçlerin ikinci plana itilmesi anlamına gelebilir. Bu kümülâtif değişimin, geç olmadan geriye döndürülmesi çok zordur.71 
Amerikan dış politikasını yöneten aygıt manipülasyon yoluyla bu tekniği kullanmaktadır. Bu teknik daha az maliyetlidir; çünkü bu tekniğe göre, 
kamuoyu asla ayağa kaldırılmaz. Olumsuz bir tablo karşısında, elde olmayan nedenler gerekçe gösterilerek böyle bir sonuca ulaşıldığı şeklinde gerçekler 
çarpıtılabilir. 
Amerikan halkının çoğunluğunun ilgisizlik nedeniyle dış politika ile ilgili gelişmeleri demokratik ülke vatandaşı olma sorumluluğu içerisinde takip 
etmemesi de bu durumu kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucunda, ülkenin dış politika gündemi rahatlıkla başka yönlere çekilebilmektedir. 
Amerikan modeli liberal demokrasinin yarattığı bir başka düş kırıklığı da, alınan dış politika kararlarının ancak hedeflenen amaca ulaşamadığı zaman eleştiri 
konusu olmasıdır. Bir başka deyişle, bu kararlar sadece performans kriterine indirgenmektedir. Örneğin, eğer ABD Vietnam’da istediği sonuca ulaşmış olsaydı, Vietnam da bir Guatemala veya Panama olmaya mahkûmdu. Tıpkı bunun gibi, Irak’ta amaçlanan hedefe ulaşılamadığı zaman, ABD’nin Irak politikası tartışma konusu olmaktadır. 
Bilindiği gibi, bir ülkenin dış politikasında dalgalanmalar olabilir. Hatta bir devletin dış politikası kimlik krizine de girebilir. Fakat 11 Eylül saldırıları, Amerikan dış politikasını herhangi bir kimlik krizine sokmadı. ABD, 11 Eylül saldırılarından iç bütünlüğü ve kendine olan güveni daha da güçlenmiş bir biçimde çıktı ve sonrasında daha saldırgan bir dış politika izlemeye başladı. Saldırıların sonrasında yapılan bir kamuoyu anketine göre, her 10 Amerikalıdan 7’si bu saldırılarda Saddam Hüseyin’in doğrudan rolü olduğunu düşünüyordu.72 Bunun sonucu olarak, 11 Eylül sonrasında Amerikan dış politikası içersindeki bölünmeler daha azalmış ve ülkede liberal bir uluslararası düzene kuşkuyla bakanların sayısı artmıştır. Bu saldırılar için Amerikan topraklarının seçilmiş olması Amerikalıları kendi özel konumlarından kaynaklandığı inancına yöneltmiştir. ABD’nin böyle bir ortamda keskin bir tek taraflı dış politika sergilemesi çok normaldi. Başkan George W. Bush’un “Ya bizimle birliktesiniz ya da bize karşısınız” sözünü bu mantıkla değerlendirmek gerekir. 

Uluslararası ilişkilerdeki güvenlik kaygılarının arttığı zamanlar, aynı zamanda dış politikada etik standartların düştüğü zamanlardır. Bu durumun Amerikan 
siyasetine yansıması, artan güvenlik kaygılarının ister istemez Demokratların bakışlarını kilitleyerek onları Cumhuriyetçi politikalara tâbi kılması olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna örnek olarak Bill Clinton, Hillary Clinton, John Kerry ve hatta Dayton Barışının mimarlarından Richard Holbrooke gibi Demokratların 
önemli isimlerinin 2003’teki Irak işgalini desteklemesini gösterebiliriz. 

11 Eylül’den sonra ulusal güvenlik, ABD için daha büyük bir mit haline gelmiştir. Bush yönetiminin 11 Eylül’e verdiği ilk tepkilerden biri, Vatanseverlik Yasası (Patriot Act) adıyla bir yasa çıkartması olmuştur. 
Bu yasayla, Amerikan devleti gerektiğinde Amerikan halkının özel hayatına kolaylıkla müdahale edebilecektir.73 
Bu değerlendirmelerden sonra şu soruyu sorma sırası gelmiştir: Hegemonyacı güç statüsüne ulaşmış güçler aynı zamanda demokratik yapı ve kimliklerini 
aynen koruyabilirler mi? Şurası bilinmektedir ki, uluslararası politika tarihinde gördüğümüz Hitler Almanyası’ndan Sovyetler Birliği’ne kadar hegemonyacı 
güçlerin neredeyse tamamı totaliter nitelikteki güçler olmuştur. Bu konuda ABD farklı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ABD bir demokrasidir; 
bununla birlikte şurası kesindir ki, ABD hegemonya mücadelesinin daha kızışması durumunda demokrasiden ve insan haklarından geri adım atmak zorunda kalacaktır. Nitekim bunun örnekleri 11 Eylül saldırılarından ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra görülmüştür. Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi ve sonrasında ABD’de savaşa karşı güçlü bir muhalefet gözlenmemiştir. Bu durum, hegemonya mücadelesinin demokrasiyi nasıl yıprattığının açık bir göstergesidir. 
O halde, hegemonyacı bir gücün sahip olduğu gücü daha fazla artırma arayışına girmesi, o ülkedeki demokrasi ile ters orantılı olduğu gerçeğiyle karşı karşıya yız. Çünkü ABD örneğini ele aldığımız zaman, bu ülke Soğuk Savaş bittiği zaman güç arayışını açıklamak için daha fazla insanı ikna etme durumundadır; bunu da ancak demokrasiden taviz vererek yapabilir. 

Bilindiği gibi, Soğuk Savaş sırasında Sovyetler Birliği’nin totaliter bir devlet olması, ABD için başlı başına bir kaldıraç anlamına gelmiştir. ABD bu sayede, 
özgür dünyaya liderlik etme söylemini kullanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise, ABD’nin bu konudaki konumu zayıfladı; çünkü karşısında kendi politikalarını dünya kamuoyunun gözünde meşrulaştıracağı totaliter bir devlet bulunmamaktadır. Böyle bir ortamda, “Acaba, ABD özgürlükleri kime karşı koruyacaktır?” sorusuyla karşı karşıya kalmaktayız. 

Nasıl Bir Güç? 

ABD’nin küresel güç olarak doğasını iyi anlamak zorundayız. ABD’nin dış politika kimliğini anlamaya çalışırken “emperyalist” nitelemesi şeklinde bir kolaycılığa 
kaçmak yerine, bu ülkenin dış politik kimliğinin farklı yüzleri olduğu şeklinde bir ince ayar yapmak gerekir. Bu bakımdan, ABD sadece reelpolitiğe dayalı 
hegemonyacı bir güç olarak görünmek istemez. Bosna’daki savaşı bitiren Dayton Barışı’nın arkasındaki gücün yine ABD olduğu unutulmamalıdır. Bu, ABD’nin 
uluslararası alanda vazgeçilmezliŞinin bulunduğu şeklinde bir izlenim yaratmıştır. 
Daha açık bir ifadeyle, bununla ABD kendisinin etkin katılımının olmadığı bir dünyada, uluslararası ilişkilerin çok daha kaotik hale geleceği anlayışını 
yerleştirmeye çalışmaktadır. Bilindiği gibi, Amerikan dış politikasında idealist politikaların öncülüğünü Demokratlar yapmaktadırlar. Demokratlar dış politikada çok taraflılığı, demokrasiyi ve insan haklarını ön plana çıkararak yumuşak güç unsurunu Amerikan dış politikasında etkili kılma çabası içersinde olmuşlardır. 

Geçmişe bakıldığı zaman Avrupa Birliği’nin mimarlarından olan Jean Monnet’ye Başkan Kennedy tarafından Özgürlük Madalyası’nın verildiğini görüyoruz. 
Jimmy Carter döneminde bu ülkenin Arjantin, Brezilya ve Güney Kore’ye yönelik politikalarında demokrasi öğesi önem kazanmıştır. Kosova, Bosna, Somali 
operasyonlarını da yumuşak güç unsurunun kullanılması olarak görebiliriz. 
Özellikle Demokrat partinin işbaşında olduğu yılları dikkate alırsak demokrasi ve insan hakları ABD için tamamen bir söylem değildir. Bunda demokrasilerin 
daha barışçıl olduğu şeklinde bir inanç da vardır. Bununla birlikte, burada can alıcı olan ölçüt bu değerlerin ABD’nin çıkarlarıyla asla çatışmasına izin 
verilmemesidir. 
Fakat Demokratların bu konuda yeterince etkili olamadığını görüyoruz. Çünkü ABD’nin 1980 sonrası dış politikasına baktığımız zaman, etki doğuran 
politikalar Cumhuriyetçi yönetimler tarafından izlenmiştir. 

Amerikan dış politikasına güç veren en büyük etkenlerden biri klasik dış politika oluşumunun dışına çıkabilmesidir. Devletten devlete yapılan klasik dış 
politika, ABD için çok gerilerde kalmış bir dış politika yöntemidir. Küreselleşme çağında oluşturulan dış politikada, kamuoyu çok önemli bir yere sahiptir. 
Hedef ülkelerde kapalı rejimlerde liberal demokrasilerin yerleştirilmeye çalışılması Amerikan dış politikası için önemli bir hedeftir. Çünkü liberal demokrasiler daha barışçıdırlar ve ABD’ye yönelik olarak kalıcı bir düşmanlık beslemeleri düşünülemez. 

ABD, küreselleşme çağında sahip olduğu olanaklarla diğer devletlerin kamuoylarına rahatlıkla nüfuz edebilmektedir. Bu şekilde, yabancı devletlerin 
kamuoylarını köklü bir biçimde etkileyebilmek ve değiştirmek, ABD’nin sahip olduğu bir eşsizliktir. Bu tür dış politika tekniğini hiçbir güç ABD kadar etkili bir 
biçimde kullanamaz. Örneğin herhangi bir ülkede egemen olan rejimle uyuşamayan bazı isimlerin ABD’ye davet edilmesi aynı zamanda ABD’nin özgürlüklerin anavatanı olduğu konusunda dünya kamuoyuna verilmiş bir mesajdır. Hiç kuşkusuz ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık olarak yayınladığı insan hakları raporları özellikle küreselleşme çağında çok etkili bir silahtır. Özgürlük, adalet, demokrasi, liberalizm gibi kavramlar Amerikan dış politikası için önemli referanslardır. 

Bu Referanslara çağımızda küreselleşme de eklenmiştir. Chalmers Johnson’a göre ABD, küreselleşme sözcüğünü, sürdürdüğü hegemonyanın üstünü örtmek 
amacıyla kullanmaktadır.74 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 3



Bu ülkenin XX. yüzyılın başında sahip olduğu ekonomik göstergeler göz önünde bulundurulduğunda, bu ülke eninde sonunda Theodore Roosevelt gibi bir lidere sahip olacaktı. Uluslararası politika terminolojisiyle ifade etmek gerekirse, Theodore Roosevelt neo-realist etkilerden kaçamayacak bir liderdi. 
ABD’nin sahip olduğu misyoncu değerlerin emperyalizme varması için ortada kayıp bir halka söz konusuydu. Bu kayıp halka ekonomik güç olmaktan başka 
bir şey değildi. Çünkü içinde bulunulan çağ, dünya kapitalizminin doruklarına ulaştığı bir çağ idi. Burada azar azar yapılan politika değişimlerinin yaptığı etkileri da görmek mümkündür. Atılan her adımla birlikte ABD’nin bilinen yalnızcılığına dönmesi bir daha mümkün olamadı. Theodore Roosevelt’in sahip olduğu vizyon olan ilerici emperyalizm, Amerikan değerlerinin muhafazakâr ideolojinin senteziyle oluşurken, Wilson’un sahip olduğu vizyon, Amerikan değerlerinin daha liberal bir ideolojinin senteziyle oluşmuştur. İşte bu şekilde Amerikan dış politika geleneğinin iki farklı kola ayrıldıŞı görüyoruz. 

Elbette, Amerikan dış politik kültürünü sadece ABD’yi yönetenlerin algılama ve bakışlarıyla açıklayamayız. Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, her 
şeyden önce ABD’nin bulunduğu coğrafyayı göz önünde bulundurmamız gerekir. 
Dış coğrafi çevreyi algılama, nasıl bir devletin dış politikasını etkilerse, dış coğrafi çevre de bir devletin dış politikasında belirleyicilik kazanır. 
ABD’nin dış politikasında coğrafya etkeni birçok ülkeden daha baskın bir karaktere sahiptir. 

ABD’nin çevresinde yayılacağı doğal bir alan bulunması, coğrafyanın bu ülkenin dış politika kimliğinin oluşumundaki belirleyici etkisini göstermiştir. Çevresinde 
bulunan ülkelerin sosyo-ekonomik bakımdan gelişmemiş küçük ülkeler olmasının Amerikan kimliğini daha kibirli kıldığı bir gerçektir. 

Bu gerçek, bir siyasal felsefe ile birleştiği zaman ABD’ye farklı bir karakter vermiştir. Çünkü devletler dış ilişkilerini yürütürken baskın bir dış coğrafi çevrenin etkilerinden kaçabilmeleri çok zordur. Hitler Almanyası ABD’yi II. Dünya Savaşı’na çekmemiş olsaydı, Amerikan dış politikası daha farklı bir yönde gelişebilirdi. Bu durum, yönetenlerin siyasi felsefeleri bir yana, Avustralya’nın neden bir ABD olamayacağı gerçeğini gözler önüne sermektedir. 

Soğuk Savaş’ın Belirleyiciliği ,

Bugünkü Amerikan dış politik kültürünü ele alırken, Soğuk Savaş’ın ABD’nin dış politikasının bugünkü kimliğini kazanmasında çok önemli bir rol oynadığı 
saptamasını yapmak zorundayız. Öncelikle Soğuk Savaş sayesindedir ki, bugünkü güçlü başkan imajı kamuoyuna yerleşmiştir. 
Aynı zamanda, bugünkü anlamdaki Amerikan dış politika yapılanmasının altında Soğuk Savaş gerçeği yatmaktadır. 
Savunma Bakanlığı ve CIA bu oluşumda büyük pay sahibi olarak güçlü bir dış politik kültür üretebilmiştir. II Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da ideolojik yayılma peşinde koşması, ABD’nin dış politikasında da yeni bir ideolojinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir. 
Ortaya çıkan antikomünist ideolojiyle, ABD Sovyet tehdidine karşı, tarihinde daha önce görülmemiş bir dış politika yapılanması içerisine girmiştir. 
Bugünkü devasa bir konuma ulaşmış olan Savunma Bakanlığı yapılanmasının Soğuk Savaş’ın başlamasıyla aynı zamana rastladığını gözden kaçırmamalıyız. 
Soğuk Savaş kültürünün Amerikan kamuoyunda yaratılmasında karar alıcı dış politika elitlerinin önemli bir rolü olmuştur. Bu konudaki en önemli isimlerden 
bir kuşkusuz George F. Kennan’dır. Kennan’ın 1947’de Mr. X ismini kullanarak yazdığı “Sovyet Tutumunun Kaynakları” isimli makalesi onu ABD Soğuk 
Savaş stratejisi olan çevrelemenin mimarı haline getirmiştir. Kennan, Sovyetler Birliği’nin içyapısından kaynaklanan nedenler dolayısıyla Sovyet dış politikasının değişmesinin mümkün olmadığı inancındaydı. 

Soğuk Savaş kültürünün oluşumunda, 1950’de Truman yönetimince kabul edilen NSC–68 belgesi bu konuda dönüm noktası olmuştur. Bu belge ABD’nin 
anti-komünizme karşı sonuna kadar mücadele etmesini savunan bir Soğuk Savaş manifestosudur. Kabul edilen NSC–68 belgesiyle Sovyetler Birliği’nin 
Doğu Avrupa’da mutlak güç kurma peşinde olduğu ve bunun da Sovyetler Birliği’nin değiştirilemez doğasından kaynaklandığının altını çiziliyordu. 
Bu nedenle Soğuk Savaş kaçınılmaz bir gerçekti.42 Soğuk Savaş dönemi içersinde Sovyet rejiminin ateist bir karaktere sahip olması da, ABD’nin dış politika güdülenmesini güçlendirmiştir. 

Başkan Truman’a göre Soğuk Savaş aslında inanç ve materyalizm arasındaki bir savaştı.43 Time dergisinin kurucusu Henry Luce’a göre Soğuk savaş her şeyden önce kutsal bir savaştı. Amerikalı bir tarihçiye göre ise, ABD en üstün manevi otoriteyi yardıma çağırarak kendi açık yazgısı için çürütülmesi olanaksız bir onay kazanmıştı.44 Zaten din ile demokrasinin birbirinden hiçbir biçimde ayrı düşünülememesi ABD’nin kuruluş felsefelerinden birini oluşturmaktaydı. Nitekim Soğuk Savaş’ın en gerilimli zamanlarından biri olan Eisenhower döneminde dışişleri bakanlığı yapan John Foster Dulles koyu bir Presibiteryen kültürü almıştı. 
Amerikan siyasal kültürünün en önemli bileşenlerinden biri olan din faktörü, Soğuk Savaş ideolojisinin yaratılmasında elitleri etkilemiş hatta onların işlerini 
kolaylaştırmıştır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan dış politikasına yön veren isimler, Amerikan kamuoyunu Sovyetler Birliği’ni bir tehlike olarak görmeye 
koşullandırmışlardır.45 
Soğuk Savaş'ın en etkili isimlerinden Dean Acheson ve Paul Nitze, Soğuk Savaş kültürünü Amerikan kamuoyuna yerleştirmek için komünist tehdidin 
ürkütücü bir portresini çizmişlerdir.46 Bu doğrultuda, küresel düzeyde Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği bir ortamın yaratılmasına girişilmiştir. Bütün 
dünyada daha önce eşi görülmemiş Amerikan askeri yapılanmasının inşası, artan askeri yardımlar, alınan sivil savunma önlemleri ve yürütülen psikolojik savaş, 
bu politikanın önemli araçlarıydı.47 Soğuk Savaş, Amerikan değerler sisteminde bulunan unsurları olabildiğince ideolojikleştirmiştir. Aynı zamanda, oluşturulan 
anti-komünist ideoloji McCarthyci ideolojinin oluşumuna ortam hazırlamıştır.48 
Amerikalı gazeteci Walter Lippmann daha önceden böyle bir yapılanmanın ABD’deki anayasal düzeni sarsacağı öngörüsünde bulunmuştu.49 

Dış Politika Kültürü 

İşte böyle bir Soğuk Savaş yapılanması sonucundadır ki, ABD Soğuk Savaş sonrası dünyaya uyum sağlamada zorlanmamıştır. George H. W. Bush yönetimi sona ererken, 1992 yılında Paul Wolfowitz tarafından kaleme alınan “Savunma Planlama Kılavuzu” adlı Pentagon raporunda ABD’nin tek süper güç kalma kararlılığı ve potansiyel süper güçlerinin önünün kesilmesi gereği vurgulanıyordu.50 Bu belgenin de ortaya koyduğu gibi, ABD kendisini tarihteki diğer hegemonyacı güçlerle karşılaştırma lüksünü bırakmaya yanaşmak istememiştir. Çünkü Washington’ın gözünde, tarihin her döneminde liderliğe ihtiyaç duyulmuştur; aksi takdirde uluslararası ilişkilerde güç boşluğu ortaya çıkacaktır. Bu koşullar altında da, hiçbir devlet bu görevi ABD’den daha iyi yapamayacaktır. Görüldüğü gibi, Amerikan dış politikasının oluşumundaki süreç sadece tek yanlı olarak işlememektedir. Aynı zamanda, süper güç olmanın kendisi de bir dış politik kültür üretmektedir. Bütün bunların sonucunda, kuruluşundan bugüne kadar, felsefesiyle, kültürüyle bir Amerikan kültünün yaratıldığını görüyoruz. Bu inanca göre özgürlüklerin merkezi olan ABD asla hata yapmaz. Nitekim Cumhuriyetçi Parti eski başkan adaylarından Rudolph Guilliani ABD’ye olan inancın dinden farksız olduğunu öne sürerek bu gerçeği dile getirmiştir.51 

Bugün ABD’yi yönetenler Amerikan dış politikasına bir süreklilik ve bütünlük çerçevesi içinde bakmak istemişlerdir. Bu süreklilik ve bütünlük anlayışı, 
Amerikan dış politikasının bir misyon için var olduğunu daha inandırıcı kılmayı amaçlamaktadır. Amerikalı karar alıcıların bu sürekliliğe atıfta bulunması iyi bir 
ideolojik silahtır. Çünkü bu tarihsel süreklilik vurgusu Amerikalı karar alıcılara büyük güç vermektedir. Bu durum, ABD’nin kendi dış politikasını daha misyoncu 
gösterebilme konusunda elini güçlendirmektedir. Örneğin George W. Bush, farklı gelenekten gelmesine karşın Woodrow Wilson’dan alıntı yapabilmektedir.52 
ABD’nin dış politika geçmişinde Avrupa güçleri gibi birbirinin yerini alan koalisyonlarda yer almak bulunmamaktadır. Bunun yerine, Amerikan dış politika 
kültürüne hâkim olan düşünce dış politikasında belli bir misyona hizmet edecek bitirici işler yapmaktır. İşte bu misyoncu anlayış, Amerikan dış politik 
kültürünün en belirgin özelliklerinden biridir. ABD’yi yönetenler kendi dış politikalarını misyoncu bir anlayışla yorumlamak ve böyle tanıtmak istemişlerdir. 
Çünkü Amerikan dış politik kültüründeki yaygın inanca göre, ABD özgürlük adına dünyayı Nazizm’den kurtarmış, komünizmi yenerek özgür dünyayı zafere 
ulaştırmıştır. Henry Kissinger’in sık sık vurguladığı gibi, ABD güç dengesi arayışı içersinde koalisyonlar oluşturmaktan ziyade, deŞer içeren hedefler peşinde 
koşmuştur.53 

Diğer devletlerin çıkarları söz konusuyken, ABD’nin sorumluluklarının olduğu, Amerikan dış politik kültürünün yerleşmiş klişelerinden biridir. Bu durumun 
Amerikan dış politikası üzerinde kalıcı etkileri olmuştur. Amerikan dış politikasına yön verenler, ABD’yi aklamak için sık sık II. Dünya Savaşı gibi Amerikan 
tarihindeki önemli olaylara atıf yaparlar. Bu gibi önemli tarihler Amerikan dış politika kimliğini derinleştirmektedir. ABD’de egemen olan politik kültüre 
göre, ülkenin dış politika geçmişiyle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu olamaz. 
Amerikan dış politika kültürüne hâkim olan bir başka düşünce, ABD’nin sürekli savunma durumunda olduğu ve diğer güçlerden gelen saldırganlığa maruz 
kaldığıdır. Örneğin, Soğuk Savaşta, Sovyetler Birliği saldırgan ve yayılmacı olan tarafı temsil ederken, ABD statükoyu ve uygar değerleri savunan taraftır. 
Keza yaymak istediği anlayışa göre, ABD Vietnam savaşına, komünist saldırıya karşı direnen özgür bir halkı savunmak amacıyla girmiştir.54 
Edward Said’e göre, ABD’deki egemen medya, dünyadaki yanlışları düzeltme ve kötülükleri giderme hakkının Amerikalılara ait olduğuna inandırmak konusunda 
olağanüstü bir rol oynamaktadır.55 Yaratılan bu anlayışa göre, ABD’nin her zaman düşmanları olacaktır. 

Bu yüzden Soğuk Savaş sonrasında yapılan kamuoyu anketlerinde en sık sorulan sorulardan biri, ABD’ye yönelik en büyük tehdidin kimden geldiği idi. 
Said, ABD’nin gözünde birçok ülkenin konumunun ABD, kapitalizm, özgürlük ve demokrasinin yandaşı olup olmadığına indirgenmiş olduğunu belirtmektedir.
56 Bu yüzden ABD için, kendisinin çatıştığı bir devlet aynı zamanda demokrasi ve özgürlüğü isteyen bir devlet olamaz. Söz konusu devlet, eğer ABD ile 
çatışıyorsa mutlaka demokrasi ve özgürlük karşıtıdır. Bir başka deyişle, amaçlanan dünyada insan hakları ve özgürlüklere karşı çıkmak ile ABD’ye karşı çıkmanın dünya kamuoyunda özdeş olarak algılanmasını sağlamaktır. Bu gerçek ABD’nin uluslararası ilişkilerde tarafsızlık politikalarına karşı çıkmasını da içermektedir. 

Nitekim ABD’nin Soğuk Savaştaki temel politikalarından biri de tarafsızlığın düşünsel temeline karşı çıkmaktı; çünkü tarafsızlık tehlikeli olarak görülmüştür.57 
Özgürlüğü, sonuç olarak da haklı olanı temsil eden ABD olduğuna göre tarafsızlık bir olumsuz bir anlam içermektedir. 

Bilinen doğrularla oynamak ve yeni doğrular veya söylemler yaratmak da Amerikan dış politik kültürünün özelliklerinden biridir. Saddam Hüseyin’in 
Kuveyt’ten çıkarılmasından sonra dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin öncülüŞünde kurulacak bir “yeni dünya 
düzeninden” bahsetmiştir. Fakat bu duruma zıt olarak, George W. Bush Saddam Hüseyin’i devirmek için BM Güvenlik Konseyi’nin rızasını almamıştır. ABD bu 
savaşa gerekçe olarak “önleyici savaş” adı altında bir doktrin ortaya atmıştır. 

Tıpkı bunun gibi, “serseri devletler” (rogue states) kavramının ortaya atılması ve dünya kamuoyuna kitle imha silahlarının bütün dünya için bir birebir bir 
tehditmiş gibi gösterilmesi de yine aynı gerçeğe işaret eder. Görüldüğü gibi, doğruluğu tekelleştirmeye çalışmak Amerikan dış politik kültürünün çok önemli bir unsurudur. Ancak ABD sahip olduğu etkiyle bunda büyük oranda başarılı olmaktadır. Amerikan dış politik kültürünün yerleşmesi bakımından geçmişteki dış politika krizleri bize önemli veriler sunmaktadır. Çünkü Amerikan dış politikasının geçmişinde sözü edilen zaferler, o dönemki başkanlarla özdeşleşmiştir. 

Amerikan halkı genel olarak, dış sorunlarda başkana büyük bir güven beslemekte ve onun belirleyiciliğini ağırlıklı olarak onaylamaktadır. 
1991’de yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikan halkının %75’i ABD’nin dünya jandarması olmasına karşı çıkarken, sadece %21’i bu görüşü desteklemiş  tir. 58 Buna karşılık, ortaya çıkan dış politika krizlerinde Amerikan kamuoyunun ağırlıklı olarak başkanın arkasında yer aldığını görüyoruz. 

Bu konuda yapılmış kamuoyu anketleri bize sağlam veriler sunmaktadır: Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra, Çöl Fırtınası Harekâtı’na verilen destek %80 idi.59 Başkan George H. W. Bush’a Kuveyt’in kurtarılmasıyla verilen destek %89’a çıktı.60 Panama’da bu oran %74 idi.61 Saddam Hüseyin’i devirme operasyonu öncesi yapılmış olan kamuoyu anketinde Amerikalıların %75’i Başkan Bush’u arkasında yer aldı.62 Başkana verilen kamuoyu desteği konusunda düşük kalan tek kriz, ABD’nin ulusal çıkarları açısından birincil öneme sahip olmayan Kosova operasyonuydu. NATO’nun öncülüğünde 1999’da yapılan bu operasyona verilen destek %52’ydi.63 

Ülkedeki medyanın da kriz ve çatışma ortamlarının başkanların popülerliğini yükselmesine katkı sağladığını görüyoruz. Nitekim ABD’nin 1986 yılında Libya lideri Kaddafi’ye yönelik saldırısının saati ABD’de televizyonun en çok izlendiği akşam saatlerine denk getirilmiştir.64 

Tüm bunların sonucunda, dış politika krizleri ve ardından gelen müdahaleler, Amerikan kamuoyunun kanıksadığı olaylar haline gelmiştir. Yaratılan bu dış 
politik kültür ortamında, Amerikan kamuoyu Fidel Castro, Saddam Hüseyin gibi dış düşmanlarla savaşmaya alıştırılmıştır. Amerikan dış politik kültüründe, dış düşmanların kişiselleştirilmesi önemli bir yer tutar. ABD’nin sıcak çatışma içerisine girdiği ülkelerin demokratik olmaması ve liderlerin dış politika alanında 
kötü bir sicile sahip olması Amerikan başkanlarının kamuoyundan destek almasını kolaylaştırmaktadır. Böylelikle, iç kamuoyu ve dünya kamuoyu ABD’nin 
dünyayı tiranlardan temizleme misyonu edindiğine alıştırılmıştır. 

Bu kişiselleştirmelerin bir diğer amacı da, iç kamuoyuna ABD’nin varlığına yönelik sürekli düşmanların bulunduğuna dair bir mesaj vermektir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2

Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2



Ancak ABD böyle bir role yanaşmadı; çünkü aksi takdirde şngiltere’ye bir şekilde bağımlı olacaktı. Çünkü ABD gereğinde Fransa, İspanya, Rusya gibi Avrupalı 
güçleri de İngiltere’ye karşı kullanabilmeliydi. Monroe Doktrini’nde söz konusu olan İspanya’nın Latin Amerika’daki sömürgeleriydi; fakat İspanya’nın 
buraları kaybedeceği anlaşılınca, ortaya çıkan güç boşluğunun İngiltere veya Rusya tarafından doldurulmasının önlenmesi ABD’nin başlıca amacı haline geldi.14 

Amerika’yı yönetenlerin Kuzey Amerika’yı sahiplenme arzularının felsefi temeli gittikçe derinleşmekteydi. Bu derinleşme, kendisini “Açık Yazgı” 
(Manifest Destiny) olarak bilinen siyasal felsefede göstermiştir. Açık Yazgı anlayışı, ilk olarak gazeteci John O. Sullivan tarafından ortaya atılmıştır. 
Bu anlayışa göre, ABD bulunduğu kıtada çok doğal bir yayılma hakkına sahipti ve ABD’ye bu hakkı veren bizzat Tanrı idi. Dolayısıyla, bu hakkı ABD’nin elinden almaya çalışmak, Tanrıya karşı gelmekle eş anlamlıydı.15 

Bu düşüncenin temsilcileri, bununla yetinmeyip Tanrı’nın ABD’yi aynı zamanda dünyanın geri kalan yerlerini de özgürleştirmesi için görevlendirdiğine 
inanmaktaydı. Bu dünya görüşü, sürekli artış gösteren Amerikan nüfusunun kıtada yayılması için uygun bir ortam hazırladı. 
Amerikan dış politikasının gelişimini irdelerken, dış politikasının gelişimi için kritik yılların 1865 ile 1900 yılları arasında olduğunu belirtmek gerekir. 

Çünkü bu zaman dilimi, sanayileşme ile birlikte ABD’nin ekonomik bir güç statüsüne yükseldiği yıllardır. Her şeyden önce, Amerikan İç Savaşı (1861–1865) Andrew Carnegie, John D. Rockefeller gibi Amerikan kapitalizminin sembol isimlerinin güçlenerek çıkmasına ve dolayısıyla da Amerikan ekonomisinin büyük bir atılım yapmasıyla sonuçlandı. Nitekim 1886’da Amerikan şngilizcesi’ne kapitalizm sözcüğünün de girdiğini görüyoruz.16 Bu zaman dilimi içersinde ülkenin nüfusu ikiye katlanarak 71 milyona çıkmış, ülkenin toplam üretimi de İngiltere’yi geride bırakmıştır.17 ABD’nin 1865 ile 1898 arasındaki ihracatı da büyük bir ivme kaydederek 281 milyon dolardan 1,2 milyar dolara çıkmıştır.18 ABD’nin ekonomik bakımından ölçek değiştirmesine paralel olarak, ülkedeki kamuoyu elitleri arasında daha etkili bir dış politika izlenmesi yönündeki eŞilimler güçlenmiştir. Nitekim The New Republic dergisinin kurucusu Herbert Croly, yeni bir dış politika geleneğine öncülük etmiştir.19 “şlerici emperyalizm” (progressive imperialism) olarak tanımlanan bu gelenek, ABD’nin diğer devletlere karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenmeye hakkı olduğuna inanmaktaydı. Gerçekten de, ABD’yi kuranların sahip oldukları dünya görüşünün, ABD’nin güçlenen ekonomisi ile birleşmesi ilerici emperyalizm olarak adlandırılan bir dış politika geleneğinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu politikanın oluşumunda Alfred T. Mahan’ın da büyük etkisi olmuştur. Mahan, Roma şmparatorluğu’ndan etkilenmiş bir askeri stratejisyendi ve geliştirdiği “ Deniz Gücü Teorisi ” ile ABD’de büyük yankı uyandırmıştı.20 Mahan’a göre ABD bir deniz gücü olmak zorundaydı; çünkü Amerikan sanayisinin üretim fazlasına yeni pazarlar bulunması gerekiyordu. Mahan bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetliyordu:”Ben bir emperyalistim; çünkü yalnızcı değilim.”21 ABD’nin ekonomik yükselişinin, Mahan örneğinde görüldüğü gibi düşünce elitlerini ve başta William McKinley ve Theodore Roosevelt olmak üzere Amerikan başkanlarını yönlendirdiŞini görüyoruz. 

Bütün bunlar, ABD’nin kendi çevresini doğal bir yayılım alanı olarak algılamasıyla sonuçlanmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak şspanya’ya baŞlı bir sömürge 
olan Porto Riko askeri müdahale ile 1898’de İspanya’nın elinden alınmıştır. 

Fakat ABD’nin dış ilişkileri açısından asıl önemli olan 1898 yılındaki ABD İspanya  savaşıdır. Küba nedeniyle çıkan bu savaş Amerikan dış politikasının gelişimine dönüm noktası niteliğinde bir etki yapmıştır. Çünkü İspanya’nın yenilgiye 
uğratılması ister istemez ABD’yi geriye dönüşü olmayan bir biçimde büyük güçler arasına sokmuştur. Çünkü uluslararası politikada dünya gücü statüsüne 
yükselen bir güç kolay kolay bu konumundan feragat edemez. 

Bu zaferle birlikte., 

ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücü, siyasi güce dönüştürmesi gerektiğine dair inanç, kamuoyunda ağırlık kazanmıştır. Bu savaş ilerici emperyalizm akımının 
Amerikan dış politikasının kimliğinin değişmesinde nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Bir Amerikalı tarihçiye göre, böyle bir zafer Amerikalıların tutkularına ve arzularına ivme kazandırdı.22 ABD başkanları da bu duruma uyum sağlamakta gecikmedi. Nitekim Başkan William McKinley Amerikan başkanlarının savaş zamanındaki başkomutanlık yetkilerini Kongre’nin izni olmadan artırdı ve bu durum ileriki başkanlar için örnek oluşturdu.23 Buna paralel olarak da kamuoyunda güçlü başkan imajının doğmakta olduğunu görüyoruz. Zaten ulusal güvenlik bürokrasisi de buna uygun olarak gücünü artırmaya başlamıştır. 1890’da Deniz Kuvvetlerindeki üst düzey askeri yetkililer, ABD’nin Kuzey Amerika’yı Avrupalı güçlerden korumak için gücünü mutlaka artırması gerektiŞi inancındaydı.24 
ABD’nin kendi çevresini doğal yayılma alanı görmesinin bir diğer örneğini Hawai’nin ilhak edilmesinde görüyoruz. McKinley ABD’nin en az California’ya ihtiyacı olduğu kadar Hawai’ye ihtiyacı olduğunu belirtmekten geri kalmıyordu.25 

Bilindiği gibi, küresel politika izleyen büyük güçler çıkarlarını kendi asgari güvenlik gereksinmelerinin üstünde belirleme ayrıcalıŞına sahiptir. ABD de bu 
konuda bir kural dışılık teşkil etmedi. Sahip olduğu kaynaklardan dolayı bu ülkenin büyük güç olmaktan kaçınamadığını ve ona uygun davrandığı görüyoruz. 
ABD’nin artan ekonomik gücüne paralel olarak başta Asya olmak üzere küresel ekonomik çıkarları önem kazanmıştır. Çünkü ABD’nin sanayileşmesine bir sonucu olarak, ülkenin ihtiyaçlarının ötesinde bir sermaye fazlasının ortaya çıkmıştı.26 
Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, Çin üzerindeki ekonomik nüfuz mücadelesine ABD de dâhil olmuştur. Nitekim McKinley dönemi Dışişleri Bakanı 
John Hay, XX. yüzyılın başında Amerikan dış politikasının geleceğinin Çin’de olduğu şeklinde bir hedef belirliyordu.27 Bu doğrultuda ABD’nin Çin’deki çıkarlarını korumak için Filipinlerde sağlam bir köprübaşı elde etme isteği Amerikan başkanı olan McKinley tarafından benimsendi ve McKinley Amerikan birliklerini ilk defa Batı Yarıküre dışarısına yolladı. Bu yüzden, Amerikalı tarihçi William Appleman Williams “Açık Yazgının” XX. Yüzyıldaki şeklinin hem laik hem de dini unsurlar içerdiğinin altını çizmekte çok haklıdır.28 

McKinley’in halefi Theodore Roosevelt de ilerici emperyalizm akımının oluşumunda ve güçlenmesinde etkin bir rol oynamış ve ABD’nin dünya gücü seviyesine yükselmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Başkan Roosevelt ABD’nin bölgede jandarmalık görevi üstlenmesi gerektiğine inanıyordu.29 Nitekim 1903’te ABD’de ilk defa genelkurmay başkanlığının kurulduğunu görüyoruz.30 Roosevelt Kongre’yi oldukça hantal buluyor ve başkanın dış politikadaki belirleyiciliğinin daha da artmasını istiyordu. Roosevelt ile birlikte ABD reelpolitik anlamında gerçek bir dış politika kimliği kazanmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla, Roosevelt’in saldırgan dış politikası güçlü bir başkan ortaya çıkarmış, aynı şekilde güçlü bir başkanın ortaya çıkışı daha saldırgan bir dış politikayı beraberinde getirmiştir.31 
Böylelikle, ABD Monroe Doktrini ile dış ilişkilerinde benimsediği çizgiyi yavaş yavaş aşmaya başlamıştır. 
Bu durum kendisini özellikle Latin Amerika’da göstermiştir. Monroe Doktrini’nin ihtiyatlı çizgisine karşılık, Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik güçle 
Latin Amerika’yı nüfuz sahasına dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.32 

Theodore Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücün ABD’nin siyasi anlamda da bir dünya gücü olmasını ister istemez zorunlu kıldığını ve bundan 
vazgeçmenin ABD’nin aleyhine olacağının idrakine varmıştı. Bu bakımdan şu gerçeğin altını çizmek gerekir ki hangi geleneklerin etkisinde kalırsa kalsın bir 
ülkenin sahip olduğu dış politika potansiyeli, o ülkenin daha aktif bir dış politika izlemesi için gereken karar alıcıları zaman içerisinde yaratmaktadır. Dolayısıyla 
hiçbir başkan büyük güç olma statüsünden kolay kolay geri adım atmak istememiştir. Walter McDougall’a göre bu eylemlerden hiçbiri Amerikan halkından ve Kongre’den tepki almadı. Çünkü zaman içerisinde emperyalizm Amerikan dış politikasının çoktan kabul edilmiş bir geleneği haline gelmiş; hatta eski geleneklerin doğal bir ifadesiydi.33 

Woodrow Wilson ile birlikte Amerikan dış politikası farklı bir yön izlemeye başlamıştır. Artan gücü dolayısıyla ABD’nin Roosevelt çizgisine devam etmesi 
daha akla yatkındı. Buna karşın ABD, Woodrow Wilson gibi uluslararası ilişkiler düşüncesinin gelişimi açısından idealizme katkı sağlayan bir devlet adamını kendi içerisinden çıkarmayı başarmıştır. Wilson kendisinden önceki önemli sayıda insan gibi Amerikan topraklarının ve Amerikan ulusunun Tanrı tarafından seçilip görevlendirildiğini düşünüyordu.34 

Bu yüzden de Amerikan kıtaları söz konusu olduğu zaman, Amerikan müdahaleciliğinde bir değişme görülmemiştir. Bu doğrultuda Wilson Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. 

Wilson siyasal felsefe olarak ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin bu ülkeye dünyaya barışı getirmek için bir misyon yüklediğini düşünüyordu.35 Wilson’ın düşündüğü, ABD’nin sahip olduğu böyle bir birikimi insanlığın ortak yararı için kullanmasıydı; çünkü 
ona göre devletlerin çıkarları dünya uluslarının çıkarlarından geçmekteydi. 36 

Woodrow Wilson, inşa etmek istediği yeni uluslar arası düzenin merkezi olarak Milletler Cemiyeti’ni görmek istiyordu. Fakat tüm çabalarına karşın, Wilson 
ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini Kongre’ye kabul ettiremedi. Çünkü birçok Kongre üyesi için ABD’nin dünya işleriyle daha aktif biçimde ilgilenmesi 
doğru değildi. Onların gözünde, Bolşevik Devrimi’nden sonra Avrupa ile Rusya’nın bulunduğu coğrafya adeta zehir saçmaktaydı.37 Bu sonuçta Senatör 
Lodge’un başını çektiği bir grup senatörün Başkan Wilson’a olan kişisel düşmanlığı da önemli bir rol oynadı.38 Bütün bu gerçeklere karşın, ABD ağırlığını iyice artıran uluslar arası dinamiklerin ne zamana kadar dışında tutabilirdi? 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin bir dünya gücü olmasında dış çevre koşullarının önemli bir etkisi olmuştur. Avrupa’nın ekonomik durumu Amerikan 
ekonomisini etkiledikçe artık ABD için dünya işlerine kayıtsız kalmak iyice zorlaşmaktaydı. Çünkü Amerikan ekonomisinin büyümesinde Avrupa’nın 
azımsanamayacak bir payı vardı. I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupalı devletlerin ABD’ye 3,5 milyar dolardan fazla borcu bulunmaktaydı.39 

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile en üst noktaya çıkan karşılıklı bağımlılık etkeninin I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Amerikan dış politikasını ciddi biçimde 
etkilerinin olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, ABD ile Avrupa’nın ekonomik ve siyasi istikrarını birlikte düşünmek gerekiyordu. ABD’nin yalnızcılık politikasını 
sürdürmesinin ne kadar güç olduğu gözler önüne serilmekteydi. Her ne kadar, ABD Milletler Cemiyeti’ne girmemiş olsa da, iki savaş arası dönemde kendisini 
dünya sorunlarından soyutlamayı başaramamıştır. ABD’nin Briand-Kellogg Paktı’na öncülük etmesi ve Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı’na katılması bu gerçeğin göstergeleridir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD yalnızcılığının gerçek anlamda sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. 

ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan, Pearl Harbour saldırısı da Amerikan dış politikası açısından dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Pearl 
Harbour ile birlikte ABD’nin savaşa girmesi bir çıkardan çok bir ilke sorunu haline gelmiştir. Pearl Harbour sonrasında Nazi Almanyası’nın ABD’ye savaş ilan 
etmesi, Amerikan dış politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. Savaştan sonra Başkan Franklin Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull yeni bir dünya kurma 
arzusuna girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerin merkezi olarak New York’un seçilmiş olması bunun en iyi göstergelerinden biridir. Avrupa’ya yönelik Marshall 
Planı’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra devreye sokulması ABD ile Avrupa arasındaki karşılıklı bağımlılığın tekrar altının çizilmesi bakımından önemliydi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Marshall Planı ile ilgili 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasında, ABD’nin refahının Avrupa’da büyüyen bir ekonomiye bağlı olduğunun altını çiziyordu.40 

ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı oluşturulmuş koalisyona önderlik edip, onu zafere ulaştırması kendi kamuoyu ve dünya kamuoyu 
nezdinde ABD’nin belli bir misyonu olduğu inancını kuvvetlendirmiştir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası içerisinde bir güç boşluğunun 
belirmiş olması, ABD’nin bir daha terk etmemecesine dünya siyasetine etkin katılımına ortam hazırlamıştır. ABD’nin sahip olduğu ve daha önceki hiçbir küresel güce benzemeyen siyasal gelişimi, farklı dış politika sentezlerinin oluşumuna hizmet etmiştir. Wilsoncu idealizmin Soğuk Savaş ile etkileşime girmesi küresel iyilikseverlik (global meliorism) denilen dış politika akımını oluşturmuştur. 

Bu akımın savunucularına göre, dış politika uzun vadeli bir inşa faaliyetidir ve ABD bunu ancak bir bölgede yaşayan halkların çıkarlarını gözeterek sosyo ekonomik boyutlu araçlarla gerçekleştirebilir. Bu sentezin oluşumunda dış dünyadan gelen etki ve baskıların büyük etkisi olmuştur. Bu anlayış daha çok Demokratlar tarafından savunula gelmiştir. Bu anlayışa zaman zaman “yumuşak emperyalizm” de denmektedir.41 

Avrupalı güçlerin ABD’nin dünya politikasına girişine ortam hazırladığını rahatlıkla görmek mümkündür. Amerika kıtalarına yönelik Avrupa’dan gelen 
etkiler olmasaydı, Amerikan dış politikası daha uzun süreler yalnızcı kalmaya mahkûmdu Bu yüzden, ortaya çıkan tabloda Avrupalı güçlerin nüfuz politikalarının kışkırtıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun sonucunda da, “Açık Yazgı” ve Monroe Doktrini, bu ülkenin artan gücü ile birlikte yerini bölgesel yayılmacılığa dönüştü. Aynı zamanda ABD’nin sahip olduğu siyasal felsefe, dış politikasının farklı yönlere çekilmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. 

ABD’nin ekonomik açıdan güçlenmesi, bu devletin reelpolitikçi davranarak dünya siyaseti izlemesine ortam hazırlamıştır. Ekonomik ölçütler bakımından 
geçen yüzyılın başında yeryüzünün en sanayileşmiş ülkesi haline gelen ABD bu ekonomik verileri dış politikasına yansıtmaktan ne kadar kaçınabilirdi? Çünkü 
güçlü bir devlet olarak ayakta kalabilmek, mevcut uluslararası politikanın işleyiş mantığına uyum sağlamaktan geçiyordu. Bu yüzden, Theodore Rooosevelt’in 
sahip olduğu dış politika vizyonu ABD’nin kapısını çalmakta fazla gecikmemiştir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***