Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü. BÖLÜM 2
Ancak ABD böyle bir role yanaşmadı; çünkü aksi takdirde şngiltere’ye bir şekilde bağımlı olacaktı. Çünkü ABD gereğinde Fransa, İspanya, Rusya gibi Avrupalı
güçleri de İngiltere’ye karşı kullanabilmeliydi. Monroe Doktrini’nde söz konusu olan İspanya’nın Latin Amerika’daki sömürgeleriydi; fakat İspanya’nın
buraları kaybedeceği anlaşılınca, ortaya çıkan güç boşluğunun İngiltere veya Rusya tarafından doldurulmasının önlenmesi ABD’nin başlıca amacı haline geldi.14
Amerika’yı yönetenlerin Kuzey Amerika’yı sahiplenme arzularının felsefi temeli gittikçe derinleşmekteydi. Bu derinleşme, kendisini “Açık Yazgı”
(Manifest Destiny) olarak bilinen siyasal felsefede göstermiştir. Açık Yazgı anlayışı, ilk olarak gazeteci John O. Sullivan tarafından ortaya atılmıştır.
Bu anlayışa göre, ABD bulunduğu kıtada çok doğal bir yayılma hakkına sahipti ve ABD’ye bu hakkı veren bizzat Tanrı idi. Dolayısıyla, bu hakkı ABD’nin elinden almaya çalışmak, Tanrıya karşı gelmekle eş anlamlıydı.15
Bu düşüncenin temsilcileri, bununla yetinmeyip Tanrı’nın ABD’yi aynı zamanda dünyanın geri kalan yerlerini de özgürleştirmesi için görevlendirdiğine
inanmaktaydı. Bu dünya görüşü, sürekli artış gösteren Amerikan nüfusunun kıtada yayılması için uygun bir ortam hazırladı.
Amerikan dış politikasının gelişimini irdelerken, dış politikasının gelişimi için kritik yılların 1865 ile 1900 yılları arasında olduğunu belirtmek gerekir.
Çünkü bu zaman dilimi, sanayileşme ile birlikte ABD’nin ekonomik bir güç statüsüne yükseldiği yıllardır. Her şeyden önce, Amerikan İç Savaşı (1861–1865) Andrew Carnegie, John D. Rockefeller gibi Amerikan kapitalizminin sembol isimlerinin güçlenerek çıkmasına ve dolayısıyla da Amerikan ekonomisinin büyük bir atılım yapmasıyla sonuçlandı. Nitekim 1886’da Amerikan şngilizcesi’ne kapitalizm sözcüğünün de girdiğini görüyoruz.16 Bu zaman dilimi içersinde ülkenin nüfusu ikiye katlanarak 71 milyona çıkmış, ülkenin toplam üretimi de İngiltere’yi geride bırakmıştır.17 ABD’nin 1865 ile 1898 arasındaki ihracatı da büyük bir ivme kaydederek 281 milyon dolardan 1,2 milyar dolara çıkmıştır.18 ABD’nin ekonomik bakımından ölçek değiştirmesine paralel olarak, ülkedeki kamuoyu elitleri arasında daha etkili bir dış politika izlenmesi yönündeki eŞilimler güçlenmiştir. Nitekim The New Republic dergisinin kurucusu Herbert Croly, yeni bir dış politika geleneğine öncülük etmiştir.19 “şlerici emperyalizm” (progressive imperialism) olarak tanımlanan bu gelenek, ABD’nin diğer devletlere karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenmeye hakkı olduğuna inanmaktaydı. Gerçekten de, ABD’yi kuranların sahip oldukları dünya görüşünün, ABD’nin güçlenen ekonomisi ile birleşmesi ilerici emperyalizm olarak adlandırılan bir dış politika geleneğinin oluşumuna zemin hazırlamıştır. Bu politikanın oluşumunda Alfred T. Mahan’ın da büyük etkisi olmuştur. Mahan, Roma şmparatorluğu’ndan etkilenmiş bir askeri stratejisyendi ve geliştirdiği “ Deniz Gücü Teorisi ” ile ABD’de büyük yankı uyandırmıştı.20 Mahan’a göre ABD bir deniz gücü olmak zorundaydı; çünkü Amerikan sanayisinin üretim fazlasına yeni pazarlar bulunması gerekiyordu. Mahan bu konudaki görüşlerini şu şekilde özetliyordu:”Ben bir emperyalistim; çünkü yalnızcı değilim.”21 ABD’nin ekonomik yükselişinin, Mahan örneğinde görüldüğü gibi düşünce elitlerini ve başta William McKinley ve Theodore Roosevelt olmak üzere Amerikan başkanlarını yönlendirdiŞini görüyoruz.
Bütün bunlar, ABD’nin kendi çevresini doğal bir yayılım alanı olarak algılamasıyla sonuçlanmıştır. Bu doğrultuda ilk olarak şspanya’ya baŞlı bir sömürge
olan Porto Riko askeri müdahale ile 1898’de İspanya’nın elinden alınmıştır.
Fakat ABD’nin dış ilişkileri açısından asıl önemli olan 1898 yılındaki ABD İspanya savaşıdır. Küba nedeniyle çıkan bu savaş Amerikan dış politikasının gelişimine dönüm noktası niteliğinde bir etki yapmıştır. Çünkü İspanya’nın yenilgiye
uğratılması ister istemez ABD’yi geriye dönüşü olmayan bir biçimde büyük güçler arasına sokmuştur. Çünkü uluslararası politikada dünya gücü statüsüne
yükselen bir güç kolay kolay bu konumundan feragat edemez.
Bu zaferle birlikte.,
ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücü, siyasi güce dönüştürmesi gerektiğine dair inanç, kamuoyunda ağırlık kazanmıştır. Bu savaş ilerici emperyalizm akımının
Amerikan dış politikasının kimliğinin değişmesinde nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Bir Amerikalı tarihçiye göre, böyle bir zafer Amerikalıların tutkularına ve arzularına ivme kazandırdı.22 ABD başkanları da bu duruma uyum sağlamakta gecikmedi. Nitekim Başkan William McKinley Amerikan başkanlarının savaş zamanındaki başkomutanlık yetkilerini Kongre’nin izni olmadan artırdı ve bu durum ileriki başkanlar için örnek oluşturdu.23 Buna paralel olarak da kamuoyunda güçlü başkan imajının doğmakta olduğunu görüyoruz. Zaten ulusal güvenlik bürokrasisi de buna uygun olarak gücünü artırmaya başlamıştır. 1890’da Deniz Kuvvetlerindeki üst düzey askeri yetkililer, ABD’nin Kuzey Amerika’yı Avrupalı güçlerden korumak için gücünü mutlaka artırması gerektiŞi inancındaydı.24
ABD’nin kendi çevresini doğal yayılma alanı görmesinin bir diğer örneğini Hawai’nin ilhak edilmesinde görüyoruz. McKinley ABD’nin en az California’ya ihtiyacı olduğu kadar Hawai’ye ihtiyacı olduğunu belirtmekten geri kalmıyordu.25
Bilindiği gibi, küresel politika izleyen büyük güçler çıkarlarını kendi asgari güvenlik gereksinmelerinin üstünde belirleme ayrıcalıŞına sahiptir. ABD de bu
konuda bir kural dışılık teşkil etmedi. Sahip olduğu kaynaklardan dolayı bu ülkenin büyük güç olmaktan kaçınamadığını ve ona uygun davrandığı görüyoruz.
ABD’nin artan ekonomik gücüne paralel olarak başta Asya olmak üzere küresel ekonomik çıkarları önem kazanmıştır. Çünkü ABD’nin sanayileşmesine bir sonucu olarak, ülkenin ihtiyaçlarının ötesinde bir sermaye fazlasının ortaya çıkmıştı.26
Bu anlayışın doğal bir sonucu olarak, Çin üzerindeki ekonomik nüfuz mücadelesine ABD de dâhil olmuştur. Nitekim McKinley dönemi Dışişleri Bakanı
John Hay, XX. yüzyılın başında Amerikan dış politikasının geleceğinin Çin’de olduğu şeklinde bir hedef belirliyordu.27 Bu doğrultuda ABD’nin Çin’deki çıkarlarını korumak için Filipinlerde sağlam bir köprübaşı elde etme isteği Amerikan başkanı olan McKinley tarafından benimsendi ve McKinley Amerikan birliklerini ilk defa Batı Yarıküre dışarısına yolladı. Bu yüzden, Amerikalı tarihçi William Appleman Williams “Açık Yazgının” XX. Yüzyıldaki şeklinin hem laik hem de dini unsurlar içerdiğinin altını çizmekte çok haklıdır.28
McKinley’in halefi Theodore Roosevelt de ilerici emperyalizm akımının oluşumunda ve güçlenmesinde etkin bir rol oynamış ve ABD’nin dünya gücü seviyesine yükselmesinde önemli pay sahibi olmuştur. Başkan Roosevelt ABD’nin bölgede jandarmalık görevi üstlenmesi gerektiğine inanıyordu.29 Nitekim 1903’te ABD’de ilk defa genelkurmay başkanlığının kurulduğunu görüyoruz.30 Roosevelt Kongre’yi oldukça hantal buluyor ve başkanın dış politikadaki belirleyiciliğinin daha da artmasını istiyordu. Roosevelt ile birlikte ABD reelpolitik anlamında gerçek bir dış politika kimliği kazanmaya başladığını görüyoruz. Dolayısıyla, Roosevelt’in saldırgan dış politikası güçlü bir başkan ortaya çıkarmış, aynı şekilde güçlü bir başkanın ortaya çıkışı daha saldırgan bir dış politikayı beraberinde getirmiştir.31
Böylelikle, ABD Monroe Doktrini ile dış ilişkilerinde benimsediği çizgiyi yavaş yavaş aşmaya başlamıştır.
Bu durum kendisini özellikle Latin Amerika’da göstermiştir. Monroe Doktrini’nin ihtiyatlı çizgisine karşılık, Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik güçle
Latin Amerika’yı nüfuz sahasına dönüştürmeyi amaçlamaktaydı.32
Theodore Roosevelt ABD’nin sahip olduğu ekonomik gücün ABD’nin siyasi anlamda da bir dünya gücü olmasını ister istemez zorunlu kıldığını ve bundan
vazgeçmenin ABD’nin aleyhine olacağının idrakine varmıştı. Bu bakımdan şu gerçeğin altını çizmek gerekir ki hangi geleneklerin etkisinde kalırsa kalsın bir
ülkenin sahip olduğu dış politika potansiyeli, o ülkenin daha aktif bir dış politika izlemesi için gereken karar alıcıları zaman içerisinde yaratmaktadır. Dolayısıyla
hiçbir başkan büyük güç olma statüsünden kolay kolay geri adım atmak istememiştir. Walter McDougall’a göre bu eylemlerden hiçbiri Amerikan halkından ve Kongre’den tepki almadı. Çünkü zaman içerisinde emperyalizm Amerikan dış politikasının çoktan kabul edilmiş bir geleneği haline gelmiş; hatta eski geleneklerin doğal bir ifadesiydi.33
Woodrow Wilson ile birlikte Amerikan dış politikası farklı bir yön izlemeye başlamıştır. Artan gücü dolayısıyla ABD’nin Roosevelt çizgisine devam etmesi
daha akla yatkındı. Buna karşın ABD, Woodrow Wilson gibi uluslararası ilişkiler düşüncesinin gelişimi açısından idealizme katkı sağlayan bir devlet adamını kendi içerisinden çıkarmayı başarmıştır. Wilson kendisinden önceki önemli sayıda insan gibi Amerikan topraklarının ve Amerikan ulusunun Tanrı tarafından seçilip görevlendirildiğini düşünüyordu.34
Bu yüzden de Amerikan kıtaları söz konusu olduğu zaman, Amerikan müdahaleciliğinde bir değişme görülmemiştir. Bu doğrultuda Wilson Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir.
Wilson siyasal felsefe olarak ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin bu ülkeye dünyaya barışı getirmek için bir misyon yüklediğini düşünüyordu.35 Wilson’ın düşündüğü, ABD’nin sahip olduğu böyle bir birikimi insanlığın ortak yararı için kullanmasıydı; çünkü
ona göre devletlerin çıkarları dünya uluslarının çıkarlarından geçmekteydi. 36
Woodrow Wilson, inşa etmek istediği yeni uluslar arası düzenin merkezi olarak Milletler Cemiyeti’ni görmek istiyordu. Fakat tüm çabalarına karşın, Wilson
ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne girmesini Kongre’ye kabul ettiremedi. Çünkü birçok Kongre üyesi için ABD’nin dünya işleriyle daha aktif biçimde ilgilenmesi
doğru değildi. Onların gözünde, Bolşevik Devrimi’nden sonra Avrupa ile Rusya’nın bulunduğu coğrafya adeta zehir saçmaktaydı.37 Bu sonuçta Senatör
Lodge’un başını çektiği bir grup senatörün Başkan Wilson’a olan kişisel düşmanlığı da önemli bir rol oynadı.38 Bütün bu gerçeklere karşın, ABD ağırlığını iyice artıran uluslar arası dinamiklerin ne zamana kadar dışında tutabilirdi?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin bir dünya gücü olmasında dış çevre koşullarının önemli bir etkisi olmuştur. Avrupa’nın ekonomik durumu Amerikan
ekonomisini etkiledikçe artık ABD için dünya işlerine kayıtsız kalmak iyice zorlaşmaktaydı. Çünkü Amerikan ekonomisinin büyümesinde Avrupa’nın
azımsanamayacak bir payı vardı. I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupalı devletlerin ABD’ye 3,5 milyar dolardan fazla borcu bulunmaktaydı.39
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı ile en üst noktaya çıkan karşılıklı bağımlılık etkeninin I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Amerikan dış politikasını ciddi biçimde
etkilerinin olduğunu görüyoruz. Bu nedenle, ABD ile Avrupa’nın ekonomik ve siyasi istikrarını birlikte düşünmek gerekiyordu. ABD’nin yalnızcılık politikasını
sürdürmesinin ne kadar güç olduğu gözler önüne serilmekteydi. Her ne kadar, ABD Milletler Cemiyeti’ne girmemiş olsa da, iki savaş arası dönemde kendisini
dünya sorunlarından soyutlamayı başaramamıştır. ABD’nin Briand-Kellogg Paktı’na öncülük etmesi ve Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı’na katılması bu gerçeğin göstergeleridir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD yalnızcılığının gerçek anlamda sürdürülmesini olanaksız kılmıştır.
ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan, Pearl Harbour saldırısı da Amerikan dış politikası açısından dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Pearl
Harbour ile birlikte ABD’nin savaşa girmesi bir çıkardan çok bir ilke sorunu haline gelmiştir. Pearl Harbour sonrasında Nazi Almanyası’nın ABD’ye savaş ilan
etmesi, Amerikan dış politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. Savaştan sonra Başkan Franklin Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull yeni bir dünya kurma
arzusuna girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerin merkezi olarak New York’un seçilmiş olması bunun en iyi göstergelerinden biridir. Avrupa’ya yönelik Marshall
Planı’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra devreye sokulması ABD ile Avrupa arasındaki karşılıklı bağımlılığın tekrar altının çizilmesi bakımından önemliydi. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, Marshall Planı ile ilgili 1947’de Harvard Üniversitesi’nde yaptığı ünlü konuşmasında, ABD’nin refahının Avrupa’da büyüyen bir ekonomiye bağlı olduğunun altını çiziyordu.40
ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’na karşı oluşturulmuş koalisyona önderlik edip, onu zafere ulaştırması kendi kamuoyu ve dünya kamuoyu
nezdinde ABD’nin belli bir misyonu olduğu inancını kuvvetlendirmiştir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı dünyası içerisinde bir güç boşluğunun
belirmiş olması, ABD’nin bir daha terk etmemecesine dünya siyasetine etkin katılımına ortam hazırlamıştır. ABD’nin sahip olduğu ve daha önceki hiçbir küresel güce benzemeyen siyasal gelişimi, farklı dış politika sentezlerinin oluşumuna hizmet etmiştir. Wilsoncu idealizmin Soğuk Savaş ile etkileşime girmesi küresel iyilikseverlik (global meliorism) denilen dış politika akımını oluşturmuştur.
Bu akımın savunucularına göre, dış politika uzun vadeli bir inşa faaliyetidir ve ABD bunu ancak bir bölgede yaşayan halkların çıkarlarını gözeterek sosyo ekonomik boyutlu araçlarla gerçekleştirebilir. Bu sentezin oluşumunda dış dünyadan gelen etki ve baskıların büyük etkisi olmuştur. Bu anlayış daha çok Demokratlar tarafından savunula gelmiştir. Bu anlayışa zaman zaman “yumuşak emperyalizm” de denmektedir.41
Avrupalı güçlerin ABD’nin dünya politikasına girişine ortam hazırladığını rahatlıkla görmek mümkündür. Amerika kıtalarına yönelik Avrupa’dan gelen
etkiler olmasaydı, Amerikan dış politikası daha uzun süreler yalnızcı kalmaya mahkûmdu Bu yüzden, ortaya çıkan tabloda Avrupalı güçlerin nüfuz politikalarının kışkırtıcı etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun sonucunda da, “Açık Yazgı” ve Monroe Doktrini, bu ülkenin artan gücü ile birlikte yerini bölgesel yayılmacılığa dönüştü. Aynı zamanda ABD’nin sahip olduğu siyasal felsefe, dış politikasının farklı yönlere çekilmesi için uygun bir ortam yaratmıştır.
ABD’nin ekonomik açıdan güçlenmesi, bu devletin reelpolitikçi davranarak dünya siyaseti izlemesine ortam hazırlamıştır. Ekonomik ölçütler bakımından
geçen yüzyılın başında yeryüzünün en sanayileşmiş ülkesi haline gelen ABD bu ekonomik verileri dış politikasına yansıtmaktan ne kadar kaçınabilirdi? Çünkü
güçlü bir devlet olarak ayakta kalabilmek, mevcut uluslararası politikanın işleyiş mantığına uyum sağlamaktan geçiyordu. Bu yüzden, Theodore Rooosevelt’in
sahip olduğu dış politika vizyonu ABD’nin kapısını çalmakta fazla gecikmemiştir.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder