Taliban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Taliban etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Kasım 2020 Perşembe

AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ.

 AFGANİSTANDA BARIŞ MÜMKÜN MÜ. 

Esedullah Oğuz,İran, Pakistan,Türkiye,Afganistan,Taliban,Hamid Karzai,11 Eylül 2001 olayları,Barış Mümkünmü,

AFGANİSTAN’DA BARIŞ MÜMKÜN MÜ? 
Esedullah Oğuz.*
*AFGANİSTAN VE ORTA ASYA UZMANI.,
EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 
YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 


24 ARALIK 1979 TARİHİNDE KABİL RADYOSUNUN TOK SESLİ SPİKERİ ŞÖYLE DİYORDU: “ GECE IŞIKLARINIZI YAKMAYIN, PERDELERİNİZİ
KAPATIN VE SOKAĞA ÇIKMAYIN…”

 Başlıktaki soruya yanıt vermeden önce gelin isterseniz, bundan tam 37 yıl önce milyonlarca Afgan gibi beni de doğup büyüdüğüm ülkeyi terk etmeye zorlayan olayı anımsayalım. Beni doğduğum toprakları terk edip önce İran, Pakistan, sonra Türkiye ve en sonunda da Almanya’ya sürükleyen macera bir radyo anonsu ile başlamıştır. 24 Aralık 1979 tarihinde Kabil radyosunun tok sesli spikeri şöyle diyordu: “Gece ışıklarınızı yakmayın, perdelerinizi kapatın ve sokağa çıkmayın…”

11 Yaşında bir çocuk olarak o sırada bu sözlerin anlamını pek kavrayamamıştım. Ama ertesi gün sabahın ilk ışıklarıyla bisikletime atlayıp sokağa çıktığımda etrafta bir sürü yabancı asker vardı. Hepsi de sarışın, mavi gözlü ve açık tenliydi ve benim daha önce hiç duymadığım bir dilde konuşuyorlardı. 

 O sırada pek farkında değildim ama 10 yıl sürecek Sovyet işgali başlamıştı ve Afgan halkı işgalden sonra da on yıllarca sürecek olan ve etkileri halen devam eden bir çileye ve toplumsal kargaşaya sürükleniyordu.

    Aradan 40 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen Afganistan hâlâ barıştan, özellikle de herkesin özlemini çektiği kalıcı barıştan epey uzak görünmektedir. 
Başta başkent Kabil olmak üzere ülkenin belli başlı kentleri gün aşırı büyük çaplı patlamalarla sarsılırken; kırsal bölgelerin tamamına yakını Taliban ve IŞİD  yanlısı güçlerin elindedir. Ekonomi tamamen dışa bağımlı ve cumhurbaşkanından sıradan bir polis memuruna kadar Afgan devlet kademesindeki tüm görevlilerin maaşları ve diğer masrafları Batılı donörler tarafından karşılanmaktadır. Günde 2 dolara iş bulamayan Afgan vatandaşları, özellikle de gençerkekler iş, aş ve yeni bir yaşam için akın akın yurt dışına gitmektedir. Ve Avrupa’nın kapısına dayanan Afganlar, Suriyelilerden sonra ikinci büyük mülteci grubunu oluşturmaktadır.
    Peki, Afganistan nasıl oldu da bu hale geldi? 
Bu soruyu yanıtlamak için son 15 yıldaki gelişmeleri kısaca özetlemekte yarar var. 
Tüm dünyayı sarsan 11 Eylül 2001 olaylarından hemen sonra Ekim 2001’de Taliban iktidarının devrilmesini Afgan halkı büyük bir sevinçle karşılamıştır.
    Özellikle Aralık 2001’deki Bonn Konferansı’nda genel uzlaşı yoluyla Afganistan’da yeni bir yönetim oluşturulduktan sonra gerek Afgan gerekse dünya kamuoyunda, Afganistan’ın geleceği konusunda büyük umut oluşmuştur.
    Yeni devlet başkanı Hamid Karzai, karanlık günlerin geride kaldığını, Afganistan tarihinde temiz bir sayfanın açıldığını ve yeni bir dönemin başladığını ilan etmiştir.
    30 yılı aşkın bir süreden beri yurt dışında, özellikle ABD ve AB’de yaşayan Afganlar  akın akın eski ülkelerine dönmeye başlamıştır.
Batı’dan yüzlerce hükümet dışı yardım kuruluşu Kabil’de büro açıp çalışmalara başlamıştır. Yurt dışındaki Afgan kökenli işadamları yabancı ortaklarla Afganistan’da fabrika, GSM şirketleri, medya kuruluşları gibi büyük çaplı yatırımlar yapmışlar ve ülkede kısa sürde dikkate değer bir özel sektör oluşmuştur. 
   Yüzlerce tv ve radyo istasyonu, yüzlerce gazete ve dergi açılmış ve yayına başlamıştır. 2001-2005 arası Afgan halkı umut doluydu ve yeni yönetime tam destek verdi.
Ancak bu dönemde yeraltına çekilen Taliban yeniden toparlanmakla meşguldü.

O yıllarda ben de Nato danışmanı olarak Kabil’de görev yapıyordum ve eski ülkemdeki gelişmeleri herkes gibi büyük bir umut ve hevesle izliyordum.

Ülkede temiz bir sayfa açacağını söyleyen devlet başkanı Hamid Karzai tam da bu sırada vahim bir hata yapmıştır. Eski dönemde yol kesen, adam öldüren, fidye için insan kaçıran, kısacası her türlü yasadışı işe bulaşan savaş ağalarını, eski komutanları, aşiret reislerini ve uyuşturucu baronlarını kontrol altında tutmak için hükümete almış; kimisini bakan yapmış kimisini de vali, ordu komutanı, emniyet müdürü gibi önemli mevkilere getirmiştir.

    Ama maalesef evdeki hesap çarşıya uymamıştır.

Savaş lordları, eski komutanlar ve aşiret reisleri, eskiden yaptıkları yolsuzlukları bu kez devletin resmi yetkisini kullanarak yapmaya başlamıştır. 
  Mesela 1990’lı yıllarda insanları soyup soğana çeviren eski bir komutan, 2005’te Kabil emniyet müdürü olarak eski mesleğini bu kez daha sistematik 
bir şekilde sürdürmeye başlamış; başkentteki zengin ailelerden para almak için polis bünyesinde özel timler oluşturmuştur.

    Bu timler geceleri zenginlerin evlerine baskınlar yaparak veya onların çocuklarını kaçırarak komutanları için para toplamaya başlamıştır.
Aynı şekilde ordu generali olanı eski bir savaş lordu, yüklü meblağlar karşılığında ordu araçlarıyla uyuşturucu baronlarının mallarını taşımaya
başlamıştır. Kimse de bir generalin konvoyunu durdurmaya veya aramaya cesaret edemediği için mallar ülkenin bir ucundan diğer ucuna rahatlıkla 
taşınabilmiştir.
-Böylece 2005’ten itibaren Karzai hükümeti gözden düşmeye, umutların yerini karamsarlık almaya başlamıştır.
Ve ilginçtir ki; aynı yıl Taliban yeniden bir umut olarak ortaya çıkmış; Kabil yönetiminden hayal kırıklığı yaşayan sıradan Afganlar yeniden Taliban’a yönelmeye başlamıştıı. Bir Afgan taksici bu durum, o yıllarda şöyle açıklamıştır: “Taliban döneminde açtık, fakirdik, kimse bize yardım etmiyordu ama en azından güven vardı, kendimizi güvende hissediyorduk. Mesela Taliban iktidarında insanlar bir çuval parayla bir köyden diğerine rahatça gidebiliyordu.
Şu anda ise güpegündüz insanlar kaçırılıyor, kadınlar sokağa çıkmaya korkuyor ve polis dahil kimseye güvenimiz kalmadı.”
   Böylece Taliban birkaç yıl içinde Afganistan’da büyük bir güç ve halkın önemli bir kesimi için yeniden umut haline gelmiştir. Aslında Taliban’ın 
güçlenmesindeki en büyük etkenlerden biri, Kabil’de halkın güvenine layık güçlü bir hükümetin kurulamamış olmasıdır. Kabil’deki yöneticiler
ne kadar gözden düşerse ve ne kadar çok yolsuzluğa bulaşırsa, Taliban o kadar güçlenmiştir. Diğer bir deyişle, Taliban şu ana kadar Afgan yönetiminin beceriksizliğinden beslenmiştir. Yoksa Taliban’ın ortaçağı andıran düzenini Afgan halkının gözünde cazip kılan başka bir şey yoktur.

KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O KADAR GÜÇLENMİŞTİR.

   Taliban’ın güçlenmesinde ve popüler hale gelmesinde rol oynayan bir başka etken de NATO ve Amerikan güçlerinin üst üste yaptıkları hatalar ve 
uluslararası yardımların bir türlü ihtiyaç sahiplerine ulaşamamasıdır.
    Son 15 yılda sayıları 10 bine yaklaşan sivil Afgan, NATO ve Amerikan hava saldırılarında can vermiştir. Bu da, yakınlarını koalisyon güçlerinin saldırılarında kaybeden Afgan köylülerinin Taliban’ın saflarına katılmasıyla sonuçlanmıştır. Aynı şekilde dışarıdan gönderilen yardımların Afganistan’da halka ulaşmadan çarçur edilmesi ve üst kademelerde bölüşülmesi de, halk nezdinde hayal kırıklığı yaratmıştır.
    Oysa son 15 yılda Afganistan için toplanan dış yardımın tutarı 30 milyar doları bulmaktadır.
Bu rakamın üçte biri bile ihtiyaç sahiplerine ulaşmış olsaydı, Afganistan’ın en önemli sorunlarından birini teşkil eden işsizlik ve fakirlik çözülmüş olacaktı.
Kısacası; Batı’nın 2001’den sonra öngördüğü Afganistan’ı Taliban ve El Kaide artıklarından temizleme ve mümkün olduğunca müreffeh bir ülke yaratma planı hayal olmaktan öteye gidememiştir.
    Karzai’nin 13 yıllık başarısız iktidarından sonra 2014 Eylül’de ABD’nin baskısıyla oluşturulan koalisyon hükümeti de eski yönetimin hatalarını
tekrarlamaya başlamıştır.
    Gerek Cumhurbaşkanı Eşref Gani gerekse ortağı Dr. Abdullah, halk nezdinde geniş bir tabana sahip olmadıkları için seçimler sırasında kendilerine milyonlarca oy getiren eski savaş ağalarıyla ittifak yapmak zorunda kalmışlardır. Böylece savaş ağaları daha da güçlenerek yönetime dönmüşlerdir. 
Zira gerek Karzai’nin eski kabinelerinde dışişleri bakanı olarak görev alan Dr. Abdullah gerekse maliye bakanlığı yapan Gani; çürük, gözden düşmüş eski 
yönetimin birer ürünüdür. Bu yüzden kaolisyon hükümetinin kuruluşunun üzerinden iki yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen ülkede hiçbir şey rayına oturmuş değildir, aksine her şey daha da kötüye gitmektedir. Mesela kabinenin oluşturulması, parlamento hükümetin her adayını reddettiği için, bir yıldan uzun sürmüş ve savunma bakanlığı gibi bazı kilit makamlara hala atama yapılamamıştır. 2014 sonunda ABD liderliğindeki NATO gücü büyük ölçüde çekildiği için Afgan hükümeti, Taliban’ın giderek artan saldırılarıyla baş etmekte zorlanmış; Taliban büyük kent merkezlerine doğrudan saldırılar düzenlemeye başlamıştır.
TALİBAN, ÜLKENİN PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNİ İSTEMEKTE; TACIK, ÖZBEK, HAZARA VE TÜRKMEN GİBİ KUZEYLİ
GRUPLAR İSE ÜLKENİN ESKİSİ GİBİ SADECE PEŞTUNLAR TARAFINDAN YÖNETİLMESİNE ŞİDDETLE KARŞI ÇIKMAKTADIR.
    Taliban ile yıllardır gizli ve açık kanallardan sürdürülen barış görüşmelerinde şu ana kadar bir arpa boyu yol alınabilmiş değildir.
Barışı görüşmek için NATO ve Amerikan birliklerinin ülkeden ayrılmasını şart koşan Taliban, bu şart 2014 sonunda yerine getirildiği halde, barışa yanaşmamakta, aksine bu kez başka şartlar öne sürmektedir. Buradaki en önemli sorun elbette ki, Taliban’ın iktidarı kuzeyli gruplarla paylaşmayı bir türlü içine sindirememesidir. Ülke nüfusunun yaklaşık % 40’ını oluşturan Peştunlara dayanan Taliban, eskiden olduğu gibi iktidara tek başına sahip olmak istemektedir. Afganistan, 1747’de kurulduğundan beri 1929-1930 ve 1992-94 yıllarındaki bir iki yıllık Tacik iktidarı hariç hep Peştunlar tarafından tek elden yönetilmiştir. Taliban, bu geleneğin sürdürülmesi konusunda ısrar etmektedir. 

EKO  GÖRÜŞÜ..., KABİL’DEKİ YÖNETİCİLER NE KADAR GÖZDEN DÜŞERSE VE NE KADAR ÇOK YOLSUZLUĞA BULAŞIRSA, TALİBAN O
KADAR GÜÇLENMİŞTIİR. 

   Oysa Afganistan 2001 Aralık’tan beri tüm etnik toplulukların nüfusları oranında temsil edildiği bir hükümet tarafından yönetilmektedir.
Tacik, Özbek, Hazara ve Türkmen gibi kuzeyli gruplar ise ülkenin eskisi gibi sadece Peştunlar tarafından yönetilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.

    YENİ DEVLET BAŞKANI HAMİD KARZAİ, KARANLIK GÜNLERİN GERİDE KALDIĞINI, AFGANİSTAN TARİHİNDE
TEMİZ BİR SAYFANIN AÇILDIĞINI VE YENİ BİR DÖNEMİN BAŞLADIĞINI İLAN ETMİŞTİR.

Görüldüğü gibi, Afganistan’da barışa giden yolda önemli engeller bulunmaktadır.
Barışı tıkayan engellerden biri de komşu ülkelerin, özellike de Pakistan’ın, Kabil’de kendi yandaşı bir yönetimi iş başına getirme emelidir. Bu sayede Pakistan, büyük düşmanı Hindistan’a karşı çok arzuladığı stratejik derinliği de elde etmiş olacaktır. 
Pakistan bu amacına, 1990 ortalarında Taliban’ın Afganistan’da iktidarı ele geçirmesiyle ulaşmıştır. Ancak 2001’deki 11 Eylül terör saldırıları Pakistan’ın Afganistan’daki tüm kazanımlarını ve planlarını altüst etmiştir. Buna karşın Pakistan hala bu eski hedefinden vazgeçmiş değildir.
Zira İslamabad yönetimi, güneyinde büyük komşusu Hindistan, kuzeyinde küçük komşusu Afganistan, yani iki düşman ülke arasında kendisini sıkışmış ve huzursuz hissetmektedir. Sözü kısası, Afganistan’da kalıcı barışı tesis etmek için Pakistan’ın kaygılarının giderilmesi şarttır. Sonuç olarak, 40 yıla yakın bir zamandır Afganistan’da kalıcı barış ve istikrar, devam eden kan ve gözyaşı nedeniyle ulaşılması zor bir hayal olmaya devam etmektedir

 EKONOMİK VE STRATEJİK ARAŞTIRMALAR DERGİSİ 3 AYDA BİR YAYINLANIR 

YIL 9 SAYI 34 2016 / 2 
www.ekoavrasya.net

 ***

24 Aralık 2019 Salı

ABD NİN SURİYE REJİMİ KARŞITLARINA EĞİTİMİ. EĞİT VE TECHİZ ET., BÖLÜM 1

ABD NİN SURİYE REJİMİ KARŞITLARINA EĞİTİMİ. EĞİT VE TECHİZ ET., BÖLÜM 1


ABD, Suriye, Ilımlı Muhalifler, Eğit ve Teçhiz Et, Programı, Hakkında Değerlendirme, Dr. Oktay BİNGÖL, Dr. Ali Bilgin VARLIK, Merkez Strateji Enstitüsü, 

Hazırlayanlar: 
(E)Tuğg.Dr. Oktay BİNGÖL, Dr. Ali Bilgin VARLIK 
Rapor–004 17.10.2014
ÖZEL 



Bu rapor, IŞİD’de karşı alınacak önlemler kapsamında ABD’nin Suriyeli‘ ılımlı muhalifleri’ kapsayacak olan “ Eğit veTeçhiz Et ”programına ilişkin değerlendirmeyi içermektedir.

   MSE, ulusal, bölgesel, küresel barış ve güvenlikile kurumsal yapılanma, risk analizi ve strateji geliştirme konularında eğitim ve danışmanlık hizmeti veren akademik bir danışmanlık ve düşünce kuruluşudur.
   MSE benimsediği ilkeler çerçevesinde kapsadığı konularda özgün ve nitelikli bilgiyi üretmeyi ve bunu geniş kitlelerle paylaşmayı temel amaç edinmiştir.  
Bu maksatla, ilgi alanındaki konular hakkında analizler yapar, stratejiler geliştirir ve akademik eğitim faaliyetlerinde bulunur.

    MSE’nin ilkelerini, insanlığın barış ve güvenliğini esas alan temel amacı belirler. Bilimsel etik ve tarafsızlık kuruluşumuzun temel ilkesidir.
Ne kadar saygın olursa olsun MSE, hiç bir politik gücü veya inancı desteklemez.
Merkez Strateji Enstitüsü (MSE):

Doç.Dr.Sinem Akgül AÇIKMEŞE,
Prof.Dr.Bülent ARI,
(E)Tuğg.Dr.Oktay BİNGÖL, 
Prof.Dr.Mitat ÇELİKPALA,
Prof.Dr.Çağrı ERHAN, 
(E) Büyükelçi Dr.Ercan ÖZER, 
Prof.Dr.Abdülkadir VAROĞLU, 
Dr.Ali Bilgin VARLIK 

MSE Danışma Kurulu Kapak resmi: 
INSS, The Bosnian Train and Equip Program: 
A Lesson inInteragency Integration of Hard and Soft 
Power, National Defense University Press, 
Washington, D.C., March 2014 

İÇİNDEKİLER 

* Yönetici Özeti | 1 
* Giriş | 3 
* ABD Dış Politikasında “Eğit ve Teçhiz Et” (Train And Equip) Programının Yeri | 4 
* Suriye’de 'Ilımlı Muhaliflere' Yönelik “Eğit ve Teçhiz Et” Programı | 7 
* Programın Uluslararası ve İç Hukuk Açısından Değerlendirilmesi | 13 
* Programın ABD Açısından Değerlendirilmesi | 16 
* Programın Türkiye Açısından Taşıdığı Riskler | 17 
* Sonuç ve Değerlendirme | 20 


ABD’nin Suriyeli 'Ilımlı Muhalifleri' “Eğit ve Teçhiz Et” Programı Hakkında Değerlendirilme 

Yönetici Özeti 

Bu Raporda; Türkiye’de hükümetin ve ilgili kurumların karar verme aşamasında olduğu anlaşılan ABD’nin Suriye'deki ılımlı muhaliflere yönelik olarak başlatmayı 
düşündüğü "Eğit ve Teçhiz Et" programının; konsepti, tarihsel geçmişi, hedefleri, olası sonuçları ve riskleri hakkında bir analiz yapılması amaçlanmıştır. 
Konunun hassasiyeti nedeniyle rapor "bilmesi gereken" ilkesine göre yayınlanmıştır. 

Bu tür programların geçmişine ilişin olarak yapılan incelemede; 

. ABD'nin II. Dünya Savaşı'ndan itibaren bu tür programları yaygın şekilde uyguladığı, 
. Süreç içerisinde geliştirerek son dönemde ticari askerî firmaları da bu programlara dahil ettiği, 
. Ancak her uygulamada kontrol, etkinlik, süreklilik bakımından ciddi sorunlarla karşılaştığı tespit edilmiştir. 

Konu, ABD'nin Suriye'ye yönelik olarak bu zaman kadar yaptığı yardımlar kapsamında incelendiğinde; Suriye krizinin başlangıç evresinden itibaren ABD'nin uyguladığı yanlış ve yetersiz politika ve stratejilerin, genel durumu, askerî alandaki taktik başarılarla değiştiremeyeceği bir konuma taşıdığı sonucuna ulaşılmıştır. 
Son dönemde gündeme gelen "Eğit ve Teçhiz Et" programının kapsamının neleri içerebileceğine ilişin olarak yapılan incelemede; 

. Mevcut hasımların askerî imkan ve kabiliyetleri ile baş edebilecek bir kuvvetin yetiştirilmesi durumunda; gelişmiş bazı kritik silahların kontrol dışı kalacağı, 
. Harekât yönlendirme timlerinin programa dahil olması halinde -ki bu kaçınılmazdır- eğitim veren devlete ait askerî personelin muharebelere doğrudan katılma riski ile karşılaşılabileceği, 
. Ayrıca askerî durumu değiştirebilecek yeterlilikte bir gücün öngörülen sürede yetiştirilmesi halinde, harekât ve lojistik bakımdan bazı kısıtlara maruz kalacağı 
sonucuna ulaşılmıştır. 

Suriye’de rejim karşıtlarına yönelik programın mevcut haliyle, uluslararası ve iç hukuk bakımından meşruiyet taşımadığı, sonucuna ulaşılmıştır. 

Programın ABD açısından değerlendirilmesinde; 

. ABD kamuoyunun tepkisini azaltan, 
. Risk seviyesi düşük, 
. Doğrudan ABD askerinin kullanılması seçeneğine göre son derece ekonomik, 
. İnisiyatif yaratan, 
. Suriye dış politikasını, Esad Rejiminin devrilmesi üzerine inşa eden bölge ülkelerinin taleplerini karşılamaya yönelik bir argüman yaratan, 
. ABD'nin bölgede uzunca bir süre kalmasına imkan veren sürdürülebilir istikrarsızlık ortamına hizmet eden kısıtlı bir vasıta olduğu sonucuna ulaşılmıştır. 

Türkiye açısından yapılan analizde programın; 

. Hukuki bakımdan, iki, 
. Siyasa ve askerî strateji bakımından, altı, 
. Dış siyaset bakımından, üç, 
. İç politika ve iç güvenlik bakımından, beş ana konuda önemli riskler taşıyabileceği değerlendirilmiştir. 

ABD’nin Suriyeli 'Ilımlı Muhalifleri' “Eğit ve Teçhiz Et”1 Programı Hakkında Değerlendirilme 

1. Giriş 

a. ABD’nin IŞİD’e ve Suriye’de Esad rejimine karşı uygulamaya çalıştığı stratejinin önemli bir boyutunu rejime karşı savaşan ılımlı muhaliflerin (moderate opposition) eğitilmesi, teçhiz edilmesi, silahlandırılması ve savaştırılması gelmektedir. ABD Yönetimi bu kapsamda Eylül 2014 içinde Kongre’den bir yasa çıkartarak programa 500 milyon dolar tahsis etmiştir.2 

b. ABD’nin planına göre her yıl 5.000 civarında ılımlı muhalif eğitilip teçhiz edilecektir.3 Bunun için bölge ülkelerinde üç eğitim kampı kurulması planlanmaktadır. Bu kapsamda Suudi Arabistan ile 10 Eylül tarihinde anlaşmaya varılmıştır Ürdün ile görüşmeler sürmektedir. (Ürdün’de ABD’nin 2012’den itibaren Özel Kuvvetler Eğitim Merkezi bulunmaktadır) Üçüncü kampın ise Türkiye’de kurulmak istendiği anlaşılmaktadır. Kampların her birinde 1.800-2.000 civarında militan eğitilecek, masraflar, silah ve teçhizat ABD tarafından karşılanacak ve verilecektir. 

c. Son günlerde dış ve iç medyada Türkiye ve ABD’nin Suriyeli rejim karşıtlarını eğitilmesi konusunda uzlaştıkları yönünde haberler yer almaktadır.4 
Bu kapsamda ilk aşamada MİT tarafından seçilen 2.000 muhalifin Türkiye'de ABD’li ve Türk uzmanlar tarafından eğitileceğine, ABD tarafından teçhiz edilip donatılacağına dair haberler yayımlanmaktadır.5 

ç. Bu raporda; Türkiye’de hükümetin ve ilgili kurumların karar verme aşamasında olduğu anlaşılan ABD’nin bu programının; konsepti, tarihsel geçmişi, hedefleri, olası sonuçları ve riskleri hakkında bir analiz yapılması ve karar vericiler ile ilgililerin bilgilendirilmesi amaçlanmıştır. Konunun hassasiyeti nedeniyle rapor "bilmesi gereken" ilkesine göre yayınlanmıştır. Bu bağlamda rapor; 

-ABD Dış Politikasında “Eğit ve Teçhiz Et” Programının Yeri, 

-Suriye’de 'Ilımlı Muhaliflere' Yönelik “Eğit ve Teçhiz Et” Programı, 

-Programın Uluslararası ve İç Hukuk Açısından Değerlendirilmesi, 

-Programın ABD Açısından Değerlendirilmesi ve 

- Programın Türkiye Açısından Taşıdığı Riskler bölümlerinden oluşmaktadır. 

2. ABD Dış Politikasında “Eğit ve Teçhiz Et” (Train And Equip) Programının Yeri 

a. ABD, diğer devletlere, devlet dışı gruplara ve isyancı örgütlere silah ve teçhizat transferi ve eğitim desteği verilmesini geçerli ve etkin bir dış politika vasıtası olarak kabul eden ve kullanan devletlerin başında gelmektedir. ABD’nin bu yaklaşımı II. Dünya Savaşı’nın sonlanması ve Sovyetler Birliği’nin ideolojik bir rakip olarak görülmesiyle birlikte başlamıştır. ABD’nin konuyla ilgili politikasının içeriği 1945’lerden günümüze kadar olan süreçte, uluslararası ortamdaki güç dengesine, bölgesel gerilimin gereklerine ve ABD Yönetiminin (Cumhuriyetçi / Demokrat) tercihlerine göre bazı değişiklikler uğramakla birlikte kavramsal (konsept) bağlamda aynı esasları takip etmiştir. 

b. ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dış yardımları 1947’de hayata geçirilen Truman Doktrini ve Marshall Planı ile başlamıştır.6 ABD, dış yardımlar kapsamında 1951’de Karşılıklı Güvenlik Yasasını (Mutual Security Act), 1961’de Dış Yardım Yasasını (Foreign Assistance Act) çıkarmıştır. ABD Yönetimi içinde, askerî eğitim ve öğretim ile silah transferleri dâhil dış yardımların planlanması ve yönlendirilmesi; 1961 yılına kadar Başkan’a doğrudan bağlı Karşılıklı Güvenlik Ajansı tarafından yapılırken, 1961 sonrası ABD Dışişleri Bakanlığı liderlik rolünü almıştır.7 

c. "Eğit ve Teçhiz Et" programlarının özellikle ABD'nin Vietnam savaşının ağır kayıplarından çıkarılan dersler ışığında şekillenen Nixon Doktrinin (yayın trh. 25 Şubat 1969) ayrılmaz bir parçası olduğu, 1970'lerden itibaren güvenlik / muharebe ortamının şekillendirilmesi kapsamında sıklıkla kullanıldığı görülmüştür. Takip eden Ford Doktrini (yayın trh. 7 Aralık 1975) de benzer şekilde, ABD askerinin doğrudan savaş alanına sürülmesi yerine ABD silahlarıyla donatılan bölgesel oyuncuların takviye edilmesi için askerî harcamaların artırılmasını öngörmekteydi. 

Carter Doktrini (yayın trh. 23 Ocak 1980) bu uygulamaları ortadan kaldırmadıysa da kavramsal olarak da geliştirmemiştir. 

Bu kapsamdaki en yaygın uygulamaların ise Reagan Doktrini (yayın trh. 22 Şubat 1985) ile hayata geçirildiği görülmüştür. 




ABD Başkanı Ronald Reagan (1981-1989) 

"Orta Amerika'da Komünizmi Durdur" 

ç. ABD Savunma Bakanlığı uzun yıllar programa destek vermiş ancak doğrudan sorumluluk almamıştır. Yabancı askerlerin eğitimi, ABD özel kuvvetleri tarafından Dışişleri Bakanlığı sorumluluğunda yapılmıştır. Ancak 11 Eylül 2001 sonrası ABD’nin küresel boyutta “terörizm karşı savaş” kampanyasında ilgili ülkelerde güvenlik kuvvetlerinin ve devlet dışı aktörlerin eğitilmesinin öneminin farkına varılarak Savunma Bakanlığı doğrudan rol almaya başlamıştır. 

d. ABD, özellikle Soğuk Savaş döneminde “batı kampında” bulunan ülkelerin bir kısmıyla birlikte Sovyet kontrolünde ve etkisinde olan birçok ülkede rejim karşıtı unsurlara silah ve teçhizat transfer etmiş, eğitim vermiş, teşkilatlandırmış ve rejime karşı savaştırmıştır. Benzer yöntem Sovyetler Birliği tarafından ABD kontrolü ve etkisinde olan ülkelerde rejim karşıtlarına verilmiştir. Bu tür silah ve eğitim yardımı Soğuk Savaş’ın kendine özgü ortamında çoğunlukla açık olarak yürütülmüştür. Gizli olarak yürütülen programlar da kısa sürede deşifre olmuştur. 

e. Örneğin ABD, CIA vasıtasıyla Nikaragua’da sosyalist eğilimli hükümete karşı 1979-1987 yılları arasında "Kontraları (Contra)" eğitmek ve silahlandırmak , zaman zaman hava bombardımanları yapmak suretiyle açık bir savaş yürütmüştür.8 

CIA’nın faaliyetleri sadece Nikaragua ile sınırlı kalmamış ABD kamuoyunu yönlendirmek için yanlış bilgilendirme ve algı operasyonları da icra edilmiştir. 



Kontralara ait propoganda fotoğrafı 

f. ABD’nin Nikaragua’da Kontralara verdiği desteğin sonuçları ağır olmuş, 30 bin insan ölmüş, yüz binlercesi yaralanmış ve ülke harabeye dönmüştür. ABD Nikaragua Yönetimini silahla devirememiş ancak 1990’da yapılan seçimlerde Sandinistalar iktidarı kaybetmiştir. Nikaragua’ya verilen düşmanca desteğin ABD’ye de etkileri olmuş ve kitlesel eylemler yapılmıştır.9 

g. ABD, benzer programı Sovyetlerin işgali ile birlikte Afganistan’da uygulamaya başlamış, 1980-1992 arasında Afgan rejimine karşı mücahitler teşkilatlandırıl mış, eğitilmiş ve silahlandırılarak kanlı bir savaş yürütülmüştür.10 Mücahitlere transfer edilen milyonlarca silah yüz binlerce insanın ölmesine neden olmuş, Sovyet işgali sonrası ABD ve müttefiklerinin desteklediği mücahit grupları kendi aralarında savaşmaya devam etmiş ve nihayetinde Taliban ortaya çıkmıştır. ABD’nin mücahitlere verdiği silahlar Taliban’ın kontrolüne geçmiştir. Bu silahların içinde özellikle Stingerler, ABD’nin 2001’de Afganistan’ı işgalinden sonra kendisine karşı kullanılmaya başlanmıştır. 



Stinger Nişancısı Mücahit  taliban stinger missiles


ğ. ABD’nin Afganistan’a 1970’lerin ortasından itibaren değişik gruplara transfer ettiği silahlar ile devlet dışı aktörlere eğitim ve operasyon desteğinin olumsuz sonuçlarını Afganistan’dan sonra en fazla hisseden ülke ise CIA’nın eğitim kamplarının bulunduğu, ABD faaliyetlerinin ana üslerinin yer aldığı ve CIA’nın yerli program ortağı ISI’nın11 etkinliği bulunan Pakistan olmuştur. Pakistan günümüze kadar istikrarsızlık ve kaostan kurtulamamıştır. 

h. Bu iki örnek dışında Doğu Avrupa, Afrika, Orta Amerika, Orta Doğu ve Güney Asya’da onlarca benzer “Teşkilatlandır, Eğit, Teçhiz Et, Silahlandır, Savaştır” projesi hayata geçirilmiştir. Bu projelerin hemen tamamı ABD’nin Sovyetlerle doğrudan sıcak çatışmaya girmeden vekâlet savaşlarının (proxy war) önemli bir boyutunu teşkil etmiştir. 




ı. ABD, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle devlet dışı aktörlerin eğitilmesi ve teçhiz edilmesi programını sınırlandırmış, bunu yerine sıklet merkezini Sovyetlerden ve Varşova Paktı’ndan kopan ülkelerin güvenlik sektörlerinin reforma tabii tutulmasına kaydırmıştır. 2000’li yıllardan itibaren ise Irak ve Afganistan başta olmak üzere müdahale ve işgal edilen ülkelerin polis ve ordu teşkilatlarının yeniden kurulması, eğitilmesi ve teçhiz edilmesi öncelik almıştır. ABD her iki ülkede başlangıçta kendisinin yürüttüğü güvenlik sektörünün (Asker, polis, istihbarat, güvenlik bürokrasisi, yargı ve cezaevleri) teşkil, teçhiz ve eğitilmesi programlarını NATO girişimine dönüştürmüş, bu kapsamda Irak’ta ve Afganistan’da NATO Eğitim Misyonları oluşturulmuştur.12 

Her iki girişiminden de olumlu sonuçlar alınamadığını, Irak ve Afganistan’ın bugünkü durumları ile ABD’nin teşkil ettiği güvenlik kurumlarının yetersizliği açık olarak kanıtlamaktadır. 

i. ABD, “Teşkil Et, Eğit, Teçhiz Et, Silahlandır ve Savaştır” programlarında son 
yıllarda özellikle Irak ve Afganistan’da sivil ve yarı sivil ticari askerî firmalardan hizmet almaya başlamıştır. Bu kapsamda 100’e yakın firma arasından Blackwater, DynCorps ve Military Professional Resources Inc (MPRI) öne çıkmaktadır. Bu tür kuruluşlar, eğitime ilaveten silah, araç transferleri ile operasyonlara bizzat katılarak da faaliyet göstermektedir.13 
Bu kuruluşların ABD dışında itibarları oldukça düşüktür. Örneğin Blackwater, PKK’ya silah transfer etmekle suçlanmıştır.14 Irak ve Afganistan’da bu tür firmaların yolsuzluğa ve uyuşturucu ve değerli madenlerin kaçakçılığına bulaşmaları, sivil halka eziyet ve gereksiz şiddet kullanmaları gündemde olmuştur.15 

3. Suriye’de 'Ilımlı Muhaliflere' Yönelik “Eğit ve Teçhiz Et” Programı 

 a. ABD’nin Suriye Muhaliflerine Mevcut Yardımları 

 (1) ABD Suriye muhalefetine krizin çıktığı 2011 yılından beri çeşitli alanlarda 
yardım etmektedir. ABD yardımlarını diplomatik, bilgi, askerî ve insani yardım 
boyutlarında özetlemek mümkündür. 

 (2) Siyasi ve diplomatik boyutta, siyasi destek, rehberlik ve yönlendirme ile rejim karşıtı kamu diplomasisi ve stratejik iletişim öne çıkmaktadır. ABD, Şubat 2012’de “Suriye’nin Dostları Grubu (Friends of Syria Group)”nun kurulmasına öncülük etmiştir. Cenevre görüşmelerinde Esad’ın Yönetimi bırakması ve Geçiş Otoritesi teşkili için çaba göstermiştir. Muhalifleri birleştiren Suriye Ulusal Konseyi ve sonrasında Suriye Devrimi ve Muhalefet Ulusal Konseyi teşkiline destek sağlamıştır, askerî cephede ise bütünleşik yapılara destek vermiştir. ABD, bu yapıların uluslararası, bölgesel ve ülke dışındaki faaliyetlerini yürütmesi için en önemli aktör olmuştur. Ayrıca El-Nusra’yı terörist örgütler listesine alarak ılımlı muhalefetin üzerindeki baskıyı azaltmaya çalışmıştır. ABD, muhalefeti ele geçirdiği bölgeleri yönetebilmesi için maddi ve teknik uzmanlık alanlarında desteklemiştir. 

 (3) Suriye muhalefetinin medya ve sosyal medya ile desteklenmesinde de ABD’nin önemli yardımları olmuştur. 

 (4) ABD askerî olarak şu ana kadar doğrudan silah ve mühimmat yardımının diğer öldürücü olmayan askerî yardımlardan daha az olduğu kabul edilmektedir. 
ABD’nin Suriye muhalefetine 287 milyon dolar değerinde gıda maddesi, sağlık gereçleri, iletişim gereçleri, araç ve sivil savunma teçhizatı vermiştir. Özgür Suriye Ordusu ve Yüksek Askerî Konsey’in diğer ılımlı unsurlarına 70 milyon dolar nakit ile sınırlı miktarda hafif silah ve mühimmatı, geri tepmesiz top, anti tank silahları ve havan transfer edilmiştir. Bu silahlarının bir kısmının radikal örgütlere gittiği ortaya çıkmıştır. IŞİD’in elindeki çok sayıda ABD menşeli silah da bunu kanıtlamaktadır.16 Suriye’de rejim karşıtlarına hava savunma silahları 
da verilmiştir. Nitekim 2012 sonuna kadar 144 Suriye uçağını düşürülmüştür.17 Ayrıca 1000-2000 arasında militana eğitim verilmiştir. 

 (5) İnsani yardım kapsamında da ABD 1,7 milyar dolar değerinde yardım yapmıştır. Bu yardım Suriye’deki sivillere, Suriye’ dışında sığınmacı bulunan ülkelere ve sığınmacılara verilmiştir. 

 b. ABD’nin Suriye Muhalefetine Mevcut Yardımlarının Değerlendirilmesi 

 (1) ABD'nin Suriye iç savasında; krizin yönetilmesi, uluslararası aktörlerin ikna edilmesi, muhaliflerin yapılandırılması konuları başta olmak üzere, sonuca doğrudan etkisi olan konuların büyük çoğunluğunda yapmış olduğu stratejik hatalar, taktik seviyedeki başarılarıyla giderilemez bir nitelik kazanmıştır. 

 (2) Analiz ve değerlendirmesi ayrı bir incelemenin konusu olan bu durumun yarattığı sonuçlar itibariyle gelinen aşamada, askerî bakımdan Suriye Rejimi'nin lehine dönüşen duruma engel olunamadığı gibi IŞİD'in belirleyici aktörlerden biri haline gelmesi da önlenememiştir. 

 c. ABD’nin Yeni Programı 

 (1) Suriye’deki rejim karşıtlarının eğitilip silahlandırılması Suriye krizinin başlangıcından itibaren sürekli gündemde olmuştur. Hatta 2012’de İngiltere Genelkurmay Başkanlığı tarafından 100.000 Suriyeli rejim karşıtının eğitilip, silahlandırılarak Esad rejiminin “şok ve dehşet (Shock and Awe)” taarruzu ile devrilmesi planlanmıştır. Plan fazla uçuk bulunduğu için kabul görmemiştir.18 

 (2) ABD’nin yeni programının farkı yönetimin kararlılığı, mali destek ve bu faaliyetin kapsamında ortaya çıkmaktadır. 

 (3) ABD Yönetimi bu zamana kadar olan yardımları önemli ancak amaçları başarmak için yetersiz olarak gördüğünden sadece eğitim ve silahlandırma için 2015 yılı bütçesinden 500 milyon dolar ayırmıştır. 

 (4) ABD Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ile Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından ortaklaşa yürütülecek programın koordinasyonu için Obama bir general görevlendirmiştir.19 

 (5) Ayrıca ABD Yönetimi İran ve Rusya’nın Esad rejimine yardımının çok daha fazla olduğunu düşünmekte ve bunu dengelemeye çalışmaktadır. 

ABD Yönetimi bunun dışında Ürdün, Lübnan, Irak ve Türkiye’de sınır güvenliğinin artırılması ile sığınmacılardan dolayı yaşanan ekonomik sıkıntıların hafifletilmesi için ilave 1 milyar dolarlık yardım paketini hazırlamaktadır.20 Ancak, bu zamana kadar edinilen tecrübelerde, "ABD askerinin attığı her adımın bir 'sent (cent)' değerinde kazanımını hesap eden"21ABD'nin, vaatlerinde bonkör olduğu, harcamalarında ise o ölçüde cimri davrandığı görülmüştür. 
Kaldı ki halihazırda ABD Yönetimi tarafından telaffuz edilen 500 milyon dolarlık bir harcama ile genel askerî durumun muhalifler lehine değiştirilmesi imkanı 
tartışmaya açıktır. 


<  Michael Nagata, 

ABD Merkez Komutanlığının Ürdün’de konuşlu özel kuvvetler unsurlarına komuta etmektedir Bölgede deneyimli bir personeldir. Ürdün’de ABD Savunma Bakanlığı ve CIA’nın müşterek yürüttüğü Suriye rejim karşıtları eğitim programının da sorumlusudur. >

 (6) ABD Yönetimi Kongre’den onay aldığı “Eğit ve Teçhiz Et” yasasında ifade edilen amaçlar şunlar dır 22. 

- Suriye halkını IŞİD ve Suriye rejiminin saldırılarından koruma, temel hizmetlerin tedarikini kolaylaştırma ve Suriye’de rejim karşıtları tarafından kontrol edilen topraklarda istikrar sağlama, 
- ABD’nin müttefiklerini ve Suriye halkını Suriye’deki terör örgütlerinin tehdidinden koruma, 
- Suriye’de müzakere dayalı bir çözüm için gerekli koşulları temin etme. 

 (7) Obama Yönetiminin bu yaklaşımı Suriye politikasına yönelik kritik bir dönüm noktası oluşturmakta; özellikle Esad rejiminin, rejim karşıtlarına karşı başarı 
sağladığı, rejimin kısa ve orta vadede yıkılmasının zorlaştığı, IŞİD’in Suriye ve Irak’ın ötesinde bölgesel bir tehdit oluşturduğu döneme denk gelmesi önemli görülmektedir. Bu gelişmeler ABD çıkarlarını ciddi şekilde tehdit ederken bölgede ve ötesinde Rusya-Ukrayna gelişmeleriyle birlikte küresel alanda stratejik yenilgi algısını da kuvvetlendirmiştir. 

 (8) Bu aşamaya kadar ABD’nin Suriye silahlı muhalefetine yardımı, küçük çaplı ve gizli eğitim ve silah destek programı ile sınırlı kalmıştır. ABD diğer Batı ülkeleriyle birlikte bu yaklaşımından dolayı özellikle bölgedeki müttefikleri ve Suriye’deki rejim karşıtları tarafından eleştirilmektedir. 

 (9) Yeni stratejiyle ABD, bir taraftan IŞİD’in ılımlı denilen rejim karşıtlarını tamamen yenilgiye uğratmasını engellemeye diğer taraftan Esad rejiminin tam bir zafer kazanmasını önlemeye çalışmaktadır. ABD’nin bu noktaya gelmesinde Suriye rejiminin, Rusya, İran ve Hizbullah’ın yoğun desteğiyle yeni bir kapsamlı harekât başlatarak muhalifleri tam yenilgiye uğratması, Halep dâhil önemli merkezlerde kontrol sağlaması olasılığının etkili olduğu mütalaa edilmektedir. 

 (10) Bu programla ABD, Suriye’ye bu aşamada doğrudan askerî müdahale etmeksizin yaşamsal çıkarlarını korumayı ve kendisine riskleri azaltmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda ABD’nin tahlil edilmiş hedeflerini; 

- Suriye’de öncelikle Selefi ve 'cihadist' yapılara karşı daha ılımlı bir muhalefet yaratmak, mümkün olduğunda bunu Esad’a karşı kullanmak, 
- Esad rejimini ucu açık ve yıkıcı bir iç savaş ile diplomatik çözüme tercih noktasına getirmek, 
- Esad rejimi, İran ve Hizbullah üzerinde baskıyı devam ettirerek bölgede yeni mevziler kazanmalarına engel olmak, 
- IŞİD’in Suriye’den çekilmesini ve Irak’ta uzlaşıya razı olmasını sağlamak, 
- İran’a Suriye’yi nükleer görüşmelere feda etmeyeceğini göstermek, 
- Rusya’nın Ukrayna kriziyle meşgul olmasını stratejik fırsata çevirmek şeklinde sıralamak mümkündür. 

 (11) ABD’nin, “Eğit ve Teçhiz Et” programı ile ılımlı muhalefetin başarı sağladığını gördüğünde kapsamı genişletilebileceği ve hedefleri yeniden düzenleyerek Esad rejimini kendi öngördüğü diplomatik çözüme yaklaştıra bileceğini hesapladığı düşünülmektedir. Güçlenen muhalefet kontrol ettiği yerleri yönetme etkinliğine kavuştuğunda, ancak Esad rejimi diplomatik çözüme yanaşmadığında ABD’nin rejimin toptan yıkılması ve değişimini uygulanabilir bir seçenek olarak ele alabileceği değerlendirilmektedir. ABD, tüm çabalara rağmen muhalefet gözle görülür bir ilerleme sağlayamadığında programı sonlandırma seçeneğini kullanabilecektir. Ancak bu durumda büyük umutlar verilmiş muhalefetin düşmanlaştırılması olası görülmektedir. 

 (12) ABD’nin zaman içinde “Eğit ve Teçhiz Et” programına ilaveten doğrudan askerî destek sağlanmasını da gündeme alabileceği göz ardı edilmemelidir. Doğrudan müdahale ise ABD’nin tam başarısızlığı, aşırı tırmanma ve IŞİD gibi yapıların güçlenmesi sonucunu da doğurabileceği aşikârdır. 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

30 Ağustos 2018 Perşembe

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 2


NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 

Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “barış için güç” sloganına dayanmasıdır. Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. 
Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 
1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 

Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan ’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte 
“taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecektir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için 
Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan 
anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 

Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları 
Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumun da kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucu sevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumdadır.15  Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? Bunu belki asla 
öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesine neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “...demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyoruz.” demiştir.16 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail 
çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi,yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve 
Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.”demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiştir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en 
büyük tehdidi olmuştur.”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 

ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden İsrail’in anti-İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 
1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. 

Şii köktenciliğinin uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini 
çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında 
zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 


DİPNOTLAR;

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, 
   International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 
3 Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, 
   Albin Michel, 1975 
4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 
6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 
8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 
10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi açısından Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABDlının yaşadığını belirtelim. 
    Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların Şimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 
12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl çökerttiğini anlatan 
    "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. 
    Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşı "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü anlatıyor. 
    Bkz.: Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 by Peter Schweizer, ss. 9-10. 
15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 
16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administrat›on Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 
18 Baflkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuflmas› 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüflleri için bkz.: Symposium: Resurgent ‹slam, Washington, 1994, ss. 2-3. 
20 Martin Kramer, "‹slam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of ‹slam" Hiddle East ‹nternational, Aral›k 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 fiubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against ‹slam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 


HASAN KÖNİ/ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 

***

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1


ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI BÖLÜM 1 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 


Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail-Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini 
önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. 

İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları 
ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. 

Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü 
Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklar dı. Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmektedirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 
Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin 
ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında 
Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile gireceklerdir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermekte dirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 

Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlardır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı 
rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye 
ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir 
İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe 
önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. Fuller raporunda: “... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı 
hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecektir...” demektedir. Fuller, Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 Fuller, İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***