23 Aralık 2020 Çarşamba

YAPISAL ŞİDDET

YAPISAL ŞİDDET




Feyzi Çelik 
İstanbul. 2017
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ
10.07.2013 


Devlet, Taksim Gezi  Parkı çerçevesinde gelişen her türlü eylemi yasa dışı ilan ederek eylemcileri bir ayı aşkın süreden beri sürekli olarak cezalandırma yoluna gitmektedir. Yıllardır Kürtlerin hak ve özgürlük arayışına karşı kullandığı şiddeti sıradan hale getirmiş durumdadır. Hele hele bu şiddetin “Çözüm süreci” olarak tanımladığı bir dönemde yapmış olması hükümetin çözüm sürecindeki samimiyetinin ölçüsü de ortaya çıkmaktadır. Yıllarca Kürtlere karşı kullandığı yapısal/kurumsal şiddetin benzerini Taksim eylemcilerine uygulamaktadır. Gerektiğinde Lice’de görüldüğü gibi Kürtlere karşı daha fazlasını kullanmaktan da geri kalmamaktadır. Devletin gerek Taksim’deki gerekse Lice’deki uygulamaların yapısal/düşmanca şiddete dönüşmesi karşısında demokratik eyleme girişen kitleleri tahrik ederek onları yasa dışı eylemlere yöneltmelerini sağlamaya yöneliktir. Bir süre sonra demokratik eylemleri ağır şekilde cezalandırılan kesimlerde öfke birikmesini sağlayarak onlara karşı daha da sertleşme, yasal güvenlik görevlileri dışında kendi yandaşlarını göstericilere karşı kışkırtma, onları sokak eylemlerine yöneltmek böylece çatışmaları kendi açısından toplumsal desteğin somut göstergesi olarak göstermek çabası içine giriyor.

Son bir iki gün içinde önce kitlelere karşı satırlı/palalı saldırı ve daha sonra silah kullanımı bundaki amacı gösteriyor. Ankara’da Etem Sarısülük’ü öldüren polisin serbest bırakılması nasıl ki polislere “sonuna kadar şiddet kullanımı kredisi” anlamına geliyorsa palalı saldırganın serbest bırakılması da sivil/paramiliter güçlere açılmış bir şiddet kredisidir. Nitekim palalı saldırgan serbest bırakıldıktan sonra Taksim’de göstericilere karşı sivil biri tarafından silah kullanılmıştır.
Devletin yapısal, sistematik şiddetine rağmen Gezi eylemlerinin demokratik/yasal niteliğinden hiçbir şey kaybetmeden ilk günkü heyecanıyla kararlı bir şekilde devam etmesi, şiddet yöntemleri bir yana sivil itaatsizlik yönünü giderek geliştirmesi devleti de şaşırtmıştır. Devletin provakasyon ve kışkırtmalarına rağmen göstericilerin, şiddet yöntemlerine başvurulmayışı hem eylemlerin belli bir organizasyon ve örgütlülüğe kavuştuğu hem de demokratik/yasal olmayan yöne evrilme olmayacağını göstermektedir. Eylemlerin ilk günlerinde kendini gösteren barikat kurma, bazı kamu araçlarına zarar verme şeklindeki eylemlerin sonraki süreçte görülmeyişi de göstericilerin kendi içinde kontrolü de sağladığına işarettir. Hükümetin Mısır’daki olayları gündemde tutup, Taksim olaylarından hareketle kendisine yönelik darbe senaryoları propagandası yapılarak göstericileri darbe yanlısı/çağrıcısı gibi göstererek gözden düşürme çabası içinde olduğu görülüyor.
Hükümetin demokratik reform yapma yerine en basit anayasal hakkın kullanışı karşısında gösterdiği şiddet hükümetin bundan sonra göstereceği tavırlar konusunda da ipuçlarını vermektedir. Bunun en önemli belirtisi Erdoğan’ın Akil İnsanlarla final toplantısında söyledikleridir. 

Böylece Taksim’de anti demokratik/otoriter bir eğilim içine giren hükümetin Kürt sorununu çözüm konusunda da bir çözümünün olmadığını gösteriyor. 
Hükümet, kendi güvenliği ve geleceğini tehlikede görüyor, Ortadoğu’da “Stratejik derinliği” hüsrana uğrayan hükümetin kendi varoluşsal sorunu ile karşı karşıya kaldıkça güvenlikçi anlayışın daha da artacağı bunun da otoriteleşmeyi artıracağı bilinmelidir. Bunu öncelikle bilmesi gerekenler de Kürt siyasal hareketidir. 
Çoğu ortamda bu durum ortada olmasına rağmen Kürt siyasetinin hükümete umut bağlamaya devam etmesi çelişkilidir.

Hükümetin, kendi varoluşsal sorununu daha fazla demokratikleşme yerine otoriteleşme yoluna giderek çözme anlayışı Türkiye’de iktidarların yabancı olduğu bir yöntem değildir. Bu yöntemle siyasi iktidar kendisini devletle özdeşleştirdikçe var olan gücünü devletin güvenliğine hasrettikçe kendi siyasal geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Kendi hareketi devletin başında oldukça kendi siyasal eğilimini devlet eğiliminin önünde tutması halinde demokratikleşmenin kendi siyasal geleceğinin de sigortası olacağını bilmek durumundadır. 

Ancak kendi siyasal geleceğini devlete bağladıkça devletin güvenliği ön plana çıkacaktır. 

Bu da önce devleti otoriteleştirecek giderek o siyasi partiyi de otoriteleşmesine neden olacaktır. En tehlikelisi de budur. Devlet iktidarını kendi siyasal iktidarı ile özdeşleştirenler kendilerine yönelik en küçük bir eleştiriyi dahi devletin güvenliğine karşı bir tehlike olarak görürler. Suriye’de Esad’ın durumu buna en önemli örnektir.  Bundan sonraki süreçte o siyasetin iç eleştiri mekanizmaları da devreden çıkar. Partinin başında bulunan lider devletle özdeşleştikçe kendi otoriterliğini kendi partilileri üzerinde de devam ettirecektir. 

Şu anda AKP hükümetinde yaşanan süreç budur. Öncelikle kendi dışındaki toplumsal kesimler daha sonra kendi toplumu üzerinde uygulanan basınç arttıkça her yönüyle rahatsızlıklar kendisini gösterdiği zaman devlet için intiharı seçen diğer siyasi görüşler bu şekilde ya parçalanmakta ya da ortadan kalkmaktadır. Devletle özdeşleşme anlayışı derinleştikçe iktidardakiler yaptıkları kamu hizmetlerini de kendi öz faaliyeti şeklinde görmeye başlarlar. Bu hizmetlerin karşılığında toplumun kendilerine minnet belsemlerini beklerler. Demokratik bir toplumda devletin kamu hizmetlerini yerine getirmesi devletin asli görevi olduğu bilindiğinden dolayı bu hizmetlerden dolayı iktidara minnet duygusuyla yaklaşmayanlara karşı öfkeli bir dil kullanılmaya başlanır.

Siyasal İktidar giderek devletleştikçe devleti demokratikleşmesini ve dönüşmesini gereksiz hale getirir. İçinde demokratik siyaset nüvesi bulunanlar devlet iktidarını ellerinde bulundursalar bile onlardaki demokratik nitelik onları toplumdaki diğer siyasal topluluklarla eşitlik içinde bulunmalarını sağlar. Devletle özdeşleştiği ölçüde devlet/toplum eşitsizliği kendisini göstereceğinden dolayı en tehlikeli durumla karşı karşıya kalınır. Bu da var olan eşitsizliğin kurumsallaşıp yapısal bir hal almasını beraberinde getirir. Başbakanın son dönemlerde demokratik haklarını kullanan toplulukları kast ederek “ayakların baş olması” söylemini kullanışı başbakanın kendisini toplum üstü gösterişinin belirtilerinden biridir. Bu durumda kendisini aynı zamanda “baba” gibi gördüğü için devletin şiddetini daha fazla kullanırken bu şiddet karşısında meşru yollarla kendisini koruyanların eylemlerini aşırı gösterip daha fazla şiddet kullanımını meşru gösterme çabası içine girer. Hukuka aykırı bir şekilde şiddet kullanan güvenlik güçlerini koruma yoluna gider. Yasal zorunluluk olmasına rağmen eylemcilere şiddet kullanan güvenlik güçlerinin tanınmasını sağlayan kask numaraları dahi kapalı tutulur. Böylece güvenlik güçlerinin şahsi sorumlu tutulmayacağı konusunda güvence verilmiş olur.

Anayasasında hukuk devleti olduğu yazılı devlet bu şekilde hukuktan kaçan bir devlet haline gelmektedir. Bu aynı zamanda devletin polisi değil iktidarın polisi olmak anlamına gelir. Bütün olarak polisin siyasi polis haline gelişidir. 

Siyasi polisin görevi suç işleyenleri yargıya teslim etmekten farklı anlama sahiptir. 

Bu da siyaseten, yargısız şekilde cezalandırma anlamına gelmektedir. Gazı, suyu, plastik mermiyi kullanış şekli de dikkate alındığında uygulamanın anında cezalandırma olduğu kendisini gösteriyor. Yapısal hale gelen şiddet karşısında toplumun yapması gereken örgütlü/yapısal direnişi geliştirmektir.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder