BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ÇÖZÜM SÜRECİ YASA TASARISI ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME

ÇÖZÜM SÜRECİ YASA TASARISI ÜZERİNE ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME


Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 27.06.2014 Çözüm sürecinin konuşulmasından günümüze kadar yapılan tartışmaların ana konusu "çözüm sürecinin yasal dayanağa kavuşup kavuşmadığı"dır. Tartışmalar bunun üzerinden yürütülürken, içeriğinin nasıl olacağı hep ikinci planda kaldı. Sürekli olarak çözüm sürecini teşkil eden iki tarafın bakış açıları çerçevesinde bir yaklaşım gösterildi. Bakış açısını ortaklaştıracak ya da yakınlaştıracak çalışmalar çok az görüldü. Bu da taraflar arasında olması gereken "güven ortamını" hep zedeledi. Oysa, bu ortamı yaratacak gerek "akil insanlar" gerekse "TBMM çözüm komisyonu" gerekli yakınlaşmayı sağlayabilirdi. Ne yazık ki yapısal ve fonksiyonel eksiklikler bu ikiliye rolünü oynatamadı. Bunun en önemli nedeni hükümetin soruna güvenlik ya da terör eksenli bakmış olmasıydı. Bu konuda bir ilerleme sağlanamadı. O zaman ki adıyla "milli birlik ve kardeşlik" projesinden öte bir adım atılmadı. Adımın atıldığı kurumun içişleri bakanlığı/emniyet eksenli olması bunun ipuçlarını vermek için yeterliydi. Yasa tasarısında da aynı anlayış devam ediyor. Tasarının 3.Maddesine göre çözüm sürecine dair yetkiler "Kamu güvenliği ve müsteşarlığına"(KGM) veriliyor. KGM bilindiği gibi Genel Kurmay'dan MİT'e kadar olan güvenlik/istihbaratın koordinasyonunu esas alan bir kurumdur. Bu kurum, sonuç olarak güvenlik ve terörle mücadeleyi esas alan bir kurumdur. Bu açıdan bakıldığında, Terörün sona erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirmesine dair kanunun(TTGK) bu eksen doğrultusunda hazırlandığı söylenebilir. Çözüm sürecinde yer alan/alacak aktörler açısından bakıldığında sorunun yüzyılı aşkın bir sorun olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Bu nedenle kapsamlı bir konsensüs oluşturulmalıdır. Tasarı ile bunun ihmal edildiği, sorun veya süreci AKP dönemiyle sınırladığı görülmektedir. Bu da çözüm aktörü olarak AKP tekelinin esas alındığını gösteriyor. AKP kendi dönemini "normalleşme" dönemi olarak görürken, kendisinden önceki dönemi normal olmayan dönem olarak adlandırken, kendi dışında bir dönem olabileceğini tasavvur dahi edememektedir. AKP'nin karşısında somut bir alternatifin olmayışı da AKP'nin bu tasavvurunu güçlendirmektedir. AKP'nin soruna bakışı ve çözümü "sessiz devrim" sloganında gizlidir. Bu sloganın esası düzen içinde kendisini kabul ederek ilerlemeyi ifade eder. Bununla kendisini kabul ettirerek toplumsal grupları kendi çözümüne razı etmek/mecbur bırakmak amaçlanıyor. Belki toplumsal gruplar açısından bazı kazanımlar olsa da bu kazanımı sahiplenecek iç dinamizmin tükenişi ile birlikte egemen olan bunu kendi lütfü şeklinde bir anlayış içine girebilir. Bu da kazanımları Hak temelli olmaktan çok bahşedilen/sunulan bir şeymiş gibi bakılma beklentisi içine sokar. TTGK tasarısının kapsamı, işlevi ve aktörleri bakımından bu düşünüş tarzının izleri çok fazladır. Temel aktör, hükümet ve KGM olarak görülmektedir. Diğerlerinin rolleri belirsiz ya da ikincil durumdadır.
Yasa tasarısının ikinci maddesi "uygulama, izleme ve koordinasyon" başlığından anlaşılacağı gibi Öcalan'ın sık sık dile getirdiği "izleme kurulu" akla gelmekte ise de koordinasyonun KGM'ında olması nedeniyle tarafsız ve farklı kesimlerin bu kurulda yer alıp almayacağı belirsizdir. Yasanın görüşülmesi sırasında daha önceden hükümet tarafından belirlenen akil insanlardan farklı bir akil insanlar kuruluna ihtiyaç vardır. Tasarıda yer alan "yurtdışındaki kişi ve kurumlar" ibaresinden hareketle benzer süreçlerde yer alan uluslar arası itibarı olan kişi ve kurumlarında bu izlemede yer almalarının yolu açılmalıdır. Nihai olarak çözüm süreci silahsızlandırma ile sonuçlanacağından dolayı silahsızlandırmanın nasıl olacağı, silahların kime teslim edileceği gibi konusu sürecin en önemli aşamalarından biri olacaktır. Bu da ister istemez yurt dışından kişi ve kurumlara rol verilmesini zorunlu hale getirecektir. Bunun mevcut yasa ile hükümete yetki verilmesi şeklinde değil de yasal hükümle düzenlenmesi gerekmektedir.
Yasa tasarısının genel gerekçesine göre Türkiye'de normalleşme gerçekleşmiştir. Normalleşmenin Devamı için "terör" sorunuyla mücadelede paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Bu paradigmanın esası "terörle mücadele siyasetle müzakereye" dayanmaktadır. Tasarının genel gerekçesinde "terör eylemleri sürdüğü müddetçe güvenlik güçlerinin ve adli makamların hukuk içinde bunlarla mücadele etmesi kanuni görevidir" denilerek başta kalekollar olmak üzere operasyonların hız kesmeden devam edeceği de açıkça belirtmektedir. Demek ki, mevcut kanunlardaki terör ve örgüt tanımlamasında bir değişiklik ön görülmüyor. Halbuki, her şeyi "terör" tanımının içine çekmeye müsait TMK ve TCK'nun örgütle ilgili hükümlerinde değişikler yapılması mevcut KCK davaları için zorunludur. Hükümet her ne kadar 3,4 ve 5. Demokratikleşme paketlerini önemli görüyorsa da gerek güvenlik görevlileri gerekse yargı üzerinde somut bir etkisi görülmedi. Belki tutukluluk süresinin uzaması nedeniyle bazı tahliyeler olduysa da burada önemli olan husus yargılamaların sonucunda yüksek cezalar ve hak mahrumiyetine neden olacak TMK ve TCK hükümlerinin uygulanacağıdır. İnandırıcı ve güven verici olması bakımından öncelikle tehlike arz eden bu düzenlemelerde radikal değişiklik yapmayı gerektirmektedir. Düşününüz HDP'nin eski eş genel başkanının omzunda 9 yıllık bir hüküm vardır. Milletvekilliği sona ermeden bu hükmün mecliste okunmasıyla birlikte cezaevine girmek tehlikesi bulunmaktadır. Aynı durum serbest bırakılan diğer milletvekilleri ve siyasetçiler için de geçerlidir. Yasa tasarısının amacını anlamak için gerekçesine bakmaya devam edelim. Gerekçeye göre şimdiye kadar çözüm sürecine münhasır bir mevzuatın olmadığı, sürecin halihazırda ilgili kurumların mevzuatı çerçevesinde yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Gerçekten şimdiye kadar çıkarılan mevzuat çözüm sürecine özgü değildi. TTGK bu bakımdan bir ilktir. TBMM'de takviyeler yapılarak işlevsel bir yasa durumuna gelebilir. Kaldı ki, bu yasa bir başlangıcı ifade eder. Bu yasanın oluşturduğu yapı ve çerçevede başka yasalar da çıkacaktır. Ancak tasarının cumhurbaşkanlığı seçimine az bir süre kala meclise sunulması yasanın seçim sonuçlarını etkilemeye yönelik bir hamle mi tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Nitekim prensipte yasa tasarısına karşı olmadıklarını söylemekle beraber CHP'nin kaygısı bu yöndedir. Özellikle Kılıçdaroğlu'nun Diyarbakır'da verdiği mesajlarla birlikte ele alındığında hem CHP'nin hem de AKP'nin çözüm süreci ile ilgili demeç ve uygulamalardaki mesajın seçime dönük olduğuna dair işaretler ağırlık kazanmaktadır. Hükümet, Irak'taki son gelişmeler, Kerkük'ün KBY'nin denetimine geçmesinden sonra yaşanan panik de etkili olabilir. Kürdistan'ın kalbi sayılan Kerkük'ün KBY'nin siyasi ve askeri denetimine girişi vücuttaki tüm organların kalple bağlantısı neyse diğer parçaların birlikteliğini çağrıştırması gibi Kürtlerin ulusal birliği için somut bir durum yaratmıştır. Türkiye bundan duyduğu kaygı ve Kerkük'e sahip olan Kürdistan'ı denetimini sağlamak için de böyle bir düzenleme yapma ihtiyacı duymuş da olabilir. Özellikle Haziran ayının başında Lice'deki Kalekol eylemleri nedeniyle sürecin kritik bir aşamaya gelişinin devamı halinde çatışmalı ortama girildiğinde bunun çözüm sürecinin önemli bir yerinde yer alan Barzani İle ilişkileri de zorlama ihtimali oldukça yüksekti. Çözüm sürecinin yasal dayanağı kavuşması için Barzani'nin etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. Yasa tasarısında yer alan "gerekirse yurtdışındaki kişi ve kurumlarla ilişki" bu tür ilişkilere yasal zemin oluşturmak amaçlanmıştır. Böylece çözüm süreci ile ilgili olarak Öcalan'la değişik kesimlerin görüşebilmesinin yolu amaçlanmıştır. Böylece yasanın çıkmasıyla birlikte hükümete verilen yetki kapsamında Öcalan, Barzani, Salih Müslim gibi siyasi liderlerle de görüşmenin yolu açılabilir. Kapsam itibarıyla görüşecek bu kişi ve kurumların çeşitliliği de artacaktır. Tasarının tartışmaya aday en önemli maddesi "bu yasa kapsamında verilen görevi yapanlara hukuki güvence" getirilmiş olmasıdır. Yasa tasarısındaki bu hüküm MİT yasasıyla kamu görevlilerine getirilen hukuki güvencenin süreçte yer alacak diğer kişiler için getirilmiştir. Örneğin tasarı yasallaşırsa BDP'li milletvekillerinin İmralı ve Qandil'le görüşmeleri yasal dayanağa kavuşmuş olacak yapılan görüşmeler hukuka uygun olarak kabul edilecektir.
Sonuç olarak 19 aya yakın bir sürede ölümlerin olmayışının oluşturduğu atmosferde saikler ne olursa olsun çözüm sürecine münhasır çerçeve bir yasa tasarısının meclis gündemine gelişi tarihi öneme sahiptir. Kimisi bu tasarıyı hükümetin Kürt Siyasal Hareketine bir tavizi, kimisi de KSH'nin hükümete bir tavizi şeklinde şimdiden mahkum etmeye çalışsa da da en azından niyetlerde asgari müştereklerin yakalamasının mümkün olabileceğini göstermiştir. Ancak bu yasa tasarısı sadece bir başlangıçtır. Uygulaması ve sonrası için atılacak çok adım vardır. ***

5 Nisan 2020 Pazar

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



KONGO İÇ SAVAŞI YA DA AFRİKA SAVAŞI

İktidar değişikliğinin ardından, Kabila yönetimi muhalif güçlerce yolsuzluk,
diktatörlük gibi suçlamalarla karşılaşırken, eski müttefikleri de kendi
ülkelerindeki paramiliter grupların desteklenmesinden Kabila’yı sorumlu
tutmuşlardır (Shah, 2008). Ruanda’da Hutular ve Tutsiler arasındaki iç savaş,
iki grubun da azınlık olarak bulunduğu Kongo topraklarına da yansımıştır.
Hutu mülteci kampına yönelik Tutsi saldırıları ve katliamların engellenememesi, Ruanda askeri birliklerinin Kongo topraklarındaki varlığı, Kongo içişlerinde Ruanda etkisinin artması Kabila’ya yönelik eleştirileri arttırmıştır. 

  1998 Temmuz’unda Ruanda ordusunun Kongo topraklarında
karargâh kurması ardından Kabila, tüm yabancı güçlerin ülkeyi terk etmesini
istemiştir. Bu süreçte Ruanda, Uganda ve Burundi Kongo’ya karşı bir araya
gelerek, öne çıkan iki isyancı güç, Bemba liderliğindeki MLC ve RCD’yi
desteklemeye başlamıştır. Kabila yönetiminin düşürülmesi için ABD ve
Fransa’nın da desteğini alan bu ülkeler, kendi etnik kökenlerinden isyancıları
da kışkırtmışlardır (İnat-Giegler, 2007: 425-6). Bu ittifak karşısında Kabila da
Zimbabwe, Angola ve Namibya’nın, ardından Çad, Sudan ve Libya’nın
desteğini sağlamıştır.

Bu karmaşık ittifak ağının odağında çıkarlar yer almaktadır. Angola,
Kongo’daki karışıklıktan yararlanarak bu bölgede kendisine yönelik gelişecek
isyan faaliyetlerinden çekinmektedir; Sudan, ülkesindeki isyancı örgütlere
destek veren Uganda yönetimine karşı Kongo’yu desteklemektedir; Zimbabwe
Kongo’ya verdiği borç ile ekonomik çıkarlarını düşünerek ve ABD’ye karşı,
Kongo’yu desteklemiştir (İnat-Giegler, 2007: 426). Ülke içinde de Kabila’ya
karşı olan bazı güçler, dış müdahaleye karşı yönetimin yanında yer almaya
başlamıştır. Kongo’daki iç savaş, diğer Afrika ülkelerini de Kongo
topraklarında zaman zaman karşı karşıya getirmiş ve topyekün bir Afrika
Savaşı tehlikesi ortaya çıkmıştır.

1998 sonlarında, barış görüşmeleri başlatılmış, taraf ülkeler arasında ateşkes
imzalanmasına rağmen isyancıların ateşkesi kabul etmemesi nedeniyle
anlaşmaya varılamamış, çatışmalar şiddetlenerek devam etmiştir. Özellikle
Kongo’nun doğu eyaletlerindeki istikrarsızlık ve çatışmalar temel sorunu
oluşturmaktadır. 1999 ortalarında Kongo ve Ruanda arasında kitlesel savaş
tehlikesi ortaya çıkmış, Temmuz ayında Lusaka’da Kongo ve diğer devletler
arasında ateşkes anlaşması imzalanmıştır; fakat isyancıların bu anlaşmayı da
imzalamayı reddetmesi çatışmaların devam etmesine neden olmuştur. Öte
yandan Ruanda ve Uganda arasında başlayan görüş ayrılıkları, Kongolu
isyancılar arasında da bölünmelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur (İnat-
Giegler, 2007: 428). 2001 yılında gerçekleştirilen bir darbe girişimi sırasında
Kabila’nın öldürülmesinin ardından, devlet başkanlığını oğlu Joseph Kabila
devralmıştır. 2001 yılında barış yolunda önemli adımlar atılmış, Ruanda ve
Namibya askerlerinin kademeli olarak ülkeden çıkarılmasına başlanmıştır.
Aralık 2002’de çatışan tüm tarafların katıldığı bir anlaşmanın imzalanmasına
rağmen, çatışmaların devam etmesi, tarafların güvenlik kaygısıyla müdahalede
bulunmaları ateşkes anlaşmasının ihlaline neden olmuştur.

2003 yılında Fransa’nın girişimiyle Güvenlik Konseyi’nden Kongo’ya
uluslararası güç gönderilmesi kararı çıkmıştır. Önce çoğunluğu Fransız
askerlerinden oluşan bir uluslararası birlik gönderilmiş, daha sonra görevi BM
Barış Gücü’ne (MONUC) devretmiştir. BM Barış Gücü’nün ülkede
konuşlandığı süreçte de çatışmalar devam etmiştir; asker sayısının 17.000’e
çıkarılmasına rağmen, çatışmalar son bulmamıştır. MONUC, uluslararası ve
Kongolu sivil toplum kuruluşlarınca çatışmalara müdahalede pasif davrandığı,
sivilleri korumakta yetersiz kaldığı yönünde eleştirilirken, BM misyonunda
görevli bazı asker ve sivillerin cinsel istismar ve tecavüz olaylarına karıştığı
ortaya çıkmıştır (Henriques, 2006: 139). Haziran 2003’te Avrupa Birliği de
Avrupa dışı ilk askeri operasyonunu Kongo’da gerçekleştirmiştir (Artemis Operasyonu).

DEMOKRASİYE GEÇİŞ ÇABALARI VE DEVAM EDEN ÇATIŞMALAR

2003 yılından itibaren Kabila yönetimi altında ülkede geçiş dönemi hükümeti
kurulmuştur. Hükümette siyasi partiler, muhalif güçler ve sivil toplum
temsilcilerine yer verilmiştir. Ulusal birliğin ve demokrasinin inşası için,
demokratik seçimler yapılana kadar 2 veya 3 yıllık süre için Kabila’nın devlet
başkanı olarak kalması kararlaştırılmıştır (Henriques, 2006: 132). Bu süreçte
ateşkes ilanına rağmen, düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmiş; istikrasızlık
nedeniyle seçimlerin iptal edilmesini protesto eden gösteriler dahi güvenlik
güçlerinin sert önlemleriyle bastırılmıştır. 2005 yılında güvenlik reformu ile
hukukun ve demokrasinin işletilmesi için destek olmak amacıyla AB,
Kongo’da 2009’a kadar yetkili bir destek ve danışma misyonu oluşturmuştur.

2005’te yeni anayasanın referandumda % 84 çoğunlukla kabulünün ardından,
2006 yılında seçimler yapılmıştır. Seçimlerde Kabila tekrar devlet başkanı
seçilerken, 200’den fazla partinin katıldığı, 700’e yakın bağımsız adayın
yarıştığı genel seçimlerde Kabila’nın partisi PPRD, çoğunluğu sağlarken (111
sandalye); Kuzey Eyaleti Equateur’deki isyanlardan sorumlu MLC 64
milletvekili ile meclise girmiş, Lumumbist Parti (PALU) ise 34 milletvekilliği
elde etmiştir (http://africanelections.tripod.com/cd.html). Bu üç partinin
dışında 66 parti daha, değişik oranlarda temsil şanı elde etmiştir.
2007 yılında doğudaki Kiwu Eyaletinde çatışmalar tekrar alevlenmiştir. 2008
Ocak’ında Kongo hükümeti ve isyancı güçlerin başındaki Tutsi General
Nkunda arasında Goma’da bir ateşkes ve barış anlaşması imzalanmış; buna
rağmen karşılıklı saldırılar devam etmiştir. 2008’in Ekim ayında General
Nkunda’nın Kiwu eyaletine başlattığı saldırı, çatışmaları yeniden
alevlendirmiştir. Ayaklanmacı grupların özellikle mülteci kamplarına yönelik
saldırıları uluslararası kamuoyunda yankı bulurken, İngiltere Başbakanı G.
Brown, “uluslararası toplumun Kongo’nun yeni bir Ruanda olmasına izin
vermeyeceğini” belirtmiştir. 
(http://edition.ccn.com/2008/WORLD/africa/ 11/02/congo.conflict/iindex.html)

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmalar açlık, hastalık ve ölümlerin
sorumlusudur; aynı zamanda pek çok insanın yer değiştirmesine ya da mülteci
konumuna gelmesine neden olmuştur. IRC’nin raporuna göre 1998-2007
yılları arasında Kongo’daki çatışmalar sırasında çatışmalardan, açlık ve
önlenebilir hastalıklardan 5.4 milyon kişi hayatını kaybetmiştir; bu rakamın
yarısına yakını çocuktur (http://www.theirc.org/resources/2007/congo_
onesheet.pdf). Toplam 3.4 milyon insan yerinden edilirken, 1.5 milyon kişi
ülke içinde mülteci konumuna gelmiş; pek çoğu komşu ülkelerde sığınmacı
statüsünde yaşamaya başlamıştır. İstikrarsız ortamlar bir yandan da terörü
beslemektedir. Kontrolün gevşemesi, illegal etkinliklerin gelişmesini de
kolaylaştırmaktadır. Özellikle silah ticareti, elmas ve diğer madenlerin
kaçakçılığı, merkezi otoritenin zayıfladığı süreçte yerel “savaş lordları” için
önemli bir kaynak sağlamıştır. Bu süreçte çatışma, insanlık suçlarını da
beraberinde getirmiştir. Açlık ve hastalıktan ölümlerin yanında tecavüz bir
savaş taktiği olarak uygulanmış; çocuklar- kız erkek ayrımı olmadan- daha
kolay yönlendirilebildikleri ve tehlikenin farkına varacak kadar bilinçli
olmadıkları gerekçesiyle zorla asker yapılarak çatışmalara sokulmuştur 5

Toplam gücün % 40’ının çocuk askerlerden oluştuğu öne sürülmektedir (Henriques, 2006: 134).

(http://www.amnesty.org/en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-
AFR620062005en. html). Hem Kongo askerleri hem isyancılar pek çok
yağma, adam kaçırma, tecavüz olayına karışmış, BM yardımları dahi
yağmalanmıştır (http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881-
_txt.htm). Bunun yanında, illegal madencilik faaliyetleri ve halktan zorla
alınan vergiler durumu daha da zorlaştırmıştır. Bu süreçte, Hizbullah ve başka
terörist grupların Kongo elmaslarının, altının ve uranyumunun ticaretinden
yararlandığı yönünde iddialar dahi ortaya atılmıştır.
(http://www.diamonds.net/news/NewsItem. aspx?ArticleID=6120).

KRİZE DÖNÜŞEN ÇATIŞMALARIN KÖKENLERİ

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin karışık etnik yapısı, merkezin otoriter
yönetimi ve ağır ekonomik koşulların yanında yönetimin yolsuzlukları ve
ekonomik çıkar ilişkileri iç çatışmaların ortaya çıkmasında önemli etkenlerdir.
Bu çerçevede beş dönem içinde gelişen Kongo Krizi’nin; ideolojik, etnik ve
ekonomik kökenli çatışmalar ile şekillendiği dile getirilebilir. Çatışmaların
uluslararası krize dönüşmesinde bu üç boyutun değişen rolleri olmasına
rağmen, etnik farklılıklara dayalı sorunların ön planda olduğu görülmektedir.
Etnik çatışmaların kökenleri konusunda pek çok teorik çalışma yer almaktadır;
bu bağlamda etnik sorunların temelleri konusunda şu gerçekler sıralanabilir
(Yılmaz, 2007: 7-42):

- Sınırlanan etnik kimliğin ifadesi arzusu
- Yasal, kültürel, ekonomik ayrımcılık
- Rejimin niteliği ve toplumsal kültür (demokrasinin gelişimi)
- Elverişsiz ekonomik koşullar, kaynakların ve gelirin adaletsiz dağılımı, göç
- Merkezi otorite boşluğu, merkezi yönetimin yozlaşması (yolsuzluklar)
- Tarihsel travmalar
- Uluslararası destek

Kongo’da yaklaşık 50 yıldır devam eden çatışmaların temelinde de bu
gerçekler yatmaktadır. Sömürge yönetiminden bağımsızlığın elde edilmesi
amacı temelinde gelişen ilk dönem çatışmalar dışında, tüm dönemlerde etnik
sorunlar çatışmaları körüklemiştir. Sömürge yönetiminin sona ermesinin
ardından da etnik kökene dayalı bağımsızlık talepleriyle şekillenen bölgesel
çatışmalar ön plana çıkmaya başlamıştır.

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki çatışmalar etnik kökenli olmanın
yanında ideolojik bir boyut da taşımaktadır. Kongo, bağımsızlığını uluslararası
sistemde Soğuk Savaş’ın etkisini en çok hissettirdiği, iki kutupluluğa karşı
bağlantısızlık ilkesinin Üçüncü Dünya ülkelerince benimsenmeye başladığı bir
süreçte kazanmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin güç mücadelesini yeni
bağımsızlığına kavuşan ülkeler üzerinde sürdürdüğü bu dönemde, Kongo da
bu ideolojik rekabetin sergilendiği çatışmalardan birine sahne olmuştur.
Sosyalist eğilimli partiler ya da hareketler karşısında, Batı destekli güçlerin
yaratılması karışıklıkları arttırmıştır. Kongo’daki iç karışıklıklar giderek krizin
uluslararasılaşmasına neden olmuştur (Vaisse, 2001: 55). 

İlk dönem BM müdahalelerinden biri Kongo’da gerçekleştirilmiştir. Kongo Görevi, odönemki diğer müdahalelerden farklı olarak, barışı korumada kontrol işlevinin
ötesinde görevler (Ramsbotham, 2005: 134-5) içermesine rağmen sorunun
çözümünde etkili olamamış; çatışmalar devam etmiştir.

Kongo’da ikinci dönem çatışmalarda öne çıkan bir diğer unsur, devlet
sisteminde hangi yaklaşımın benimseneceği yönündedir. Bu tartışmalar
Mobutu’nun kurduğu merkezi otoriter rejim ile noktalanmıştır; fakat Mobutu
dönemi yeni çatışmalar için zemin hazırlamıştır. Kongo’daki üçüncü dönem
çatışmalar, bir yandan otoriter rejime bir tepkiyi içerirken diğer yandan
ideolojik farklılıklar da hala önemli bir etken olarak varlığını sürdürmektedir.
Öte yandan bu dönemde ülke içindeki etnik temelli çatışmaların komşu
ülkeleri de içine alacak şekilde genişlemeye başladığı gözlenmektedir. İleride
küçük çaplı bir Afrika Savaşı’na dönüşecek çatışmaların ilk örnekleri bu
dönemde ortaya çıkmıştır.

Kongo’daki dördüncü dönem çatışmalar kuşkusuz en kanlı olanıdır. 1990’lı
yıllardan günümüze kadar devam eden çatışmalar, heterojen etnik yapıyla
yakından ilgilidir. 1992 yılından beri Kongo’nun Katanga eyaletinde Lunda,
Lubakat, Bemba, Lamba, Hemba grupları, Luba-Kasai ve Songye, Kanyoka,
Lulu gruplarına karşı asimilasyon ve etnik temizlik politikası uygulamış ve
zorla bölge dışına çıkmalarına neden olmuştur. Ituri eyaletinde Lendu-Ngiti
grubu ile Hemalar arasında şiddetli çatışmalar yaşanmış; çatışmalar Bira ve
Alur gruplarına da sıçramıştır. Nord-Kivu ve Sud-Kivu eyaletlerinde ise
kendilerini “yerli” olarak kabul eden Hunde, Nyanga, Tembo, Nande, Shi,
Rega, Bembe, Fulliru ve Vira toplulukları “yabancı” olarak gördükleri Ruanda
ve Burundi’den gelen Hutu ve Tutsilere karşı şiddet eylemlerine girişmişlerdir
(Bwenge, 2005: 90-1).

Sınırların yapaylığı ve etnik yapının heterojenliği ile azınlık sorunları, iç
çatışmaların devletlerin birbirlerinin iç işlerine karıştığı ve askeri anlamda da
karşı karşıya geldikleri bir ortam yaratabilmektedir. Bir ülkedeki karışıklık ve
iktidar boşluğu, komşu ülkelerdeki ayrılıkçı ya da muhalif hareketlerin
konuşlanması için uygun ortamlar yaratmaktadır. Kongo’da da etnik yapının
çeşitliliği ve ulusal bütünlüğün eksikliği sonucunda, ülke ve komşuları uzun
süren çatışmaların içine girmişlerdir. Devletler arasındaki karmaşık ve çıkara
dayalı ittifaklar, Kongo’daki etnik ve bölgesel sorunların uluslararası bir
çatışmaya dönüşmesinde ana nedeni oluşturmaktadır.

Öte yandan Kongo krizi komşu ülkeler, uluslararası kuruluşlar, çok-uluslu
şirketler ve terör örgütlerinin karıştığı ve Afrika’nın zengin kaynaklarının
paylaşımında etkili olmak için yürütülen çıkar çatışmasının da bir
yansımasıdır. Bu bağlamda ülkenin doğal kaynakları, özellikle de maden
kaynakları üzerindeki mücadele, Kongo’daki çatışmaların krize dönüşmene
neden olan etmenlerden en önemlisidir.

Önemli madenlerin çıkarıldığı bölgeler, aynı zamanda çatışmaların
yoğunlaştığı alanlardır. Örneğin Katanga eyaletinde elmas, altın, tantalum,
demir, manganez, kömür ve bakır madenleri bulunmaktadır. Bağımsızlığın
yeni kazanıldığı dönemlerde Katanga eyaletinde çıkan çatışmalar, Kongo’daki
karışıklıkların sebebi olurken, eyalet bir süre bağımsızlığını korumuştur.
1990’lı yıllarda başlayan iç savaş da ise yine elmas ve altın madenlerine sahip
doğu eyaletleri karışıklıkların merkezi konumuna gelmiştir. Bunlardan Kasai
ve Kivu eyaletleri zengin elmas ve altın madenlerine sahipken, Ituri eyaletinde
petrol yatakları bulunmaktadır. Bu kaynakların işletmesinde hangi güçlerin söz
sahibi olacağı, çatışmaların yönelimini de belirginleştirmektedir.
Devlet, özel sektör (özellikle çok uluslu sermaye) ve bölgesel güçler arasında
madenlerin nasıl ve kim tarafından işletileceği yönünde devam eden mücadele,
politik ve askeri çatışmaların yoğunlaşmasında da etkili olmuştur. 1980’lerin
başında, dünyada olduğu gibi Kongo’da da liberal ekonomi politikaları
uygulanmaya başlamıştır. Mobutu, iktidara geldiğinde devletleştirdiği ve
kişisel çıkarı için kullandığı madencilik faaliyetlerini, özel sektöre de açmaya
başlamıştır. Öte yandan farklı eyaletlerdeki yerel maden işletmeleri giderek
güçlenerek, üretimi tekellerine almaya başlamıştır. Örneğin doğu eyaletindeki
işletme, yerel otoritesini sağlamlaştıracak polis gücüne sahip, yazılı olmayan
kendi kurallarını uygulayan, devlet içinde küçük bir devlet konumuna gelmiştir
(Willame, 2007). Yasal elmas işletiminde de en önemli pay sahibi % 80 hissesi
devletin, geri kalanı DeBeers ve Belçikalı Umicore şirketinin olan MIBA’dır.
Diğer madenler için de benzer uygulamalar mevcuttur ve devlete ait şirketlerin
yönetiminde devlet başkanı bizzat sorumludur. Buradaki ayrıcalıklarını
kaybetmek istemeyen şirketlerin ve ülkelerin yönetime desteği bu bağlamda
belirleyici olabilmektedir. Örneğin, Kabila, Mobutu’yu iktidardan devirmeden
önce ABD ve İngiliz şirketlerine elmas madenleri konusunda ayrıcalık tanıyan
anlaşmalar imzalamıştır (Dietrich, 2002: 16).

Madenler, yalnızca ülke içindeki güç mücadelesinin odak noktasında yer alan
unsurlardan biri değildir; Kongo Krizi’ne komşu devletlerin de taraf olmasının
nedenleri arasında da yer almaktadır. Uganda ve Ruanda, Kongo’nun
doğusundaki maden kaynaklarından (elmas, tantalum ve altın) gelir elde
etmektedirler. Örneğin Ruanda ordusunun 1999-2000 yılları arasında tantalum
ticaretinden ayda yaklaşık 20 milyon $ kazandığı tahmin edilmektedir (Shah,
2008). İllegal olarak yürütülen bu ticaret aynı zamanda savaşan güçlerin
finansmanında da kullanılmaktadır; bu durum çatışmaların uzamasına da
neden olmaktadır. Çatışmalardan doğan istikrarsızlık ve otorite boşluğu, illegal
faaliyetlerin yürütülmesini de kolaylaştırmaktadır. Çatışmaların uzaması illegal
ticaret ve yağma döngüsünün devamını sağlamaktadır. Zengin doğal kaynaklar
ülke ekonomisine ve toplumun refahına katkı sağlamak yerine belli kesimlerin
çıkarı için kullanılmaktadır.

SONUÇ

Kongo’da, 1960’lı yıllardan bugüne kadar devam eden çatışmalar, bağımsızlık
temelli hareketlerden ideolojik ve etnik kökene dayalı mücadelelere
dönüşmüştür. Soğuk Savaş döneminde ABD - Sovyetler Birliği mücadelesi
ekseninde, ideolojik temelde gelişen iç karışıklıklar ve çatışmalar Soğuk Savaş
sonrasında daha karmaşık bir hal almıştır. Bu dönemde etnik sorunlar daha çok
ön plana çıkarken, zengin kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurma arayışı
çatışmanın temel nedenlerinden biri olmuştur. Doğal kaynakların yönetimi ile
maden kaynaklarının işletilmesi çerçevesinde, iç içe geçmiş çıkar ilişkileri,
sorunların krize dönüşmesinde asıl nedeni oluşturmaktadır. Çatışmalara,
komşu devletlerin de kendi çıkarları doğrultusunda dahil olmaları, krizin
uluslararasılaşmasında etkili olmuştur.

Koloni döneminden kalan ayrıcalıklarını devam ettirmek isteyen güçler ile
sistemde yer edinmeye çalışan yeni güçlerin ayrıcalık elde etme yarışı, Kongo
gibi az gelişmiş bölgelerde etnik ya da dinsel ayrımı körüklemektedir. Buna
bağlı olarak istikrarsızlık, insan hakları ihlalleri, katliamlar ülkeler içindeki
grupların çıkarlarını korumak için kullandığı araçlar haline gelmektedir.
Kongo krizi de bu çıkar çatışmasının bir yansımasıdır; çatışmalar, bölgede
sömürge döneminden bu yana değişen tek şeyin daha etkili silahlar kullanmak
olduğunu ortaya koymaktadır. Çatışmalar ülkedeki istikrarsızlığı sürekli hale
getirirken; çok uluslu şirketler, bölgesel güçler (savaş lordları) ve merkezi
hükümetin temsilcileri ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmektedir. Bu
ayrıcalıklı durumun kesintiye uğraması ya da belli kesimlerin çıkarlarının
zedelenmesi, çatışmaları alevlendirebilmekte; ya da çatışan taraflara verilen
desteğin değişmesinde etkili olabilmektedir. Sonuç olarak Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’ndeki, uluslararası boyut taşıyan bir krize dönüşen çatışmalar,
etnik farklılıklar ekseninde gelişmiş olsalar da, ekonomik çıkarlar ve güç
mücadeleleri temelinde şekillenmektedir.

KAYNAKÇA:

BENTLEY, J. H., Ziegler H. F., Traditions&Encounters: A Global Perspctive
on the Past Volume II, McGraw Hill,( New York, 2000).
BWENGE, A. M., “Researching ethno-political conflicts and violence in the
Democratic Republic of Congo”, 90-109, Researching Conflict in Africa:
Insights and Experiences (ed.: E. Porter), JPN: United Nations University Pres,
(Tokyo, 2005).
“Congo Crisis”, http://www.theirc.org/resources/2007/congo_onesheet.pdf
(erişim tarihi: 12.10.2008).
“Congo Diamond Trade Tied to Terrorism”,
http://www.diamonds.net/news/NewsItem.aspx?ArticleID=6120 (erişim tarihi: 10.10.2008).
Congo, Democratic Republic of the, https://www.cia.gov/library/publications/
the-world-factbook/geos/cg.html (erişim tarihi: 10.10.2008).
Democratic Republic of Congo, http://www.oecd.org/dataoecd/26/5/38562481.
pdf (erişim tarihi: 13.10.2008).
“Democratic Republic of Congo: arming the east”, http://www.amnesty.org/
en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-AFR620062005en.html (erişim
tarihi: 11.10.2008).
DİETRİCH, C., The Criminalized Diamond Economy of Democratic Republic
of the Congo and Its Neigbours, The Diamonds and Human Security Project,
(2002).
DOBBİNS, J. v.d., “Congo”, 5-28, UN’s Role in Nation-Building: From the
Congo to Iraq, The Rand Corporation, (Santa Monica, 2004).
“DR Congo: Humanitarian Crisis Deepens as Peace Process Falters”,
http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881_txt.htm (erişim
tarihi: 10.10.2008).
“DRC: Electoral System”, http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm (erişim
tarihi: 12.10.2008).
DUROSELLE, J. B., Kaspi, A., Histoire des Relations Internationales de 1945
a nos jours, Armand Colin, (Paris, 2002).
“Elections in Congo-Kinshasa”, http://africanelections.tripod.com/cd.html
(erişim tarihi: 13.10.2008).
FERRO, M., Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, (Ankara, 2002).
Henriques, Z., “The Invisible Conflicts in the Democratic Republic of the
Congo (DRC)”, 129-143, Journal of Ethnicity in Criminal Justice, Vol 4 (1/2),
(2006).
“Histoire du Congo”, http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/
congo.shtml (erişim tarihi: 10.10.2008).
İNAT, K., Gieler, W., “Kongo Demokratik Cumhuriyeti (Zaire): “Birinci
Afrika Dünya Savaşı””, 419-432, Dünya Çatışma Bölgeleri (ed.: K. İnat- B.
Duran- M. Ataman), Nobel Yayıncılık, (Ankara, 2007).
RAMSBOTHAM, O., Contemporary Conflict Resolution, Polity Pres,
(Cambridge, 2005).
SHAH, A., “The Democratic Republic of Congo”,
http://www.globalissues.org/article/87/the-democratic-republic-of-congo
(erişim tarihi: 10.10.2008).
VAİSSE, M., Les Relations Internationales depuis 1945, Armand Colin,
(Paris, 2001).
WILLAME, J. C., “Insécurité, Violences et Ressources Naturelles au Congo-
Zaire”, http://www.eurac-network.org/web/uploads/documents/
20070601_9230.doc (erişim tarihi: 13.10.2008).
YILMAZ, M. E., Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Etnik Çatışmalar, Nobel
Yayıncılık, (Ankara, 2007).


***

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



ÖZET

Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Belçika’dan bağımsızlığını elde ettiği 1960 yılından günümüze kadar ülkede yaşanan çatışmalar ile gündeme gelmiştir. Bu çalışmada Kongo’daki çatışmalar tarihsel olarak beş döneme ayrılarak incelenmiştir. İlk dönem çatışmalar, sömürge döneminde bağımsızlık amacıyla başlamıştır; bağımsızlık sonrası çatışmalarda öne çıkan unsur ise Soğuk Savaş’ın yansımasıdır. Ülkedeki çatışmalar Mobutu’nun otoriter yönetimi sırasında bir süreliğine kesilse de, 1970’lerin ortalarında yeniden alevlenmiştir. Bu dönem çatışmalarda etnik farklılıklar ön plana çıkmıştır.

Etnik temelli çatışmalar 1990’lı yıllardan itibaren tüm bölge ülkelerini taraf haline
getiren uluslararası bir krize dönüşmüştür. 2003 yılında diğer Afrika ülkelerinin taraf olduğu çatışmalar sona erse de, Kongo içinde, özellikle doğu eyaletlerde, zaman zaman alevlenen düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmektedir. Kongo’daki bu etnik temelli çatışmaların geri planında ise özellikle zengin maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadeleleri etkili olmaktadır.

GİRİŞ

Orta Afrika’yı ikiye bölen Kongo nehri, verimli topraklara ve zengin doğal
kaynaklara sahip bölgeye de adını vermektedir. Bölgenin Fransız sömürgesi
haline gelmiş bölümü günümüzde Kongo Cumhuriyeti adını almıştır. Kongo
havzasının büyük bölümü ise Belçika egemenliği altında kaldıktan sonra, tüm
Afrika’yı etkileyen dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığını kazanan
Demokratik Kongo Cumhuriyeti topraklarını oluşturmaktadır. Afrika’nın en
büyük ve en fakir ülkelerinden biri olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti,
bağımsızlığının ardından iç ve dış çatışmaların odağında yer almıştır. Ruanda,
Somali ya da Sudan gibi Afrika’nın eski sömürge ülkelerdeki çatışmalar
uluslararası krize dönüşürken; Kongo’daki çatışmalar ülkenin tüm komşularını
taraf haline getiren bir iç savaşa dönüşmesine rağmen, uluslararası medyada
diğer bölgesel krizler kadar yer bulamamıştır (Henriques, 2006; 135-36).
Zengin doğal kaynakları, karışık etnik yapısı, yüzölçümünün büyüklüğü ve
kıtanın ortasındaki stratejik konumu ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti ya da
eski adıyla Zaire, 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasından beri değişen
süreçlerde düşük ya da yüksek yoğunluklu pek çok çatışma yaşamıştır.

Ülkedeki istikrarsız yapı ve karmaşık çıkar ilişkileri çatışmaların sona
ermemesinin temel nedenleridir; bu durum ülkenin dış müdahalelere açıklığı
sonucunu da doğurmaktadır.

Bu çalışmada Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşanan çatışmaların
niteliği üzerinde durulacaktır. Ülkeyle ilgili genel bilgiler doğrultusunda, 1960
öncesinden günümüze kadar yaşanan çatışmalar arasındaki bağlantı tarihsel
gelişmeler yardımıyla irdelenecektir. Bunun yanında çatışmaların ve ülkedeki
istikrarsızlığın temel nedenleri ve sömürge döneminde kalan ilişkilerin etkisi
de tartışılacaktır. Bu bağlamda çatışmalar beş ana dönem ekseninde
incelenecektir; bunlar sömürge dönemi ve bağımsızlığa uzanan süreç,
bağımsızlık sonrası dönem, Mobutu yönetimi, iktidar değişikliği ve iç savaş ile
savaş sonrası son dönem olarak ayrılmıştır.

DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ

Orta Afrika’nın 2.345.410 km²’lik yüz ölçüme sahip 66.5 milyon nüfuslu bu
ülkesi, sahip olduğu zengin doğal kaynaklar ve karışık etnik yapısı nedeniyle
iç çatışmalar ve savaşlarla gündeme gelmektedir. Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’nde (DKC) 200’den fazla etnik grup yer almaktadır; bu
gruplardan Bantular çoğunluğu (nüfusun %80’i) oluşturmaktadır 1.
1 Bantular arasında nüfusun % 45’i Mongo, Luba ,Kongo ve Nande kabilelerine mensuptur 
(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/cg.html). 



Yarı başkanlık sistemi ile yönetilen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
devlet başkanı doğrudan oyla seçilmektedir. İki meclisli sistemin uygulandığı
ülkede, 5 yılda bir yapılan seçimlerde devlet başkanı ve 500 üyeli Ulusal
Meclis milletvekilleri seçilmektedir (http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm).
Ülke, 11 eyalet ve bu eyaletlere bağlı bölgelere ayrılmıştır  2

2005 yılındaki Anayasa değişikliği ile eyalet sayısı 2009’dan itibaren 26’ya çıkarılmıştır. Bu 11 bölge Bandundu, Bas-Kongo, Equateur, Kasai-Occidental, Kasai-Oriental, Katanga, Maniema, Nord-Kivu, Orientale, Sud-Kivu ve Kinshasa (Kinşasa)’dır. Kinşasa yanı zamanda ülkenin başkentidir.
(http://www.cia.gov...); iç çatışmalar gelirin önemli kısmının askeri harcamalara ayrılmasına neden olmaktadır. Bunun yanında ülkede yolsuzluğun  kurumsallaş ması rahatsızlıkları ve tepkileri arttırmaktadır. Çatışmalar ve ekonomik kriz açlık, salgın hastalıklar gibi sorunların ciddileşmesin de de etkili olmaktadır.


Kongo, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkedir. Ülkeyi baştan başa geçen Afrika’nın ikinci uzun akarsuyu Kongo nehri, ülke topraklarını tarıma elverişli hale getirmiştir. Bu nedenle tarımın GSYH içindeki payı yüksektir (%55)
(http://www.cia.gov...); kauçuk ve kereste en önemli ihraç ürünleridir. Kongo
için temel zenginlik kaynağı ise maden yataklarıdır. Bakır, kobalt, elmas, altın,
kömür yanında petrol ve uranyum ile cep telefonu ve bilgisayar yapımında
kullanılan tantalum en önemli maden kaynaklarıdır. Ülke sanayisi de bu
madenlerin işlenmesine dayanmaktadır. Elmas ve petrol en önemli ihraç
ürünleridir. Kongo’nun bilinen petrol rezervi 187 milyon varil; günlük üretim
ise 19,750 varildir. Sahip olduğu zengin kaynaklara rağmen Kongo ekonomisi
oldukça zayıftır. 2007 verilerine göre kişi başına düşen GSYH 300 $’dır

Bunun yanında farklı etnik gruplara dahil kabileler mevcuttur. Ülkenin resmi dili Fransızca olmasına rağmen etnik grupların çokluğuyla bağlantılı olarak çeşitli yerel diller konuşulmaktadır. Bunlardan yalnızca Kikongo, Lingala, Tshiluba ve Swahili dilleri resmi dil olarak kabul edilmektedir. Nüfusun % 50’si Katolik, % 20’si Protestan, % 10 Müslüman, % 10’u da Hıristiyanlığın farklı bir yorumu
olan Kimbanguist’tir; nüfusun geri kalanı ise yerel dinlere inanmaktadır. Nüfus içinde Hıristiyanlığın yaygınlığı, sömürge dönemiyle paralel ilerleyen misyonerlik faaliyetleri ile yakından ilgilidir.

Bağımsızlığını kazandığından beri çatışmalara sahne olan Afrika’nın bu zengin
ve kaotik ülkesindeki sorunların daha iyi anlaşılabilmesi için, ülkenin tarihsel
gelişimini kısaca ele almak faydalı olacaktır.

SÖMÜRÜDEN BAĞIMSIZLIĞA

Kongo bölgesinin sömürgeleştirilmesinin tarihi, ilk coğrafi keşiflere kadar
uzanmaktadır. 1482 yılında Portekizli kâşif Don Diego Coa tarafından
keşfedilen Kongo, köle ticaretinde önemli bir merkez haline gelmiştir.
Bölgenin tam olarak denetim altına alınması ise, Kongo nehrinin ve göllerin
keşfi ile başlamıştır. Henry Morton Stanley, Orta Afrika’yı keşfinin ardından
bir süre Belçika Kralı adına Kongo nehrinin denetiminden sorumlu olmuştur.
Sömürgeci güçler arasındaki paylaşımı düzenlemek ve sömürge sınırlarını
belirginleştirmek amacıyla 1885 yılında düzenlenen Berlin Konferansı’nın
ardından, 1886 yılında Kral II. Leopold, bağımsız Kongo Devleti’nin de kralı
haline gelmiştir. Konferans kararları doğrultusunda aynı zamanda Kongo
Bölgesi’nin, tüm Avrupalı tüccar ve girişimcilere açık bir serbest ticaret alanı
olduğunu da ilan etmiştir (Bently-Ziegler, 2000: 858). 1908 yılında ise bu
topraklar, “Belçika Kongosu” adı altında resmen Belçika sömürgesi haline
getirilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda ve Urundi’nin de Belçika
mandası altına girmesiyle Kongo, Afrika’nın en geniş ve sahip olduğu
kaynaklar ile en zengin sömürgesi halini almıştır (Duroselle-Kapsi, 2002: 261).
70 yıldan uzun bir süre Belçika’nın yönetimi altından kalan Kongo
topraklarının zenginlikleri sömürülürken; yerli halk kötü çalışma koşulları,
yüksek vergiler ve insanlık dışı muamele ile karşı karşıya kalmıştır. 

Bunun yanında sömürgeleştirmenin bir ayağı olan misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmiştir. Özellikle eğitim ve sağlık alanında kilisenin rolü etkili olmuştur
(Inat-Giegler, 2007: 420).Yerli halk için kilise okulları açılırken, çok az
Kongolu yüksek eğitim şansı bulabilmiştir. Bunun yanında yönetim
kademesinde, siyahlara hiçbir şekilde yer verilmemiştir. II. Dünya Savaşı’nın
ardından sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlaması süreci,
1950’lerin sonunda Kongo’da da etkisini göstermeye başlamıştır. Ülkedeki
ekonomik çıkarlarını dikkate alan Belçika yönetimi için bağımsızlık düşüncesi
kabul edilemez olmasına rağmen (Duroselle-Kaspi, 2002: 262), 1957 yılında
üç büyük kentte yerel seçimlere izin vermiş ve 1950 yılında farklı
sömürgelerde yaşayan Bakongo halkının birliği için Kasavubu önderliğinde
kurulan ABAKO, Léopoldville’de (bugünkü başkent Kinsasha) seçimleri
kazanmıştır. Ardından 1959 yılında, ABAKO gösterilerinin yasaklanması ile
başlayan ayaklanma bağımsızlığa giden yolda önemli bir dönüm noktası
olmuştur. ABAKO’nun kapatılmasının ardından Lumumba tarafından kurulan
“Ulusal Kongo Hareketi”, bağımsızlık hareketini devam ettirmiştir.
Sömürgelerinin bağımsızlık sürecinden etkilenmeyeceğini düşünen Belçika,
ülkede ortaya çıkan hareketlere hazırlıksız yakalanmış, “Kongo’yu egemenlik
gereklerini yerine getirebilen demokratik bir ülke haline getirmek” amacıyla
sömürgeci rejimine son verme kararı almıştır (Ferro, 2002: 548). 30 Haziran
1960’ta Kongo, Belçika ile işbirliğine devam etmek öngörüsüyle bağımsızlığı na kavuşmuştur. Seçimlerde bazı bölgelerde etnik temelli partiler çoğunluğu elde etmiştir. Sonuçta, Kasavubu Cumhurbaşkanı seçilirken, Lumumba da Başbakan ilan edilmiştir; bu durum çatışmaların da başlangıcını oluşturmakta dır.

Bağımsızlığın hemen ardından ülkenin farklı kesimlerinde ayaklanmalar
başlamış, Belçikalılara yönelik şiddet eylemleri görülmüş; ordu Belçikalı
komutanlara başkaldırmış, ülkenin en zengin doğal kaynaklara sahip Katanga
bölgesi Tshombe önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Ardından Kasai
bölgesinde Kolonji de benzer talepleri gündeme getirmiştir (Dobbins v.d.,
2004: 6-8). Bu karışıklıklar sonucunda ülkeye BM müdahalesi gündeme gelmiştir.

BAĞIMSIZLIK SONRASI ÇATIŞMALAR

200’den fazla etnik grubun yaşadığı Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
bağımsızlığın ardından ortaya çıkan farklı görüşlerin temelinde etnik köken
farklılığı yatmaktadır; bununla birlikte eski sömürgeci güçlerin de çatışmaya
neden olacak görüş ayrılıklarının güçlenmesinde etkili olduğu görülmektedir.
Örneğin Tshombe, Katanga bölgesinde sömürge yönetiminin çıkarlarını
koruyan şekilde ve onların desteğini sağlamayı düşünerek bağımsızlık taraftarı
CONAKAT’ı kurmuştur. Aynı bölgedeki Luba halkının temsilcisi ve
bölünmeye karşı BALUBAKAT hareketi ortaya çıkmıştır; benzer şekilde
ulusal bütünlüğü savunan Lumumba’nın Ulusal Kongo Hareketi’nin
güçlenmesine karşı denge unsuru olarak, sömürge yönetimi Ulusal İlerleme
Partisi’ni desteklemiştir. Ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesinde bir diğer önemli
unsur da bölgede ekonomik faaliyetler yürüten şirketlerin desteğidir; örneğin
Katanga bölgesinin bağımsızlığı için hareket eden gruplar Union Miniere du
Haute-Katanga, Campaigne du Katanga, Societe Minirale de Belgique gibi
şirketlerden yardım almışlardır (İnat-Gieler, 2007: 421).

Sömürgelikten bağımsızlığa geçiş sürecinin çok hızlı yaşanması, yönetim
konusunda deneyimsizlik ve yüksek eğitim oranının düşüklüğü yanında etnik
ve ideolojik ayrılıkların derinleşmesi ülkedeki çatışmaların durdurulmasını
zorlaştırmıştır. Bunun yanında eski sömürgeci gücün askerlerinin hala ülkede
bulunması ve halka müdahale etmesi gerginliğin daha da artmasında etkili
olmuştur (Duroselle-Kaspi, 2002: 263). Sonuçta Başbakan Lumumba’nın
girişimiyle BM müdahalesi gündeme gelmiştir. BM Genel Sekreteri Dag
Hammerskjöld’ün de desteği ile BM Güvenlik Konseyi, hukuk düzenin inşası
ve ekonomik ve politik istikrarın sağlanması amacıyla, BM Güvenlik
Konseyi’nin 143 numaralı kararına dayanarak Kongo Operasyonu
başlatılmıştır. Bu durumda Belçika, BM gücüyle yer değiştirmek koşuluyla,
askeri gücünü ülkeden geri çekmeyi kabul etmiştir (Dobbins v.d., 2004: 7).

Kongo krizinin uluslararası bir hal almasında yalnızca BM müdahalesi etkili
olmamıştır. Yeni bağımsızlığına kavuşan bu ülkede sosyalist bir rejim
kurulmasını destekleyen Sovyetler Birliği, komünizmin yayılmasını
durdurmak isteyen ve Batı’nın ekonomik çıkarlarını destekleyen ABD ile,
sorunun yeni bağımsızlığını kazanmış komşu ülkelere yayılmasından korkan
eski sömürgeci güçlerin de olaya taraf olması ortamın daha da karışmasında
etkili olmuştur (Dobbins v.d., 2004: 10). Sovyetler Birliği’nin Lumumba’ya
desteği, federalist Kasavubu ile Lumumba güçleri arasındaki çatışmalar,
ardından ordu birliklerinin başına geçen Mobutu’nun güçlerinin olaya
karışması gerginliği arttırmıştır. Öte yandan 1960 Aralık’ında Lumumba’nın,
Mobutu’nun gerçekleştirdiği darbe 3 ile tutuklanması ve iki ay sonra
öldürülmesi sonrasında üç temel grup arasında çatışmalar öne çıkmıştır:
Mobutu önderliğindeki Kongo ordu birlikleri (Leopolville, Equateur, Kasai
eyaletlerini kontrol altında tutmaktadırlar), Tshombe önderliğindeki CONKAT
birlikleri (Katanga eyaletini kontrol altında tutmaktadırlar), 

3 Mobutu, gerçekleştirdiği darbe ile Lumumba’yı iktidardan indirirken, kendisi yönetimi devralmamıştır. Bunun için 1965 yılını beklemiştir.


Gizenga önderliğinde Lumumba yanlısı ve sol eğilimli birlikler (Orientale, Kivu,
Stanleyville eyaletlerini kontrolleri altında tutmaktadırlar) (İnat-Giegler, 2007:
421). Lumumba’nın öldürülmesinin ardından ülkede etkisini yitiren ve Batı
destekli güçler tarafından saf dışı bırakılan Sovyetler Birliği ve bazı Üçüncü
Dünya ülkeleri, Lumumba’nın öldürülmesinde BM gücüne, olaylara müdahale
etmediği ve sessiz kaldığı yönünde eleştirilerde bulunmuştur. Sovyetler Birliği
bu durumun sorumluluğunu BM Genel Sekreteri’ne yüklemiş ve
Hammerskjöld’ün istifasını istemiştir.


Kongo’da, bu dönemde çatışan farklı görüşler arasında öne çıkan bir diğeri de
devlet yapısının federal mi merkeziyetçi mi olacağıyla ilgilidir. Kasavubu’nun
federalist görüşlerine karşı Lumumba, ulusal bütünlüğü ve merkeziyetçiliği
savunurken, ülkenin en zengin maden yataklarına sahip Katanga bölgesinin
bağımsızlığı durumunda bu tartışmanın gereksizliği de ortaya çıkmıştır. Öte
yandan konu BM’de de gündeme gelmiştir. BM’de kurulan Uzlaştırma
Komisyonu ülke için federal sistem öngörürken, Genel Sekreter Hammerskjöld
merkezi örgütlenmeden yana tavır takınmıştır 4.

4 Katanga ile merkezi hükümet birlikleri arasında uzlaşmadan yana olan Hammersjöld, Kongo sorununa çözüm bulmak ve destek sağlamak amacıyla çıktığı gezi sırasında Zambiya üzerinde, bir uçak kazasında yaşamını yitirmiştir.


1963 yılında Katanga toprakları, BM güçlerinin de yardımıyla tekrar Kongo’ya
bağlanmış ve Tshombe sürgüne gönderilmiştir; ne var ki çatışmaların sona
ermemesi üzerine Devlet Başkanı, Tshombe’yi ülkeye çağırarak başkan olarak
atamıştır. Ardından, 1965 yılında Mobutu ABD destekli darbe ile yönetimi ele
geçirmiş, ayaklanmalar bastırılarak ülke bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır.
Bu çerçevede etnik ve ayrılıkçı örgütler dağıtılmış, federal devlet sistemi 9
bölgeli merkezi yönetime çevrilmiştir. 1966 yılında başkent Léopoldville’in
Kinşasa olarak adlandırılmasının ardından Mobutu, 1971 yılında ülkenin
ismini Zaire olarak değiştirmiştir. Sömürge döneminden kalan kent isimleri de
yerli isimlerle değiştirilmiştir.

(http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/congo.shtml). 
Otoriter rejim altında ülkede 1977 yılına kadar çatışmalar durulmuştur.

MOBUTU DÖNEMİ

1965’te darbe ile yönetimi ele geçiren Joseph Mobutu, 1997 yılında Laurent
Kabila tarafından iktidardan düşürülene kadar ülkeyi yönetmiştir. Ülkenin ve
kentlerin ismi gibi kendi adını da değiştiren ve Mobutu Sese Seko adını alan
bu diktatör, 32 yıl boyunca adı yolsuzluklarla anılan otoriter bir rejimle ülkeyi
yönetmiştir. Afrika’da Sovyet etkisine karşı, komünizmle mücadelede ABD
için önemli bir müttefik olan Mobutu, bu desteğin de yardımıyla, insan
haklarını hiçe sayan bir baskı rejimi kurmuş; ülkenin zengin kaynaklarını ve
uluslararası yardımları kendisi ve çevresinin kişisel çıkarı için kullanmaktan
çekinmemiştir (Henriques, 2006: 131).

Demokratik Kongo Cumhuriyeti Orta Afrika’ya hakim stratejik konumu ile
özellikle ABD’nin önemli kaynaklara ulaşım, ticaret yollarının kontrolü ve
politik çıkarları açısından dikkatini çekmekte, bu nedenle ülkenin kontrolünde
ve güvenliğinde etkili olmak istemektedir. Bu nedenle, yolsuzluklara,
ekonomik istikrarsızlığa ve insan hakları ihlallerine rağmen 1960’lı yıllarda
iktidara gelmesini sağladığı Mobutu’yu desteklemeye devam etmiş, 400
milyon dolarlık silah ve askeri yardımda bulunmuştur (Henriques, 2006: 140).
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD, Mobutu’yla ilişkileri gözden geçirirken,
1997’de iktidardan düşürülmesine tepki göstermemiştir. Mobutu iktidarının
ekonomik bilânçosu 12 milyar dolar dış borç ve binlerce ölüdür (Shah, 2008).
Mobutu’yu iktidardan devirmek için Katanga’da başlayan eylemler, 1977’den
itibaren iç çatışmaları hızlandırmıştır. Angola’dan gelen ve Küba ile Sovyetler
Birliği tarafından eğitilmiş Kongo Ulusal Kurtuluş Ordusu (CNLA) milislerine
karşı, hükümet Fas’ın askeri desteği ile gerillaları püskürtmüştür. 1978’de
Zambiya ve Angola üzerinden yeniden saldıran CNLA güçlerine karşı Mobutu
bu kez Fransa ve Belçika’nın yardımı ile üstünlük sağlamıştır; ardından
Zambiya ve Angola ile saldırmazlık ve iç işlerine karışmamazlık anlaşması
imzalayan Kongo’da, özellikle Katanga bölgesinde karışıklıklar devam
etmiştir. Öte yandan Kongo ve Zambiya arasında da sınır ihlali gerekçesiyle
çatışmalar başlamıştır. CNLA gerillalarını takip için Kongo’nun Zambiya
topraklarına girmesiyle yükselen kriz, iki ülkenin topraklarında yaşayan diğer
ülke halklarını kitlesel olarak sınır dışı etmesine kadar varmıştır. 1987 yılında
anlaşmaya varılana dek çatışmalar aralıklarla devam etmiştir (İnat-Giegler, 2007: 423).


Mobutu döneminde artan yolsuzluklar, ekonomik kriz, iç ve dış çatışmalar
toplumsal tepkiyi de alevlendirmiştir. İktidarı eleştiren gösteriler güç
kullanılarak bastırılsa da uluslararası kamuoyunun baskısı, ABD’nin Soğuk
Savaş sonrası azalan desteğinin de etkisiyle 1990 yılında iktidar partisi dışında
başka partilerin kurulmasına da izin verilmiş; 1992 yılında ülkenin ismi tekrar
Kongo olarak değiştirilmiştir. Çok partili hayat yeni krizleri de beraberinde
getirmiş, ülkede yağma eylemleri ve çatışmalar başlamıştır. İç karışıklıklar,
Mobutu’nun baskı rejimini arttırmasına neden olurken, Fransa ve Belçika,
ülkedeki vatandaşlarını korumak için müdahalede bulunmuş; fakat durum daha
da kötüleşmiştir. 1994 yılında yapılan parlamento seçimlerine kadar ülkeyi
yönettikleri iddiasındaki farklı güçlerin ortaya çıkışıyla çokbaşlı bir yönetim
görülmüştür. 1996 yılında Kivu’daki Tutsi halkın başlattığı ayaklanma ile
Kabila önderliğindeki AFDL birliklerinin, Ruanda, Uganda, Burundi, Angola
ve Eritre’nin desteği ile Kinşasa’yı ele geçirmesinin ardından Mobutu
iktidardan devrilmiştir. Kabila devlet başkanı olurken, ülkenin adı Demokratik
Kongo Cumhuriyeti olarak kabul edilmiştir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

24 Ekim 2016 Pazartesi

ENVER PAŞA'YA SUNULAN ÖNEMLİ BİR RAPOR VE BUNUN IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME




ENVER PAŞA'YA SUNULAN ÖNEMLİ BİR RAPOR VE BUNUN IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME,



Dr. Vahdet KELEŞYILMAZ,












ENVER PAŞA

I. Dünya Savaşı'nda meydana gelen ilginç faaliyetlerden biri de esir alınan askerlerin kendilerini cepheye sevk eden güçler aleyhine bilinçlendirilip
yönlendirilmeleri için yapılan çalışmalardır. Bu faaliyetlerin hem İtilaf Devletleri ve hem de İttifak Devletleri tarafından yapıldığına dair belgeler vardır. Bu yolda Osmanlı Devleti'nin de içinde bulunduğu grup tarafından yapılan faaliyetlere ışık tutan bir rapor, Halim SabW Bey tarafından Enver Paşa'ya sunulmuştur.

Harbiye Nezareti tarafından Almanya ve Avusturya'daki Müslüman esirleri ziyaret edip vaz u nasihatte bulunmak üzere görevlendirilen Halim Sabit,
İstanbul'daki Alman elçiliğinin kılavuz olarak yanına verdiği Arapça ve Fransızca bilir bir Alman konsolos ile birlikte Berlin'e ulaşmıştır". 

Bu konsolosun refakatiyle burada görmesi gerekenleri ziyaret eden Halim Sabit'in gözlemleri ve buna dayalı değerlendirmeleri son derece önemlidir.

O'nun belirttiğine göre, ziyaret ettiği dairelerin temsilcileri olan kişiler sorunun Türkiye tarafından dikkate alınmasından memnun görünüp Müslüman esirlere konuk gözüyle baktıklarını söylemişlerdir. Burada ilginç olan bir nokta da Müslüman esirlerin aydınlatılmasına başlamak ve hatta bütün Şark işleriyle
uğraşıp özellikle Müslüman kavimleri Almanlara tanıtmak ve İslam aleminde birlik ve uyanış sağlanmasına doğru yürümek üzere bir idarenin kurulmuş
olduğunun Halim Sabit'e haber verilmesidir. Kılavuzunun refakatiyle "Şark /daresi" olarak anılan bu kurumu ziyaret eden Halim Sabit, bu idarenin" ibtida
öte ve berü Şark işleriyle meşgul Baran Oppenheim denilen zengin bir bankerin marifetiyle" kurulmuş olduğunu belirtmektedir. Şüphesiz Halim Sabit'in
hakkında kendisine söylenenleri naklettiği Şark Idaresi; pek çok örnekleriyle bilindiği üzere emperyalizmin keşif kolu olan oryantalistıerin istihdam ve
işbirliğiyle yürütülen, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde benzerleri olan kurumlardan farklı değildir. Bu idare başlıca şu şubelerden oluşuyordu:

1. Şimal Müslümanları Şubesi
2. Kafkas Müslümanları Şubesi
3. Arap Müslümanları Şubesi
4. Hind Şubesi
5. Türk Şubesi
6. Fars Şubesi

Bu şubelerin hepsinde ilgili kavimlerin dilleriyle konuşan ve yazan katipler de vardı. Ancak Halim Sabit'e göre, bunlar güzel seçilmediklerinden istenilen
hizmeti göremiyorlardı. Bu şubeler tarafından Şimal Türkçesiyle, Farsça, Arapça, Hindce, Rusça gibi dillerde "El Cihad" adıyla gayri mevkut gazeteler yayınlanıyor du3
    Bu gazetelere konulacak makaleler önce Almanca olarak yazılıp sonra çeşitli Müslüman lisanlarına çevriliyordu. Gerek yazanlardaki eksiklikten gerekse çevirideki yetersizlikten dolayı esirler tarafından okunacak nesnelerin anlaşılmaz bir hale geldiğini, bu gazetelerin taş baskı olmasının da okunaksızlığı artırdığı nı ve bu ciheti yetkililere söylediğini belirten Halim Sabit; Almanların isteği üzerine, orada bulunduğu sürece Şimal Türkçesiyle " Cihad, Hicret, Vahdet-i Milliye, Hicretin Tarikleri" ve sair hususlara ilişkin yirmi üç makale yazmıştır. Böylece Şimal Türkçesiyle çıkan El Cihad, diğer katkılarla birlikte makaleleri bakımından az çok yoluna girmiştir.

Halim Sabit/in katiplerin yetersiz olduklarına ilişkin görüşü, oryantalist kafasıyla Almanca yazılıp daha sonra kendisinin ana dili olan Şimal Türkçesine çevrilerek yayınlanmış olan yazıların gerek söylem ve gerekse dil ve anlatım bakımından eğretiliğiyle ilgili olsa gerektir. Çünkü böyle bir yargıya varabilmenin tek yolu evvelce belirttiği şekilde yazılmış olan makaleleri incelemektir. Aksi takdirde böyle bir yargıya varabilmesi mümkün olamazdı.

Bu nedenle O/nun tercümanların yetersizliği konusundaki eleştirel görüşünü Şimal Türkçesine çeviri yapanlarla sınırlamak ihtiyatlı ve yerinde bir
değerlendirme olur. Çünkü yazılanları gözden geçirmek için Hindce, Farsça değil de kendi ana dilinde yapılan yayını incelemiş olması hem aklın hem de
ifadelerinin bir gereğidir 4. O/nun yazanlardaki eksiklikle ilgili ifadesi ise kendi formasyonuna uygun ve El Cihad adına yaraşan bir içerik ve söylemi varışından
önceki neşriyata yansımayışının bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Gazeteleri okunaksızlaştıran taş baskı ise teknik nedenlerden kaynaklanmıştır. Çünkü Berlin/de (o dönemde kullanılan) Türkçe harfler ile dizgi yapacak kişiler bulunmadığı ve Avusturya/dan temin edilenlerden işi sürdüreni de iyi olmadığı için başka çare kalmamıştır. Bu nedenle Almanlar dizgi yapmak üzere Türkiye/den birkaç genç mürettip istemişlerdir.

Alman Hariciye Nezareti/ne bağlı Şark işleriyle uğraşan dışişleri görevlileri ve meşhur oryantalistlerin bir danışma kurulu etkinliği çerçevesinde gerektikçe bir araya geldiklerini ve bunların hemen hepsinin "Islam Politikası" izleyen kişilerden oluştuğunu yaptığı görüşmelere dayanarak belirten Halim Sabit'in; "burada bizimkilerden bazıları olsa gerek Türkiye/deki milli cereyanları Islam Politikası/na muhalif gibi göstermişler ve hatta ikna eder gibi olmuşlardır" demesi ve bu konuyu idarenin müdürü Sabinker ve idare azasından meşhur oryantalist Hartman ile uzun uzadıya konuştuğunu, Türk milliyet perverlerince
lslam Politikası/nın neden ibaret olacağını açıkladığını ve onların da "bu cihetin içtimalarında dahi refikleriyle müzakere edileceğini" söylediklerini belirtmesi
-dönemin koşullarını, Jöntürk karşıtı propagandaların içerik ve söylemini iyi 
4. Hind Uhuvvet-i İslam Cemiyeti kurucusu olan Muhammed Abdülcebbar Hayri, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Umur-ı Şarkiye Müdürü Ali Başhamba'nın isteği üzerine Berlin'e yapmış olduğu son seyahate ilişkin olarak 26 Haziran 1331 (9 Temmuz 19] 

5) tarihinde İstanbul'da sunduğu raporda "The Orienta] Büreau in Berlin publishes newspapers for the prisonmen. Newspapers ealled Allehad are published for The  Arabs and The Tartars. But for The Indians no A] Jehad ... only a paper Hindustan." ifadesiyle Şark Jdaresi tarafından Hindlilere yönelik olarak, Araplar ve Tatarlar  için olduğu gibi El Cihad adıyla değil de Hindustan adıyla neşriyat yapılmasını eleştirmiştir. Bu en azından o anda Hindliler için yapılan yayının EI Cihad adıyla olmadığına işaret etmekle bizim ihtiyatlı yaklaşımımızın yerindeliğini desteklemektedir.

Bilmeyenleri şaşırtabilecek ancak varlığına şüphe ölmayan- önemli bir sorunu ortaya koymaktadır. Hatta Almanlann, bu konuda makaleler yazılacak olursa
çeviri yoluyla Alman gazetelerinde yayınlattınlacağını bildirmeleri de sorunun büyüklüğünü kanıtlar. Halim Sabit'in beyanıyla muhataplan "İslam Mecmuası"nın bu gibi işlerle meşgulolduğunu anladıklanndan bu dergideki makaleleri Almancaya tercüme ettirerek yayınlayacaklannı söylemişlerdir.
Türkiye'deki milli cereyanlarla Jslam Politikası'nın nasıl bağdaştınlacağını Almanlara anlatmak -Katolik Avusturya, Ortodoks Bulgaristan ve Protestan
Almanya ile Türkiye'nin bir arada olduğunu vurgulayan Cihad-ı Ekber karşıtı propaganda yapılırken- Almanlann İslamcılığını(!) Müslüman esirlere
anlatmaktan daha zor olmasa gerekti. Fakat sorunlann değinilenlerden ibaret olduğu söylenemezdi. çünkü Halim Sabit'in Türklük, Alman kamuoyu ve Şark
Jdaresi ile ilgili bilgi, görüş ve değerlendirmeleri görevinin önünde başka sorunlar da olduğunu göstermektedir:

"Almanya'da ve bilhassa Şark işleri ile meşgulolanlar arasında Türkleri tanımak arzusu pek kuvvetlidir. Fakat Almanların şimdiye kadar Türkler hakkında 
ve Türkler arasındaki ilmı ve milli cereyanlar hakkında malOmatları pek azdır. Türkleri; Faslı, Mısırlı, Cezayirli Müslümanlarla aynı seviye-i içtimaiyede addedenleri de yok değildir. 
Işte bu cihetten Almanya efkar-ı umumiyesi tenvire muhtaçtır. Aynı zamanda bu maksat kolaylıkla da hasıl olabilir. Türkler tarafından yazılan her türlü makale için Alman gazetelerinde yer bulunacağını Şark Idaresi vaad ediyor.

Bu Şark Idaresi'nin savaş zamanlarına mahsus olmayıp daimi olacağı da söyleniyor. Bu idare doğrudan doğruya Ittihad-ı Islamcıdır. Ye bu maksada göre teşkil edilmiştir. 
Bu ciheti açıktan açığa söylüyorlar. Fakat bunu, bu işi kendi elleriyle kendi kuvvetleriyle yapmak istemiyorlar. Bundaki maksatları hakkıyla anlaşılamıyor. 
Olabilir ki Almanlar Şarkta ıngilizlerin yerine kaim olmak istiyorlar. Onun için o idarenin faaliyetinden haberdar olan hükOmetimiz için faydalı olsa gerek.5"

Belki de Halim Sabit'in karşılaştığı sorunlann en büyüğü, Almanya'daki Türk asıllı esirlerle yüz yüze görüşememiş olmasıdır. Bunun nedeni ise, bu dönemi inceleyenlerin cepheler dışındaki ölüm sebepleri arasında çok sık rastlaya bilecekleri, kolay bulaşan ve hızlı yayılan ölümcül bir hastalıktır:
"Asıl sebeb-i azimetimiz olan üsera ile temas meselesine gelince ... Bu vazife tamamıyla ve arzu ettiğimiz vechile ifa olunamadı. Rus ordusunda lekeli humma
bulunduğundan Islam esirleri de bundan kurtulamamışlardır. Müslümanlar Rus esirlerinden tefrik edilmiş iseler de yine bu hastalık aralarından çıkmamış ve muhtelif  fasılalar ile aralarında hastalıklar vukua gelmiştir. Işte bunun için Türk esirleri de karantina altına alınmışlardır.

  Ben Berlin'e erişmeden bir iki hafta mukaddem karantina kaldınlmış ise de birkaç gün sonra tekrar yedi neferde birden hastalık alaimi görülmesiyle tekrar altı haftalık bir karantina yazma lüzum görülmüştür. İşte bizim Berlin'e yürüdumuz şu tarihe tesadüf etti. Bundan dolayı Şimal Müslüman esirleriyle görüşmek kabil olmadı. 
Söyleyecek sözleri ancak makale suretinde yazarak El Cihad ceridesine yerdim.6"

Bununla birlikte Cezayirli, Tunuslu ve sair Müslüman esirler arasında bulaşıcı hastalık bulunmadığından Berlin yakınında Wünsdorf denilen yerde
muntazam barakalarda bulunan binlerce Arap askeri ziyaret edebilen Halim Sabit, gördükleri ve duydukları karşısında hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü
esir Arapların az çok ileri gelenlerinde iyiden iyiye Fransız dostu bulunduğunu ve bunların okuyup yazmaktan mahrum pek çok ümmileri Fransız askeri
hizmetine sevk ettiklerini söyleyen Halim Sabit, bu askerler hakkında savaşa katılmadan evvel veyahut her nasılsa sonradan fena telkinlere maruz kalmış
olacaklar ki, Türkler hakkındaki fikirleri de pek iyi değil beyanını tanık olduğu bir diyalogla desteklemektedir. Bu konuşma Arapça bilen bir Alman subayı ile
Esir askerlerin alay beylerinden orta yaşlı bir Arap arasında cereyan etmiştir:

_ Peki Fransızlara yardımı siyaseten lüzumlu buldunuz, acaba Hazret-i Halifeye yardım etmek de dinen mecburi değil miydi?

_ Evet Hazret-i Halifeye yardım etmeli idik. Fakat bu mümkün olamadı. Jöntürklerin dinsiz halleri buna mani oldu. Ahali Jöntürk hükümetine ınanmıyor.

Bu sözleri sarf eden alay beyinin de içinde bulunduğu beylerin barındıkları dairenin dolaplarına bakan Halim Sabit'in gördüğü, açılıp da okunmamış El
Cihad gazetesi nüshaları ve açık saçık resimler olmuştur. Alman subayı, bu kitap ve resimlerin savaşa girmeden evvel Fransız kumandan tarafından anılan
beylere hediye edilmiş olduğunu söyleyince " görülüyor ki, Fransızlar bizim Arap kardeşlerimizi pek ince damarlarından yakalamış, onları hissiyat - şehvet perestaneleri vasıtasıyla dalalete sevk etmeyi düşünmüşlerdir? " kanısına varan Halim Sabit, diğer taraftan her türlü yolla iki kardeşin arasına nifak sokulduğu görüşünü de belirtmiştir. Alınanların bu Arap esirlerle ilgilenmekle görevlendir- dikleri kişiler ise, " meslek ve meşrepleri " Halim Sabit tarafından tam
olarak anlaşılamayan, Beyrut Sultanisi Fransızca muallimi Muhammed Salih ile Beyrut Polis Mektebi muallimlerinden Muhammed Sadık'tır

Avusturya'da ise Osmanlı Elçisi Hüseyin Hilmi Paşa ve Ataşemiliter Binbaşı Sadık Bey'le görüşerek Almanya'dakinin benzeri uygulamaların burada da yapılabilmesi için girişimde bulunulmasını dileyerek olur alınırsa bunun İstanbul'a bildirilmesini istirham eden Halim Sabit raporunda şu görüşlerini de dile getirmiştir:

"...Her halde Avusturyalıların da kendiliklerinden ve gerek Almanların ricasıyla İslam esirlere karşı olan muameleleri iyiliğe doğru gidiyor demektir. Hele Avusturya'daki  İslam esirleri de bir yere toplanırsa kendileriyle temas da kolaylaşmış olur. Fakat rehber olmak, doğru yolu göstermek için başlarında daimi olarak birer zatın bulunması  lazımdır. 
Hatta mümkün ise ya İstanbul'da yahut doğrudan doğruya Avusturya'nın kendisinde Şimal Türkçesiyle risaleler neşredilirse elbette faydalı olurdu. 
Ye bu risalelerden Almanya'daki esirlere de gönderilirdi. Şimal Türk esirlerinin yarısından ziyadesi okuyup yazdıkları gibi kalan tarafı da gazetelerdeki makaleleri  dinleyip anlayabilecek seviyededirler. Bu esirler ile temasta bulunan Alman memurları da bu ciheti anlamışlardır. Almanya'da on bin, Avusturya'da dokuz bin kadar Şimal Türk bulunmaktadır. Bu miktar temadiye artıyor da. Şu hale göre bunların gözlerini açıp fikirlerini tenvir edecek risaleler neşri  faydalı olur ümidindeyim."

Halim Sabit Bey'in İstanbul'a döndükten sonra 21 Mayıs 1331 (3 Haziran 1915) tarihinde9 sunduğu bu rapor, Türk ve diğer Müslüman esirlerin yer aldıkları kamplarda o ana kadar yapılan ve ileride yapılması tasarlanan faaliyetler kadar karşılaşılan ve ileride de karşılaşılabilecek güçlüklere ve bunların nedenlerine, ayrıca Almanların İslamcılığı ve bundan muratları konusuna ışık tutmaktadır. Raporda dikkat çeken önemli bir konu da din ve milliyetin ne kadar ve nasıl bağdaştınlabileceği sorununun varlığı ve düşman propagandasını yürütenlerin "Cihad-ı Ekber" ilanına mukabil "Jöntürklerin dinsizliği" söylemini geliştirdik -leridir. Bu söylemin anlık ve ayrık bir tespit olmayıp genel bir nitelik taşıdığı, Jöntürk karşıtı propagandalarda Panislamist söylemin  etkisini kırmak için çok ustaca bir yol izlenerek Padişah-Halifeyi hedef almayan, İttihatçıların Almanların aleti olduğunu vurgulayan bir yol izlendiği bilinmektedir.
Halim Sabit Bey Türkiye'deki milli cereyanların Panislamizme halel getirmeyeceğini Almanlara açıklamak için muhtemelen eklektik bir yaklaşımı
tercih ederek oldukça da yorulmuş olmalıdır. Çünkü tersine bir yaklaşımın o günkü koşullarda Türkler açısından hiç de yararlı olmayacağı açıktır. 

Bu nedenle Halim Sabit ve İttihatçıların İttihad-ı İslamı ısrarla vurgularnaları pratikte Osmanlı Devleti'nin bütünlüğü ve düşmanlarının çöküşünü gerektirecek,
bir söylem olmasındandır. Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken bir nokta da bu konunun Almanlar tarafından açılması ve önemsenmesidir. Bunun
nedenini "The Holy War, Made in Germany (Alman malı Cihad)" vurgusuyla devam eden karşı propagandanın daha da etkili olmasını önlemek amacına
bağlamak mümkündür. Ayrıca Almanların Türkiye'deki milli cereyanlann kuvvetlenmesinden bekleyecekleri bir şeyolmadığı da açıktır. Hatta savaşın
sonlarına doğru Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölge olan Kafkasya'daki Türk ilerleyişini kendi emperyal çıkarlan açısından kaygıyla karşıladıkları
bellidir. Panislamizm, sömürgelerinde yaşayan Müslüman halkın çokluğundan dolayı İngiltere açısından savaştan önceki çeyrek asırda üzerinde önemle
durulan bir tehlike olmuştur. Belki de bu nedenle Panislamist propagandanın etkilerini olabilecek en az zararla atlatmalan açısından Ingiliz Intelijensiyası'nın
karşı propaganda ve eylemleri başarılı olmuş ve hatta Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in isyan etmesini sağlayarak baskın çıkmıştır. 1. Dünya Savaşı
sonrasında yediği darbelerle Osmanlı Devleti tarihe kanşırken öz yurdunu Milli Mücadele ile kurtaran Türk ulusu için Osmanlı yapısıyla birlikte Panislamizm
de tarihe karışmıştır:

Atatürk, aklın ve gerçegın ışığıyla ulusal birlik için ulusal kimlik ve ulusal kültür yolunu çizmiştir. O'nun vurguladığı ulusal kimlik;Türkiye'nin geleceğini kurmaya yönelik, dine saygılı fakat dine dayalı devlet düzenini, din ve mezhep ayrımcılığı nı reddeden, tarihin ve yaşanılan coğrafyanın getirdikleriyle barışık ve Türk ulusunu yakınlarıyla birlikte büyük ve geniş bir aile olarak gören, kendisini ayrı saymayanı ayırmayan, yurttaşlık bilincini geliştirmeye çalışan, akılcı ve gerçekçi bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçiliğin abideleştiği an ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün onuncu yıl nutkunu bitirirken tüm kalbiyle " Ne Mutlu Türküm Diyene! " dediği zamandır.

Kaynakça;
1. Halim Sabit Şibay (1883- i946), aslen Kazan'lıdır. i8 yaşında İstanbul'a gelmiştir. 1910 yılında Darülfünun İlahiyat Şubesi'nden mezun olmuştur.
12 Şubat 1914- 30 Ekim 1918 tarihleri arasında İttihat ve Terakki'nin malı desteğiyle, daha çok modemist-İslamcı ve Türkçü-İslamcı şeklinde nitelendirilen Islam Mecmuası'nı çıkarmıştır. Bu dergide yayınlamış olduğu makalelerinde dinle milliyet arasında bir aynm yapmayı Türk milletinin tarihi ve  kültürel gerçekleri açısından yanlış bulmuş ve bunun tartışılmasını bile gereksiz görmüştür. Uzun dini tahsili sayesinde, İslamiyet ve özellikle İslam tarihi ve fıkhı  üzerine derin vukuf kazanan, II. Meşrutiyetten sonraki yıllarda hutbelerin Türkçe okunmasını ilk teklif edenler arasında yer alan Halim Sabit'in çeşitli yazılarında dini sorunlann meşihata, hukuki ve ilmi olanlann da Adliye ve Maarif nezaretlerine bırakılmasını istemesi modernist-İslamcı olarak  tanınmasına ve muhafazakar-İslamcı çevreler tarafından bazen ağır bir biçimde eleştirilmesine yol açmıştır. 
Bkz. Ali B1RINCI-TOba ÇAVDAR,"Halim Sabit Şibay", TDV İslam Ansiklopedisi, C. iS, İstanbul, 1997, s.336-337.
2. ATASE Arşivi, K:1846, 0:83, F:1. (Bundan sonra arşivadı verilmeyecektir. K: Klasör, D: Dosya, F: Fihrist anlamında kullanılmıştır.)
3. K: 1846, D:83, El/ı.
4. Hind Uhuvvet-i İslam Cemiyeti kurucusu olan Muhammed Abdülcebbar Hayri, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Umur-ı Şarkiye Müdürü Ali Başhamba'nın isteği üzerine Berlin'e  yapmış olduğu son seyahate ilişkin olarak 26 Haziran 1331 (9 Temmuz 19] 5) tarihinde İstanbul'da sunduğu raporda "The Orienta] Büreau in Berlin publishes  newspapers for the prisonmen.
Newspapers ealled Allehad are published for The Arabs and The Tartars. But for The Indians no A] Jehad ... only a paper Hindustan." ifadesiyle Şark Jdaresi tarafından  Hindlilere yönelik olarak, Araplar ve Tatarlar için olduğu gibi El Cihad adıyla değil de Hindustan adıyla neşriyat yapılmasını eleştirmiştir. Bu en azından o anda Hindliler için yapılan  yayının EI Cihad adıyla olmadığına işaret etmekle bizim ihtiyatlı yaklaşımımızın yerindeliğini desteklemektedir. (K:35, D: ı403, F: ı117)
5. K:1846, D:83, F:I/2.
6. K: i846, D:83, F: 113.
7. K: 1846, D:83, F: 1/4.
8. K:1846, D:83, F:l/S.
9. K:1846, D:83, F:l/6.


****