HAKKINDA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HAKKINDA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



KONGO İÇ SAVAŞI YA DA AFRİKA SAVAŞI

İktidar değişikliğinin ardından, Kabila yönetimi muhalif güçlerce yolsuzluk,
diktatörlük gibi suçlamalarla karşılaşırken, eski müttefikleri de kendi
ülkelerindeki paramiliter grupların desteklenmesinden Kabila’yı sorumlu
tutmuşlardır (Shah, 2008). Ruanda’da Hutular ve Tutsiler arasındaki iç savaş,
iki grubun da azınlık olarak bulunduğu Kongo topraklarına da yansımıştır.
Hutu mülteci kampına yönelik Tutsi saldırıları ve katliamların engellenememesi, Ruanda askeri birliklerinin Kongo topraklarındaki varlığı, Kongo içişlerinde Ruanda etkisinin artması Kabila’ya yönelik eleştirileri arttırmıştır. 

  1998 Temmuz’unda Ruanda ordusunun Kongo topraklarında
karargâh kurması ardından Kabila, tüm yabancı güçlerin ülkeyi terk etmesini
istemiştir. Bu süreçte Ruanda, Uganda ve Burundi Kongo’ya karşı bir araya
gelerek, öne çıkan iki isyancı güç, Bemba liderliğindeki MLC ve RCD’yi
desteklemeye başlamıştır. Kabila yönetiminin düşürülmesi için ABD ve
Fransa’nın da desteğini alan bu ülkeler, kendi etnik kökenlerinden isyancıları
da kışkırtmışlardır (İnat-Giegler, 2007: 425-6). Bu ittifak karşısında Kabila da
Zimbabwe, Angola ve Namibya’nın, ardından Çad, Sudan ve Libya’nın
desteğini sağlamıştır.

Bu karmaşık ittifak ağının odağında çıkarlar yer almaktadır. Angola,
Kongo’daki karışıklıktan yararlanarak bu bölgede kendisine yönelik gelişecek
isyan faaliyetlerinden çekinmektedir; Sudan, ülkesindeki isyancı örgütlere
destek veren Uganda yönetimine karşı Kongo’yu desteklemektedir; Zimbabwe
Kongo’ya verdiği borç ile ekonomik çıkarlarını düşünerek ve ABD’ye karşı,
Kongo’yu desteklemiştir (İnat-Giegler, 2007: 426). Ülke içinde de Kabila’ya
karşı olan bazı güçler, dış müdahaleye karşı yönetimin yanında yer almaya
başlamıştır. Kongo’daki iç savaş, diğer Afrika ülkelerini de Kongo
topraklarında zaman zaman karşı karşıya getirmiş ve topyekün bir Afrika
Savaşı tehlikesi ortaya çıkmıştır.

1998 sonlarında, barış görüşmeleri başlatılmış, taraf ülkeler arasında ateşkes
imzalanmasına rağmen isyancıların ateşkesi kabul etmemesi nedeniyle
anlaşmaya varılamamış, çatışmalar şiddetlenerek devam etmiştir. Özellikle
Kongo’nun doğu eyaletlerindeki istikrarsızlık ve çatışmalar temel sorunu
oluşturmaktadır. 1999 ortalarında Kongo ve Ruanda arasında kitlesel savaş
tehlikesi ortaya çıkmış, Temmuz ayında Lusaka’da Kongo ve diğer devletler
arasında ateşkes anlaşması imzalanmıştır; fakat isyancıların bu anlaşmayı da
imzalamayı reddetmesi çatışmaların devam etmesine neden olmuştur. Öte
yandan Ruanda ve Uganda arasında başlayan görüş ayrılıkları, Kongolu
isyancılar arasında da bölünmelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur (İnat-
Giegler, 2007: 428). 2001 yılında gerçekleştirilen bir darbe girişimi sırasında
Kabila’nın öldürülmesinin ardından, devlet başkanlığını oğlu Joseph Kabila
devralmıştır. 2001 yılında barış yolunda önemli adımlar atılmış, Ruanda ve
Namibya askerlerinin kademeli olarak ülkeden çıkarılmasına başlanmıştır.
Aralık 2002’de çatışan tüm tarafların katıldığı bir anlaşmanın imzalanmasına
rağmen, çatışmaların devam etmesi, tarafların güvenlik kaygısıyla müdahalede
bulunmaları ateşkes anlaşmasının ihlaline neden olmuştur.

2003 yılında Fransa’nın girişimiyle Güvenlik Konseyi’nden Kongo’ya
uluslararası güç gönderilmesi kararı çıkmıştır. Önce çoğunluğu Fransız
askerlerinden oluşan bir uluslararası birlik gönderilmiş, daha sonra görevi BM
Barış Gücü’ne (MONUC) devretmiştir. BM Barış Gücü’nün ülkede
konuşlandığı süreçte de çatışmalar devam etmiştir; asker sayısının 17.000’e
çıkarılmasına rağmen, çatışmalar son bulmamıştır. MONUC, uluslararası ve
Kongolu sivil toplum kuruluşlarınca çatışmalara müdahalede pasif davrandığı,
sivilleri korumakta yetersiz kaldığı yönünde eleştirilirken, BM misyonunda
görevli bazı asker ve sivillerin cinsel istismar ve tecavüz olaylarına karıştığı
ortaya çıkmıştır (Henriques, 2006: 139). Haziran 2003’te Avrupa Birliği de
Avrupa dışı ilk askeri operasyonunu Kongo’da gerçekleştirmiştir (Artemis Operasyonu).

DEMOKRASİYE GEÇİŞ ÇABALARI VE DEVAM EDEN ÇATIŞMALAR

2003 yılından itibaren Kabila yönetimi altında ülkede geçiş dönemi hükümeti
kurulmuştur. Hükümette siyasi partiler, muhalif güçler ve sivil toplum
temsilcilerine yer verilmiştir. Ulusal birliğin ve demokrasinin inşası için,
demokratik seçimler yapılana kadar 2 veya 3 yıllık süre için Kabila’nın devlet
başkanı olarak kalması kararlaştırılmıştır (Henriques, 2006: 132). Bu süreçte
ateşkes ilanına rağmen, düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmiş; istikrasızlık
nedeniyle seçimlerin iptal edilmesini protesto eden gösteriler dahi güvenlik
güçlerinin sert önlemleriyle bastırılmıştır. 2005 yılında güvenlik reformu ile
hukukun ve demokrasinin işletilmesi için destek olmak amacıyla AB,
Kongo’da 2009’a kadar yetkili bir destek ve danışma misyonu oluşturmuştur.

2005’te yeni anayasanın referandumda % 84 çoğunlukla kabulünün ardından,
2006 yılında seçimler yapılmıştır. Seçimlerde Kabila tekrar devlet başkanı
seçilerken, 200’den fazla partinin katıldığı, 700’e yakın bağımsız adayın
yarıştığı genel seçimlerde Kabila’nın partisi PPRD, çoğunluğu sağlarken (111
sandalye); Kuzey Eyaleti Equateur’deki isyanlardan sorumlu MLC 64
milletvekili ile meclise girmiş, Lumumbist Parti (PALU) ise 34 milletvekilliği
elde etmiştir (http://africanelections.tripod.com/cd.html). Bu üç partinin
dışında 66 parti daha, değişik oranlarda temsil şanı elde etmiştir.
2007 yılında doğudaki Kiwu Eyaletinde çatışmalar tekrar alevlenmiştir. 2008
Ocak’ında Kongo hükümeti ve isyancı güçlerin başındaki Tutsi General
Nkunda arasında Goma’da bir ateşkes ve barış anlaşması imzalanmış; buna
rağmen karşılıklı saldırılar devam etmiştir. 2008’in Ekim ayında General
Nkunda’nın Kiwu eyaletine başlattığı saldırı, çatışmaları yeniden
alevlendirmiştir. Ayaklanmacı grupların özellikle mülteci kamplarına yönelik
saldırıları uluslararası kamuoyunda yankı bulurken, İngiltere Başbakanı G.
Brown, “uluslararası toplumun Kongo’nun yeni bir Ruanda olmasına izin
vermeyeceğini” belirtmiştir. 
(http://edition.ccn.com/2008/WORLD/africa/ 11/02/congo.conflict/iindex.html)

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmalar açlık, hastalık ve ölümlerin
sorumlusudur; aynı zamanda pek çok insanın yer değiştirmesine ya da mülteci
konumuna gelmesine neden olmuştur. IRC’nin raporuna göre 1998-2007
yılları arasında Kongo’daki çatışmalar sırasında çatışmalardan, açlık ve
önlenebilir hastalıklardan 5.4 milyon kişi hayatını kaybetmiştir; bu rakamın
yarısına yakını çocuktur (http://www.theirc.org/resources/2007/congo_
onesheet.pdf). Toplam 3.4 milyon insan yerinden edilirken, 1.5 milyon kişi
ülke içinde mülteci konumuna gelmiş; pek çoğu komşu ülkelerde sığınmacı
statüsünde yaşamaya başlamıştır. İstikrarsız ortamlar bir yandan da terörü
beslemektedir. Kontrolün gevşemesi, illegal etkinliklerin gelişmesini de
kolaylaştırmaktadır. Özellikle silah ticareti, elmas ve diğer madenlerin
kaçakçılığı, merkezi otoritenin zayıfladığı süreçte yerel “savaş lordları” için
önemli bir kaynak sağlamıştır. Bu süreçte çatışma, insanlık suçlarını da
beraberinde getirmiştir. Açlık ve hastalıktan ölümlerin yanında tecavüz bir
savaş taktiği olarak uygulanmış; çocuklar- kız erkek ayrımı olmadan- daha
kolay yönlendirilebildikleri ve tehlikenin farkına varacak kadar bilinçli
olmadıkları gerekçesiyle zorla asker yapılarak çatışmalara sokulmuştur 5

Toplam gücün % 40’ının çocuk askerlerden oluştuğu öne sürülmektedir (Henriques, 2006: 134).

(http://www.amnesty.org/en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-
AFR620062005en. html). Hem Kongo askerleri hem isyancılar pek çok
yağma, adam kaçırma, tecavüz olayına karışmış, BM yardımları dahi
yağmalanmıştır (http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881-
_txt.htm). Bunun yanında, illegal madencilik faaliyetleri ve halktan zorla
alınan vergiler durumu daha da zorlaştırmıştır. Bu süreçte, Hizbullah ve başka
terörist grupların Kongo elmaslarının, altının ve uranyumunun ticaretinden
yararlandığı yönünde iddialar dahi ortaya atılmıştır.
(http://www.diamonds.net/news/NewsItem. aspx?ArticleID=6120).

KRİZE DÖNÜŞEN ÇATIŞMALARIN KÖKENLERİ

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin karışık etnik yapısı, merkezin otoriter
yönetimi ve ağır ekonomik koşulların yanında yönetimin yolsuzlukları ve
ekonomik çıkar ilişkileri iç çatışmaların ortaya çıkmasında önemli etkenlerdir.
Bu çerçevede beş dönem içinde gelişen Kongo Krizi’nin; ideolojik, etnik ve
ekonomik kökenli çatışmalar ile şekillendiği dile getirilebilir. Çatışmaların
uluslararası krize dönüşmesinde bu üç boyutun değişen rolleri olmasına
rağmen, etnik farklılıklara dayalı sorunların ön planda olduğu görülmektedir.
Etnik çatışmaların kökenleri konusunda pek çok teorik çalışma yer almaktadır;
bu bağlamda etnik sorunların temelleri konusunda şu gerçekler sıralanabilir
(Yılmaz, 2007: 7-42):

- Sınırlanan etnik kimliğin ifadesi arzusu
- Yasal, kültürel, ekonomik ayrımcılık
- Rejimin niteliği ve toplumsal kültür (demokrasinin gelişimi)
- Elverişsiz ekonomik koşullar, kaynakların ve gelirin adaletsiz dağılımı, göç
- Merkezi otorite boşluğu, merkezi yönetimin yozlaşması (yolsuzluklar)
- Tarihsel travmalar
- Uluslararası destek

Kongo’da yaklaşık 50 yıldır devam eden çatışmaların temelinde de bu
gerçekler yatmaktadır. Sömürge yönetiminden bağımsızlığın elde edilmesi
amacı temelinde gelişen ilk dönem çatışmalar dışında, tüm dönemlerde etnik
sorunlar çatışmaları körüklemiştir. Sömürge yönetiminin sona ermesinin
ardından da etnik kökene dayalı bağımsızlık talepleriyle şekillenen bölgesel
çatışmalar ön plana çıkmaya başlamıştır.

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki çatışmalar etnik kökenli olmanın
yanında ideolojik bir boyut da taşımaktadır. Kongo, bağımsızlığını uluslararası
sistemde Soğuk Savaş’ın etkisini en çok hissettirdiği, iki kutupluluğa karşı
bağlantısızlık ilkesinin Üçüncü Dünya ülkelerince benimsenmeye başladığı bir
süreçte kazanmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin güç mücadelesini yeni
bağımsızlığına kavuşan ülkeler üzerinde sürdürdüğü bu dönemde, Kongo da
bu ideolojik rekabetin sergilendiği çatışmalardan birine sahne olmuştur.
Sosyalist eğilimli partiler ya da hareketler karşısında, Batı destekli güçlerin
yaratılması karışıklıkları arttırmıştır. Kongo’daki iç karışıklıklar giderek krizin
uluslararasılaşmasına neden olmuştur (Vaisse, 2001: 55). 

İlk dönem BM müdahalelerinden biri Kongo’da gerçekleştirilmiştir. Kongo Görevi, odönemki diğer müdahalelerden farklı olarak, barışı korumada kontrol işlevinin
ötesinde görevler (Ramsbotham, 2005: 134-5) içermesine rağmen sorunun
çözümünde etkili olamamış; çatışmalar devam etmiştir.

Kongo’da ikinci dönem çatışmalarda öne çıkan bir diğer unsur, devlet
sisteminde hangi yaklaşımın benimseneceği yönündedir. Bu tartışmalar
Mobutu’nun kurduğu merkezi otoriter rejim ile noktalanmıştır; fakat Mobutu
dönemi yeni çatışmalar için zemin hazırlamıştır. Kongo’daki üçüncü dönem
çatışmalar, bir yandan otoriter rejime bir tepkiyi içerirken diğer yandan
ideolojik farklılıklar da hala önemli bir etken olarak varlığını sürdürmektedir.
Öte yandan bu dönemde ülke içindeki etnik temelli çatışmaların komşu
ülkeleri de içine alacak şekilde genişlemeye başladığı gözlenmektedir. İleride
küçük çaplı bir Afrika Savaşı’na dönüşecek çatışmaların ilk örnekleri bu
dönemde ortaya çıkmıştır.

Kongo’daki dördüncü dönem çatışmalar kuşkusuz en kanlı olanıdır. 1990’lı
yıllardan günümüze kadar devam eden çatışmalar, heterojen etnik yapıyla
yakından ilgilidir. 1992 yılından beri Kongo’nun Katanga eyaletinde Lunda,
Lubakat, Bemba, Lamba, Hemba grupları, Luba-Kasai ve Songye, Kanyoka,
Lulu gruplarına karşı asimilasyon ve etnik temizlik politikası uygulamış ve
zorla bölge dışına çıkmalarına neden olmuştur. Ituri eyaletinde Lendu-Ngiti
grubu ile Hemalar arasında şiddetli çatışmalar yaşanmış; çatışmalar Bira ve
Alur gruplarına da sıçramıştır. Nord-Kivu ve Sud-Kivu eyaletlerinde ise
kendilerini “yerli” olarak kabul eden Hunde, Nyanga, Tembo, Nande, Shi,
Rega, Bembe, Fulliru ve Vira toplulukları “yabancı” olarak gördükleri Ruanda
ve Burundi’den gelen Hutu ve Tutsilere karşı şiddet eylemlerine girişmişlerdir
(Bwenge, 2005: 90-1).

Sınırların yapaylığı ve etnik yapının heterojenliği ile azınlık sorunları, iç
çatışmaların devletlerin birbirlerinin iç işlerine karıştığı ve askeri anlamda da
karşı karşıya geldikleri bir ortam yaratabilmektedir. Bir ülkedeki karışıklık ve
iktidar boşluğu, komşu ülkelerdeki ayrılıkçı ya da muhalif hareketlerin
konuşlanması için uygun ortamlar yaratmaktadır. Kongo’da da etnik yapının
çeşitliliği ve ulusal bütünlüğün eksikliği sonucunda, ülke ve komşuları uzun
süren çatışmaların içine girmişlerdir. Devletler arasındaki karmaşık ve çıkara
dayalı ittifaklar, Kongo’daki etnik ve bölgesel sorunların uluslararası bir
çatışmaya dönüşmesinde ana nedeni oluşturmaktadır.

Öte yandan Kongo krizi komşu ülkeler, uluslararası kuruluşlar, çok-uluslu
şirketler ve terör örgütlerinin karıştığı ve Afrika’nın zengin kaynaklarının
paylaşımında etkili olmak için yürütülen çıkar çatışmasının da bir
yansımasıdır. Bu bağlamda ülkenin doğal kaynakları, özellikle de maden
kaynakları üzerindeki mücadele, Kongo’daki çatışmaların krize dönüşmene
neden olan etmenlerden en önemlisidir.

Önemli madenlerin çıkarıldığı bölgeler, aynı zamanda çatışmaların
yoğunlaştığı alanlardır. Örneğin Katanga eyaletinde elmas, altın, tantalum,
demir, manganez, kömür ve bakır madenleri bulunmaktadır. Bağımsızlığın
yeni kazanıldığı dönemlerde Katanga eyaletinde çıkan çatışmalar, Kongo’daki
karışıklıkların sebebi olurken, eyalet bir süre bağımsızlığını korumuştur.
1990’lı yıllarda başlayan iç savaş da ise yine elmas ve altın madenlerine sahip
doğu eyaletleri karışıklıkların merkezi konumuna gelmiştir. Bunlardan Kasai
ve Kivu eyaletleri zengin elmas ve altın madenlerine sahipken, Ituri eyaletinde
petrol yatakları bulunmaktadır. Bu kaynakların işletmesinde hangi güçlerin söz
sahibi olacağı, çatışmaların yönelimini de belirginleştirmektedir.
Devlet, özel sektör (özellikle çok uluslu sermaye) ve bölgesel güçler arasında
madenlerin nasıl ve kim tarafından işletileceği yönünde devam eden mücadele,
politik ve askeri çatışmaların yoğunlaşmasında da etkili olmuştur. 1980’lerin
başında, dünyada olduğu gibi Kongo’da da liberal ekonomi politikaları
uygulanmaya başlamıştır. Mobutu, iktidara geldiğinde devletleştirdiği ve
kişisel çıkarı için kullandığı madencilik faaliyetlerini, özel sektöre de açmaya
başlamıştır. Öte yandan farklı eyaletlerdeki yerel maden işletmeleri giderek
güçlenerek, üretimi tekellerine almaya başlamıştır. Örneğin doğu eyaletindeki
işletme, yerel otoritesini sağlamlaştıracak polis gücüne sahip, yazılı olmayan
kendi kurallarını uygulayan, devlet içinde küçük bir devlet konumuna gelmiştir
(Willame, 2007). Yasal elmas işletiminde de en önemli pay sahibi % 80 hissesi
devletin, geri kalanı DeBeers ve Belçikalı Umicore şirketinin olan MIBA’dır.
Diğer madenler için de benzer uygulamalar mevcuttur ve devlete ait şirketlerin
yönetiminde devlet başkanı bizzat sorumludur. Buradaki ayrıcalıklarını
kaybetmek istemeyen şirketlerin ve ülkelerin yönetime desteği bu bağlamda
belirleyici olabilmektedir. Örneğin, Kabila, Mobutu’yu iktidardan devirmeden
önce ABD ve İngiliz şirketlerine elmas madenleri konusunda ayrıcalık tanıyan
anlaşmalar imzalamıştır (Dietrich, 2002: 16).

Madenler, yalnızca ülke içindeki güç mücadelesinin odak noktasında yer alan
unsurlardan biri değildir; Kongo Krizi’ne komşu devletlerin de taraf olmasının
nedenleri arasında da yer almaktadır. Uganda ve Ruanda, Kongo’nun
doğusundaki maden kaynaklarından (elmas, tantalum ve altın) gelir elde
etmektedirler. Örneğin Ruanda ordusunun 1999-2000 yılları arasında tantalum
ticaretinden ayda yaklaşık 20 milyon $ kazandığı tahmin edilmektedir (Shah,
2008). İllegal olarak yürütülen bu ticaret aynı zamanda savaşan güçlerin
finansmanında da kullanılmaktadır; bu durum çatışmaların uzamasına da
neden olmaktadır. Çatışmalardan doğan istikrarsızlık ve otorite boşluğu, illegal
faaliyetlerin yürütülmesini de kolaylaştırmaktadır. Çatışmaların uzaması illegal
ticaret ve yağma döngüsünün devamını sağlamaktadır. Zengin doğal kaynaklar
ülke ekonomisine ve toplumun refahına katkı sağlamak yerine belli kesimlerin
çıkarı için kullanılmaktadır.

SONUÇ

Kongo’da, 1960’lı yıllardan bugüne kadar devam eden çatışmalar, bağımsızlık
temelli hareketlerden ideolojik ve etnik kökene dayalı mücadelelere
dönüşmüştür. Soğuk Savaş döneminde ABD - Sovyetler Birliği mücadelesi
ekseninde, ideolojik temelde gelişen iç karışıklıklar ve çatışmalar Soğuk Savaş
sonrasında daha karmaşık bir hal almıştır. Bu dönemde etnik sorunlar daha çok
ön plana çıkarken, zengin kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurma arayışı
çatışmanın temel nedenlerinden biri olmuştur. Doğal kaynakların yönetimi ile
maden kaynaklarının işletilmesi çerçevesinde, iç içe geçmiş çıkar ilişkileri,
sorunların krize dönüşmesinde asıl nedeni oluşturmaktadır. Çatışmalara,
komşu devletlerin de kendi çıkarları doğrultusunda dahil olmaları, krizin
uluslararasılaşmasında etkili olmuştur.

Koloni döneminden kalan ayrıcalıklarını devam ettirmek isteyen güçler ile
sistemde yer edinmeye çalışan yeni güçlerin ayrıcalık elde etme yarışı, Kongo
gibi az gelişmiş bölgelerde etnik ya da dinsel ayrımı körüklemektedir. Buna
bağlı olarak istikrarsızlık, insan hakları ihlalleri, katliamlar ülkeler içindeki
grupların çıkarlarını korumak için kullandığı araçlar haline gelmektedir.
Kongo krizi de bu çıkar çatışmasının bir yansımasıdır; çatışmalar, bölgede
sömürge döneminden bu yana değişen tek şeyin daha etkili silahlar kullanmak
olduğunu ortaya koymaktadır. Çatışmalar ülkedeki istikrarsızlığı sürekli hale
getirirken; çok uluslu şirketler, bölgesel güçler (savaş lordları) ve merkezi
hükümetin temsilcileri ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmektedir. Bu
ayrıcalıklı durumun kesintiye uğraması ya da belli kesimlerin çıkarlarının
zedelenmesi, çatışmaları alevlendirebilmekte; ya da çatışan taraflara verilen
desteğin değişmesinde etkili olabilmektedir. Sonuç olarak Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’ndeki, uluslararası boyut taşıyan bir krize dönüşen çatışmalar,
etnik farklılıklar ekseninde gelişmiş olsalar da, ekonomik çıkarlar ve güç
mücadeleleri temelinde şekillenmektedir.

KAYNAKÇA:

BENTLEY, J. H., Ziegler H. F., Traditions&Encounters: A Global Perspctive
on the Past Volume II, McGraw Hill,( New York, 2000).
BWENGE, A. M., “Researching ethno-political conflicts and violence in the
Democratic Republic of Congo”, 90-109, Researching Conflict in Africa:
Insights and Experiences (ed.: E. Porter), JPN: United Nations University Pres,
(Tokyo, 2005).
“Congo Crisis”, http://www.theirc.org/resources/2007/congo_onesheet.pdf
(erişim tarihi: 12.10.2008).
“Congo Diamond Trade Tied to Terrorism”,
http://www.diamonds.net/news/NewsItem.aspx?ArticleID=6120 (erişim tarihi: 10.10.2008).
Congo, Democratic Republic of the, https://www.cia.gov/library/publications/
the-world-factbook/geos/cg.html (erişim tarihi: 10.10.2008).
Democratic Republic of Congo, http://www.oecd.org/dataoecd/26/5/38562481.
pdf (erişim tarihi: 13.10.2008).
“Democratic Republic of Congo: arming the east”, http://www.amnesty.org/
en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-AFR620062005en.html (erişim
tarihi: 11.10.2008).
DİETRİCH, C., The Criminalized Diamond Economy of Democratic Republic
of the Congo and Its Neigbours, The Diamonds and Human Security Project,
(2002).
DOBBİNS, J. v.d., “Congo”, 5-28, UN’s Role in Nation-Building: From the
Congo to Iraq, The Rand Corporation, (Santa Monica, 2004).
“DR Congo: Humanitarian Crisis Deepens as Peace Process Falters”,
http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881_txt.htm (erişim
tarihi: 10.10.2008).
“DRC: Electoral System”, http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm (erişim
tarihi: 12.10.2008).
DUROSELLE, J. B., Kaspi, A., Histoire des Relations Internationales de 1945
a nos jours, Armand Colin, (Paris, 2002).
“Elections in Congo-Kinshasa”, http://africanelections.tripod.com/cd.html
(erişim tarihi: 13.10.2008).
FERRO, M., Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, (Ankara, 2002).
Henriques, Z., “The Invisible Conflicts in the Democratic Republic of the
Congo (DRC)”, 129-143, Journal of Ethnicity in Criminal Justice, Vol 4 (1/2),
(2006).
“Histoire du Congo”, http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/
congo.shtml (erişim tarihi: 10.10.2008).
İNAT, K., Gieler, W., “Kongo Demokratik Cumhuriyeti (Zaire): “Birinci
Afrika Dünya Savaşı””, 419-432, Dünya Çatışma Bölgeleri (ed.: K. İnat- B.
Duran- M. Ataman), Nobel Yayıncılık, (Ankara, 2007).
RAMSBOTHAM, O., Contemporary Conflict Resolution, Polity Pres,
(Cambridge, 2005).
SHAH, A., “The Democratic Republic of Congo”,
http://www.globalissues.org/article/87/the-democratic-republic-of-congo
(erişim tarihi: 10.10.2008).
VAİSSE, M., Les Relations Internationales depuis 1945, Armand Colin,
(Paris, 2001).
WILLAME, J. C., “Insécurité, Violences et Ressources Naturelles au Congo-
Zaire”, http://www.eurac-network.org/web/uploads/documents/
20070601_9230.doc (erişim tarihi: 13.10.2008).
YILMAZ, M. E., Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Etnik Çatışmalar, Nobel
Yayıncılık, (Ankara, 2007).


***

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



ÖZET

Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Belçika’dan bağımsızlığını elde ettiği 1960 yılından günümüze kadar ülkede yaşanan çatışmalar ile gündeme gelmiştir. Bu çalışmada Kongo’daki çatışmalar tarihsel olarak beş döneme ayrılarak incelenmiştir. İlk dönem çatışmalar, sömürge döneminde bağımsızlık amacıyla başlamıştır; bağımsızlık sonrası çatışmalarda öne çıkan unsur ise Soğuk Savaş’ın yansımasıdır. Ülkedeki çatışmalar Mobutu’nun otoriter yönetimi sırasında bir süreliğine kesilse de, 1970’lerin ortalarında yeniden alevlenmiştir. Bu dönem çatışmalarda etnik farklılıklar ön plana çıkmıştır.

Etnik temelli çatışmalar 1990’lı yıllardan itibaren tüm bölge ülkelerini taraf haline
getiren uluslararası bir krize dönüşmüştür. 2003 yılında diğer Afrika ülkelerinin taraf olduğu çatışmalar sona erse de, Kongo içinde, özellikle doğu eyaletlerde, zaman zaman alevlenen düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmektedir. Kongo’daki bu etnik temelli çatışmaların geri planında ise özellikle zengin maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadeleleri etkili olmaktadır.

GİRİŞ

Orta Afrika’yı ikiye bölen Kongo nehri, verimli topraklara ve zengin doğal
kaynaklara sahip bölgeye de adını vermektedir. Bölgenin Fransız sömürgesi
haline gelmiş bölümü günümüzde Kongo Cumhuriyeti adını almıştır. Kongo
havzasının büyük bölümü ise Belçika egemenliği altında kaldıktan sonra, tüm
Afrika’yı etkileyen dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığını kazanan
Demokratik Kongo Cumhuriyeti topraklarını oluşturmaktadır. Afrika’nın en
büyük ve en fakir ülkelerinden biri olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti,
bağımsızlığının ardından iç ve dış çatışmaların odağında yer almıştır. Ruanda,
Somali ya da Sudan gibi Afrika’nın eski sömürge ülkelerdeki çatışmalar
uluslararası krize dönüşürken; Kongo’daki çatışmalar ülkenin tüm komşularını
taraf haline getiren bir iç savaşa dönüşmesine rağmen, uluslararası medyada
diğer bölgesel krizler kadar yer bulamamıştır (Henriques, 2006; 135-36).
Zengin doğal kaynakları, karışık etnik yapısı, yüzölçümünün büyüklüğü ve
kıtanın ortasındaki stratejik konumu ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti ya da
eski adıyla Zaire, 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasından beri değişen
süreçlerde düşük ya da yüksek yoğunluklu pek çok çatışma yaşamıştır.

Ülkedeki istikrarsız yapı ve karmaşık çıkar ilişkileri çatışmaların sona
ermemesinin temel nedenleridir; bu durum ülkenin dış müdahalelere açıklığı
sonucunu da doğurmaktadır.

Bu çalışmada Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşanan çatışmaların
niteliği üzerinde durulacaktır. Ülkeyle ilgili genel bilgiler doğrultusunda, 1960
öncesinden günümüze kadar yaşanan çatışmalar arasındaki bağlantı tarihsel
gelişmeler yardımıyla irdelenecektir. Bunun yanında çatışmaların ve ülkedeki
istikrarsızlığın temel nedenleri ve sömürge döneminde kalan ilişkilerin etkisi
de tartışılacaktır. Bu bağlamda çatışmalar beş ana dönem ekseninde
incelenecektir; bunlar sömürge dönemi ve bağımsızlığa uzanan süreç,
bağımsızlık sonrası dönem, Mobutu yönetimi, iktidar değişikliği ve iç savaş ile
savaş sonrası son dönem olarak ayrılmıştır.

DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ

Orta Afrika’nın 2.345.410 km²’lik yüz ölçüme sahip 66.5 milyon nüfuslu bu
ülkesi, sahip olduğu zengin doğal kaynaklar ve karışık etnik yapısı nedeniyle
iç çatışmalar ve savaşlarla gündeme gelmektedir. Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’nde (DKC) 200’den fazla etnik grup yer almaktadır; bu
gruplardan Bantular çoğunluğu (nüfusun %80’i) oluşturmaktadır 1.
1 Bantular arasında nüfusun % 45’i Mongo, Luba ,Kongo ve Nande kabilelerine mensuptur 
(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/cg.html). 



Yarı başkanlık sistemi ile yönetilen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
devlet başkanı doğrudan oyla seçilmektedir. İki meclisli sistemin uygulandığı
ülkede, 5 yılda bir yapılan seçimlerde devlet başkanı ve 500 üyeli Ulusal
Meclis milletvekilleri seçilmektedir (http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm).
Ülke, 11 eyalet ve bu eyaletlere bağlı bölgelere ayrılmıştır  2

2005 yılındaki Anayasa değişikliği ile eyalet sayısı 2009’dan itibaren 26’ya çıkarılmıştır. Bu 11 bölge Bandundu, Bas-Kongo, Equateur, Kasai-Occidental, Kasai-Oriental, Katanga, Maniema, Nord-Kivu, Orientale, Sud-Kivu ve Kinshasa (Kinşasa)’dır. Kinşasa yanı zamanda ülkenin başkentidir.
(http://www.cia.gov...); iç çatışmalar gelirin önemli kısmının askeri harcamalara ayrılmasına neden olmaktadır. Bunun yanında ülkede yolsuzluğun  kurumsallaş ması rahatsızlıkları ve tepkileri arttırmaktadır. Çatışmalar ve ekonomik kriz açlık, salgın hastalıklar gibi sorunların ciddileşmesin de de etkili olmaktadır.


Kongo, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkedir. Ülkeyi baştan başa geçen Afrika’nın ikinci uzun akarsuyu Kongo nehri, ülke topraklarını tarıma elverişli hale getirmiştir. Bu nedenle tarımın GSYH içindeki payı yüksektir (%55)
(http://www.cia.gov...); kauçuk ve kereste en önemli ihraç ürünleridir. Kongo
için temel zenginlik kaynağı ise maden yataklarıdır. Bakır, kobalt, elmas, altın,
kömür yanında petrol ve uranyum ile cep telefonu ve bilgisayar yapımında
kullanılan tantalum en önemli maden kaynaklarıdır. Ülke sanayisi de bu
madenlerin işlenmesine dayanmaktadır. Elmas ve petrol en önemli ihraç
ürünleridir. Kongo’nun bilinen petrol rezervi 187 milyon varil; günlük üretim
ise 19,750 varildir. Sahip olduğu zengin kaynaklara rağmen Kongo ekonomisi
oldukça zayıftır. 2007 verilerine göre kişi başına düşen GSYH 300 $’dır

Bunun yanında farklı etnik gruplara dahil kabileler mevcuttur. Ülkenin resmi dili Fransızca olmasına rağmen etnik grupların çokluğuyla bağlantılı olarak çeşitli yerel diller konuşulmaktadır. Bunlardan yalnızca Kikongo, Lingala, Tshiluba ve Swahili dilleri resmi dil olarak kabul edilmektedir. Nüfusun % 50’si Katolik, % 20’si Protestan, % 10 Müslüman, % 10’u da Hıristiyanlığın farklı bir yorumu
olan Kimbanguist’tir; nüfusun geri kalanı ise yerel dinlere inanmaktadır. Nüfus içinde Hıristiyanlığın yaygınlığı, sömürge dönemiyle paralel ilerleyen misyonerlik faaliyetleri ile yakından ilgilidir.

Bağımsızlığını kazandığından beri çatışmalara sahne olan Afrika’nın bu zengin
ve kaotik ülkesindeki sorunların daha iyi anlaşılabilmesi için, ülkenin tarihsel
gelişimini kısaca ele almak faydalı olacaktır.

SÖMÜRÜDEN BAĞIMSIZLIĞA

Kongo bölgesinin sömürgeleştirilmesinin tarihi, ilk coğrafi keşiflere kadar
uzanmaktadır. 1482 yılında Portekizli kâşif Don Diego Coa tarafından
keşfedilen Kongo, köle ticaretinde önemli bir merkez haline gelmiştir.
Bölgenin tam olarak denetim altına alınması ise, Kongo nehrinin ve göllerin
keşfi ile başlamıştır. Henry Morton Stanley, Orta Afrika’yı keşfinin ardından
bir süre Belçika Kralı adına Kongo nehrinin denetiminden sorumlu olmuştur.
Sömürgeci güçler arasındaki paylaşımı düzenlemek ve sömürge sınırlarını
belirginleştirmek amacıyla 1885 yılında düzenlenen Berlin Konferansı’nın
ardından, 1886 yılında Kral II. Leopold, bağımsız Kongo Devleti’nin de kralı
haline gelmiştir. Konferans kararları doğrultusunda aynı zamanda Kongo
Bölgesi’nin, tüm Avrupalı tüccar ve girişimcilere açık bir serbest ticaret alanı
olduğunu da ilan etmiştir (Bently-Ziegler, 2000: 858). 1908 yılında ise bu
topraklar, “Belçika Kongosu” adı altında resmen Belçika sömürgesi haline
getirilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda ve Urundi’nin de Belçika
mandası altına girmesiyle Kongo, Afrika’nın en geniş ve sahip olduğu
kaynaklar ile en zengin sömürgesi halini almıştır (Duroselle-Kapsi, 2002: 261).
70 yıldan uzun bir süre Belçika’nın yönetimi altından kalan Kongo
topraklarının zenginlikleri sömürülürken; yerli halk kötü çalışma koşulları,
yüksek vergiler ve insanlık dışı muamele ile karşı karşıya kalmıştır. 

Bunun yanında sömürgeleştirmenin bir ayağı olan misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmiştir. Özellikle eğitim ve sağlık alanında kilisenin rolü etkili olmuştur
(Inat-Giegler, 2007: 420).Yerli halk için kilise okulları açılırken, çok az
Kongolu yüksek eğitim şansı bulabilmiştir. Bunun yanında yönetim
kademesinde, siyahlara hiçbir şekilde yer verilmemiştir. II. Dünya Savaşı’nın
ardından sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlaması süreci,
1950’lerin sonunda Kongo’da da etkisini göstermeye başlamıştır. Ülkedeki
ekonomik çıkarlarını dikkate alan Belçika yönetimi için bağımsızlık düşüncesi
kabul edilemez olmasına rağmen (Duroselle-Kaspi, 2002: 262), 1957 yılında
üç büyük kentte yerel seçimlere izin vermiş ve 1950 yılında farklı
sömürgelerde yaşayan Bakongo halkının birliği için Kasavubu önderliğinde
kurulan ABAKO, Léopoldville’de (bugünkü başkent Kinsasha) seçimleri
kazanmıştır. Ardından 1959 yılında, ABAKO gösterilerinin yasaklanması ile
başlayan ayaklanma bağımsızlığa giden yolda önemli bir dönüm noktası
olmuştur. ABAKO’nun kapatılmasının ardından Lumumba tarafından kurulan
“Ulusal Kongo Hareketi”, bağımsızlık hareketini devam ettirmiştir.
Sömürgelerinin bağımsızlık sürecinden etkilenmeyeceğini düşünen Belçika,
ülkede ortaya çıkan hareketlere hazırlıksız yakalanmış, “Kongo’yu egemenlik
gereklerini yerine getirebilen demokratik bir ülke haline getirmek” amacıyla
sömürgeci rejimine son verme kararı almıştır (Ferro, 2002: 548). 30 Haziran
1960’ta Kongo, Belçika ile işbirliğine devam etmek öngörüsüyle bağımsızlığı na kavuşmuştur. Seçimlerde bazı bölgelerde etnik temelli partiler çoğunluğu elde etmiştir. Sonuçta, Kasavubu Cumhurbaşkanı seçilirken, Lumumba da Başbakan ilan edilmiştir; bu durum çatışmaların da başlangıcını oluşturmakta dır.

Bağımsızlığın hemen ardından ülkenin farklı kesimlerinde ayaklanmalar
başlamış, Belçikalılara yönelik şiddet eylemleri görülmüş; ordu Belçikalı
komutanlara başkaldırmış, ülkenin en zengin doğal kaynaklara sahip Katanga
bölgesi Tshombe önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Ardından Kasai
bölgesinde Kolonji de benzer talepleri gündeme getirmiştir (Dobbins v.d.,
2004: 6-8). Bu karışıklıklar sonucunda ülkeye BM müdahalesi gündeme gelmiştir.

BAĞIMSIZLIK SONRASI ÇATIŞMALAR

200’den fazla etnik grubun yaşadığı Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
bağımsızlığın ardından ortaya çıkan farklı görüşlerin temelinde etnik köken
farklılığı yatmaktadır; bununla birlikte eski sömürgeci güçlerin de çatışmaya
neden olacak görüş ayrılıklarının güçlenmesinde etkili olduğu görülmektedir.
Örneğin Tshombe, Katanga bölgesinde sömürge yönetiminin çıkarlarını
koruyan şekilde ve onların desteğini sağlamayı düşünerek bağımsızlık taraftarı
CONAKAT’ı kurmuştur. Aynı bölgedeki Luba halkının temsilcisi ve
bölünmeye karşı BALUBAKAT hareketi ortaya çıkmıştır; benzer şekilde
ulusal bütünlüğü savunan Lumumba’nın Ulusal Kongo Hareketi’nin
güçlenmesine karşı denge unsuru olarak, sömürge yönetimi Ulusal İlerleme
Partisi’ni desteklemiştir. Ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesinde bir diğer önemli
unsur da bölgede ekonomik faaliyetler yürüten şirketlerin desteğidir; örneğin
Katanga bölgesinin bağımsızlığı için hareket eden gruplar Union Miniere du
Haute-Katanga, Campaigne du Katanga, Societe Minirale de Belgique gibi
şirketlerden yardım almışlardır (İnat-Gieler, 2007: 421).

Sömürgelikten bağımsızlığa geçiş sürecinin çok hızlı yaşanması, yönetim
konusunda deneyimsizlik ve yüksek eğitim oranının düşüklüğü yanında etnik
ve ideolojik ayrılıkların derinleşmesi ülkedeki çatışmaların durdurulmasını
zorlaştırmıştır. Bunun yanında eski sömürgeci gücün askerlerinin hala ülkede
bulunması ve halka müdahale etmesi gerginliğin daha da artmasında etkili
olmuştur (Duroselle-Kaspi, 2002: 263). Sonuçta Başbakan Lumumba’nın
girişimiyle BM müdahalesi gündeme gelmiştir. BM Genel Sekreteri Dag
Hammerskjöld’ün de desteği ile BM Güvenlik Konseyi, hukuk düzenin inşası
ve ekonomik ve politik istikrarın sağlanması amacıyla, BM Güvenlik
Konseyi’nin 143 numaralı kararına dayanarak Kongo Operasyonu
başlatılmıştır. Bu durumda Belçika, BM gücüyle yer değiştirmek koşuluyla,
askeri gücünü ülkeden geri çekmeyi kabul etmiştir (Dobbins v.d., 2004: 7).

Kongo krizinin uluslararası bir hal almasında yalnızca BM müdahalesi etkili
olmamıştır. Yeni bağımsızlığına kavuşan bu ülkede sosyalist bir rejim
kurulmasını destekleyen Sovyetler Birliği, komünizmin yayılmasını
durdurmak isteyen ve Batı’nın ekonomik çıkarlarını destekleyen ABD ile,
sorunun yeni bağımsızlığını kazanmış komşu ülkelere yayılmasından korkan
eski sömürgeci güçlerin de olaya taraf olması ortamın daha da karışmasında
etkili olmuştur (Dobbins v.d., 2004: 10). Sovyetler Birliği’nin Lumumba’ya
desteği, federalist Kasavubu ile Lumumba güçleri arasındaki çatışmalar,
ardından ordu birliklerinin başına geçen Mobutu’nun güçlerinin olaya
karışması gerginliği arttırmıştır. Öte yandan 1960 Aralık’ında Lumumba’nın,
Mobutu’nun gerçekleştirdiği darbe 3 ile tutuklanması ve iki ay sonra
öldürülmesi sonrasında üç temel grup arasında çatışmalar öne çıkmıştır:
Mobutu önderliğindeki Kongo ordu birlikleri (Leopolville, Equateur, Kasai
eyaletlerini kontrol altında tutmaktadırlar), Tshombe önderliğindeki CONKAT
birlikleri (Katanga eyaletini kontrol altında tutmaktadırlar), 

3 Mobutu, gerçekleştirdiği darbe ile Lumumba’yı iktidardan indirirken, kendisi yönetimi devralmamıştır. Bunun için 1965 yılını beklemiştir.


Gizenga önderliğinde Lumumba yanlısı ve sol eğilimli birlikler (Orientale, Kivu,
Stanleyville eyaletlerini kontrolleri altında tutmaktadırlar) (İnat-Giegler, 2007:
421). Lumumba’nın öldürülmesinin ardından ülkede etkisini yitiren ve Batı
destekli güçler tarafından saf dışı bırakılan Sovyetler Birliği ve bazı Üçüncü
Dünya ülkeleri, Lumumba’nın öldürülmesinde BM gücüne, olaylara müdahale
etmediği ve sessiz kaldığı yönünde eleştirilerde bulunmuştur. Sovyetler Birliği
bu durumun sorumluluğunu BM Genel Sekreteri’ne yüklemiş ve
Hammerskjöld’ün istifasını istemiştir.


Kongo’da, bu dönemde çatışan farklı görüşler arasında öne çıkan bir diğeri de
devlet yapısının federal mi merkeziyetçi mi olacağıyla ilgilidir. Kasavubu’nun
federalist görüşlerine karşı Lumumba, ulusal bütünlüğü ve merkeziyetçiliği
savunurken, ülkenin en zengin maden yataklarına sahip Katanga bölgesinin
bağımsızlığı durumunda bu tartışmanın gereksizliği de ortaya çıkmıştır. Öte
yandan konu BM’de de gündeme gelmiştir. BM’de kurulan Uzlaştırma
Komisyonu ülke için federal sistem öngörürken, Genel Sekreter Hammerskjöld
merkezi örgütlenmeden yana tavır takınmıştır 4.

4 Katanga ile merkezi hükümet birlikleri arasında uzlaşmadan yana olan Hammersjöld, Kongo sorununa çözüm bulmak ve destek sağlamak amacıyla çıktığı gezi sırasında Zambiya üzerinde, bir uçak kazasında yaşamını yitirmiştir.


1963 yılında Katanga toprakları, BM güçlerinin de yardımıyla tekrar Kongo’ya
bağlanmış ve Tshombe sürgüne gönderilmiştir; ne var ki çatışmaların sona
ermemesi üzerine Devlet Başkanı, Tshombe’yi ülkeye çağırarak başkan olarak
atamıştır. Ardından, 1965 yılında Mobutu ABD destekli darbe ile yönetimi ele
geçirmiş, ayaklanmalar bastırılarak ülke bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır.
Bu çerçevede etnik ve ayrılıkçı örgütler dağıtılmış, federal devlet sistemi 9
bölgeli merkezi yönetime çevrilmiştir. 1966 yılında başkent Léopoldville’in
Kinşasa olarak adlandırılmasının ardından Mobutu, 1971 yılında ülkenin
ismini Zaire olarak değiştirmiştir. Sömürge döneminden kalan kent isimleri de
yerli isimlerle değiştirilmiştir.

(http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/congo.shtml). 
Otoriter rejim altında ülkede 1977 yılına kadar çatışmalar durulmuştur.

MOBUTU DÖNEMİ

1965’te darbe ile yönetimi ele geçiren Joseph Mobutu, 1997 yılında Laurent
Kabila tarafından iktidardan düşürülene kadar ülkeyi yönetmiştir. Ülkenin ve
kentlerin ismi gibi kendi adını da değiştiren ve Mobutu Sese Seko adını alan
bu diktatör, 32 yıl boyunca adı yolsuzluklarla anılan otoriter bir rejimle ülkeyi
yönetmiştir. Afrika’da Sovyet etkisine karşı, komünizmle mücadelede ABD
için önemli bir müttefik olan Mobutu, bu desteğin de yardımıyla, insan
haklarını hiçe sayan bir baskı rejimi kurmuş; ülkenin zengin kaynaklarını ve
uluslararası yardımları kendisi ve çevresinin kişisel çıkarı için kullanmaktan
çekinmemiştir (Henriques, 2006: 131).

Demokratik Kongo Cumhuriyeti Orta Afrika’ya hakim stratejik konumu ile
özellikle ABD’nin önemli kaynaklara ulaşım, ticaret yollarının kontrolü ve
politik çıkarları açısından dikkatini çekmekte, bu nedenle ülkenin kontrolünde
ve güvenliğinde etkili olmak istemektedir. Bu nedenle, yolsuzluklara,
ekonomik istikrarsızlığa ve insan hakları ihlallerine rağmen 1960’lı yıllarda
iktidara gelmesini sağladığı Mobutu’yu desteklemeye devam etmiş, 400
milyon dolarlık silah ve askeri yardımda bulunmuştur (Henriques, 2006: 140).
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD, Mobutu’yla ilişkileri gözden geçirirken,
1997’de iktidardan düşürülmesine tepki göstermemiştir. Mobutu iktidarının
ekonomik bilânçosu 12 milyar dolar dış borç ve binlerce ölüdür (Shah, 2008).
Mobutu’yu iktidardan devirmek için Katanga’da başlayan eylemler, 1977’den
itibaren iç çatışmaları hızlandırmıştır. Angola’dan gelen ve Küba ile Sovyetler
Birliği tarafından eğitilmiş Kongo Ulusal Kurtuluş Ordusu (CNLA) milislerine
karşı, hükümet Fas’ın askeri desteği ile gerillaları püskürtmüştür. 1978’de
Zambiya ve Angola üzerinden yeniden saldıran CNLA güçlerine karşı Mobutu
bu kez Fransa ve Belçika’nın yardımı ile üstünlük sağlamıştır; ardından
Zambiya ve Angola ile saldırmazlık ve iç işlerine karışmamazlık anlaşması
imzalayan Kongo’da, özellikle Katanga bölgesinde karışıklıklar devam
etmiştir. Öte yandan Kongo ve Zambiya arasında da sınır ihlali gerekçesiyle
çatışmalar başlamıştır. CNLA gerillalarını takip için Kongo’nun Zambiya
topraklarına girmesiyle yükselen kriz, iki ülkenin topraklarında yaşayan diğer
ülke halklarını kitlesel olarak sınır dışı etmesine kadar varmıştır. 1987 yılında
anlaşmaya varılana dek çatışmalar aralıklarla devam etmiştir (İnat-Giegler, 2007: 423).


Mobutu döneminde artan yolsuzluklar, ekonomik kriz, iç ve dış çatışmalar
toplumsal tepkiyi de alevlendirmiştir. İktidarı eleştiren gösteriler güç
kullanılarak bastırılsa da uluslararası kamuoyunun baskısı, ABD’nin Soğuk
Savaş sonrası azalan desteğinin de etkisiyle 1990 yılında iktidar partisi dışında
başka partilerin kurulmasına da izin verilmiş; 1992 yılında ülkenin ismi tekrar
Kongo olarak değiştirilmiştir. Çok partili hayat yeni krizleri de beraberinde
getirmiş, ülkede yağma eylemleri ve çatışmalar başlamıştır. İç karışıklıklar,
Mobutu’nun baskı rejimini arttırmasına neden olurken, Fransa ve Belçika,
ülkedeki vatandaşlarını korumak için müdahalede bulunmuş; fakat durum daha
da kötüleşmiştir. 1994 yılında yapılan parlamento seçimlerine kadar ülkeyi
yönettikleri iddiasındaki farklı güçlerin ortaya çıkışıyla çokbaşlı bir yönetim
görülmüştür. 1996 yılında Kivu’daki Tutsi halkın başlattığı ayaklanma ile
Kabila önderliğindeki AFDL birliklerinin, Ruanda, Uganda, Burundi, Angola
ve Eritre’nin desteği ile Kinşasa’yı ele geçirmesinin ardından Mobutu
iktidardan devrilmiştir. Kabila devlet başkanı olurken, ülkenin adı Demokratik
Kongo Cumhuriyeti olarak kabul edilmiştir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

9 Kasım 2019 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

ATATÜRK’ÜN  AZINLIKLAR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 


Prof. Dr. Ramazan TOSUN
* Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, S.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölüm Başkanı-KONYA. 


      Azınlık tabiri insanlık tarihi kadar eskidir. Diğer bir ifadeyle; insanlar toplumlar halinde yaşamaya başladıktan beri, her toplumda azınlıklardan bahsedilmektedir. Azınlık tabirinin değişik tanımları yapılmıştır. Bu tanımlardan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: 

     Azınlık; Bir ülkede hâkim olan çoğunluktan soy, din, dil, kültür ve gelenek gibi hususlarda farklılık gösteren küçük topluluktur 1. 

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında üstünlüğünü kaybetmesi, 

     XVIII. Yüzyılda önce Amerika, sonra da Fransa’daki gelişmeler, Osmanlı zimmîleri üzerinde etkili olmaya başlamıştır. “Çocuklarını Avrupa’da okutup Batı kültürüyle yetişmelerini sağlayan, askere gitmemelerinden ve dil bilmemelerin den kaynaklanan üstünlüklerini iyi kullanarak, Osmanlı ekonomisinde üstün bir yer elde eden zimmîler bağımsızlık isteği ile ayaklanmaya başladılar”2. İşte bu 
gelişmelerden itibaren Batılı devletler Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde bu unsurları kullanmaya başlamışlardır. Diğer bir ifadeyle “Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmak için bir bahane bulan bu devletler, siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için bu toplulukları Osmanlı Devleti üzerinde bir baskı aracı olarak kullandılar”3. 

Rumlar, Osmanlı döneminde elde ettikleri hakları Bizans döneminde dahi elde edememişlerdir. Fakat, “Rum Patrikhanesi ve kilise teşkilâtı kendilerine gösterilen bu tolerans ve insanlığa hiç de layık olmamıştır.Bilinen köken ve yetişme tarzları sebebiyle her zaman Türklük aleyhinde çalıştılar ve her fırsatta bu duygularını açığa vurdular”4. Rumlar, aynı zamanda ekonomik bakımdan da geniş hak ve imkanlara sahiptiler. Bunun sonucunda, “Rum köylüsü 19. yüzyıl başlarında Batı Avrupa köylüsünden çok daha refah içinde idi…Rum tüccar ve gemicilerinin durumu, Rum köylüsüne göre çok daha elverişli idi”5. 

Kısaca, Rum unsuru hem ekonomik, kültürel ve eğitim, hem de siyasi ve hukukî bakımdan çok iyi durumda olmasına rağmen, Sanayi İnkılâbı ile daha da güçlenen Avrupalı devletlerin Fransız İhtilâlinin yaydığı fikirleri kendi çıkarlarına uygun olarak kullanarak Osmanlı Devleti’ni “Şark Meselesi” çerçevesinde tasfiye etme politikalarında kullanılan baş aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum Yunan devletinin kurulmasıyla sona ermemiştir. Aynı davranışlar 1830’dan sonraki yıllarda bitmemiş, bilhassa Mütareke ve Millî Mücadele Dönemlerinde 
ihanet artarak devam etmiştir. 

Osmanlı idaresinde yaşayan Ermeniler de en az Rumlar kadar imkânlara sahip idiler. Buna rağmen Osmanlı Devleti’ni parçalama, Türk Milletini yok etme planlarında Ermeniler de rol almışlardır. Ermenilerin, 19. yüzyılın son çeyreğinde ve I. Dünya Savaşı sırasında Türk Milletine yaptıkları herkesin malumudur. 

Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. ve 24. maddeleri, başta İngiltere olmak üzere İtilâf Devletleri’nin ülkemizdeki gayr-i Müslim unsurları kullanarak Osmanlı topraklarında hedeflerine varmak için kasıtlı olarak konulmuştur. O günün şartlarında Osmanlı ülkesinde huzursuzluk çıkaran unsurlar gayr-i Müslimlerdir. Bu cesareti de İtilâf Devletleri’nden almaktaydılar. Ayrıca, gerek Mütareke, gerekse Millî Mücadele Dönemlerinde İtilâf devletleri ve onların yerli işbirlikçileri olan gayr-i Müslim unsurlar, Anadolu’da Hıristiyanların yok edilmeye çalışıldığı propagandasını yapmışlardır.  İşte ülke bu şartlarla karşı karşıya olduğu tarihlerde, 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Paşa Samsun’a çıkar ve ülkenin içinde bulunduğu vaziyeti değerlendirirken, azınlıkların yıkıcı faaliyetlerine 
de temas eder. “Memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar” 6. Bu yıkıcı faaliyetlerin merkezinde Rum Patrikhanesi var. “İstanbul Rum Patrikhanesinde Mavri Mira adlı bir kurul oluşturulmuştur. Bunun başkanı Patrik vekili Droteos… 

Kurul doğrudan doğruya Venizelos’tan talimat alıyor. Rumların ve Yunan Hükûmetinin paraca yardımıyla pek büyük bir malvarlığına ulaşmıştır. 

Görevi, Osmanlı İllerinde çeteler oluşturmak ve yönetmek… 

İstanbul Patrikliği ve Yunan Konsolosluğu silah ve cephane deposu durumuna sokulmuştur.Kiliseler de tapınma yerinden çok askerî depolar gibi kullanılmaktadır. 

Ermeni Patriği Zaven Efendi de Mavri Mira Heyeti tarafından satın alınmıştır”7. 

Ayrıca, Karadeniz Bölgesinde de Pontus çetelerinin saldırıları devam etmekteydi. Mustafa Kemal Paşa, bölgedeki bu tehlike karşısında millî teşkilâtın kurulmasına karar vermiştir8. 

Yine bu tarihlerde, İzmir’den sonra Manisa ve Aydın’ın da işgal edilmesi ve işgalcilere bölgedeki Rumların destek vermeleri karşısında gösterilen tepkileri yetersiz bulan Mustafa Kemal Paşa, 28 Mayıs 1919 tarihinde valilere, Erzurum, Ankara ve Diyarbakır’daki Kolordu Komutanlıklarına, Konya’daki Ordu Müfettişliğine gönderdiği genelgede ; “Yurt bütünlüğümüzün korunması için, milletçe gösterilen tepkinin daha canlı ve sürekli olması gerekir…düzenlenen millî gösterilerde terbiye ağırbaşlılığın titizlikle korunması, Hıristiyan halka karşı saldırı, gösteri ve düşmanlık gibi tavır ve davranışlardan sakınılması zarurîdir”9, demektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın bu genelgesinden sonra mitingler daha yaygın yapılmaya başlamıştır. Bunun üzerine İtilâf Devletleri ve onların yerli işbirlikçileri tepki göstermeye başlamışlardır. İtilâf Devletleri’nin amacı millî hareketi boğmak, bunların yerli işbirlikçileri ise İtilâf Devletleri başta olmak 
üzere dünya kamuoyunun dikkatini kendi üzerlerine çekerek, dış müdahaleye zemin hazırlamak idi. Mustafa Kemal Paşa bu tepkilere verdiği cevapta ; azınlıkların ve onların hamilerinin tedirgin olmaları için bir sebep olmadığını vurgulamıştır 10. 

Mustafa Kemal Paşa, Amasya Genelgesinde karar altına alınan Sivas Kongresi’ nden önce, Doğu Anadolu’da bir Ermeni, Karadeniz Bölgesinde de Rum Pontus Devleti kurulması tehlikesine karşı toplanan Erzurum Kongresi’ne katılmıştır. Kongreye başkan seçilen Mustafa Kemal Paşa, yaptığı açış konuşmasında azınlıklar ve faaliyetlerine de temas ederek, “Osmanlı uyruğundan olan Rum ve 
Ermeni azınlıklar gördükleri kışkırtma ve desteklerle millî namusumuzu yaralayacak taşkınlıklardan başlayarak sonunda, acı ve kanlı olaylara dönüşecek kadar küstâhça saldırılara koyuldular. Fakat derin bir acıyla söylemeliyiz ki, küstâhlıklar, sekiz aydır, birbiri ardı sıra iktidara geçen ve millî denetimden yoksun hükûmetlerin birbirinden daha kötü olarak gösterdikleri güçsüzlük, uyuşukluklardan, başkentte bazı basın organlarında görülen pek çirkin hırslardan ve millî vicdanı hiçe sayarak Kuva-yı Millîye’nin ihmal olunmasından dolayı gelişmiş ve yayılmıştır11, denilmektedir. 

Kongre Kararları’nda da azınlıklar konusuna yer verilmiştir. Kongre Kararlarında; Her türlü işgal ve müdâhalenin Rumluk ve Ermenilik teşkili gayesine yönelik olduğu kabul edilecek ve hep birlikte karşı konulacaktır, ifadesinden sonra, “Hıristiyan azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak imtiyazlar verilemez”12 denilmektedir. Böylece, Erzurum Kongresi’nde Osmanlı Devleti’nin son döneminde en önemli problemlerden biri haline gelen azınlıkların imtiyazları konusu kesin bir dille reddedilmiştir. Erzurum Kongresi’nin kararları, Sivas Kongresi’nde mahallîlik arz eden ifadeler değiştirilerek kabul edilmiştir. Dolayısıyla, azınlıklar hakkındaki ifadeler de kabul edilmiştir. 
Böylece, diğer hususlarda olduğu gibi, azınlıklar konusunda da Mustafa Kemal Paşa’nın fikirleri kongrece benimsenmiştir. 

Sivas Kongresi ile millî teşkilâtlar tek çatı altında toplanıp, Millî Mücadele ve Yeni Türk Devleti’nin temellerinin atılması hususlarında ciddi mesafe kat edilirken, İstanbul’dan Millî Mücadele aleyhine yoğun propagandalar yapılmaya devam ediliyordu. Sanki Millî Mücadele, ülkedeki azınlıklara karşı bir hareketmiş gibi propagandalar yapılıyordu. Bu durum üzerine Mustafa Kemal Paşa Harbiye Nazırı vasıtasıyla, İstanbul Hükûmeti’nin dikkatini çekmiştir13. 

Azınlıklar konusundaki hassasiyet, Sivas Kongresi’nden sonra Amasya’da İstanbul Hükûmeti Bahriye Nazırı Salih Paşa ile yapılan görüşmelerde de vurgulanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, ikinci protokolda Sivas Kongresi kararlarının tek tek tartışıldığını anlatırken, “bildirinin dördüncü maddesindeki, azınlıklara siyasi hâkimiyet ve sosyal dengemizi bozacak nitelikte imtiyazlar verilmesinin kabul edilmeyeceği konusundaki fıkra üzerinde önemle duruldu. 

Bu kaydın, bağımsızlığımızı fiilen sağlamak için, elde edilmesi zarurî 
bir istek olarak düşünülmesi ve bundan yapılacak en küçük bir fedakârlığın bağımsızlığımızı derinden zedeleyeceği öne sürüldü”14 ifadesini kullanmıştır. 

Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi, azınlıkların eski imtiyazlarının devam etmesi veya yeni imtiyazlar verilmesi tam bağımsızlığımız ile yakından ilgilidir. 

Amasya’da görüşmeler devam ederken, başta Ali Kemâl ve Sait Molla olmak üzere İstanbul’da birtakım kişiler azınlıkları ve onların hamileri olan İtilâf Devletleri’ni Kuva-yı Millîye aleyhine kışkırtmaya devam etmişlerdir. Bu durum karşısında Mustafa Kemal Paşa, 24 Ekim 1919 tarihinde çektiği telgraf ile Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’yı uyararak, “İngilizler ile İngiliz Muhipler Cemiyeti’ nin, İtilâf ve Hürriyet ve Nigehbancıların, Hıristiyan azınlıklar ile işbirliği yaptıkları, Anadolu’ya birçok bozguncular göndererek millî teşkilâtı sakatlama”15 niyetinde olduklarını belirtmiştir. 

     Amasya Görüşmelerinden sonra Mustafa Kemal Paşa ve başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye üyeleri Ankara’ya geçmişlerdir. 

Artık Millî Mücadele’nin merkezi Ankara’dır. Burada Misâk-ı Millî’nin ilk taslağı kaleme alınmıştır. Misâk-ı Millî, hem Millî Mücadele’nin, hem de kurulacak olan Yeni Türk Devleti’nin temel esaslarını ortaya koymuştur16. Azınlıkların statüsü konusu Misâk-ı Millî’nin 5. maddesinde ; ülkemizdeki azınlıkların hukuku, komşu ülkelerdeki Müslüman ahalinin de aynı hukuktan faydalanmaları şartıyla teyit ve 
temin edilecektir, 17 şeklinde yer almıştır. “Öteden beri bu azınlıklar, Avrupalı Devletlerin Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaları için uygun bir bahaneydi ve bundan dolayı da İtilâf Devletleri’nin Türkiye siyasetinin ana konularından biri, azınlıkların güvenliği idi”18. 

Azınlıklar konusunun Misâk-ı Millî’de bu şekilde yer almasıyla söz konusu devletlerin elindeki bu koz alınmıştır 19. 

Nihayet, Yeni Türk Devleti’ni Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak bütün dünyaya tanıtan Lozan Barış Antlaşması’nda, ülkemizdeki azınlıkların statüsü, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya ayak bastığı günden beri ısrarla üzerinde durduğu esaslara göre belirlenmiştir. 
Mustafa Kemal Paşa’ya göre, esas olan Türk Milletinin bağımsızlığı ve tartışmasız hâkimiyetinin temin edilmesidir. Buna halel getirecek, zedeleyecek hiçbir tavizi kabul etmek mümkün değildir. Henüz Lozan Konferansı toplanmadan, Türkiye’nin Konferansta takip edeceği azınlıklar politikası belli olmuştur. Lozan’daki müzakerelerde takip edilecek esasları belirleyen Başbakanlık kararının 9. maddesinde ; 

“Ekalliyet: Esas Mübadeledir”20 ifadesi yer almaktadır. Türkiye Lozan’da, Rumların mübadele edilmesi ve bununla beraber geçmişteki olumsuzlukların bir numaralı sorumlusu olan Patrikhaneyi de ülke dışına çıkarmak için gayret sarf etmiştir. Türkiye’nin bu gayretinin sebeplerini anlamak açısından yakın geçmişi hatırlamak gerekmektedir. Patrikhane, 19. yüzyılın başından itibaren millîyetçi lik isyanlarındaki rolünün yanında, Mütareke ve Millî mücadele Dönemlerinde de ihanetlerine devam etmiştir. Patrik, “İzmir’in işgâlinden altı gün önce, Osmanlı Rumlarının her türlü tebaalık sorumluluklarından muaf olduklarını ilan ederek maskesini tamamen çıkarmış; işgâl üzerine, Yunan ordularının Hıristiyanlık adına mukaddes cihâd yaptıkları ve Türkiye’deki Rumların Yunan ordusuna katılması için resmen beyânnâme yayınlamıştır”21. Patrikhânenin bu tür faaliyetleri Millî Mücadele süresince devam etmiştir. Patrikhâne sadece Batıda değil, Karadeniz Bölgesinde de bu tür faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. 

     Karadeniz Bölgesinde, “Pontus Cumhuriyeti” kurma peşinde olan Patrikhâne ve bölge Rumlarının oluşturdukları çetelerin reislerinin bizzat din adamları olduğu ortadadır. Batı’da Yunan işgâli ve Yunan-Rum ikilisinin utanç verici gaddarlıkları devam ederken, Karadeniz Bölgesinde de katliamlar başlatılmış ve Pontus devletinin kurulacağına kesin gözüyle bakılmıştır. “Hattâ Patrikhâne ‘Pontus Cumhuriyeti’adıyla kurulacak ‘Yeni Yunanistan’ın’sınırlarını belirleyen bir de harita bastırarak Anadolu’da bulunan bütün metropolitliklerine 
göndermiştir”22. Bu haritaya göre; Batum, Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Samsun, Sinop, Kastamonu, Ankara, Yozgat, Sivas, Gümüşhâne, Tokat, Amasya ve Çorum Pontus Devletinin sınırları içerisinde kalacaktır 23. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Kısaca Türk Milleti bir taraftan da bu tür ihanet faaliyetleriyle uğraşmak zorunda kalmıştır. Yakın tarihimizdeki bu acı tecrübe lerin sonucudur ki Türkiye’de, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milletini temsil eden ve düşünen herkes Patrikhânenin ve onun güdümünde ki 
unsurların yıkıcı faaliyetlerinin tekerrür etmemesi için gerekli tedbirlerin alınmasını düşünmekteydiler. Mustafa Kemal Paşa’nın 20 Ocak 1923 tarihinde Hâkimiyet-i Millîye Gazetesi’nde yayınlanan beyânâtı, O’nun Patrikhâne ve geleceği konusundaki görüşünü net olarak ortaya koymaktadır: 

“Bir fesad ve hiyânet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hıristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refâhı için de uğursuzluğa ve felakete sebep olan Rum Patrikhânesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde muhâfazaya bizi mecbûr etmek için ne gibi vesîle ve sebepler gösterilebilir?”24. 

Türk Heyetince Lozan’da Patrikhâne’nin İstanbul’da kalması, ama görevlerinin dini konularla sınırlandırılması kabul edilmiştir. 
Yine Lozan’da, azınlık ve yabancı devletlerin okullarının statüsü de belirlenmiştir. Azınlıklar, kendi dillerinde eğitim yapan okullarına sahip olacaklar, ancak başına buyruk olmayacaklar. Azınlık ve yabancı okulları ile ilgili diğer önemli bir düzenleme de Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yapılmıştır. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan Kanunun 

1. Maddesi ; “Türkiye dahilindeki bütün müessesât-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekâletine merbuttur”25 ifadesiyle, ülkemizdeki bütün eğitim kurumlarını Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlamıştır. Böylece, bu okullar misyonerlik merkezi olmaktan çıkarılmıştır. Ayrıca, tarih ve coğrafya dersleri Türkçe olarak okutulacak ve okullar Millî Eğitim Bakanlığı’nca denetlenecektir 26. 

Sonuç olarak ; yukarda da kısaca ifade edildiği gibi, Osmanlı Devleti’nin yaklaşık son iki yüzyılında Avrupalı devletler ve Rusya içişlerimize müdahalede ve istediklerini yaptırmada mütemadiyen içimizdeki gayr-i Müslim unsurları, bilhassa Rum ve Ermenileri kullanmışlardır. Bu durum Osmanlı’nın son yıllarında, özellikle de Mütareke döneminde Anadolu’daki Türk varlığını yok etmenin aracı 
haline dönüşmüştür. 

Bütün bu tarihî gerçekler göz önüne alındığında, Atatürk’ün ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin azınlıklarla ilgili görüş ve uygulamalarının ülkemizin ve milletimizin tam bağımsızlığı ile yakından ilgili olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü, azınlıkların Osmanlı dönemindeki imtiyazları ve bu imtiyazlar ile yabancı devletlerden aldıkları destekle ortaya koydukları tavırlar devam ettiği sürece Türkiye’nin tam bağımsızlığı tehdit altında olmaya devam edecektir. 

Ayrıca, Atatürk’ün azınlıklar politikasının dış Türklerle de ilgisi olduğu açıktır. Misâk-ı Millî’de, ülkemizdeki azınlıkların hukukunun, komşu ülkelerdeki Müslüman azınlığa da tanınması şartıyla kabul edileceği şeklindeki ifade, sınırlarımız dışında kalan Türklerin haklarını garantiye almayı hedeflemektedir. 
Kısaca, yakın tarihimizde yaşanılan sıkıntıların tekrarlanmaması için Lozan’daki ve iç mevzuatımızdaki düzenlemelere herkesin riayet etmesi gerekmektedir. Son yıllarda değişik vesilelerle Avrupalı Devletler ve ABD’nin ülkemizdeki azınlıklar konusundaki tavırlarına bakılacak olursa Atatürk’ün bu husustaki hassasiyeti daha iyi anlaşılacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Ali Güler, Osmanlı’dan Cumhuriyete Azınlıklar, TÜRKAR, Ankara 2003, s. 214-215 
2 Gülnihâl Bozkurt, Alman-İngiliz Belgelerinin ve Siyasi Gelişmelerin Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu (18391914), 2. bas. TTK, Ankara 1996, s. 2 
3 Bozkurt, age, s. 40. 
4 Yavuz Ercan, “Türk-Yunan İlişkilerinde Rum Patrikhanesi’nin Rolü”, Türk-Yunan İlişkileri, ATASE, Ankara 1986, s. 192. 
5 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C. V, 4. bas. TTK, Ankara 1983, s. 107. 
6 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, C. I, Yay. Haz. Zeynep Korkmaz, Başbakanlık Basımevi, Ankara 1984, s.1. 
7 Atatürk, Nutuk, C. III, Belge No : 1, s. 1. 
8 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 12. 
9 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 16. 
10 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 18. 
11 Atatürk, Nutuk, C. III, Belge No : 38, s. 18. 
12 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 46 ; Bekir Sıtkı Baykal, Erzurum Kongresi İle İlgili Belgeler, Türk Inkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, Ankara 1969, s. 24. 
13 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 166. 
14 Atatürk, Nutuk, C. I, s. 168. 
15 Atatürk, Nutuk, C. II, s. 180. 
16 Ali Güler- Suat Akgül, Atatürk ve Türk İnkılâbı, Ankara 1998, s.274. 
17 Atatürk’ün Milli Dış Politikası, C. I, 2. bas. Kültür Bakanlığı Yayını, Eskişehir, s.133. 
18 Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misâk- Milli’den Lozana’ Dış Politika, İstanbul 2002, s.181. 
19 Budak, age, s. 181. 
20 Atatürk’ün Milli Dış Politikası I, s. 497. 
21 Şahin, age, s. 225. 
22 Şahin, age, s. 238. 
23 Şahin, age, s. 238. 
24 Şahin, age, 263. 
25 Seçil Akgün, “Tevhid-i Tedrisat”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1983, s. 46. 
26 Akgün, age, s. 47. 


***

30 Ocak 2017 Pazartesi

SEÇSİS ŞEÇİM SİSTEMİ HAKKINDA, KAMUOYUNU BİLGİLENDİRME,



SEÇSİS ŞEÇİM SİSTEMİ HAKKINDA, KAMUOYUNU BİLGİLENDİRME,

Basın Açıklaması 
YSK – SEÇSİS Sistemi Hakkında,
9 Eylül 2010 Linux Kullanıcıları Derneği, 


Seçimler Demokratik Sistemin Önemli bir Parçasıdır. 

Anayasamız, 79. Maddede " Seçimin Düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma görevini" bağımsız bir yargı organı 
olan Yüksek Seçim Kurulu (YSK) tarafından yürütülmesini Emretmektedir. Daha önceki seçimlerde Seçmen Kütüklerinde bazı hatalar ve son Mahalli Seçimde seçim sonuçlarının Merkeze aktarımı ve değerlendirilme sırasında bazı tıkanıklıklar yaşanmış ve toplumda bazı endişelerin oluşmuştur. 

Bu endişelerin giderilmesi ve daha saydam bir sayım yapılması konusunda görüş ve önerilerimizi paylaşmayı, Bilişim konularında faaliyetler gösteren bir Sivil Toplum Kuruluşu olarak görev addediyoruz. 

Ocak 2009'da Ankara Barosunda yapılan Panelde de belirtildiği gibi, SEÇSİS Sistemini Türk Bilişim Uzmanları tarafından üretilmiş güvenli bir sistem olduğunu düşünüyoruz. 
İlgili uzman arkadaşların bildikleri bütün güvenli tedbirleri aldığını düşünüyoruz. Fakat, bunun Bağımsız Denetleyiciler tarafından doğrulanmasını; yazılım, donanım ve ağ altyapısının güvenlik ve bütünlük denetlemesinden geçmesini ( Teknik deyimi ile audit ) gerekli görürüz. Bu önerimiz, UYAP dahil tüm kritik sistemler için de geçerlidir. 
Kamuoyununda en ufak bir tereddüt olmaması için hem sistemin üretim ve geliştirme hem de işletim aşamasında bu denetimin periyodik olarak yapılması gerekir. 

Kamuoyunda tereddüt kalmaması YSK'nın, Siyasi Partilerin ve Sivil Toplum Kuruluşlarının üzerine düşenler görevler vardır. YSK'nın sandıklara ait ham bilgileri, İl ve ilçe bazında dizin yapısında İnternet ortamında yayınlamasın da yarar vardır. Bunu en azından, Siyasi partilere açması gerekir. Sandık başında, Sayım sonuçları gösteren tutanağın siyasi parti gözlemcilerine verilmesi ve orada Asılması; Kamuoyunun tereddütlerini gidermede ve seçimin düzgün yapıldığının doğrulanmasında çok önemlidir. Kendi elindeki tutanaklarla, YSK İnternet sitesindeki bilgilerin uyuştuğunu gören siyasi partiler, seçimlerin düzgün yapıldığından emin olacaklardır. 

Siyasi Partilerimizin, Sandık sonuçlarını, Çeşitli Teknolojilerle kamuoyuna iletmesi de yurttaşların olası tereddütlerini yok etmede önemlidir. 

YSK'nın Siyasi Partileri ve Bağımsız Sivil Örgütleri paydaş olarak kabul ederek, Yönetişim ilkeleri ışığında işbirliği yapması; bunu kendi asli görevinden taviz vermeden yapmasının ülkemize sayısız yarar sağlayacağından eminiz. 

Bütün kamu kurumlarının ellerindeki kurumsal ve kişisel mahremiyeti olmayan tüm verileri kamuoyu ile paylaşmasını, ilgili sektörün Sivil Toplum Kuruluşları ile iş birliği yapmasını önermek isteriz. Bu sürece kurulacak sistemlerin tasarlanması aşamasından itibaren başlanmalıdır. Bu sistemlerin altyapılarında vekullanıcı bilgisayarlarındaki araçlarında Özgür Yazılım temelli yazılımların kullanılması da güvenlik ve güvenilirlik açısından önemli başlıklardır. 

Kamu Kurumları, Sivil Toplum Kuruluşları ve yurttaşların belli ilkeler etrafında işbirliği yapması ülkemizdeki demokrasinin gelişmesi ve Bilgi Toplumuna yönelmesinde önemli katkı sağlayacaktır. 

Kamuoyuna saygılarımızla duyururuz. 
Linux Kullanıcıları Derneği (LKD) 
http://www.lkd.org.tr 
İnternet Teknolojileri Derneği (İNETD) 
http://www.inetd.org.tr 

***

14 Kasım 2015 Cumartesi

HENRY KISSINGER: YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA.. 01 NİSAN 2015



 YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA..  



HENRY KISSINGER:

01 NİSAN 2015 



HENRY KISSINGER: YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA
1969-1977 yıllarında ABD başkanları Richard Nixon ve Gerald Ford’un yönetiminde önce Milli Güvenlik Müşaviri, daha sonra ise Dışişleri Bakanı görevlerinde çalışmış olan 91 yaşındaki Henry Kissinger’in dış politika, jeosiyaset, güvenlik meseleleri ile ilgili tavsiyelerine, bugün de ABD Başkanlığı nezdinde önem verilmektedir. Geçenlerde Alman Der Spiegel dergisine verdiği röportajda Kissinger, birçoklarını ilgilendiren jeopolitik sorunlar, yeni küresel düzenin oluşumu da dahil, konusunda düşüncelerini paylaştı.
Küresel Düzenin Oluşması Küresel Dayanışma Gerektirir
Kissinger’a göre, kitle imha silahlarının ve sınır ötesi terrorizmin yayılması sonucu dünya kaos tehlikesi ile karşı karşıyadır. Şimdi “yönetilemeyen bölgeler” mevcuttur ve Libya örneğinde de görüldüğü gibi, “yönetilemeyen bölgeler” dünyada istikrarsızlığa neden olabilir. Üstelik, dünyanın birçok yerinde devlet bir tahsisat olarak saldırı altındadır. Eski diplomata göre, tüm bunlara rağmen, paradoksal olsa da, ilk kez, dünya düzeninden konuşmak mümkündür. Kissinger bu fikrini şöyle anlatıyor: “Yakın zamana kadar tarih boyunca esasen dünya düzeni bölgesel düzen olmuştur. İlk defa olarak günümüzde dünyanın her bölgesi birbirleriyle etkileşimde olabilir. Bu, küreselleşen dünya için yeni düzenin oluşmasını zorunlu kılar. Fakat evrensel olarak kabul edilmiş kurallar mevcut değildir. Çin, İslam, Batı ve bir anlamda Rus yaklaşımları mevcuttur ve onlar her zaman birbiriyle bağdaşmamaktadır”.
Kissinger Dünya Düzeni (World Order) adlı son kitabında olduğu gibi, dünya düzeninin kurulması için 1648 Vestfalya Barış Antlaşması’nı referans sistemi olarak gösterir. O, fikrini şöyle esaslandırır: Orta Avrupa nüfusunun neredeyse dörtte birinin savaşlar, hastalıklar ve açlıktan ölmesinden sonra imzalanan Vestfalya Antlaşması, yüksek manevi değerlere değil, uzlaşı gerekliliğine dayanıyordu. Bununla da, bağımsız devletler diğer devletlerin işlerine karışmamayı kararlaştırmışlardı ve bugün ihtiyaç duyulan güçler dengesini yarattılar.
Geçmiş diplomata göre, dünya yeni düzene doğru iki yolla – kaos ve anlayış yoluyla gidebilir. Onun fikrince, nükleer silahların yayılması, iklim değişikliği ve terörizm tehlikeleri küresel çapta ortak tavır oluşturmak ve böylece kaostan kaçınmak için yeterlidir. Dünya düzeninin şekillenmesinde ABD’nin rolüne gelince, Kissinger düşünür ki, kendi gücü ve değerleri sayesinde ABD bu süreçte esas rolü icra edecektir, fakat hiçbir devlet tek başına dünya düzeni oluşturmak için yeterince güçlü, yahut bilge değildir.
ABD ve Avrupa’nın dış politikası arasındaki temel fark olarak Kissinger şunu vurgular: Avrupa’dan farklı olarak, ABD dünyayı sadece yumuşak güçle değil, somut askeri güçle de değiştirebileceğine inanıyor. Bununla birlikte, o, Avrupa’da en önemli ülke olarak Almanya’nın dünya düzeninin oluşturulmasında daha etkin rol oynaması gerektiğini belirtti.
Batı Ukrayna Konusunda Hata Yaptı
ABD-Rusya ilişkilerinde gerginliğin daha da artması ile birlikte görülen Ukrayna olayları hakkında konuşan Kissinger, Batı’nın bu konuda yeterli duyarlılığı göstermediğini düşünüyor. Kırım meselesini olayların sebebi değil, sonucu olarak adlandıran Kissinger’a göre, bir ülkenin başka bir devletin topraklarını ele geçirmesi ve istediği zaman sınırları değiştirmesi kabul edilemez. Eski diplomat, Rusya’nın Ukrayna’nın doğusunda kaos yarattığı ve ülkenin egemenliğini tehdit ettiğiyle hemfikirdir. Fakat ona göre, bir zamanlar Rusya’nın terkibinde olan Ukrayna her zaman bu ülke için özel önem taşımıştır ve bunu fark etmemek yanlışlıktır. “Eğer Batı samimiyse, hatalarını itiraf etmelidir. Kırım’ın ilhakı küresel hegemonluk adına atılan bir adım değildi. Bu, Hitler’in Çekoslovakya’ya saldırısı değildi” diyen Kissinger, 2014’te olayların aniden şiddetlenmesinde Batı’nın da rolünün olduğunu kaydetti.
O fikrini şöyle esaslandırır ki, Soçi’deki Kış Olimpiyat Oyunları’na onmilyarlarla dolar harcayan ve kendini Batı ile kültürel bağları olan ve muhtemelen, onun bir parçası olmak isteyen ilerici bir ülke şeklinde sunmaya çalışan Rusya’nın, Olimpiyatların bitişinden bir hafta sonra Kırım’ı işgali ve Ukrayna üstünde savaşa başlaması mantıklı görünmüyor. Bu nedenle, insan bunun neden olduğunu durup düşünmelidir. Avrupa ve ABD, Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ekonomik ilişkilerine dair görüşmelerle başlayan ve Kiev’deki gösterilerle doruk noktasına ulaşan olaylara kadar gidişatın sonucunu doğru değerlendiremedi. Bu olaylar ve sonuçları Rusya ile görüşülmeliydi. Bununla birlikte, Rusya’nın süreçlere tepkisi de doğru değildi.
Kissinger’a göre, Batı ile Rusya arasında yeniden “Soğuk Savaş”ın başlama tehlikesi mevcuttur ve bu, tarihi facia olur. Eğer manevi değerler ve güvenlik ilkeleri böyle bir çatışmadan kaçınmaya imkan verirse, o zaman buna teşebbüs etmek gerekir.
Kırım’ın ilhakının Batı için kabul edilemez olduğunu bildiren Kissinger, Rusya’ya karşı yaptırımların uygulanmasına hak kazandırır. Buna rağmen, o, yaptırımlarla ilgili tatminkar olmayan konuların olduğunu belirtir: “Eğer küresel ekonomiden bahsediyorsak ve küresel ekonominin genelinde yaptırımlar gerekirse, o zaman büyük devletler geleceklerini düşünerek kendilerini mümkün tehlikelerden korumaya çalışacak ve bunu yaptıkça merkantilist bir küresel ekonomi yaratacaklardır”.
Kissinger ayrı ayrı kişilere uygulanan yaptırımlarla ilgili de anlaşmazlık noktaları olduğunu belirtti. Onun fikrince, belirli bir süre sonra “kara liste”deki kişilerin bazılarına uygulanan yaptırımlar iptal edilip, diğerleri üzerinde devam ettiği zaman bunun sebebini izah etmek lazım gelecek. Bu sebeple bir işe başladığında onun sonucunu önceden düşünmek gerekir.
Kremlin’in agresif politikasının taktiksel güçle maskelenmiş stratejik zayıflıktan ileri geldiğini düşünen Kissinger itiraf ediyor ki, Rusya uluslararası sistemin önemli katılımcısıdır ve bu nedenle, örneğin, İran veya Suriye ile ilgili nükleer silahların yayılmasının önlenmesi anlaşmasında olduğu gibi, her türlü krizin giderilmesinde yararlıdır. Onun fikrince, bu tür önemli sorunlar herhangi bir belirli konudaki taktiki gerginlikten üstün tutulmalıdır. Öte yandan, Ukrayna’nın bağımsız bir devlet olarak mevcut olması da önemlidir, onun kendi seçimi ile ekonomik ve ticari ittifaklara erişim hakkı olmalıdır. Fakat devletin “NATO’ya üye olma hakkı da doğanın kanunu değil” diyen Kissinger’a göre, NATO hiçbir zaman Ukrayna’nın alyansa kabulüne oybirliğiyle oy vermeyecek.
Savaşa Başlamadan Önce Onun Sonucunu Açıkça Anlamak Gerekir
Söz konusu röportajda Kissinger, Ortadoğu’da gelişen süreçler ve terörizm tehlikesi konusunda görüşlerini de aktardı. İlginçtir ki, o, Suriye’deki krizin “amansız diktatörün yardımsız halka karşı” saldırması ve “diktatörün devrilmesi durumunda halkın demokratikleşmesi” olarak anlaşılmasını doğru bulmuyor. O, Suriye’deki savaşı kısmen çoketnikli çatışma kısmen Ortadoğu’nun eski yapısına karşı isyan kısmen de hükümete karşı ayaklanma olarak değerlendirir. Kissinger askeri müdahalenin sonuçlarına da dikkat çekmeyi önemli görür. O, Libya’daki durumu örnek göstererek, Kaddafi’nin devrilmesinin doğru adım olduğunu bildirse de, ondan sonra oluşan boşluğu doldurmaya Batı’nın ilgi göstermediğini söyledi. Bu nedenle bugün ülke askeri gruplaşmaların savaş meydanına döndü. Böylece bir “yönetilemeyen bölge” ve Afrika için “silah deposu” meydana geldi. Hayatı boyunca, esasen, “aktif” dış politikanın destekçisi olduğunu bildiren Kissinger, Suriye’ye müdahale konusunda ABD’nin güvenilir ortaklara ihtiyacı olduğunu, ama şu anda böyle bir ortak görmediğini söyledi. Bu nedenle, savaşa katılmak için onun sonuçlarını önceden açıkça idrak etmek gerekir.
Öte yandan, Kissinger askeri müdahale yolu ile ülkeye demokrasi getirilmesini gerçekçi görmez, bunun gerçekleşmesi için savaşın on yıllarca devam etmesinin ve savaşı yürüten ülkenin halkının hükümeti sürekli olarak desteklemesinin önemli olduğunu düşünür. Fakat muhtemelen, hiçbir ülkenin kaynakları listelenen faktörlerin gerçekleşmesine izin vermez.
Buna rağmen, o, sivil halkın hayatını tehlikeye atsa da, terörist saldırıların düzenlendiği bölgelerde askeri operasyonların yapılmasını, böylece de ABD’nin IŞİD’a jarşı Irak ve Suriye’de hava saldırılarını dolaylı olarak destekler. IŞİD’a karşı mücadelede Beşar Esad ile iş birliği düşüncesinin Suriye Cumhurbaşkanı’na karşı yıllarca görülen işin zemininde kabul edilemez olduğunu söyleyen Kissinger, bu konuda önceden Rusya ile diyaloğun yürütülmesi gerektiğini, Esad’ın gitme konusunun önceden hedef konulmasının yanlış olduğunu söyledi.
Kissinger’a göre, IŞİD terör örgütüne karşı mevcut savaşa ABD’de geniş toplumsal destek var. Fakat savaş devam ettikçe nelerin gerçekleşeceği belli değil. Bu nedenle savaşın sonucu hakkında net fikrin olması önemlidir.
Leyla MAMMADALİYEVA