Çatışma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çatışma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2020 Pazar

İŞBİRLİĞİ Mİ? ÇATIŞMA MI? ÇEVRESEL GÜVENLİĞİN ULUSLARARASI İLİŞKİLERDEKİ ROLÜ

İŞBİRLİĞİ Mİ? ÇATIŞMA MI? ÇEVRESEL GÜVENLİĞİN
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDEKİ ROLÜ


Sezin İba Gürsoy*
* Yrd. Doç. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİBF, Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli.


Küreselleşmeyle birlikte yükselen çevre sorunları günümüzde yeni güvenlik
anlayışının önemli bir parçası olarak görülmektedir. Çevreye yönelik kaygılar aslında 1960’lardan bu yana uluslararası gündemi meşgul etse de, çevre ve güvenlik ilişkisi Soğuk Savaşın bitişinin ardından ortaya çıkan yeni güvenlik anlayışında hayat bulmuştur. 1990 sonrası güvenlik kavramının askeri olmayan konuları da içerecek şekilde genişlemesi uluslararası ilişkilerde hem tehditleri, hem de güvenliğin referans nesnesini değiştirmiştir. Bu çerçevede yükselen çevresel sorunların ve çevresel kaygıların sosyal ve ekonomik hayatı olumsuz etkilemesi sonucu uluslararası istikrarı etkileyebilecek ve çatışmaları arttırabilecek bir güvenlik tehdidi olduğu düşünülmektedir. 

Bu çalışma esasen kullanımı yeni sayılabilecek çevresel güvenlik
kavramını ve bunun uluslararası ilişkilerdeki rolünün farklı boyutlarını
değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Buradan hareketle çalışmanın ilk kısmı güvenlik kavramının nasıl ve ne şekilde genişlediğine odaklanacaktır. Sonrasında ise çevresel güvenlik kavramı tanımlanacak ve büyüyen çevresel bozulmaların uluslararası ilişkilere yansıması ele alınacaktır. Bu çalışma çevresel değişimlerin ve kaynak kıtlığının devletler arasında bir yandan gerilimi arttırdığını, diğer taraftan ise uluslararası işbirliğine de teşvik ettiğini varsaymaktadır. 

  Bu bağlamda son olarak çevre sorunlarının uluslararası güvenlik açısından işbirliği veya çatışma biçimini alma olasılığı açıklanacaktır.

Giriş

20. yüzyılın sonlarına doğru, güvenlik alanında tehditlerin algılanışında alışılan devlet odaklı güvenlik anlayışı yerini yavaş yavaş birey odaklı anlayışa bırakırken, çevresel güvenlik kavramı ortaya çıkmış ve halihazırda dönüşüm içerisinde olan klasik güvenlik stratejilerine kafa tutmaya başlamıştır. Klasik veya geleneksel güvenlik olarak niteleyebileceğimiz tehditler/tehlikeler çoğu zaman askeri tehditler olarak algılanmıştır.

Özellikle 1989 yılında Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından, güvenliğin askeri
olmayan konuları da içine alarak genişlemesi tehditlerin açlıktan kadın sorunlarına, çevrenin kirletilmesinden ekonomik istikrarsızlıklara ve hatta salgın hastalıklara kadar geniş bir yelpazede ele alınmasını destekleyen eserlerin literatüre girmesine olanak sağlamıştır. Fakat güvenlik çalışmaları kapsamında ele alınan bu çalışmaların azlığı dikkat çekicidir. Bu çalışmada çevresel sorunların bir güvelik problemi olup olamadığı tartışılırken çevresel güvenliğin uluslararası ilişkilerdeki rolüne dikkat çekmek amaçlanmaktadır.

Çevre sorunlarının Uluslararası İlişkiler disiplini içerisinde giderek önem
kazanmaktadır. Çevresel değişimlerin veya çevresel bozulmaların devletler arasındaki ilişkileri olumsuz olarak etkilemeye başlaması konunun uluslar arası toplum tarafından da ilgisinin artmasını sağlamıştır. Devletin karşı karşıya olduğu sayısız çevresel tehdit, ulusal tehditlerin aksine geniş çaplı, geri alınması çoğu zaman imkansız ve ülke sınırlarını aşan/tanımayan yapısıyla savunmayı oldukça güçleştiren nitelikteki tehditlerdir. Devletler, ulusal güvenlik politikaları ile eş güdümlü olarak, kendi sınırları içindeki maddelere dayanarak temel madde gereksinimlerini karşılamayı tercih ederler. Bu maddelerin tükenmesi komşu devletlerle giderek artan bir çatışma riskini de ortaya çıkarmaktadır. Bu anlamda çevresel sorunların uzlaşma mı çatışmaya mı yakın durduğu sorusu bu çalışma nın iskeletini oluşturmaktadır. Bu soruya cevap ararken temel varsayımım çevrenin hem çatışmaların hem de uzlaşmaların temelini oluşturduğu yönündedir.

Bu bağlamda çevresel sorunların güvenlikle ilişkilendirileceği bu çalışmada çevresel güvenlik kavramı ve özellikleri ilk olarak ele alınacaktır. Sonrasında çevre bozulmalarının veya yükselen çevre sorunlarının devletleri işbirliğine mi yoksa çatışmaya mı yaklaştırdığı incelenecektir.

Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı ve Güvenlik Çalışmaları

Güvenlik, sözlük anlamıyla “kişilerin korkusuzca yaşayabilmeleri durumu ve emniyet hali” olarak tanımlanmaktadır.1Bir başka deyişle güvenlik, varlığını koruma ve sürdürme olarak da düşünülebilir. Varlığın sürdürülmesini engelleyecek her türlü unsur ise tehdit olarak tanımlanır. Güvenlik kavramı, Uluslararası İlişkiler disiplininde ilk defa Birinci Dünya Savaşı sonrası Woodrow Wilson tarafından ortaya atılmış, Milletler Cemiyeti’nin tanımladığı “kolektif güvenlik” (common security) kavramı üzerine oturtulmuştur. İlk kez Milletler Cemiyeti Paktı’nda kullanılan ve daha sonra BM Şartı’nda (1945) geliştirilen güvenlik kavramı zaman içinde uluslararası ilişkilerin bir alt-disiplinine dönüşen Güvenlik Çalışmaları’nın temel unsuru olmuştur. Uluslararası ilişkilerin doğasında hep var olan güvenlik kavramı farklı perspektiflerden farklı tanımlarla yorumlanmıştır. Arnold Wolfers’ın aşağıdaki tanımına Güvenlik Çalışmaları alanındaki neredeyse tüm kaynaklarda atıf verilir:

“…….Güvenlik, objektif bir anlamda kazanılmış değerlere tehditlerin olmamasının
ölçülmesi, öznel anlamda ise bu tür değerleri saldırıya açık olan korkunun
yokluğudur.”2 Wolfers’dan esinlenen Baldwin de çalışmasında “Kim ve hangi
değerler için, ne kadar ve ne ölçüde, hangi tehditlere karşı, hangi araçlar yoluyla
güvenlik?”sorularına yanıt aramıştır.3 İnşaacılar (Constructivists) için güvenlik
“aktörlerin onu nasıl anlamlandırdıklarına ilişkin olarak öznelerarasıdır”.4 

Bu nedenle, güvenlik göz ardı edilemeyecek bir normatif öze bağlıdır.
Uluslararası İlişkiler kuramı içinde güvenliğin bir başka ortak anlamı, realist
perspektifin egemenliği altında olan askeri stratejidir. 1940’larda realist teorinin
varsayımlarını kullanarak Stratejik Çalışmaların bir alt dalı olarak düşünülen
Güvenlik Çalışmaları, askeri güvenlikle ilişkilendirilmiştir. Ulus-devlet düzeyinde
tanımlanan Güvenlik Çalışmaları, geleneksel yaklaşıma göre uzun yıllar nerdeyse
sadece askeri çerçeveden ele alınmıştır. Bu bağlamda, uluslararası ilişkilerde uzun yıllar varlığını sürdürmesi gereken öncelikli aktör “devlet” kabul edilirken, onun varlığına yönelen tehditler ise geleneksel anlamda askeri tehdit olarak algılanmıştır.

Soğuk Savaş boyunca askeri güç bir konu ile ilgili ise bunun bir güvenlik sorunu
olarak kabul edildiği gözlemlenmiştir. Baldwin bu dönemi “Güvenlik Çalışmaları
tarihinin en yaratıcı ve heyecan verici dönemi” olarak tanımlamıştır.5 1970’lerin
sonlarına yaklaşıldığında Soğuk Savaşın yumuşamasının da etkisiyle akademik
toplumda genişletilmiş bir güvenlik söylemi ortaya çıkmıştır. Özellikle, Soğuk Savaş döneminin son on yılında güvenlik kavramı devletlerin askeri sorunlar karşısında güçlerini arttırmaları ve kuvvet kullanmalarının ötesinde farklı şekillerde tanımlanmaya başlanmıştır. Bu dönemde Barry Buzan’ın temsilciliğini yaptığı bazı akademisyenler tarafından güvenlik kavramını genişletme çabaları gözlenmiştir.

Özelikle Buzan’ın “People, States and Fear” başlıklı kitabı ile Ullman’ın “Redefining Security” başlıklı makalesi askeri olmayan alandaki endişeleri de güvenlik kavramı kapsamında değerlendirilmiştir.6
Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerde tehdidin niteliğinin değişmesi ile
birlikte güvenlik anlayışında da değişiklikler gözlenmiştir. Pınar Bilgin’e göre, “yeni güvenlik” denilen bu yaklaşım, 1990’lı yıllarda güvenlik gündeminin salt askerî konuların ötesinde, insan, devlet hatta üzerinde yaşadığımız gezegenin güvenliğini ilgilendiren başka konuları da kapsayıcı şekilde geliştirilmesi çağrıları ile karşımıza çıkmaktadır.7 Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesiyle dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasi dengelerde meydana gelen değişiklikler Uluslararası İlişkiler akademisyenlerinin caydırıcılık teorisi ve güç dengesi dışındaki konulara odaklanmasına olanak vermiştir. Bu bağlamda, 1990’lı yıllarda güvenliğin bireysel ve toplumsal boyutlarına odaklanan eserlerdeki çoğalma dikkat çekicidir.

Çevresel Güvenlik Kavramının Gelişimi

1960’lardan başlayarak çevreci düşünce ve hareketler, hem toplumların gündeminde yer almaya hem de küresel politikaların belirlenmesinde etkili olamaya başlamıştır.

Güncelleşen çevre sorunlarına yönelik olarak farklı bakış açıları ve düşünce akımları bu yıllarda gelişmeye başlamıştır. Soğuk Savaşın son yıllarında ulusal güvenliği salt askeri güvenlikle bağdaştıran anlayış sorgulanmaya başlanmış ve güvenlik gündeminin genişletilmesi yaklaşımı farklı yazarlar tarafından da benimsenmiştir.8

Lester Brown’un 1977 yılında yazdığı “Redefining National Security” yazısı bu
alandaki ilk eser sayılmakla birlikte “ekolojik stresleri, kaynak kıtlığı ve iklim
değişikliğini ulusal güvenliğinin alanına alan” ve yeni bir güvenlik anlayışını ortaya atan eserdir. Brown siyasi, ekonomik, çevresel ve sosyal konuların da ulusal güvenlik çerçevesinde ele alınması gerektiğini iddia etmiştir. 9
Çevresel güvenlik kavramının en önemli temsilcisi Thomas Homer-Dixion’dır.
Homer-Dixon’a göre çevre baskıları zaman içinde dört ana soruna yol açacaktır: Bu etkilerin başında tarımsal üretimde azalma gelmektedir. Bu anlamda gıda güvenliğinin ulus devletler için ciddi bir sorun teşkil edeceği varsayılmaktadır. Ekonomik çöküş, nüfusun yer değiştirmesi ve sosyal ilişkilerin bozulması ise diğer etkilerdir. Homer- Dixon bu etkilerin kıtlıktan kaynaklanan çatışmalar, iç savaş, etnik gruplar arası gerilim veya isyanlar gibi farklı tipte çatışmalara dönebileceğini öne sürmektedir.10

Güvenliğin genişletilmesi konusunu Thomas Homer-Dixison’un yanı sıra Ullman da ünlü makalesinde “ulusal güvenliği askeri açıdan tanımlamak (hatta öncelikle)
gerçeğin görüntüsünü yanlış aktarmaktadır” şeklinde yorumlamaktadır.11 Buna ek olarak, Ullman bir devlette yaşayanların yaşam kalitesini kısa sürede ve şiddetli olarak düşüren tehditleri ulusal güvenliğin tekrar tanımlanması gereken
durumlarından biri olarak nitelendirmiştir.12 Myers ise çoğu ülkenin ekonomisinin doğal kaynaklara bağlı olduğunu, tarım topraklarının özelliklerini yitirmesinin ve su kaynaklarının azalmasının ekonomiyi etkileyeceğini belirtmektedir. Myers, bu durumun “ekonomik büyümenin yavaşlamasının ya da durmasının” ciddi sosyal sorunlara yol açacağını düşünmekte ve bununda “siyasi sistemlere istikrasızlık kazandıracağını” ileri sürmektedir.13 

   Mathews ise güvenlik tanımının çevresel ve demografik unsurları da kapsayıcı şekilde genişletilmesini savunurken, bu çevresel kaygıların Amerikan ulusal güvenlik gündemine yerleşmesi gerektiğini belirtmiştir.14

Bu yeni görüşlere karşın, 1990’lı yıllarda hala geleneksel gündemin muhafaza
edilmesini, yani güvenlik kavramının dar tutulması gerektiğini savunan görüşler de ileri sürülmüştür. Örneğin, Stephen Walt Güvenlik Çalışmalarını genişletme
çabalarının alanın entelektüel tutarlılığına zarar vereceğini düşünmektedir.15 

Benzer şekilde Dorff da, ekonomik, ekolojik ve toplumsal konuların önemli sorunlar olduğunu kabul ederken, bunların güvenlik tehdidi niteliği taşımadığını sadece askeri sorunlarla ilişkili oldukları takdirde güvenlik sorununa dönüşebileceğini iddia etmektedir.16

Sonuç olarak, 1990’ların başından itibaren güvenlik söylemi ciddi bir dönüşüm
geçirmiştir. Özellikle Barry Buzan ve Ole Waever tarafından geliştirilen Kopenhag
Okulu’na göre güvenliğin alanı derinleştirilmeli ve bireylerin, devlet-dışı oluşumların ve grupların da güvenlik kaygılarını içerecek şekilde “insani güvenliğin” odağına almalıdır. Kopenhag Okulu devlet güvenliğinden toplumsal güvenliğe doğru yaşanan değişimi vurgulayarak, sektörel bir analiz çerçevesi oluşturmuştur. Bu bağlamda güvenliği beş boyutta (genişleme: askeri, ekonomik, çevresel, toplumsal ve siyasi) ele alan anlayış; analiz düzeyi arasında da (derinleşme: uluslararası, bölgesel, ulusal, yurtiçi gruplar, birey)bir ayrım yapmıştır. Bu noktada güvenlik kavramındaki genişlemenin özellikle iki önemli boyutu ortaya çıkmaktadır: 

(a) referans nesnesi bakımından 

(b) tehdit açısından. 

Buna göre, referans nesnesi bakımından devlet merkezli yapıdan insan merkezli bir anlayışa kayma gözlenirken, tehdit açısından da yukarıda tabloda gösterildiği üzere askeri tehditlerden ekonomik, çevresel ve toplumsal tehditlerin ön plana çıktığını söylemek yanlış olmamaktadır.

Çevresel Güvenliğin Uluslararası Boyutları

Çevresel duyarlılık 1960’lı yıllarından başında ortaya çıkmasıyla birlikte uluslararası çevre politikasının başlangıcı 1972 Stockholm Konferansı kabul edilmektedir. 1972 tarihli “BM İnsan Çevresi Konferansı” ile birlikte ilk defa çevre konusu uluslararası gündemde konuşulmaya başlanmıştır. Konferansın en önemli amacı ve hedefi; her ülkenin çevreye karşı sorumluluğunu kabul etmesi, insanın yeryüzündeki varlığını sürdürebilmesinin temel koşulu olduğu noktasında birleşilmesi dir. Konferans sonucunda ise, gelişmekte olan ülkeleri, kalkınırken çevre sorunlarının ortaya çıkmasını önlemeye yöneltmenin, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ayrımlar giderilmedikçe çevre koşullarının iyileştirilmesinde önemli bir ilerleme sağlanamayacağının ve kalkınmanın çevreyi korumakla çelişen bir tarafının olmadığının önemine varılmış ve bu düşünceler kabul edilmiştir.17

Çevre-güvenlik ilişkisine dikkat çeken ilk uluslararası nitelikli belge ise BM Dünya
Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 tarihli Ortak Geleceğimiz (Our Common
Future) raporudur. Bu rapor çevrenin uluslararası politikadaki yerini de belirleyen bir belge olmuştur. 1990’lara gelindiğinde ise uluslar arası evre politikasının belirlendiği dönüm noktası 1992’de Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı olmuştur. Konferansta “Sürdürülebilir Kalkınma” terimiyle çevre değerlerini tahrip etmeyen kalkınma doktrinin zirveye katılan 150’den fazla ülke tarafından benimsenmiştir.
Çevresel sorunların küreselleşmesi gibi çevresel güvenliği tehdit eden öğeler da çoğu zaman sınır ötesi özellik göstermektedirler. Çevresel Güvenlik kavramı; bugün, çevrenin doğal oluşumuna yönelik tehditler ve çevresel tehditler ulusal ve uluslararası güvenliğin ayrılmaz parçası olarak kabul edilmektedir. Çevresel güvenlik kavramını destekleyenler, “Eğer gerekli itina gösterilmezse çevresel tehditler bugün dünya üzerinde ciddi, uzun menzilli ve derin güvenlik sorunları oluşturacaktır. Bu tehditler, askeri tehditlerden daha yavaş gelişseler bile, en az geleneksel askeri tehditler kadar önemlidir. Ayrıca, insanoğlunun refahı ve sağlığı üzerindeki baskıyı artıracak kişisel olmayan sosyal ve ekonomik güçlerin ciddi çevresel yetersizliklere yol açacağı”18 tezini savunmaktadır.

İşbirliği mi Çatışma mı?

Çevresel sorunların küreselleşmesi gibi çevresel güvenliği tehdit eden öğeler da çoğu zaman sınır ötesi özellik göstermektedirler. Bununla birlikte yoksulluk, kaynak dağılımındaki eşitsizlik, ekosistemdeki bozulma beşeri güvenliğe baskı yapan konulardır. Ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, etnik ya da dinsel farklılıklar, gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunu bölmüş ve çatışma potansiyellerini yükseltmiştir. Bunların patlamaya hazır toplumlar olduğu söylenebilir. 

  Su, toprak, orman gibi çevre kaynaklarının kıtlaşması, bu hazır bekleyen düşman gruplara tetikleme görevi yaparak çatışmayı başlatma etkeni olabilir. 

Bu noktada şu soruyu sormak gerekmektedir: iklim değişikliği, ozondaki incelme, çölleşme, biyolojik çeşitlilik, asit yağmurları, tehlikeli atıklar gibi sorunlar tek başlarına bir sorun olarak görülmese de acaba diğer etkenlerle
birleştiklerinde temel ulus yapısını sorgulayan dinamikleri tetikleyebilir mi? Bu da
istikrarsızlığa yol açarak toplumları çatışmaya sürükleyebilir mi? Başka bir değişle, çevrenin bozulması, varolan düşmanlıkları tetikleyen ve askeri çatışmaları başlatan bir tetikleyici olabilir mi?

Birçok yazar bu sorulara olumlu yanıt vermektedir. Özellikle yenilenemeyen
kaynakların tükenmesi en büyük sorunlara ve çatışmalara yol açacaktır tezi halen hâkim dir. Petrol, su, gıda gibi en önemli kaynakların kıtlaşması devletlerin yaşamsal güvenlik sorunları haline geleceği düşünülmektedir. Geçmişteki deneyimler bize göstermiştir ki, devletler kıtlaşan kaynaklar karşısında daha fazla pay alabilmek için bireysel bencil hatta zaman zaman saldırgan bir tutum izlemektedir. 19 

  Bu da geleneksel olmayan sorunlara geleneksel yöntemlerle cevap verildiğini
göstermektedir.
Bu hususta farklı bir görüş de çevresel bozulma ve kaynak kıtlığının çatışmaya yol açtığı varsayımlarının artık kabul edilmediğidir. Bu görüş devletlerin kendi başlarına çözümleyemedikleri küresel sorunlar karşısında işbirliği yolunu tercih ettiklerini iddia etmektedir. Bu iddiaya göre işbirliği yönteminin çevresel değişim karşısında şiddetli çatışmalardan daha olası kabul edilmektedir. Örneğin kirlilikle mücadele etmek, iklim değişimini durdurmak, açlıkla ve yoksullukla mücadele etmek, biyolojik çeşitliliği korumak gibi devletlerin sınırlarını aşan çevre sorunları kendini sınırlayan ulus devletin çözüm olanaklarını aşmaktadır. Şöyle ki, herhangi bir ülke, çevre sorunlarıyla baş edebilmek için yeterli ekonomik güç ve kaynağa sahip olmayabilir veya sahip olsa bile başka ülkelerin ve uluslararası örgütlerin işbirliğine gereksinim duyabilir.20 

Bu anlamda sorunlara ortak platformlarda, herkesin yararına çözümler
bulunmaya çalışılması aslında bir anlamda zorunluluk haline gelmiştir.
Esasen uluslararası hukuk da çevre konusunda gelişme göstermekte, uluslararası çevre rejimi oluşturmak amacıyla bir takım girişimlerde bulunulmaktadır. Uluslararası rejimler çevre sorunlarına çözüm üretebilmenin ötesinde, devletler arasındaki işbirliğini geliştirme ve çatışmaları önleme açısından önem arz etmektedir.21 Birçok devlet arasında, hem çevresel diplomasi çerçevesinde uluslararası düzeyde hem de kurum inşası düzeyinde işbirliği olanaklarının mevcut olduğuna dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. 

Örneğin, Batı Şeria ve Gazze sokaklarındaki günlük çatışmalara karşın, Filistinler ve İsrailliler, ortak su kaynaklarını yönetmek için garı resmi görüşmeler yapmayı sürdürmektedirler. Dünyanın birçok bölgesinden olay çalışmaları, işbirliği ve diplomatik düzenlemelerin çatışma olasılığının araştırmaların odağında yer aldığı 1990’larda yaygın olan karamsarlığın aksine çevresel sorunlar karşısında barışçıl bir çözüm oluşturabileceğini göstermektedir. Gülgün Tuna kitabında bunu şu şekilde açıklamaktadır:

“İyimser görüşlere göre yakın gelecekte dünya devletleri çevre sorunlarını ortak bir tehdit olarak algılayacak ve çevreyi korumak için küresel düzeyde işbirliği yapmak isteyeceklerdir; ekolojik karşılıklı-bağımlılıktan dolayı bu kaçınılmazdır, çünkü hiçbir devlet tek başına küresel çevreyi koruyamaz. Örneğin bir devlet küresel iklim değişikliği sorununu tek başına çözümleyemez. Bir devletin kendi çevre değerlerini bile tek başına koruması zordur, havayı suru kirleten maddeler sınırları aşmakta, kıtlaşan kaynakların sıkıntısını tüm devletler çekmektedir.”22
Bununla birlikte çevresel sorunlara bir çözüm getirebilmek için işbirliğine bilinçli bir şekilde katılım veya taraf olmak gerekmektedir. Bu işbirliğinde aktif rol alması gereken taraflar arasında devletler, sivil toplum kuruluşları, uluslararası
organizasyonlar, ulus üstü kurumlar olmalıdır.23 Bu noktada küresel işbirliğinin
yürütülebileceği zeminlerde uluslararası örgütlerin önemi büyüktür. Çevre
sorunlarının tartışılabildiği bu örgütler konuya ilişkin bilinçlenmeyi artırarak
uluslararası bir rejim için talep yaratırlar. Çok sayıda devleti bir araya getirerek, onlar arasında işbirliği ortamının gelişmesine yardımcı olur, kurulacak çevre rejimleri için kurumsal ve hukuki modeller yaratabilirler.24

Çevre sorunlarının gerilim yaratabileceği durumları belirlemek, planlamak ve
önlemek ya da topluluklar, devletler ya da bölgeler arasında işbirliği sinerjisi
yaratmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yukarda sayılan aktörlerin bu işbirliklerine yanaşması kolay olmamakla birlikte yapılan bir takım girişimlerin de oldukça yüzeysel olduğu görülmektedir. Bu anlamda işbirliğini güçleştiren ve aşılması gereken bir takım faktörleri sıralamak gerekmektedir.
Bunlardan ilki ulusal çıkarlardır; ciddi siyasi ve ekonomik çıkarları zedeleneceği için devletler işbirliğine yanaşmamaktadır. Şunu belirtmekte fayda vardır: Bugüne kadar yapılmış olan çevre anlaşmaları uygulanması kolay olan konularda yapılmış, siyasi ve ekonomik çıkarlara zarar vermeyen hususlarda işbirliği sağlanabilmiştir. Her ne kadar çevre rejimlerinin oluşturulması ve işbirliği yapılması için girişimlerde bulunulmasına rağmen, bu çevre anlaşmalarını güç algılamaları ve çıkar ilişkilerinden bağımsız düşünmek pek mümkün değildir. 

Örneğin, Kyoto Protokolü’nün hali hazırda kendinden beklenen etkiyi gösterememiş olması, hâkim bir gücün desteğinin yokluğuna ya da sorunun çözümü için önerilen politikaların devletlerin ekonomik çıkarlarıyla uyuşmamasına bağlanabilir. 25 Bu anlamda en önemli çevre sorunları halen masada durduğu ve devletlerin önemli çevre konularında işbirliğinden uzak olduğu bir gerçektir. Örneğin, nüfus artışı, çölleşme, toprak kaybı, deniz kirliliği gibi sorunlarda uluslararası işbirliği sağlanamamıştır. Bu bağlamda çevre rejimlerinin başarısını etkileyen en önemli unsurların başında devletlerin kendi ulusal siyasi ekonomik çıkarlarını mevcut çevre sorunlarının çözümünden daha önemli görmeleri gelmektedir.26 Bunların çözümü için devletlerin belli oranlarda kaynak aktarmaları gerekmektedir. Gerek sistemdeki egemenlik-güç ilişkilerinden gerekse ekstra maliyetten ötürü buna sıcak bakmamaktadırlar.

İkinci önemli faktör küresel çevre rejiminin oluşması için tüm dünya devletlerinin
katılımının gerekli olmasıdır. Çevrenin korunmasına yönelik anlaşmaların dünyadaki tüm devletler tarafından imzalanıp onaylanması gerekmektedir. Küresel bir işbirliğinden bahsedilebilmesi için tüm devletlerin bu anlaşmalara taraf olması gerekir. Bu uluslararası bir çevre rejiminin önündeki en önemli güçlüklerden biridir.

Bu anlamda tek bir devletin veto gücü bile diğer devletlerin çabalarını boşa
çıkarabilir, rejimi başarısızlığa uğratabilir. 27
Bununla birlikte uluslararası işbirliklerinin önündeki diğer bir faktör çevresel
konularda işbirliğinin gerçekleşmesi süre olarak çok uzun zaman almasıdır.
Devletlerin bir sorunu ortak ve küresel bir tehdit olarak kabul edip, görüşmelere
başlaması, karşılıklı müzakereler, anlaşmasının imzalanması ve onaylanması bazen 10-20 yıl sürmektedir. Bu süre zarfında da çevre sorunu giderek büyümekte ve sorunun çözümü zorlaşmaktadır. Çevresel işbirliğinde bu kadar yavaş ve uzun bir sürece yayılmasındaki en önemli neden yine devletlerin ulusal çıkarlarıdır. Her devletin kendi ulusal çıkarını kollaması sorunun çözümünü zorlaştırma ve uluslararası bir işbirliğinden uzaklaştırmaktadır.

Bunlara ek olarak çevre bozulmasının olumsuz etkilerinden her devlet eşit şekilde etkilenmemekte; bu yüzden devletlerin işbirliği istekleri farklı düzeyde olmaktadır.
Çevre tehditleri faklı devletler tarafından farklı şekillerde algılanmaktadır. Bununla birlikte halkların çevre bilincine sahip olması, sivil örgütlenmenin hükümetleri etkileme güçleri de çevre politikalarının oluşturulmasında etkilidir. Devletleri uluslararası işbirliği programları uygulama kapasiteleri açısından da kendi aralarında farklılıklar vardır. Bazı devletler diğerlerine göre avantajlıdır. Bilimsel altyapıya, vasıflı personele, finansman gücüne sahip olan ve olmayanların işbirliğine yaklaşımı farklı olacaktır. Son olarak bir anlaşmanın imzalanmış olması onun uygulanacağı anlamına gelmez. Bu noktada “kurumsal zayıflık” dediğimiz mekanizmadan kaynaklanmaktadır. 

Bu türden rejimlere hukuki bağlayıcılık verilmediğinden ya da örgüt üyelerinin kuralları ve düzenlemeleri yerine getirmedikleri durumlarda herhangi bir yaptırım uygulanamadığından rejimlerin başarıya ulaşması da son derece zor olmaktadır.28 

Anlaşmaların hukuki bağlayıcılıkları da burada ön plana çıkmaktadır.
Hukuki bağlayıcı olmayan çevresel işbirliklerinin başarıya ulaşması zordur.

Sonuç

Son zamanlarda sosyal bilimler literatüründe güvenliğin alanının genişlemesi ve
tehditlerin değişmesiyle birlikte hangi kuramsal güvenlik anlayışıyla yaklaşılırsa
yaklaşılsın yükselen çevresel sorunlar artık günlük yaşamda bir tehdit olarak
algılanmaya başlanmış, çevresel güvenlik kavramı uluslararası ilişkilerde giderek
önemli hale gelmiştir. Bilhassa azalan kaynak kıtlığı açısından değerlendirildiğinde çevre sorunlarının ekonomik ve siyasal istikrarı tehdit eden niteliği ve çevresel kaynakların bölüşülmesi konuları devletlerin çıkarlarını tanımlarken önemli bir değişken olarak öne çıkmıştır.
Yeni olarak adlandırabileceğimiz çevresel güvenlik kavramı esasen Soğuk Savaş
sonrası Uluslararası İlişkiler disiplini içinde kendine yer bulabilmiştir. İki kutuplu
sistemin bitmesiyle birlikte küresel çevre sorunları uluslararası ilişkileri giderek daha fazla etkileyen ve devletler nazarında daha çok üstüne düşülmesi gereken sorunlar olarak belirlenmiştir. Uluslararası güvenliği doğrudan etkilemese bile nüfusun artışı, göçler, yoksulluk, iklim değişikliği gibi yükselen çevre sorunları kaynak tüketilmesi ile birleşince bir güvenlik tehdidi halini almaktadır. Buna karşın, gerek küresel çevre sorunlarıyla mücadelede, gerekse bu sorunların devletler arası anlaşmazlıklara yol açmasını engellemede kullanılabilecek araçlar sınırlıdır.

Bu araçlardan en önemlisi uluslararası düzeyde işbirliğidir. Çevresel güvenlik
sorunları küresel özellik taşıdığından ancak yüksek yönetişim düzeyinde çözüme
ulaştırılabilir. Küreselleşme ile birlikte bu konunun artık çevresel problemin etkisine göre küresel, bölgesel veya yerel düzeyde işbirliği ile çözümlenmesi gerekir. 

Bu işbirliği ülkelere de ciddi bir kazanım sağlayacaktır. Fakat geleneksel yöntemlerin kullanıldığı dünya sisteminde uluslararası çevresel işbirliği henüz ciddi anlamda yetersizdir. Soruna yönelik bir kamuoyunun oluşmasının sağlanması, farklı çıkar ve önceliklere sahip devletler arasında bir işbirliği ve uzlaşı zemini oluşturulması sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun önünde belli başlı engeller vardır. Bunların en başında ulus devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının farklı olması gelir. Bir diğer güçlük uluslararası çevre rejimlerine tüm devletlerin katılımının gerekliliğidir. 

Bu devletler arası kapasite farklılığı olması da işbirliğinin önünde ciddi bir engel
oluşturur. Özellikle gelişmekte olan toplumlarda sivil örgütlenmenin ve halk
bilincinin zayıf olması devletleri yapılan anlaşmaların uygulanabilirliliği hususunda çelişkiye düşürmekte, işbirliğine uzak durmalarına neden olmaktadır.
Çevresel konularda geliştirilecek işbirliği, devletlerin kendi gelişimlerini ve
geleceklerini riske atmadan ortak kullanım miktarlarında buluşmalarına imkân
vermektedir. Fakat devletler hala kendi ulusal siyasi çıkarlarını mevcut çevre
sorunlarının çözümünden daha önemli görmektedirler; bu da çalışmada aranan soruya bir cevap niteliğinde olabilir. Yani, yükselen çevre sorunları güvenlik tehdidi olarak görülürken, bunlara yönelik çözümlerde işbirliğinden ziyade kaynaklar üzerinde çatışmaya doğru giden bir süreç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bağımsız egemen devletlerden oluşan sistemde ulusal çıkarların halen çok önemli olması bu süreçte karşılaşılan en ciddi güçlüklerin başında gelir. Çevre sorunlarının çözümüne yönelik politikalar, uluslararası rejimler genel olarak devletlerin ekonomik ve siyasi çıkarlarına temas ettiğinden, hassas bir mesele olarak görülmektedir. Her devlet kendi toprakları üzerinde egemenliğini sürdürmeye kararlı olduğundan küresel işbirliği ulusal çıkarların gerisinde kalmaktadır. Bu anlamda çok taraflı anlaşmaların yapılmamasının önündeki engel ulusal çıkarlarla küresel çıkarların çatışmasında yatmaktadır. Özetle küresel çevre sorunlarının diplomatik yollarla çözümlenmeye çalışılması şimdilik yetersiz olarak gözükmektedir.

Kaynakça

Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkçe Sözlük Cilt I, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 2005.

Baldwin, David , Baldwin, “The Concept of Security”, Review of International
Studies, Cilt 23, No 1, 1997, s. 5-26.

Bilgin Pınar, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”,
Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl 8, Sayı 14, Ocak 2010, Ankara, s. 69-96.
Brown, Lester R., “Redefining National Security”, Worldwatch Paper, 14, Ekim
1977.

Buzan, Barry, People, States, and Fear: The National Security Problem in
International Relations, Brighton, 1983.

Cali, Hasan H.,“Çevresel Güvenliğin Sınıraşan Boyutları”, Yerelden Küresele
Sınıraşan Suçlar, Polis Akademisi Yayınları, Ankara, 2010, s.235-256.

Dorff, Robert H., “A Commentary on Security Studies for the 1990s as a Model Core Curriculum”, International Studies Notes, Cilt 19, No 3, 1994.

Homer-Dixon Thomas, “On the Threshold: Environmental Changes as Causes of
Acute Conflict”, International Security, Cilt: 16:2, 1991, s.76–116.

Kaya, Yasemin Kaya, Sezin, “Uluslararası Çevre Rejimlerinde Etkinlik Sorunu”,
Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı 30 (Yaz 2011), s.125-148.

Mathews , Jessica Tuchman, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2,
1989, s. 162–177.

Myers, Norman, “Environment and Security”, Foreign Policy, Cilt 74, Bahar 1989, s. 23–41.

Poerter, Gareth , Brown, Janet Welsh, Global Environmental Politics, San Fransisco, Westview Press Inc.,1991,

Sönmezoğlu, Faruk, Erler Bayır, Özgün, “Çevre Sorunlarına İlişkin Uluslararası
Rejimler”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No:47. (Ekim 2012), s.247-289.

Tuna, Gülgün, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler, Nobel Yayın, Ankara, 2001.

Ullman, Richard H, “Redefi ning Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153.

Wendt, Alexander, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Organization, Cilt 46, No 2, Bahar 1992, s. 391-425.

Wolfers, Arnold Discord and Collaboration: Essays on International Politics, The
Johns Hopkins University, 1962.

“Bir İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ve Uygulaması”,
http://www.basbakanlik.gov.tr/yayinlar/insanhaklari/insanhak4.htm, (08.10.2005).

DİPNOTLAR;

1 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkçe Sözlük Cilt I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2005, s. 508.
2 Arnold Wolfers, Discord and Collaboration: Essays on International Politics, The Johns Hopkins University, s.150.
3 David Baldwin, “The Concept of Security”, Review of International Studies, Cilt 23, No 1, 1997, s. 13-17.
4 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Organization, Cilt 46, No 2, Bahar 1992, s. 391-425.
5 David A. Baldwin, a.g.e., 1997, s.9.
6 Barry Buzan, People, States, and Fear: The National Security Problem in International Relations, Brighton, 1983. Richard H. Ullman, “Redefi ning Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153.
7 Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, Sarem Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl 8, Sayı 14, Ocak 2010, Ankara, s. 73.
8 Richard Ullman, “Redefining Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153. Jessica Tuchman Mathews, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2, 1989, s. 162–177. Norman Myers, “Environment and Security”, Foreign Policy, Cilt 74, Bahar 1989, s. 23–41.
9 Lester R. Brown, “Redefining National Security”, Worldwatch Paper, 14, Ekim 1977.
10 Thomas Homer-Dixon, “On the Threshold: Environmental Changes as Causes of Acute Conflict”, International Security, Cilt: 16:2, 1991, s.76–116.
11 Richard H. Ullman, Redefining Security, International Security, Vol 8, No:1, 1983, s. 123.
12 A.e, s. 133.
13 Norman Myers, “Environment and Security”, Foreign Policy, No:74, 1989, s.23-24.
14 Jessica Tuchman Mathews, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2, 1989, s. 162–177.
15 Walt, a.g.m., s. 213
16 Daha detaylı bilgi için bknz: Robert H. Dorff, “A Commentary on Security Studies for the 1990s as a
Model Core Curriculum”, International Studies Notes, Cilt 19, No 3, 1994.
17 “Bir İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ve Uygulaması”,
http://www.basbakanlik.gov.tr/yayinlar/insanhaklari/insanhak4.htm, (08.10.2005).
18 Gareth Porter, Janet Welsh Brown, Global Environmental Politics, 
     San Fransisco, Westview Press Inc.,1991, s.128,133.
19 Gülgün Tuna, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler,      Nobel Yayın, 2001, Ankara,s. 141.
20 Faruk Sönmezoğlu, Özgün Erler Bayır, “Çevre Sorunlarına İlişkin Uluslararası      Rejimler”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No:47. (Ekim 2012), s.249.
21 Yasemin Kaya, Sezin Kaya, “Uluslararası Çevre Rejimlerinde Etkinlik 
    Sorunu”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı 30 (Yaz 2011), s.126.
22 Gülgün Tuna, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler,      Nobel Yayın, 2001, Ankara, s.131-132.
23 Hasan H. Cali, “Çevresel Güvenliğin Sınıraşan Boyutları”, Yerelden Küresele        Sınıraşan Suçlar, Polis Akademisi Yayınları, Ankara, 2010, s.250.
24 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.249.
25 Kaya, Kaya, a.g.m., s.128.
26 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.281.
27 Tuna, a.g.e., s. 132-133.
28 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.282.


***

5 Nisan 2020 Pazar

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 2


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



KONGO İÇ SAVAŞI YA DA AFRİKA SAVAŞI

İktidar değişikliğinin ardından, Kabila yönetimi muhalif güçlerce yolsuzluk,
diktatörlük gibi suçlamalarla karşılaşırken, eski müttefikleri de kendi
ülkelerindeki paramiliter grupların desteklenmesinden Kabila’yı sorumlu
tutmuşlardır (Shah, 2008). Ruanda’da Hutular ve Tutsiler arasındaki iç savaş,
iki grubun da azınlık olarak bulunduğu Kongo topraklarına da yansımıştır.
Hutu mülteci kampına yönelik Tutsi saldırıları ve katliamların engellenememesi, Ruanda askeri birliklerinin Kongo topraklarındaki varlığı, Kongo içişlerinde Ruanda etkisinin artması Kabila’ya yönelik eleştirileri arttırmıştır. 

  1998 Temmuz’unda Ruanda ordusunun Kongo topraklarında
karargâh kurması ardından Kabila, tüm yabancı güçlerin ülkeyi terk etmesini
istemiştir. Bu süreçte Ruanda, Uganda ve Burundi Kongo’ya karşı bir araya
gelerek, öne çıkan iki isyancı güç, Bemba liderliğindeki MLC ve RCD’yi
desteklemeye başlamıştır. Kabila yönetiminin düşürülmesi için ABD ve
Fransa’nın da desteğini alan bu ülkeler, kendi etnik kökenlerinden isyancıları
da kışkırtmışlardır (İnat-Giegler, 2007: 425-6). Bu ittifak karşısında Kabila da
Zimbabwe, Angola ve Namibya’nın, ardından Çad, Sudan ve Libya’nın
desteğini sağlamıştır.

Bu karmaşık ittifak ağının odağında çıkarlar yer almaktadır. Angola,
Kongo’daki karışıklıktan yararlanarak bu bölgede kendisine yönelik gelişecek
isyan faaliyetlerinden çekinmektedir; Sudan, ülkesindeki isyancı örgütlere
destek veren Uganda yönetimine karşı Kongo’yu desteklemektedir; Zimbabwe
Kongo’ya verdiği borç ile ekonomik çıkarlarını düşünerek ve ABD’ye karşı,
Kongo’yu desteklemiştir (İnat-Giegler, 2007: 426). Ülke içinde de Kabila’ya
karşı olan bazı güçler, dış müdahaleye karşı yönetimin yanında yer almaya
başlamıştır. Kongo’daki iç savaş, diğer Afrika ülkelerini de Kongo
topraklarında zaman zaman karşı karşıya getirmiş ve topyekün bir Afrika
Savaşı tehlikesi ortaya çıkmıştır.

1998 sonlarında, barış görüşmeleri başlatılmış, taraf ülkeler arasında ateşkes
imzalanmasına rağmen isyancıların ateşkesi kabul etmemesi nedeniyle
anlaşmaya varılamamış, çatışmalar şiddetlenerek devam etmiştir. Özellikle
Kongo’nun doğu eyaletlerindeki istikrarsızlık ve çatışmalar temel sorunu
oluşturmaktadır. 1999 ortalarında Kongo ve Ruanda arasında kitlesel savaş
tehlikesi ortaya çıkmış, Temmuz ayında Lusaka’da Kongo ve diğer devletler
arasında ateşkes anlaşması imzalanmıştır; fakat isyancıların bu anlaşmayı da
imzalamayı reddetmesi çatışmaların devam etmesine neden olmuştur. Öte
yandan Ruanda ve Uganda arasında başlayan görüş ayrılıkları, Kongolu
isyancılar arasında da bölünmelerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur (İnat-
Giegler, 2007: 428). 2001 yılında gerçekleştirilen bir darbe girişimi sırasında
Kabila’nın öldürülmesinin ardından, devlet başkanlığını oğlu Joseph Kabila
devralmıştır. 2001 yılında barış yolunda önemli adımlar atılmış, Ruanda ve
Namibya askerlerinin kademeli olarak ülkeden çıkarılmasına başlanmıştır.
Aralık 2002’de çatışan tüm tarafların katıldığı bir anlaşmanın imzalanmasına
rağmen, çatışmaların devam etmesi, tarafların güvenlik kaygısıyla müdahalede
bulunmaları ateşkes anlaşmasının ihlaline neden olmuştur.

2003 yılında Fransa’nın girişimiyle Güvenlik Konseyi’nden Kongo’ya
uluslararası güç gönderilmesi kararı çıkmıştır. Önce çoğunluğu Fransız
askerlerinden oluşan bir uluslararası birlik gönderilmiş, daha sonra görevi BM
Barış Gücü’ne (MONUC) devretmiştir. BM Barış Gücü’nün ülkede
konuşlandığı süreçte de çatışmalar devam etmiştir; asker sayısının 17.000’e
çıkarılmasına rağmen, çatışmalar son bulmamıştır. MONUC, uluslararası ve
Kongolu sivil toplum kuruluşlarınca çatışmalara müdahalede pasif davrandığı,
sivilleri korumakta yetersiz kaldığı yönünde eleştirilirken, BM misyonunda
görevli bazı asker ve sivillerin cinsel istismar ve tecavüz olaylarına karıştığı
ortaya çıkmıştır (Henriques, 2006: 139). Haziran 2003’te Avrupa Birliği de
Avrupa dışı ilk askeri operasyonunu Kongo’da gerçekleştirmiştir (Artemis Operasyonu).

DEMOKRASİYE GEÇİŞ ÇABALARI VE DEVAM EDEN ÇATIŞMALAR

2003 yılından itibaren Kabila yönetimi altında ülkede geçiş dönemi hükümeti
kurulmuştur. Hükümette siyasi partiler, muhalif güçler ve sivil toplum
temsilcilerine yer verilmiştir. Ulusal birliğin ve demokrasinin inşası için,
demokratik seçimler yapılana kadar 2 veya 3 yıllık süre için Kabila’nın devlet
başkanı olarak kalması kararlaştırılmıştır (Henriques, 2006: 132). Bu süreçte
ateşkes ilanına rağmen, düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmiş; istikrasızlık
nedeniyle seçimlerin iptal edilmesini protesto eden gösteriler dahi güvenlik
güçlerinin sert önlemleriyle bastırılmıştır. 2005 yılında güvenlik reformu ile
hukukun ve demokrasinin işletilmesi için destek olmak amacıyla AB,
Kongo’da 2009’a kadar yetkili bir destek ve danışma misyonu oluşturmuştur.

2005’te yeni anayasanın referandumda % 84 çoğunlukla kabulünün ardından,
2006 yılında seçimler yapılmıştır. Seçimlerde Kabila tekrar devlet başkanı
seçilerken, 200’den fazla partinin katıldığı, 700’e yakın bağımsız adayın
yarıştığı genel seçimlerde Kabila’nın partisi PPRD, çoğunluğu sağlarken (111
sandalye); Kuzey Eyaleti Equateur’deki isyanlardan sorumlu MLC 64
milletvekili ile meclise girmiş, Lumumbist Parti (PALU) ise 34 milletvekilliği
elde etmiştir (http://africanelections.tripod.com/cd.html). Bu üç partinin
dışında 66 parti daha, değişik oranlarda temsil şanı elde etmiştir.
2007 yılında doğudaki Kiwu Eyaletinde çatışmalar tekrar alevlenmiştir. 2008
Ocak’ında Kongo hükümeti ve isyancı güçlerin başındaki Tutsi General
Nkunda arasında Goma’da bir ateşkes ve barış anlaşması imzalanmış; buna
rağmen karşılıklı saldırılar devam etmiştir. 2008’in Ekim ayında General
Nkunda’nın Kiwu eyaletine başlattığı saldırı, çatışmaları yeniden
alevlendirmiştir. Ayaklanmacı grupların özellikle mülteci kamplarına yönelik
saldırıları uluslararası kamuoyunda yankı bulurken, İngiltere Başbakanı G.
Brown, “uluslararası toplumun Kongo’nun yeni bir Ruanda olmasına izin
vermeyeceğini” belirtmiştir. 
(http://edition.ccn.com/2008/WORLD/africa/ 11/02/congo.conflict/iindex.html)

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki çatışmalar açlık, hastalık ve ölümlerin
sorumlusudur; aynı zamanda pek çok insanın yer değiştirmesine ya da mülteci
konumuna gelmesine neden olmuştur. IRC’nin raporuna göre 1998-2007
yılları arasında Kongo’daki çatışmalar sırasında çatışmalardan, açlık ve
önlenebilir hastalıklardan 5.4 milyon kişi hayatını kaybetmiştir; bu rakamın
yarısına yakını çocuktur (http://www.theirc.org/resources/2007/congo_
onesheet.pdf). Toplam 3.4 milyon insan yerinden edilirken, 1.5 milyon kişi
ülke içinde mülteci konumuna gelmiş; pek çoğu komşu ülkelerde sığınmacı
statüsünde yaşamaya başlamıştır. İstikrarsız ortamlar bir yandan da terörü
beslemektedir. Kontrolün gevşemesi, illegal etkinliklerin gelişmesini de
kolaylaştırmaktadır. Özellikle silah ticareti, elmas ve diğer madenlerin
kaçakçılığı, merkezi otoritenin zayıfladığı süreçte yerel “savaş lordları” için
önemli bir kaynak sağlamıştır. Bu süreçte çatışma, insanlık suçlarını da
beraberinde getirmiştir. Açlık ve hastalıktan ölümlerin yanında tecavüz bir
savaş taktiği olarak uygulanmış; çocuklar- kız erkek ayrımı olmadan- daha
kolay yönlendirilebildikleri ve tehlikenin farkına varacak kadar bilinçli
olmadıkları gerekçesiyle zorla asker yapılarak çatışmalara sokulmuştur 5

Toplam gücün % 40’ının çocuk askerlerden oluştuğu öne sürülmektedir (Henriques, 2006: 134).

(http://www.amnesty.org/en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-
AFR620062005en. html). Hem Kongo askerleri hem isyancılar pek çok
yağma, adam kaçırma, tecavüz olayına karışmış, BM yardımları dahi
yağmalanmıştır (http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881-
_txt.htm). Bunun yanında, illegal madencilik faaliyetleri ve halktan zorla
alınan vergiler durumu daha da zorlaştırmıştır. Bu süreçte, Hizbullah ve başka
terörist grupların Kongo elmaslarının, altının ve uranyumunun ticaretinden
yararlandığı yönünde iddialar dahi ortaya atılmıştır.
(http://www.diamonds.net/news/NewsItem. aspx?ArticleID=6120).

KRİZE DÖNÜŞEN ÇATIŞMALARIN KÖKENLERİ

Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin karışık etnik yapısı, merkezin otoriter
yönetimi ve ağır ekonomik koşulların yanında yönetimin yolsuzlukları ve
ekonomik çıkar ilişkileri iç çatışmaların ortaya çıkmasında önemli etkenlerdir.
Bu çerçevede beş dönem içinde gelişen Kongo Krizi’nin; ideolojik, etnik ve
ekonomik kökenli çatışmalar ile şekillendiği dile getirilebilir. Çatışmaların
uluslararası krize dönüşmesinde bu üç boyutun değişen rolleri olmasına
rağmen, etnik farklılıklara dayalı sorunların ön planda olduğu görülmektedir.
Etnik çatışmaların kökenleri konusunda pek çok teorik çalışma yer almaktadır;
bu bağlamda etnik sorunların temelleri konusunda şu gerçekler sıralanabilir
(Yılmaz, 2007: 7-42):

- Sınırlanan etnik kimliğin ifadesi arzusu
- Yasal, kültürel, ekonomik ayrımcılık
- Rejimin niteliği ve toplumsal kültür (demokrasinin gelişimi)
- Elverişsiz ekonomik koşullar, kaynakların ve gelirin adaletsiz dağılımı, göç
- Merkezi otorite boşluğu, merkezi yönetimin yozlaşması (yolsuzluklar)
- Tarihsel travmalar
- Uluslararası destek

Kongo’da yaklaşık 50 yıldır devam eden çatışmaların temelinde de bu
gerçekler yatmaktadır. Sömürge yönetiminden bağımsızlığın elde edilmesi
amacı temelinde gelişen ilk dönem çatışmalar dışında, tüm dönemlerde etnik
sorunlar çatışmaları körüklemiştir. Sömürge yönetiminin sona ermesinin
ardından da etnik kökene dayalı bağımsızlık talepleriyle şekillenen bölgesel
çatışmalar ön plana çıkmaya başlamıştır.

Öte yandan Soğuk Savaş dönemindeki çatışmalar etnik kökenli olmanın
yanında ideolojik bir boyut da taşımaktadır. Kongo, bağımsızlığını uluslararası
sistemde Soğuk Savaş’ın etkisini en çok hissettirdiği, iki kutupluluğa karşı
bağlantısızlık ilkesinin Üçüncü Dünya ülkelerince benimsenmeye başladığı bir
süreçte kazanmıştır. ABD ve Sovyetler Birliği’nin güç mücadelesini yeni
bağımsızlığına kavuşan ülkeler üzerinde sürdürdüğü bu dönemde, Kongo da
bu ideolojik rekabetin sergilendiği çatışmalardan birine sahne olmuştur.
Sosyalist eğilimli partiler ya da hareketler karşısında, Batı destekli güçlerin
yaratılması karışıklıkları arttırmıştır. Kongo’daki iç karışıklıklar giderek krizin
uluslararasılaşmasına neden olmuştur (Vaisse, 2001: 55). 

İlk dönem BM müdahalelerinden biri Kongo’da gerçekleştirilmiştir. Kongo Görevi, odönemki diğer müdahalelerden farklı olarak, barışı korumada kontrol işlevinin
ötesinde görevler (Ramsbotham, 2005: 134-5) içermesine rağmen sorunun
çözümünde etkili olamamış; çatışmalar devam etmiştir.

Kongo’da ikinci dönem çatışmalarda öne çıkan bir diğer unsur, devlet
sisteminde hangi yaklaşımın benimseneceği yönündedir. Bu tartışmalar
Mobutu’nun kurduğu merkezi otoriter rejim ile noktalanmıştır; fakat Mobutu
dönemi yeni çatışmalar için zemin hazırlamıştır. Kongo’daki üçüncü dönem
çatışmalar, bir yandan otoriter rejime bir tepkiyi içerirken diğer yandan
ideolojik farklılıklar da hala önemli bir etken olarak varlığını sürdürmektedir.
Öte yandan bu dönemde ülke içindeki etnik temelli çatışmaların komşu
ülkeleri de içine alacak şekilde genişlemeye başladığı gözlenmektedir. İleride
küçük çaplı bir Afrika Savaşı’na dönüşecek çatışmaların ilk örnekleri bu
dönemde ortaya çıkmıştır.

Kongo’daki dördüncü dönem çatışmalar kuşkusuz en kanlı olanıdır. 1990’lı
yıllardan günümüze kadar devam eden çatışmalar, heterojen etnik yapıyla
yakından ilgilidir. 1992 yılından beri Kongo’nun Katanga eyaletinde Lunda,
Lubakat, Bemba, Lamba, Hemba grupları, Luba-Kasai ve Songye, Kanyoka,
Lulu gruplarına karşı asimilasyon ve etnik temizlik politikası uygulamış ve
zorla bölge dışına çıkmalarına neden olmuştur. Ituri eyaletinde Lendu-Ngiti
grubu ile Hemalar arasında şiddetli çatışmalar yaşanmış; çatışmalar Bira ve
Alur gruplarına da sıçramıştır. Nord-Kivu ve Sud-Kivu eyaletlerinde ise
kendilerini “yerli” olarak kabul eden Hunde, Nyanga, Tembo, Nande, Shi,
Rega, Bembe, Fulliru ve Vira toplulukları “yabancı” olarak gördükleri Ruanda
ve Burundi’den gelen Hutu ve Tutsilere karşı şiddet eylemlerine girişmişlerdir
(Bwenge, 2005: 90-1).

Sınırların yapaylığı ve etnik yapının heterojenliği ile azınlık sorunları, iç
çatışmaların devletlerin birbirlerinin iç işlerine karıştığı ve askeri anlamda da
karşı karşıya geldikleri bir ortam yaratabilmektedir. Bir ülkedeki karışıklık ve
iktidar boşluğu, komşu ülkelerdeki ayrılıkçı ya da muhalif hareketlerin
konuşlanması için uygun ortamlar yaratmaktadır. Kongo’da da etnik yapının
çeşitliliği ve ulusal bütünlüğün eksikliği sonucunda, ülke ve komşuları uzun
süren çatışmaların içine girmişlerdir. Devletler arasındaki karmaşık ve çıkara
dayalı ittifaklar, Kongo’daki etnik ve bölgesel sorunların uluslararası bir
çatışmaya dönüşmesinde ana nedeni oluşturmaktadır.

Öte yandan Kongo krizi komşu ülkeler, uluslararası kuruluşlar, çok-uluslu
şirketler ve terör örgütlerinin karıştığı ve Afrika’nın zengin kaynaklarının
paylaşımında etkili olmak için yürütülen çıkar çatışmasının da bir
yansımasıdır. Bu bağlamda ülkenin doğal kaynakları, özellikle de maden
kaynakları üzerindeki mücadele, Kongo’daki çatışmaların krize dönüşmene
neden olan etmenlerden en önemlisidir.

Önemli madenlerin çıkarıldığı bölgeler, aynı zamanda çatışmaların
yoğunlaştığı alanlardır. Örneğin Katanga eyaletinde elmas, altın, tantalum,
demir, manganez, kömür ve bakır madenleri bulunmaktadır. Bağımsızlığın
yeni kazanıldığı dönemlerde Katanga eyaletinde çıkan çatışmalar, Kongo’daki
karışıklıkların sebebi olurken, eyalet bir süre bağımsızlığını korumuştur.
1990’lı yıllarda başlayan iç savaş da ise yine elmas ve altın madenlerine sahip
doğu eyaletleri karışıklıkların merkezi konumuna gelmiştir. Bunlardan Kasai
ve Kivu eyaletleri zengin elmas ve altın madenlerine sahipken, Ituri eyaletinde
petrol yatakları bulunmaktadır. Bu kaynakların işletmesinde hangi güçlerin söz
sahibi olacağı, çatışmaların yönelimini de belirginleştirmektedir.
Devlet, özel sektör (özellikle çok uluslu sermaye) ve bölgesel güçler arasında
madenlerin nasıl ve kim tarafından işletileceği yönünde devam eden mücadele,
politik ve askeri çatışmaların yoğunlaşmasında da etkili olmuştur. 1980’lerin
başında, dünyada olduğu gibi Kongo’da da liberal ekonomi politikaları
uygulanmaya başlamıştır. Mobutu, iktidara geldiğinde devletleştirdiği ve
kişisel çıkarı için kullandığı madencilik faaliyetlerini, özel sektöre de açmaya
başlamıştır. Öte yandan farklı eyaletlerdeki yerel maden işletmeleri giderek
güçlenerek, üretimi tekellerine almaya başlamıştır. Örneğin doğu eyaletindeki
işletme, yerel otoritesini sağlamlaştıracak polis gücüne sahip, yazılı olmayan
kendi kurallarını uygulayan, devlet içinde küçük bir devlet konumuna gelmiştir
(Willame, 2007). Yasal elmas işletiminde de en önemli pay sahibi % 80 hissesi
devletin, geri kalanı DeBeers ve Belçikalı Umicore şirketinin olan MIBA’dır.
Diğer madenler için de benzer uygulamalar mevcuttur ve devlete ait şirketlerin
yönetiminde devlet başkanı bizzat sorumludur. Buradaki ayrıcalıklarını
kaybetmek istemeyen şirketlerin ve ülkelerin yönetime desteği bu bağlamda
belirleyici olabilmektedir. Örneğin, Kabila, Mobutu’yu iktidardan devirmeden
önce ABD ve İngiliz şirketlerine elmas madenleri konusunda ayrıcalık tanıyan
anlaşmalar imzalamıştır (Dietrich, 2002: 16).

Madenler, yalnızca ülke içindeki güç mücadelesinin odak noktasında yer alan
unsurlardan biri değildir; Kongo Krizi’ne komşu devletlerin de taraf olmasının
nedenleri arasında da yer almaktadır. Uganda ve Ruanda, Kongo’nun
doğusundaki maden kaynaklarından (elmas, tantalum ve altın) gelir elde
etmektedirler. Örneğin Ruanda ordusunun 1999-2000 yılları arasında tantalum
ticaretinden ayda yaklaşık 20 milyon $ kazandığı tahmin edilmektedir (Shah,
2008). İllegal olarak yürütülen bu ticaret aynı zamanda savaşan güçlerin
finansmanında da kullanılmaktadır; bu durum çatışmaların uzamasına da
neden olmaktadır. Çatışmalardan doğan istikrarsızlık ve otorite boşluğu, illegal
faaliyetlerin yürütülmesini de kolaylaştırmaktadır. Çatışmaların uzaması illegal
ticaret ve yağma döngüsünün devamını sağlamaktadır. Zengin doğal kaynaklar
ülke ekonomisine ve toplumun refahına katkı sağlamak yerine belli kesimlerin
çıkarı için kullanılmaktadır.

SONUÇ

Kongo’da, 1960’lı yıllardan bugüne kadar devam eden çatışmalar, bağımsızlık
temelli hareketlerden ideolojik ve etnik kökene dayalı mücadelelere
dönüşmüştür. Soğuk Savaş döneminde ABD - Sovyetler Birliği mücadelesi
ekseninde, ideolojik temelde gelişen iç karışıklıklar ve çatışmalar Soğuk Savaş
sonrasında daha karmaşık bir hal almıştır. Bu dönemde etnik sorunlar daha çok
ön plana çıkarken, zengin kaynaklar üzerinde hâkimiyet kurma arayışı
çatışmanın temel nedenlerinden biri olmuştur. Doğal kaynakların yönetimi ile
maden kaynaklarının işletilmesi çerçevesinde, iç içe geçmiş çıkar ilişkileri,
sorunların krize dönüşmesinde asıl nedeni oluşturmaktadır. Çatışmalara,
komşu devletlerin de kendi çıkarları doğrultusunda dahil olmaları, krizin
uluslararasılaşmasında etkili olmuştur.

Koloni döneminden kalan ayrıcalıklarını devam ettirmek isteyen güçler ile
sistemde yer edinmeye çalışan yeni güçlerin ayrıcalık elde etme yarışı, Kongo
gibi az gelişmiş bölgelerde etnik ya da dinsel ayrımı körüklemektedir. Buna
bağlı olarak istikrarsızlık, insan hakları ihlalleri, katliamlar ülkeler içindeki
grupların çıkarlarını korumak için kullandığı araçlar haline gelmektedir.
Kongo krizi de bu çıkar çatışmasının bir yansımasıdır; çatışmalar, bölgede
sömürge döneminden bu yana değişen tek şeyin daha etkili silahlar kullanmak
olduğunu ortaya koymaktadır. Çatışmalar ülkedeki istikrarsızlığı sürekli hale
getirirken; çok uluslu şirketler, bölgesel güçler (savaş lordları) ve merkezi
hükümetin temsilcileri ayrıcalıklı konumlarını sürdürebilmektedir. Bu
ayrıcalıklı durumun kesintiye uğraması ya da belli kesimlerin çıkarlarının
zedelenmesi, çatışmaları alevlendirebilmekte; ya da çatışan taraflara verilen
desteğin değişmesinde etkili olabilmektedir. Sonuç olarak Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’ndeki, uluslararası boyut taşıyan bir krize dönüşen çatışmalar,
etnik farklılıklar ekseninde gelişmiş olsalar da, ekonomik çıkarlar ve güç
mücadeleleri temelinde şekillenmektedir.

KAYNAKÇA:

BENTLEY, J. H., Ziegler H. F., Traditions&Encounters: A Global Perspctive
on the Past Volume II, McGraw Hill,( New York, 2000).
BWENGE, A. M., “Researching ethno-political conflicts and violence in the
Democratic Republic of Congo”, 90-109, Researching Conflict in Africa:
Insights and Experiences (ed.: E. Porter), JPN: United Nations University Pres,
(Tokyo, 2005).
“Congo Crisis”, http://www.theirc.org/resources/2007/congo_onesheet.pdf
(erişim tarihi: 12.10.2008).
“Congo Diamond Trade Tied to Terrorism”,
http://www.diamonds.net/news/NewsItem.aspx?ArticleID=6120 (erişim tarihi: 10.10.2008).
Congo, Democratic Republic of the, https://www.cia.gov/library/publications/
the-world-factbook/geos/cg.html (erişim tarihi: 10.10.2008).
Democratic Republic of Congo, http://www.oecd.org/dataoecd/26/5/38562481.
pdf (erişim tarihi: 13.10.2008).
“Democratic Republic of Congo: arming the east”, http://www.amnesty.org/
en/library/asset/AFR62/006/2005/en/dom-AFR620062005en.html (erişim
tarihi: 11.10.2008).
DİETRİCH, C., The Criminalized Diamond Economy of Democratic Republic
of the Congo and Its Neigbours, The Diamonds and Human Security Project,
(2002).
DOBBİNS, J. v.d., “Congo”, 5-28, UN’s Role in Nation-Building: From the
Congo to Iraq, The Rand Corporation, (Santa Monica, 2004).
“DR Congo: Humanitarian Crisis Deepens as Peace Process Falters”,
http://www.hrw.org/english/docs/2008/09/24/congo19881_txt.htm (erişim
tarihi: 10.10.2008).
“DRC: Electoral System”, http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm (erişim
tarihi: 12.10.2008).
DUROSELLE, J. B., Kaspi, A., Histoire des Relations Internationales de 1945
a nos jours, Armand Colin, (Paris, 2002).
“Elections in Congo-Kinshasa”, http://africanelections.tripod.com/cd.html
(erişim tarihi: 13.10.2008).
FERRO, M., Sömürgecilik Tarihi, İmge Kitabevi, (Ankara, 2002).
Henriques, Z., “The Invisible Conflicts in the Democratic Republic of the
Congo (DRC)”, 129-143, Journal of Ethnicity in Criminal Justice, Vol 4 (1/2),
(2006).
“Histoire du Congo”, http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/
congo.shtml (erişim tarihi: 10.10.2008).
İNAT, K., Gieler, W., “Kongo Demokratik Cumhuriyeti (Zaire): “Birinci
Afrika Dünya Savaşı””, 419-432, Dünya Çatışma Bölgeleri (ed.: K. İnat- B.
Duran- M. Ataman), Nobel Yayıncılık, (Ankara, 2007).
RAMSBOTHAM, O., Contemporary Conflict Resolution, Polity Pres,
(Cambridge, 2005).
SHAH, A., “The Democratic Republic of Congo”,
http://www.globalissues.org/article/87/the-democratic-republic-of-congo
(erişim tarihi: 10.10.2008).
VAİSSE, M., Les Relations Internationales depuis 1945, Armand Colin,
(Paris, 2001).
WILLAME, J. C., “Insécurité, Violences et Ressources Naturelles au Congo-
Zaire”, http://www.eurac-network.org/web/uploads/documents/
20070601_9230.doc (erişim tarihi: 13.10.2008).
YILMAZ, M. E., Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Etnik Çatışmalar, Nobel
Yayıncılık, (Ankara, 2007).


***

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1

KONGO KRİZİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME BÖLÜM 1


Senem ATVUR*
* Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, senematvur@akdeniz.edu.tr



ÖZET

Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Belçika’dan bağımsızlığını elde ettiği 1960 yılından günümüze kadar ülkede yaşanan çatışmalar ile gündeme gelmiştir. Bu çalışmada Kongo’daki çatışmalar tarihsel olarak beş döneme ayrılarak incelenmiştir. İlk dönem çatışmalar, sömürge döneminde bağımsızlık amacıyla başlamıştır; bağımsızlık sonrası çatışmalarda öne çıkan unsur ise Soğuk Savaş’ın yansımasıdır. Ülkedeki çatışmalar Mobutu’nun otoriter yönetimi sırasında bir süreliğine kesilse de, 1970’lerin ortalarında yeniden alevlenmiştir. Bu dönem çatışmalarda etnik farklılıklar ön plana çıkmıştır.

Etnik temelli çatışmalar 1990’lı yıllardan itibaren tüm bölge ülkelerini taraf haline
getiren uluslararası bir krize dönüşmüştür. 2003 yılında diğer Afrika ülkelerinin taraf olduğu çatışmalar sona erse de, Kongo içinde, özellikle doğu eyaletlerde, zaman zaman alevlenen düşük yoğunluklu çatışmalar devam etmektedir. Kongo’daki bu etnik temelli çatışmaların geri planında ise özellikle zengin maden kaynakları üzerindeki çıkar mücadeleleri etkili olmaktadır.

GİRİŞ

Orta Afrika’yı ikiye bölen Kongo nehri, verimli topraklara ve zengin doğal
kaynaklara sahip bölgeye de adını vermektedir. Bölgenin Fransız sömürgesi
haline gelmiş bölümü günümüzde Kongo Cumhuriyeti adını almıştır. Kongo
havzasının büyük bölümü ise Belçika egemenliği altında kaldıktan sonra, tüm
Afrika’yı etkileyen dekolonizasyon sürecinde bağımsızlığını kazanan
Demokratik Kongo Cumhuriyeti topraklarını oluşturmaktadır. Afrika’nın en
büyük ve en fakir ülkelerinden biri olan Demokratik Kongo Cumhuriyeti,
bağımsızlığının ardından iç ve dış çatışmaların odağında yer almıştır. Ruanda,
Somali ya da Sudan gibi Afrika’nın eski sömürge ülkelerdeki çatışmalar
uluslararası krize dönüşürken; Kongo’daki çatışmalar ülkenin tüm komşularını
taraf haline getiren bir iç savaşa dönüşmesine rağmen, uluslararası medyada
diğer bölgesel krizler kadar yer bulamamıştır (Henriques, 2006; 135-36).
Zengin doğal kaynakları, karışık etnik yapısı, yüzölçümünün büyüklüğü ve
kıtanın ortasındaki stratejik konumu ile Demokratik Kongo Cumhuriyeti ya da
eski adıyla Zaire, 1960 yılında bağımsızlığını kazanmasından beri değişen
süreçlerde düşük ya da yüksek yoğunluklu pek çok çatışma yaşamıştır.

Ülkedeki istikrarsız yapı ve karmaşık çıkar ilişkileri çatışmaların sona
ermemesinin temel nedenleridir; bu durum ülkenin dış müdahalelere açıklığı
sonucunu da doğurmaktadır.

Bu çalışmada Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaşanan çatışmaların
niteliği üzerinde durulacaktır. Ülkeyle ilgili genel bilgiler doğrultusunda, 1960
öncesinden günümüze kadar yaşanan çatışmalar arasındaki bağlantı tarihsel
gelişmeler yardımıyla irdelenecektir. Bunun yanında çatışmaların ve ülkedeki
istikrarsızlığın temel nedenleri ve sömürge döneminde kalan ilişkilerin etkisi
de tartışılacaktır. Bu bağlamda çatışmalar beş ana dönem ekseninde
incelenecektir; bunlar sömürge dönemi ve bağımsızlığa uzanan süreç,
bağımsızlık sonrası dönem, Mobutu yönetimi, iktidar değişikliği ve iç savaş ile
savaş sonrası son dönem olarak ayrılmıştır.

DEMOKRATİK KONGO CUMHURİYETİ

Orta Afrika’nın 2.345.410 km²’lik yüz ölçüme sahip 66.5 milyon nüfuslu bu
ülkesi, sahip olduğu zengin doğal kaynaklar ve karışık etnik yapısı nedeniyle
iç çatışmalar ve savaşlarla gündeme gelmektedir. Demokratik Kongo
Cumhuriyeti’nde (DKC) 200’den fazla etnik grup yer almaktadır; bu
gruplardan Bantular çoğunluğu (nüfusun %80’i) oluşturmaktadır 1.
1 Bantular arasında nüfusun % 45’i Mongo, Luba ,Kongo ve Nande kabilelerine mensuptur 
(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/cg.html). 



Yarı başkanlık sistemi ile yönetilen Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
devlet başkanı doğrudan oyla seçilmektedir. İki meclisli sistemin uygulandığı
ülkede, 5 yılda bir yapılan seçimlerde devlet başkanı ve 500 üyeli Ulusal
Meclis milletvekilleri seçilmektedir (http://www.eisa.org.za/WEP/drc4.htm).
Ülke, 11 eyalet ve bu eyaletlere bağlı bölgelere ayrılmıştır  2

2005 yılındaki Anayasa değişikliği ile eyalet sayısı 2009’dan itibaren 26’ya çıkarılmıştır. Bu 11 bölge Bandundu, Bas-Kongo, Equateur, Kasai-Occidental, Kasai-Oriental, Katanga, Maniema, Nord-Kivu, Orientale, Sud-Kivu ve Kinshasa (Kinşasa)’dır. Kinşasa yanı zamanda ülkenin başkentidir.
(http://www.cia.gov...); iç çatışmalar gelirin önemli kısmının askeri harcamalara ayrılmasına neden olmaktadır. Bunun yanında ülkede yolsuzluğun  kurumsallaş ması rahatsızlıkları ve tepkileri arttırmaktadır. Çatışmalar ve ekonomik kriz açlık, salgın hastalıklar gibi sorunların ciddileşmesin de de etkili olmaktadır.


Kongo, doğal kaynaklar açısından zengin bir ülkedir. Ülkeyi baştan başa geçen Afrika’nın ikinci uzun akarsuyu Kongo nehri, ülke topraklarını tarıma elverişli hale getirmiştir. Bu nedenle tarımın GSYH içindeki payı yüksektir (%55)
(http://www.cia.gov...); kauçuk ve kereste en önemli ihraç ürünleridir. Kongo
için temel zenginlik kaynağı ise maden yataklarıdır. Bakır, kobalt, elmas, altın,
kömür yanında petrol ve uranyum ile cep telefonu ve bilgisayar yapımında
kullanılan tantalum en önemli maden kaynaklarıdır. Ülke sanayisi de bu
madenlerin işlenmesine dayanmaktadır. Elmas ve petrol en önemli ihraç
ürünleridir. Kongo’nun bilinen petrol rezervi 187 milyon varil; günlük üretim
ise 19,750 varildir. Sahip olduğu zengin kaynaklara rağmen Kongo ekonomisi
oldukça zayıftır. 2007 verilerine göre kişi başına düşen GSYH 300 $’dır

Bunun yanında farklı etnik gruplara dahil kabileler mevcuttur. Ülkenin resmi dili Fransızca olmasına rağmen etnik grupların çokluğuyla bağlantılı olarak çeşitli yerel diller konuşulmaktadır. Bunlardan yalnızca Kikongo, Lingala, Tshiluba ve Swahili dilleri resmi dil olarak kabul edilmektedir. Nüfusun % 50’si Katolik, % 20’si Protestan, % 10 Müslüman, % 10’u da Hıristiyanlığın farklı bir yorumu
olan Kimbanguist’tir; nüfusun geri kalanı ise yerel dinlere inanmaktadır. Nüfus içinde Hıristiyanlığın yaygınlığı, sömürge dönemiyle paralel ilerleyen misyonerlik faaliyetleri ile yakından ilgilidir.

Bağımsızlığını kazandığından beri çatışmalara sahne olan Afrika’nın bu zengin
ve kaotik ülkesindeki sorunların daha iyi anlaşılabilmesi için, ülkenin tarihsel
gelişimini kısaca ele almak faydalı olacaktır.

SÖMÜRÜDEN BAĞIMSIZLIĞA

Kongo bölgesinin sömürgeleştirilmesinin tarihi, ilk coğrafi keşiflere kadar
uzanmaktadır. 1482 yılında Portekizli kâşif Don Diego Coa tarafından
keşfedilen Kongo, köle ticaretinde önemli bir merkez haline gelmiştir.
Bölgenin tam olarak denetim altına alınması ise, Kongo nehrinin ve göllerin
keşfi ile başlamıştır. Henry Morton Stanley, Orta Afrika’yı keşfinin ardından
bir süre Belçika Kralı adına Kongo nehrinin denetiminden sorumlu olmuştur.
Sömürgeci güçler arasındaki paylaşımı düzenlemek ve sömürge sınırlarını
belirginleştirmek amacıyla 1885 yılında düzenlenen Berlin Konferansı’nın
ardından, 1886 yılında Kral II. Leopold, bağımsız Kongo Devleti’nin de kralı
haline gelmiştir. Konferans kararları doğrultusunda aynı zamanda Kongo
Bölgesi’nin, tüm Avrupalı tüccar ve girişimcilere açık bir serbest ticaret alanı
olduğunu da ilan etmiştir (Bently-Ziegler, 2000: 858). 1908 yılında ise bu
topraklar, “Belçika Kongosu” adı altında resmen Belçika sömürgesi haline
getirilmiştir. I. Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda ve Urundi’nin de Belçika
mandası altına girmesiyle Kongo, Afrika’nın en geniş ve sahip olduğu
kaynaklar ile en zengin sömürgesi halini almıştır (Duroselle-Kapsi, 2002: 261).
70 yıldan uzun bir süre Belçika’nın yönetimi altından kalan Kongo
topraklarının zenginlikleri sömürülürken; yerli halk kötü çalışma koşulları,
yüksek vergiler ve insanlık dışı muamele ile karşı karşıya kalmıştır. 

Bunun yanında sömürgeleştirmenin bir ayağı olan misyonerlik faaliyetlerine de hız verilmiştir. Özellikle eğitim ve sağlık alanında kilisenin rolü etkili olmuştur
(Inat-Giegler, 2007: 420).Yerli halk için kilise okulları açılırken, çok az
Kongolu yüksek eğitim şansı bulabilmiştir. Bunun yanında yönetim
kademesinde, siyahlara hiçbir şekilde yer verilmemiştir. II. Dünya Savaşı’nın
ardından sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaya başlaması süreci,
1950’lerin sonunda Kongo’da da etkisini göstermeye başlamıştır. Ülkedeki
ekonomik çıkarlarını dikkate alan Belçika yönetimi için bağımsızlık düşüncesi
kabul edilemez olmasına rağmen (Duroselle-Kaspi, 2002: 262), 1957 yılında
üç büyük kentte yerel seçimlere izin vermiş ve 1950 yılında farklı
sömürgelerde yaşayan Bakongo halkının birliği için Kasavubu önderliğinde
kurulan ABAKO, Léopoldville’de (bugünkü başkent Kinsasha) seçimleri
kazanmıştır. Ardından 1959 yılında, ABAKO gösterilerinin yasaklanması ile
başlayan ayaklanma bağımsızlığa giden yolda önemli bir dönüm noktası
olmuştur. ABAKO’nun kapatılmasının ardından Lumumba tarafından kurulan
“Ulusal Kongo Hareketi”, bağımsızlık hareketini devam ettirmiştir.
Sömürgelerinin bağımsızlık sürecinden etkilenmeyeceğini düşünen Belçika,
ülkede ortaya çıkan hareketlere hazırlıksız yakalanmış, “Kongo’yu egemenlik
gereklerini yerine getirebilen demokratik bir ülke haline getirmek” amacıyla
sömürgeci rejimine son verme kararı almıştır (Ferro, 2002: 548). 30 Haziran
1960’ta Kongo, Belçika ile işbirliğine devam etmek öngörüsüyle bağımsızlığı na kavuşmuştur. Seçimlerde bazı bölgelerde etnik temelli partiler çoğunluğu elde etmiştir. Sonuçta, Kasavubu Cumhurbaşkanı seçilirken, Lumumba da Başbakan ilan edilmiştir; bu durum çatışmaların da başlangıcını oluşturmakta dır.

Bağımsızlığın hemen ardından ülkenin farklı kesimlerinde ayaklanmalar
başlamış, Belçikalılara yönelik şiddet eylemleri görülmüş; ordu Belçikalı
komutanlara başkaldırmış, ülkenin en zengin doğal kaynaklara sahip Katanga
bölgesi Tshombe önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Ardından Kasai
bölgesinde Kolonji de benzer talepleri gündeme getirmiştir (Dobbins v.d.,
2004: 6-8). Bu karışıklıklar sonucunda ülkeye BM müdahalesi gündeme gelmiştir.

BAĞIMSIZLIK SONRASI ÇATIŞMALAR

200’den fazla etnik grubun yaşadığı Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde
bağımsızlığın ardından ortaya çıkan farklı görüşlerin temelinde etnik köken
farklılığı yatmaktadır; bununla birlikte eski sömürgeci güçlerin de çatışmaya
neden olacak görüş ayrılıklarının güçlenmesinde etkili olduğu görülmektedir.
Örneğin Tshombe, Katanga bölgesinde sömürge yönetiminin çıkarlarını
koruyan şekilde ve onların desteğini sağlamayı düşünerek bağımsızlık taraftarı
CONAKAT’ı kurmuştur. Aynı bölgedeki Luba halkının temsilcisi ve
bölünmeye karşı BALUBAKAT hareketi ortaya çıkmıştır; benzer şekilde
ulusal bütünlüğü savunan Lumumba’nın Ulusal Kongo Hareketi’nin
güçlenmesine karşı denge unsuru olarak, sömürge yönetimi Ulusal İlerleme
Partisi’ni desteklemiştir. Ayrılıkçı hareketlerin güçlenmesinde bir diğer önemli
unsur da bölgede ekonomik faaliyetler yürüten şirketlerin desteğidir; örneğin
Katanga bölgesinin bağımsızlığı için hareket eden gruplar Union Miniere du
Haute-Katanga, Campaigne du Katanga, Societe Minirale de Belgique gibi
şirketlerden yardım almışlardır (İnat-Gieler, 2007: 421).

Sömürgelikten bağımsızlığa geçiş sürecinin çok hızlı yaşanması, yönetim
konusunda deneyimsizlik ve yüksek eğitim oranının düşüklüğü yanında etnik
ve ideolojik ayrılıkların derinleşmesi ülkedeki çatışmaların durdurulmasını
zorlaştırmıştır. Bunun yanında eski sömürgeci gücün askerlerinin hala ülkede
bulunması ve halka müdahale etmesi gerginliğin daha da artmasında etkili
olmuştur (Duroselle-Kaspi, 2002: 263). Sonuçta Başbakan Lumumba’nın
girişimiyle BM müdahalesi gündeme gelmiştir. BM Genel Sekreteri Dag
Hammerskjöld’ün de desteği ile BM Güvenlik Konseyi, hukuk düzenin inşası
ve ekonomik ve politik istikrarın sağlanması amacıyla, BM Güvenlik
Konseyi’nin 143 numaralı kararına dayanarak Kongo Operasyonu
başlatılmıştır. Bu durumda Belçika, BM gücüyle yer değiştirmek koşuluyla,
askeri gücünü ülkeden geri çekmeyi kabul etmiştir (Dobbins v.d., 2004: 7).

Kongo krizinin uluslararası bir hal almasında yalnızca BM müdahalesi etkili
olmamıştır. Yeni bağımsızlığına kavuşan bu ülkede sosyalist bir rejim
kurulmasını destekleyen Sovyetler Birliği, komünizmin yayılmasını
durdurmak isteyen ve Batı’nın ekonomik çıkarlarını destekleyen ABD ile,
sorunun yeni bağımsızlığını kazanmış komşu ülkelere yayılmasından korkan
eski sömürgeci güçlerin de olaya taraf olması ortamın daha da karışmasında
etkili olmuştur (Dobbins v.d., 2004: 10). Sovyetler Birliği’nin Lumumba’ya
desteği, federalist Kasavubu ile Lumumba güçleri arasındaki çatışmalar,
ardından ordu birliklerinin başına geçen Mobutu’nun güçlerinin olaya
karışması gerginliği arttırmıştır. Öte yandan 1960 Aralık’ında Lumumba’nın,
Mobutu’nun gerçekleştirdiği darbe 3 ile tutuklanması ve iki ay sonra
öldürülmesi sonrasında üç temel grup arasında çatışmalar öne çıkmıştır:
Mobutu önderliğindeki Kongo ordu birlikleri (Leopolville, Equateur, Kasai
eyaletlerini kontrol altında tutmaktadırlar), Tshombe önderliğindeki CONKAT
birlikleri (Katanga eyaletini kontrol altında tutmaktadırlar), 

3 Mobutu, gerçekleştirdiği darbe ile Lumumba’yı iktidardan indirirken, kendisi yönetimi devralmamıştır. Bunun için 1965 yılını beklemiştir.


Gizenga önderliğinde Lumumba yanlısı ve sol eğilimli birlikler (Orientale, Kivu,
Stanleyville eyaletlerini kontrolleri altında tutmaktadırlar) (İnat-Giegler, 2007:
421). Lumumba’nın öldürülmesinin ardından ülkede etkisini yitiren ve Batı
destekli güçler tarafından saf dışı bırakılan Sovyetler Birliği ve bazı Üçüncü
Dünya ülkeleri, Lumumba’nın öldürülmesinde BM gücüne, olaylara müdahale
etmediği ve sessiz kaldığı yönünde eleştirilerde bulunmuştur. Sovyetler Birliği
bu durumun sorumluluğunu BM Genel Sekreteri’ne yüklemiş ve
Hammerskjöld’ün istifasını istemiştir.


Kongo’da, bu dönemde çatışan farklı görüşler arasında öne çıkan bir diğeri de
devlet yapısının federal mi merkeziyetçi mi olacağıyla ilgilidir. Kasavubu’nun
federalist görüşlerine karşı Lumumba, ulusal bütünlüğü ve merkeziyetçiliği
savunurken, ülkenin en zengin maden yataklarına sahip Katanga bölgesinin
bağımsızlığı durumunda bu tartışmanın gereksizliği de ortaya çıkmıştır. Öte
yandan konu BM’de de gündeme gelmiştir. BM’de kurulan Uzlaştırma
Komisyonu ülke için federal sistem öngörürken, Genel Sekreter Hammerskjöld
merkezi örgütlenmeden yana tavır takınmıştır 4.

4 Katanga ile merkezi hükümet birlikleri arasında uzlaşmadan yana olan Hammersjöld, Kongo sorununa çözüm bulmak ve destek sağlamak amacıyla çıktığı gezi sırasında Zambiya üzerinde, bir uçak kazasında yaşamını yitirmiştir.


1963 yılında Katanga toprakları, BM güçlerinin de yardımıyla tekrar Kongo’ya
bağlanmış ve Tshombe sürgüne gönderilmiştir; ne var ki çatışmaların sona
ermemesi üzerine Devlet Başkanı, Tshombe’yi ülkeye çağırarak başkan olarak
atamıştır. Ardından, 1965 yılında Mobutu ABD destekli darbe ile yönetimi ele
geçirmiş, ayaklanmalar bastırılarak ülke bütünlüğü sağlanmaya çalışılmıştır.
Bu çerçevede etnik ve ayrılıkçı örgütler dağıtılmış, federal devlet sistemi 9
bölgeli merkezi yönetime çevrilmiştir. 1966 yılında başkent Léopoldville’in
Kinşasa olarak adlandırılmasının ardından Mobutu, 1971 yılında ülkenin
ismini Zaire olarak değiştirmiştir. Sömürge döneminden kalan kent isimleri de
yerli isimlerle değiştirilmiştir.

(http://www.linternaute.com/histoire/histoire-ducongo/congo.shtml). 
Otoriter rejim altında ülkede 1977 yılına kadar çatışmalar durulmuştur.

MOBUTU DÖNEMİ

1965’te darbe ile yönetimi ele geçiren Joseph Mobutu, 1997 yılında Laurent
Kabila tarafından iktidardan düşürülene kadar ülkeyi yönetmiştir. Ülkenin ve
kentlerin ismi gibi kendi adını da değiştiren ve Mobutu Sese Seko adını alan
bu diktatör, 32 yıl boyunca adı yolsuzluklarla anılan otoriter bir rejimle ülkeyi
yönetmiştir. Afrika’da Sovyet etkisine karşı, komünizmle mücadelede ABD
için önemli bir müttefik olan Mobutu, bu desteğin de yardımıyla, insan
haklarını hiçe sayan bir baskı rejimi kurmuş; ülkenin zengin kaynaklarını ve
uluslararası yardımları kendisi ve çevresinin kişisel çıkarı için kullanmaktan
çekinmemiştir (Henriques, 2006: 131).

Demokratik Kongo Cumhuriyeti Orta Afrika’ya hakim stratejik konumu ile
özellikle ABD’nin önemli kaynaklara ulaşım, ticaret yollarının kontrolü ve
politik çıkarları açısından dikkatini çekmekte, bu nedenle ülkenin kontrolünde
ve güvenliğinde etkili olmak istemektedir. Bu nedenle, yolsuzluklara,
ekonomik istikrarsızlığa ve insan hakları ihlallerine rağmen 1960’lı yıllarda
iktidara gelmesini sağladığı Mobutu’yu desteklemeye devam etmiş, 400
milyon dolarlık silah ve askeri yardımda bulunmuştur (Henriques, 2006: 140).
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD, Mobutu’yla ilişkileri gözden geçirirken,
1997’de iktidardan düşürülmesine tepki göstermemiştir. Mobutu iktidarının
ekonomik bilânçosu 12 milyar dolar dış borç ve binlerce ölüdür (Shah, 2008).
Mobutu’yu iktidardan devirmek için Katanga’da başlayan eylemler, 1977’den
itibaren iç çatışmaları hızlandırmıştır. Angola’dan gelen ve Küba ile Sovyetler
Birliği tarafından eğitilmiş Kongo Ulusal Kurtuluş Ordusu (CNLA) milislerine
karşı, hükümet Fas’ın askeri desteği ile gerillaları püskürtmüştür. 1978’de
Zambiya ve Angola üzerinden yeniden saldıran CNLA güçlerine karşı Mobutu
bu kez Fransa ve Belçika’nın yardımı ile üstünlük sağlamıştır; ardından
Zambiya ve Angola ile saldırmazlık ve iç işlerine karışmamazlık anlaşması
imzalayan Kongo’da, özellikle Katanga bölgesinde karışıklıklar devam
etmiştir. Öte yandan Kongo ve Zambiya arasında da sınır ihlali gerekçesiyle
çatışmalar başlamıştır. CNLA gerillalarını takip için Kongo’nun Zambiya
topraklarına girmesiyle yükselen kriz, iki ülkenin topraklarında yaşayan diğer
ülke halklarını kitlesel olarak sınır dışı etmesine kadar varmıştır. 1987 yılında
anlaşmaya varılana dek çatışmalar aralıklarla devam etmiştir (İnat-Giegler, 2007: 423).


Mobutu döneminde artan yolsuzluklar, ekonomik kriz, iç ve dış çatışmalar
toplumsal tepkiyi de alevlendirmiştir. İktidarı eleştiren gösteriler güç
kullanılarak bastırılsa da uluslararası kamuoyunun baskısı, ABD’nin Soğuk
Savaş sonrası azalan desteğinin de etkisiyle 1990 yılında iktidar partisi dışında
başka partilerin kurulmasına da izin verilmiş; 1992 yılında ülkenin ismi tekrar
Kongo olarak değiştirilmiştir. Çok partili hayat yeni krizleri de beraberinde
getirmiş, ülkede yağma eylemleri ve çatışmalar başlamıştır. İç karışıklıklar,
Mobutu’nun baskı rejimini arttırmasına neden olurken, Fransa ve Belçika,
ülkedeki vatandaşlarını korumak için müdahalede bulunmuş; fakat durum daha
da kötüleşmiştir. 1994 yılında yapılan parlamento seçimlerine kadar ülkeyi
yönettikleri iddiasındaki farklı güçlerin ortaya çıkışıyla çokbaşlı bir yönetim
görülmüştür. 1996 yılında Kivu’daki Tutsi halkın başlattığı ayaklanma ile
Kabila önderliğindeki AFDL birliklerinin, Ruanda, Uganda, Burundi, Angola
ve Eritre’nin desteği ile Kinşasa’yı ele geçirmesinin ardından Mobutu
iktidardan devrilmiştir. Kabila devlet başkanı olurken, ülkenin adı Demokratik
Kongo Cumhuriyeti olarak kabul edilmiştir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

9 Şubat 2020 Pazar

Çevresel Güvenlik: Afrika’da Çevre-Güvenlik İlişkisine Bir Bakış

Çevresel Güvenlik: Afrika’da Çevre-Güvenlik İlişkisine Bir Bakış 



Pelin ALİYEV 


Özet 

İnsanın çevresini kendi çıkarlarına uygun duruma dönüştürme çabası, çevresel kirlilik ve bozulmanın nicel ve nitel olarak artması ve doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin üstüne çıkılması nedeniyle çevre sorunları çağımızın en önemli sorunları içerisinde yer almış ve bir güvenlik meselesine dönüşmüştür. Çevre ile güvenlik arasındaki ilişkiyi ifade etmek için kullanılan çevresel güvenlik kavramına özellikle son yirmi yılda ilgi artmış ve kavram, güvenlik çalışmalarının arasında önemli bir yer edinmiştir. Bu kapsamda çevre sorunlarının çatışmaya yol açıp açmayacağı sorusu son yıllarda cevabı aranan sorular arasındadır. Çevre sorunlarından en fazla etkilenen bölgelerin başında gelen Afrika kıtası, çevre-güvenlik ilişkileri bağlamında incelemeye değer örnekler barındırmakta dır. 

Bu çalışmanın amacı, Afrika kıtasından verilen örnek olaylar çerçevesinde çevre ile güvenlik arasındaki ilişkiyi incelemek ve çevre sorunlarının çatışmaya yol açma potansiyeline sahip olup olmadığını tartışmaktır. 

Giriş 

Güvenlik kavramı, Soğuk Savaş döneminin sonuna kadar geleneksel güvenlik anlayışı çerçevesinde genel olarak askeri güç unsuru ile birlikte ele alınmıştır. Ancak bu dönemin sona ermesiyle güvenlik kavramının içeriğinde belirgin bir değişiklik ortaya çıkmış ve geleneksel güvenlik anlayışı yerini yeni güvenlik anlayışına bırakmıştır. Böylece insanın çevresini kendi çıkarlarına uygun duruma dönüştürme çabası, çevresel kirlilik ve bozulmanın nicel ve nitel olarak artması ve doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin üstüne çıkılması sonucu 
küresel bir nitelik kazanan çevre sorunları, özellikle 1990’lı yıllar sonrasında bir güvenlik meselesi olarak ele alınmaya başlanmıştır. 

Bu çalışma, yerli ve yabancı kaynakların tarandığı nitel bir araştırma türünde olup Afrika kıtasından verilen örnekler üzerinden çevre ile güvenlik arasındaki ilişkiyi incelemek ve çevre sorunlarının çatışmaya yol açma potansiyeline sahip olup olmadığını tartışmak bu bildiri metninin birincil amacını oluşturmaktadır. Bu çalışma çerçevesinde çevrenin bir güvenlik meselesi olup olmadığı ve çevre sorunlarının çatışmaya yol açıp açmadığı sorularına yanıt aranacaktır. 

Değişen Güvenlik Anlayışı 

Üzerinde yapılan birçok akademik çalışmaya karşın, uluslararası ilişkiler alanının en temel kavramı olarak nitelendirebileceğimiz güvenliğin herkesçe kabul görmüş bir tanımını vermek imkânsızdır. Hemfikir olunan nokta ise güvenliğin tartışmalı bir kavram olduğudur. 

Tek bir tanım yapamama durumu tüm sosyal ve siyasal kavramlar için ortak bir sorun olmakla birlikte buradaki esas sorun, güvenliğin çok-boyutlu bir kavram olmasıdır. Oysa 1980’li yıllara kadar güvenlik, sadece ulusal güvenlik kapsamında askeri açıdan ele alınan ve gücün bir uzantısı olarak görülen bir kavramdı. 

İki kutuplu düzenin sona ermesiyle güvenlik kavramı, salt askeri açıdan değil, siyasi, ekonomik, sosyal ve çevresel faktörlerin de dâhil olduğu çok-boyutlu bir bakış açısıyla ele alınmaya başlanmıştır. Güvenlik kavramındaki bu çok-boyutluluk, kapsamlı ya da ortak güvenlik anlayışı olarak ifade edilmektedir. 

Bu güvenlik anlayışı, uluslararası güvenliğe en büyük tehdidin ülkelerin kendilerinden değil de, aralarında küresel çevre sorunlarının da 
bulunduğu sorunlardan kaynaklandığı varsayımına dayanmaktadır.357 

Çevre Sorunları 

Çevre sorunları, türlü insan faaliyetleri nedeni ile çevresel değerlerin zarar görmesi sonucunda ortaya çıkmıştır.358 Sanayileşmeye koşut olarak bilim, teknik ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler, hızlı nüfus artışı, hızlı kentleşme, aşırı üretim ve tüketim, kirlilik ve doğal kaynaklar üzerindeki baskı çevre sorunlarına yol açmıştır. İnsanın çevresini kendi çıkarlarına uygun duruma dönüştürme çabası; çevresel kirlilik ve bozulmanın nicel ve nitel olarak 
artmasına yol açmıştır. Böylece bir ekolojik kriz ortaya çıkmıştır. Çevre, günümüzde yerkürenin ve bu yerküre üzerindeki tüm varlıkların karşı karşıya kaldığı bir sorunsal, bir başka deyişle öğeleri birbirine bağlı olan bir sorunlar bütünü 359 haline gelmiştir. 

Çevresel Güvenlik 

Güvenliğe yönelik tehditlerin kapsamının genişlemesinin bir sonucu olarak, çevre sorunları da 1990’lı yıllar itibariyle bir güvenlik meselesi olarak ele alınmaya başlanmıştır. Çevre ile güvenlik arasında ki bağlantıyı ifade etmek üzere çevresel güvenlik kavramı ortaya atılmıştır. Çevresel güvenlik kavramı, çevresel bozulmaların güvenliği tehdit etmesi olarak tanımlanabilir.360 Barnett ise, çevresel tehditleri bir güvensizlik hali olarak değerlendirdiği için çevresel güvenlik kavramı yerine çevresel güvensizlik kavramını kullanmayı tercih 
etmiştir. 

Çevre-güvenlik ilişkisine dikkat çeken ilk uluslararası belge, BM Dünya Çevre ve 
Kalkınma Komisyonu’nun ana teması sürdürülebilir kalkınma olan 1987 tarihli Ortak Geleceğimiz adlı raporudur. Rapor kapsamında çevre, barış ve güvenlik etkileşimine dikkat çekilmiş ve çevresel konular güvenlik boyutuna taşınmasıyla çevrenin politika basamaklarındaki önem sırası yükseltilmiştir.361 1990’larda ise Barry Buzan, güvenliği askeri güvenlik, siyasi güvenlik, ekonomik güvenlik, toplumsal güvenlik ve çevre güvenliği alt başlıklarında inceleyen çalışmasını ortaya koymuştur. Buzan bu tipolojisinde çevresel güvenlik kavramı ile yaşamın idamesinde olmazsa olmaz role sahip bir sistem olarak bölgesel ve küresel biyosferin korunmasına işaret etmektedir.362 

Çevre ve güvenlik arasındaki ilişkiyi inceleyen iki ana yaklaşım vardır: İlki, çevresel sorunların özellikle paylaşılan doğal kaynaklarla ilgili olup devletler arası çatışmalara yol açtığı konusuna, ikincisi ise şiddet ya da istikrarsızlaşmanın bir nedeni olarak kaynak kıtlığı üzerine odaklanmaktadır. Bu nedenle ilk yaklaşım daha çok devletlerin güvenliği, ikincisi ise daha çok bireyin güvenliği ile ilgilidir.363 

Çevre Sorunlarının Çatışmalara Yol Açma Potansiyeli 

Çevre sorunlarının ülkeler arasında veya ülke içinde herhangi bir çatışmaya yol açıp açmadığı sorusu çevresel güvenlik çalışmalarında en çok tartışılan soruların başında gelmektedir. Çatışmaların birbiriyle ilişkili çeşitli sebeplere dayandığına dair geniş bir konsensüs vardır. Çevre de bu sebeplerden biri olarak görülmekte dir. Çevre sorunları, doğrudan doğruya bir çatışmanın ortaya çıkmasına yol açtığını söylemek güçtür. Fakat dolaylı yönden çatışmanın şiddetlenmesine neden olmaktadır. Nitekim Toronto Üniversitesi’nden Thomas Homer-Dixon öncülüğündeki araştırma grubu da yürüttüğü çalışmada çevresel değişimin tek başına çatışma nedeni olmayabileceği; ancak etnik, dini, sosyal, siyasal ve diğer 
bağlamsal faktörlerle bir araya geldiğinde iç çatışmaların kaçınılmaz hale geldiği sonucuna varmıştır.364 

1986 yılında Myers açık bir şekilde çevresel konular ile güvenlik arasındaki ilişkiyi tartışmış ve çevresel bozulmanın şiddetli çatışmaya sebep olacağı sonucuna varmıştır. Gıda kıtlığı, balıkçılığın bitmesi, su kıtlığı, iklim değişikliği ve ormansızlaşmayı çatışmaya sebep olan konular olarak değerlendirmiştir. Çevresel göçü de çatışmaya yol açan sebepler arasına dâhil etmiştir. Myers’a göre; bir ulusun çevresel temelleri tükenirse, ekonomisi sürekli bir şekilde kötüye gider, toplumsal düzeni bozulur ve siyasal yapısı istikrarsızlaşır. Bu çıktılar çatışmaya yol açar. Çatışma; ülke içinde kargaşa ve isyan şeklinde olabileceği gibi, başka ülkelerle gerilimler ve düşmanlıkların ortaya çıkması şeklinde de olabilir.365 

Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun 1987 tarihli Ortak Geleceğimiz adlı 
raporunda, çevresel baskıların siyasal gerilim ve askeri çatışmaların hem nedeni hem de sonucu olduğu vurgulanmaktadır. Raporda ayrıca, hammaddeler, enerji kaynakları, topraklar, su havzaları, boğazlar ve diğer önemli doğal kaynaklar üzerinde hak iddia edebilmek ya da kontrollerini sürdürebilmek amacıyla, ulusların savaşım verdikleri belirtilmekte ve bu çatışmaların söz konusu doğal kaynaklar azalıp üzerlerindeki rekabet yoğunlaşınca daha da artma tehlikesinin bulunduğu savunulmaktadır.366 

Kanada Toronto Üniversitesi’nden Thomas Homer-Dixon öncülüğündeki araştırma grubu bir çevre sorunu olarak nitelendirilen çevresel kıtlığın sıcak çatışmaların arkasında yatan bir neden olup olmadığını analiz etmiştir. Araştırma; su kaynakları, toprak, orman ve balıkçılık gibi yenilenebilir doğal kaynakların kıtlığının tarımın gerilemesine, ekonominin verimliliğinin düşmesine, göçlere, yasal kurumların yani devletlerin dağılmasına, dolayısıyla etnik çatışmalara, isyanlara, darbelere ve iç savaşa sebebiyet vereceğini ortaya koymuştur. Kısacası tam bir sosyo-ekonomik istikrarsızlığın yaşanacağı ifade edilmektedir.367 

Dalberg’in yayınladığı bir raporda ise iklim değişikliğinin insan-kaynaklı etkileri 
temiz su kaynaklarında kıtlık, havayla ilgili hastalıklar, gıda güvensizliği, göç ve yer değiştirme şeklinde sıralanmaktadır. Rapora göre bu etkiler, toplumda birtakım gerilimlere yol açmaktadır. Tüm bunlar istikrarsızlık kaynağıdır ve toplumsal dengesizlik, istikrarsız ekonomik performans, kurumsal çökme gibi sorunlar ortaya çıkarır. Böylece toplumda şiddet ya da silahlı çatışma riski doğar.368 

Afrika’da Çevre Sorunlarının İzleri 

Merkezi Cenevre'de bulunan Global Humanitarian Forum'un 2009 yılında hazırlattığı “Sessiz Krizin Anatomisi” başlıklı rapor, iklim değişikliğinin her yıl yaklaşık 300.000 kişi ölümüne yol açtığını, 325 milyon kişiyi ciddi biçimde etkilediğini ve 125 milyar dolarlık ekonomik kayba neden olduğunu ortaya koymaktadır.369 Afrika, iklim değişikliği nedeniyle en kırılgan, bir başka deyişle en fazla risk altındaki bölge olup en zayıf 20 ülkeden 15'ine ev sahipliği yapmaktadır.370 Bu özel durumu nedeniyle, incelemeye değer örnekler 
barındırmaktadır. 

Afrika ülkelerinin maruz kaldığı en önemli çevre sorunlarının başında su kaynaklarına erişim sıkıntısı gelmektedir. Kıtada 17 nehir ve 160 göl bulunmakla birlikte su kaynakları kıta genelinde eşit olarak dağılmamıştır. Afrika’daki insanların üçte biri, kuraklığa meyilli bölgelerde yaşıyor ve bu insanlar, kuraklığın etkilerine karşı korunmasız durumdalar. Kıta nüfusunun yaklaşık %25’inin su sıkıntısı yaşadığı tahmin edilmektedir. 2020 yılına kadar yaklaşık 75-250 milyon insanın, iklim değişikliğinden ötürü su konusunda artan oranda sorun yaşayacağı tahmin edilmektedir.371 Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre 2012 yılında içilebilir su kaynaklarına erişme noktasında en büyük sıkıntıyı Demokratik Kongo Cumhuriyeti çekmiştir. Buna göre içilebilir su kaynaklarına ülke nüfusunun sadece %46’sı erişebiliyor. Öte yandan temiz suya erişen nüfus oranının ise çok daha düşük olduğu görülmektedir. 2012 yılında Nijerya nüfusunun sadece %9’u temiz suya erişme imkânına sahipti.372 

Su sıkıntısının en önemli sebebi kuraklıktır. Somali de bugün kuraklık sorunuyla 
mücadele etmektedir. Gün geçtikçe şiddetlenen kuraklık nedeniyle halk başka ülkelere göç etmeye başlamıştır. 31 Ağustos 2014 tarihinde güncellenen kayıtlı Somalili mülteci sayısı 957,275 iken en fazla Somalili mülteciye ev sahipliği yapan ülke Kenya’dır. Kenya’da bugün 427,078 Somalili mülteci bulunmakta dır. 373 Somalililer Kenya sınırındaki Dadaab mülteci kampına akın ediyor. Kampta kayıtlı Somalili mülteci nüfusu ise 339,606. 374 Bu kamp, kayıtlarda dünyanın en büyük mülteci kampı olarak geçiyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği yetkilileri, göçün esas sebebinin, ülkede 20 yıldır devam eden iç savaş ve kuraklık olduğunu dile getiriyor.375 

Kuraklık ve su sıkıntısı çeken ülkelerden birisi de Moritanya’dır. Ülkede kanalizasyon sistemleri olmadığı için çeşitli hastalıklar insan sağlığını tehdit etmektedir. Moritanya’da zengin mahallelerde Senegal’den getirilen su, susuzluğa geçici bir çözüm olarak sunulurken, düşük gelirli bölgeler aynı şansa sahip değil. Bu sebeple bölge insanı sıtma hastalığı tehlikesiyle karşı karşıya. Öte yandan, su sıkıntısı sebebiyle ülkede ağaçlandırma çalışmalarının yapılamaması kuraklık ve çölleşmeye neden olmaktadır.376 

Sudan ise, elli yılı aşkındır silahlı çatışmalara ve kargaşalara ev sahipliği yapıyor. Darfur’da tekrarlayan kuraklık, artan demografik baskı ve siyasal marjinalleşme bölgeyi kanunsuzluk ve şiddet sarmalına iten unsurlar arasında dır. Bu durum 2003 yılından beri yaklaşık 300.000 insanın hayatını kaybetmesi ile, 2 milyondan fazla insanın da evini ve yaşadığı yeri terk etmesiyle sonuçlanmıştır. Darfur’da çatışmanın pek çok nedeni olmakla birlikte UNEP’in çevre ve çatışma içerikli analizleri; bölgesel iklim değişkenliği, su kıtlığı ve 
verimli toprakların devamlı kaybı çatışmanın altında yatan önemli faktörler olduğunu tespit etti. Güney Sudan’dan iç savaştan etkilenen insanların gelmesiyle verimli toprak ve su kaynaklarındaki azalmanın daha da arttığı ifade edilmektedir.377 

Sonuç 

Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle devlet merkezli ve askeri tehdit odaklı 
geleneksel güvenlik anlayışı, yerini yeni güvenlik anlayışına bırakmıştır. Günümüzde tüm yerküreyi tehdit eden çevre sorunları, bu yeni güvenlik anlayışı çerçevesinde bir güvenlik meselesi olarak görülmeye başlanmıştır. Çevre sorunları ile güvenlik arasındaki bağlantıyı ifade etmek için de çevresel güvenlik kavramı kullanılmaya başlanmıştır. 

Bir güvenlik meselesi olarak ele alınan çevre sorunlarının ülkeler arasında veya ülke içinde çatışmaya yol açıp açmadığı sorusu bugün çevresel güvenlikle ilgili çalışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Çatışmaların birden fazla nedeni olduğu ileri sürülmektedir. 

Bununla birlikte çevre sorunları doğrudan bir çatışma nedeni olmamakla birlikte var olan bir gerilimi tırmandırarak çatışmaya dönüştürme potansiyeline sahiptir. Bir başka deyişle, bu çalışmada çevre sorunlarının doğrudan değil, dolaylı yönden bir çatışmaya yol açabileceği sonucuna ulaşılmıştır. 

Kaynakça 

Human Impact Report: Climate Change-The Anatomy of a Silent Crisis”, Global 
Humanitarian Forum, Geneva, 2009. 

Barnett, J. (2001). The Meaning of Environmental Security – Ecological Politics and Policy in the New Security Era, Londra: Zed Books. 

DeSombre, E.R. (2006). The Global Environment and World Politics (International Relations for the 21st Century), Bloomsbury Academic. 

Ergül, N. (2014). Yeni Güvenlik Anlayışı Kapsamında Birleşmiş Milletler’in Rolü ve Uygulamaları, BİLGESAM, 
http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-162-2014040744n_ergul.pdf (Erişim tarihi: 09.09.2014). 

From Conflict to Peacebulding: The Role of Naturel Resources and the Environment”, UNEP, 2009, 
http://postconflict.unep.ch/publications/pcdmb_policy_01.pdf (Erişim tarihi: 
12.09.2014). 

İzci, R. (1998). Uluslararası Güvenlik ve Çevre”, der. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politikada Yeni Alanlar, Yeni Bakışlar. İstanbul: Der Yayınları. 

Kaypak, Ş. (2013). “Çevresel Güvenlik ve Sınıraşan Çevre Suçları”, Dumlupınar 
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 38. 

Keleş, R. (2005). Çevre Politikası. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. 

Kibaroğlu, A. (2007). “Çevre Sorunlarının Uluslararası Güvenliğe Etkileri”, Dördüncü Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Güvenliğin Yeni Boyutları ve Uluslararası Örgütler, Genelkurmay ATASE SAREM, 31 Mayıs-2 Haziran 2007, İstanbul. 

Mazlum, İ. (2003). “Çevre ve Güvenlik İlişkisine Tanımsal Bir Yaklaşım”, Ayhan 
Kaya ve Günay Göksu Özdoğan (der.), Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar. İstanbul: Bağlam Yayıncılık. 

Mburu, G.K. (2014). “Afrika’daki İklim Değişikliği ve Su: Afrika’daki Uyumun 
Arttırılmasına Yönelik Boşlukların Kısıtlamaların ve Fırsatların Analizi”, TASAM Afrika, 
http://www.tasamafrika.org/pdf/afk5/06-Geoffrey-Kimiti-Mburu_TR.pdf (Erişim tarihi: 08.09.2014). 

Moritanya’da kuraklık alarm veriyor”, 22.07.2014, 
http://tr.euronews.com/2014/07/22/moritanya-da-kuraklik-alarm-veriyor/ (Erişim tarihi: 10.09.2014) 

Refugees in the Horn of Africa: Somali Displacement Crisis, UNHRC The UN 
Refugee Agency, http://data.unhcr.org/horn-of-africa/regional.php (Erişim tarihi: 22.09.2014). 

Somalili çocuklar susuzluktan ölüyor, 14.07.2011, 
http://tr.euronews.com/2011/07/14/somalili-cocuklar-susuzluktan-oluyor/ (Erişim tarihi: 10.09.2014) 

UNHCR-The UN Refugee Agency, Refugees in the Horn of Africa: Somali Displacement Crisis, 
http://data.unhcr.org/horn-of-africa/region.php?id=3&country=110 (Erişim tarihi: 21.09.2014). 

World Health Organization, 
http://gamapserver.who.int/gho/interactive_charts/mdg7/atlas.html?indicator=i0   (Erişim tarihi: 08.09.2014). 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

357 Rana İzci, “Uluslararası Güvenlik ve Çevre”, der. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politikada Yeni Alanlar, Yeni Bakışlar, İstanbul, Der Yayınları, 1998, s. 405. 
358 Şafak Kaypak, “Çevresel Güvenlik ve Sınıraşan Çevre Suçları”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 38, Ekim 2013, s. 14. 
359 Ruşen Keleş, Çevre Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 5. Baskı, Ankara, Mayıs 2005, s. 24. 
360 Şafak Kaypak, “Çevresel Güvenlik ve Sınıraşan Çevre Suçları”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 38, Ekim 2013, s. 15. 
361 Şafak Kaypak, “Çevresel Güvenlik ve Sınıraşan Çevre Suçları”, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 38, Ekim 2013, s. 16. 
362 Nihal Ergül, Yeni Güvenlik Anlayışı Kapsamında Birleşmiş Milletler’in Rolü ve Uygulamaları, BİLGESAM, s. 175, 
      http://www.bilgesam.org/Images/Dokumanlar/0-162-2014040744n_ergul.pdf (Erişim tarihi: 09.09.2014). 
363 Elizabeth R. DeSombre, The Global Environment and World Politics (International Relations for the 21st Century), Bloomsbury Academic, 2006, s. 31-32. 
364 Ayşegül Kibaroğlu, “Çevre Sorunlarının Uluslararası Güvenliğe Etkileri”,Dördüncü Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Güvenliğin Yeni Boyutları ve Uluslararası Örgütler, Genelkurmay ATASE SAREM, 31 Mayıs-2 Haziran 2007, İstanbul, s. 218. 
365 Jon Barnett, The Meaning of Environmental Security – Ecological Politics and Policy in the New Security Era, Zed Books, Londra, 2001, s. 39. 
366 İbrahim Mazlum, “Çevre ve Güvenlik İlişkisine Tanımsal Bir Yaklaşım”, Ayhan Kaya ve Günay Göksu Özdoğan (der.), Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar, Bağlam Yayıncılık, 2003, s. 338. 
367 Ayşegül Kibaroğlu, “Çevre Sorunlarının Uluslararası Güvenliğe Etkileri”,Dördüncü Uluslararası Sempozyum Bildirileri, Güvenliğin Yeni Boyutları ve Uluslararası Örgütler, Genelkurmay ATASE SAREM, 31 Mayıs-2 Haziran 2007, İstanbul, s. 218. 
368 “Human Impact Report: Climate Change-The Anatomy of a Silent Crisis”, Global Humanitarian Forum, Geneva, 2009, s. 54. 
369 “Human Impact Report: Climate Change-The Anatomy of a Silent Crisis”, Global Humanitarian Forum, Geneva, 2009, s. 1. 
370 “Human Impact Report: Climate Change-The Anatomy of a Silent Crisis”, Global Humanitarian Forum, Geneva, 2009, s. 58. 
371 Geoffrey Kimiti Mburu, “Afrika’daki İklim Değişikliği ve Su: Afrika’daki Uyumun Arttırılmasına Yönelik Boşlukların Kısıtlamaların ve Fırsatların Analizi”, TASAM Afrika, 
      http://www.tasamafrika.org/pdf/afk5/06-Geoffrey-Kimiti-Mburu_TR.pdf (Erişim tarihi: 08.09.2014). 
372 World Health Organization,  
      http://gamapserver.who.int/gho/interactive_charts/mdg7/atlas.html?indicator=i0   (Erişim tarihi: 08.09.2014). 
373 Refugees in the Horn of Africa: Somali Displacement Crisis, UNHRC The UN Refugee Agency, 
      http://data.unhcr.org/horn-of-africa/regional.php (Erişim tarihi: 22.09.2014). 
374 UNHCR-The UN Refugee Agency, Refugees in the Horn of Africa: Somali Displacement Crisis, 
      http://data.unhcr.org/horn-of-africa/region.php?id=3&country=110 (Erişim tarihi: 21.09.2014). 
375 “Somalili çocuklar susuzluktan ölüyor”, 14.07.2011, 
      http://tr.euronews.com/2011/07/14/somalili-cocuklar-susuzluktan-oluyor/ (Erişim tarihi: 10.09.2014) 
376 “Moritanya’da kuraklık alarm veriyor”, 22.07.2014, 
      http://tr.euronews.com/2014/07/22/moritanya-da-kuraklik-alarm-veriyor/ (Erişim tarihi: 10.09.2014) 
377 “From Conflict to Peacebulding: The Role of Naturel Resources and the Environment”, s.9, UNEP, 2009, 
      http://postconflict.unep.ch/publications/pcdmb_policy_01.pdf (Erişim tarihi: 12.09.2014). 


***