İşbirliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İşbirliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2020 Pazar

İŞBİRLİĞİ Mİ? ÇATIŞMA MI? ÇEVRESEL GÜVENLİĞİN ULUSLARARASI İLİŞKİLERDEKİ ROLÜ

İŞBİRLİĞİ Mİ? ÇATIŞMA MI? ÇEVRESEL GÜVENLİĞİN
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDEKİ ROLÜ


Sezin İba Gürsoy*
* Yrd. Doç. Dr., Uluslararası İlişkiler Bölümü, İİBF, Kırklareli Üniversitesi, Kırklareli.


Küreselleşmeyle birlikte yükselen çevre sorunları günümüzde yeni güvenlik
anlayışının önemli bir parçası olarak görülmektedir. Çevreye yönelik kaygılar aslında 1960’lardan bu yana uluslararası gündemi meşgul etse de, çevre ve güvenlik ilişkisi Soğuk Savaşın bitişinin ardından ortaya çıkan yeni güvenlik anlayışında hayat bulmuştur. 1990 sonrası güvenlik kavramının askeri olmayan konuları da içerecek şekilde genişlemesi uluslararası ilişkilerde hem tehditleri, hem de güvenliğin referans nesnesini değiştirmiştir. Bu çerçevede yükselen çevresel sorunların ve çevresel kaygıların sosyal ve ekonomik hayatı olumsuz etkilemesi sonucu uluslararası istikrarı etkileyebilecek ve çatışmaları arttırabilecek bir güvenlik tehdidi olduğu düşünülmektedir. 

Bu çalışma esasen kullanımı yeni sayılabilecek çevresel güvenlik
kavramını ve bunun uluslararası ilişkilerdeki rolünün farklı boyutlarını
değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Buradan hareketle çalışmanın ilk kısmı güvenlik kavramının nasıl ve ne şekilde genişlediğine odaklanacaktır. Sonrasında ise çevresel güvenlik kavramı tanımlanacak ve büyüyen çevresel bozulmaların uluslararası ilişkilere yansıması ele alınacaktır. Bu çalışma çevresel değişimlerin ve kaynak kıtlığının devletler arasında bir yandan gerilimi arttırdığını, diğer taraftan ise uluslararası işbirliğine de teşvik ettiğini varsaymaktadır. 

  Bu bağlamda son olarak çevre sorunlarının uluslararası güvenlik açısından işbirliği veya çatışma biçimini alma olasılığı açıklanacaktır.

Giriş

20. yüzyılın sonlarına doğru, güvenlik alanında tehditlerin algılanışında alışılan devlet odaklı güvenlik anlayışı yerini yavaş yavaş birey odaklı anlayışa bırakırken, çevresel güvenlik kavramı ortaya çıkmış ve halihazırda dönüşüm içerisinde olan klasik güvenlik stratejilerine kafa tutmaya başlamıştır. Klasik veya geleneksel güvenlik olarak niteleyebileceğimiz tehditler/tehlikeler çoğu zaman askeri tehditler olarak algılanmıştır.

Özellikle 1989 yılında Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından, güvenliğin askeri
olmayan konuları da içine alarak genişlemesi tehditlerin açlıktan kadın sorunlarına, çevrenin kirletilmesinden ekonomik istikrarsızlıklara ve hatta salgın hastalıklara kadar geniş bir yelpazede ele alınmasını destekleyen eserlerin literatüre girmesine olanak sağlamıştır. Fakat güvenlik çalışmaları kapsamında ele alınan bu çalışmaların azlığı dikkat çekicidir. Bu çalışmada çevresel sorunların bir güvelik problemi olup olamadığı tartışılırken çevresel güvenliğin uluslararası ilişkilerdeki rolüne dikkat çekmek amaçlanmaktadır.

Çevre sorunlarının Uluslararası İlişkiler disiplini içerisinde giderek önem
kazanmaktadır. Çevresel değişimlerin veya çevresel bozulmaların devletler arasındaki ilişkileri olumsuz olarak etkilemeye başlaması konunun uluslar arası toplum tarafından da ilgisinin artmasını sağlamıştır. Devletin karşı karşıya olduğu sayısız çevresel tehdit, ulusal tehditlerin aksine geniş çaplı, geri alınması çoğu zaman imkansız ve ülke sınırlarını aşan/tanımayan yapısıyla savunmayı oldukça güçleştiren nitelikteki tehditlerdir. Devletler, ulusal güvenlik politikaları ile eş güdümlü olarak, kendi sınırları içindeki maddelere dayanarak temel madde gereksinimlerini karşılamayı tercih ederler. Bu maddelerin tükenmesi komşu devletlerle giderek artan bir çatışma riskini de ortaya çıkarmaktadır. Bu anlamda çevresel sorunların uzlaşma mı çatışmaya mı yakın durduğu sorusu bu çalışma nın iskeletini oluşturmaktadır. Bu soruya cevap ararken temel varsayımım çevrenin hem çatışmaların hem de uzlaşmaların temelini oluşturduğu yönündedir.

Bu bağlamda çevresel sorunların güvenlikle ilişkilendirileceği bu çalışmada çevresel güvenlik kavramı ve özellikleri ilk olarak ele alınacaktır. Sonrasında çevre bozulmalarının veya yükselen çevre sorunlarının devletleri işbirliğine mi yoksa çatışmaya mı yaklaştırdığı incelenecektir.

Uluslararası İlişkilerde Güvenlik Kavramı ve Güvenlik Çalışmaları

Güvenlik, sözlük anlamıyla “kişilerin korkusuzca yaşayabilmeleri durumu ve emniyet hali” olarak tanımlanmaktadır.1Bir başka deyişle güvenlik, varlığını koruma ve sürdürme olarak da düşünülebilir. Varlığın sürdürülmesini engelleyecek her türlü unsur ise tehdit olarak tanımlanır. Güvenlik kavramı, Uluslararası İlişkiler disiplininde ilk defa Birinci Dünya Savaşı sonrası Woodrow Wilson tarafından ortaya atılmış, Milletler Cemiyeti’nin tanımladığı “kolektif güvenlik” (common security) kavramı üzerine oturtulmuştur. İlk kez Milletler Cemiyeti Paktı’nda kullanılan ve daha sonra BM Şartı’nda (1945) geliştirilen güvenlik kavramı zaman içinde uluslararası ilişkilerin bir alt-disiplinine dönüşen Güvenlik Çalışmaları’nın temel unsuru olmuştur. Uluslararası ilişkilerin doğasında hep var olan güvenlik kavramı farklı perspektiflerden farklı tanımlarla yorumlanmıştır. Arnold Wolfers’ın aşağıdaki tanımına Güvenlik Çalışmaları alanındaki neredeyse tüm kaynaklarda atıf verilir:

“…….Güvenlik, objektif bir anlamda kazanılmış değerlere tehditlerin olmamasının
ölçülmesi, öznel anlamda ise bu tür değerleri saldırıya açık olan korkunun
yokluğudur.”2 Wolfers’dan esinlenen Baldwin de çalışmasında “Kim ve hangi
değerler için, ne kadar ve ne ölçüde, hangi tehditlere karşı, hangi araçlar yoluyla
güvenlik?”sorularına yanıt aramıştır.3 İnşaacılar (Constructivists) için güvenlik
“aktörlerin onu nasıl anlamlandırdıklarına ilişkin olarak öznelerarasıdır”.4 

Bu nedenle, güvenlik göz ardı edilemeyecek bir normatif öze bağlıdır.
Uluslararası İlişkiler kuramı içinde güvenliğin bir başka ortak anlamı, realist
perspektifin egemenliği altında olan askeri stratejidir. 1940’larda realist teorinin
varsayımlarını kullanarak Stratejik Çalışmaların bir alt dalı olarak düşünülen
Güvenlik Çalışmaları, askeri güvenlikle ilişkilendirilmiştir. Ulus-devlet düzeyinde
tanımlanan Güvenlik Çalışmaları, geleneksel yaklaşıma göre uzun yıllar nerdeyse
sadece askeri çerçeveden ele alınmıştır. Bu bağlamda, uluslararası ilişkilerde uzun yıllar varlığını sürdürmesi gereken öncelikli aktör “devlet” kabul edilirken, onun varlığına yönelen tehditler ise geleneksel anlamda askeri tehdit olarak algılanmıştır.

Soğuk Savaş boyunca askeri güç bir konu ile ilgili ise bunun bir güvenlik sorunu
olarak kabul edildiği gözlemlenmiştir. Baldwin bu dönemi “Güvenlik Çalışmaları
tarihinin en yaratıcı ve heyecan verici dönemi” olarak tanımlamıştır.5 1970’lerin
sonlarına yaklaşıldığında Soğuk Savaşın yumuşamasının da etkisiyle akademik
toplumda genişletilmiş bir güvenlik söylemi ortaya çıkmıştır. Özellikle, Soğuk Savaş döneminin son on yılında güvenlik kavramı devletlerin askeri sorunlar karşısında güçlerini arttırmaları ve kuvvet kullanmalarının ötesinde farklı şekillerde tanımlanmaya başlanmıştır. Bu dönemde Barry Buzan’ın temsilciliğini yaptığı bazı akademisyenler tarafından güvenlik kavramını genişletme çabaları gözlenmiştir.

Özelikle Buzan’ın “People, States and Fear” başlıklı kitabı ile Ullman’ın “Redefining Security” başlıklı makalesi askeri olmayan alandaki endişeleri de güvenlik kavramı kapsamında değerlendirilmiştir.6
Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerde tehdidin niteliğinin değişmesi ile
birlikte güvenlik anlayışında da değişiklikler gözlenmiştir. Pınar Bilgin’e göre, “yeni güvenlik” denilen bu yaklaşım, 1990’lı yıllarda güvenlik gündeminin salt askerî konuların ötesinde, insan, devlet hatta üzerinde yaşadığımız gezegenin güvenliğini ilgilendiren başka konuları da kapsayıcı şekilde geliştirilmesi çağrıları ile karşımıza çıkmaktadır.7 Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Soğuk Savaşın bitmesiyle dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasi dengelerde meydana gelen değişiklikler Uluslararası İlişkiler akademisyenlerinin caydırıcılık teorisi ve güç dengesi dışındaki konulara odaklanmasına olanak vermiştir. Bu bağlamda, 1990’lı yıllarda güvenliğin bireysel ve toplumsal boyutlarına odaklanan eserlerdeki çoğalma dikkat çekicidir.

Çevresel Güvenlik Kavramının Gelişimi

1960’lardan başlayarak çevreci düşünce ve hareketler, hem toplumların gündeminde yer almaya hem de küresel politikaların belirlenmesinde etkili olamaya başlamıştır.

Güncelleşen çevre sorunlarına yönelik olarak farklı bakış açıları ve düşünce akımları bu yıllarda gelişmeye başlamıştır. Soğuk Savaşın son yıllarında ulusal güvenliği salt askeri güvenlikle bağdaştıran anlayış sorgulanmaya başlanmış ve güvenlik gündeminin genişletilmesi yaklaşımı farklı yazarlar tarafından da benimsenmiştir.8

Lester Brown’un 1977 yılında yazdığı “Redefining National Security” yazısı bu
alandaki ilk eser sayılmakla birlikte “ekolojik stresleri, kaynak kıtlığı ve iklim
değişikliğini ulusal güvenliğinin alanına alan” ve yeni bir güvenlik anlayışını ortaya atan eserdir. Brown siyasi, ekonomik, çevresel ve sosyal konuların da ulusal güvenlik çerçevesinde ele alınması gerektiğini iddia etmiştir. 9
Çevresel güvenlik kavramının en önemli temsilcisi Thomas Homer-Dixion’dır.
Homer-Dixon’a göre çevre baskıları zaman içinde dört ana soruna yol açacaktır: Bu etkilerin başında tarımsal üretimde azalma gelmektedir. Bu anlamda gıda güvenliğinin ulus devletler için ciddi bir sorun teşkil edeceği varsayılmaktadır. Ekonomik çöküş, nüfusun yer değiştirmesi ve sosyal ilişkilerin bozulması ise diğer etkilerdir. Homer- Dixon bu etkilerin kıtlıktan kaynaklanan çatışmalar, iç savaş, etnik gruplar arası gerilim veya isyanlar gibi farklı tipte çatışmalara dönebileceğini öne sürmektedir.10

Güvenliğin genişletilmesi konusunu Thomas Homer-Dixison’un yanı sıra Ullman da ünlü makalesinde “ulusal güvenliği askeri açıdan tanımlamak (hatta öncelikle)
gerçeğin görüntüsünü yanlış aktarmaktadır” şeklinde yorumlamaktadır.11 Buna ek olarak, Ullman bir devlette yaşayanların yaşam kalitesini kısa sürede ve şiddetli olarak düşüren tehditleri ulusal güvenliğin tekrar tanımlanması gereken
durumlarından biri olarak nitelendirmiştir.12 Myers ise çoğu ülkenin ekonomisinin doğal kaynaklara bağlı olduğunu, tarım topraklarının özelliklerini yitirmesinin ve su kaynaklarının azalmasının ekonomiyi etkileyeceğini belirtmektedir. Myers, bu durumun “ekonomik büyümenin yavaşlamasının ya da durmasının” ciddi sosyal sorunlara yol açacağını düşünmekte ve bununda “siyasi sistemlere istikrasızlık kazandıracağını” ileri sürmektedir.13 

   Mathews ise güvenlik tanımının çevresel ve demografik unsurları da kapsayıcı şekilde genişletilmesini savunurken, bu çevresel kaygıların Amerikan ulusal güvenlik gündemine yerleşmesi gerektiğini belirtmiştir.14

Bu yeni görüşlere karşın, 1990’lı yıllarda hala geleneksel gündemin muhafaza
edilmesini, yani güvenlik kavramının dar tutulması gerektiğini savunan görüşler de ileri sürülmüştür. Örneğin, Stephen Walt Güvenlik Çalışmalarını genişletme
çabalarının alanın entelektüel tutarlılığına zarar vereceğini düşünmektedir.15 

Benzer şekilde Dorff da, ekonomik, ekolojik ve toplumsal konuların önemli sorunlar olduğunu kabul ederken, bunların güvenlik tehdidi niteliği taşımadığını sadece askeri sorunlarla ilişkili oldukları takdirde güvenlik sorununa dönüşebileceğini iddia etmektedir.16

Sonuç olarak, 1990’ların başından itibaren güvenlik söylemi ciddi bir dönüşüm
geçirmiştir. Özellikle Barry Buzan ve Ole Waever tarafından geliştirilen Kopenhag
Okulu’na göre güvenliğin alanı derinleştirilmeli ve bireylerin, devlet-dışı oluşumların ve grupların da güvenlik kaygılarını içerecek şekilde “insani güvenliğin” odağına almalıdır. Kopenhag Okulu devlet güvenliğinden toplumsal güvenliğe doğru yaşanan değişimi vurgulayarak, sektörel bir analiz çerçevesi oluşturmuştur. Bu bağlamda güvenliği beş boyutta (genişleme: askeri, ekonomik, çevresel, toplumsal ve siyasi) ele alan anlayış; analiz düzeyi arasında da (derinleşme: uluslararası, bölgesel, ulusal, yurtiçi gruplar, birey)bir ayrım yapmıştır. Bu noktada güvenlik kavramındaki genişlemenin özellikle iki önemli boyutu ortaya çıkmaktadır: 

(a) referans nesnesi bakımından 

(b) tehdit açısından. 

Buna göre, referans nesnesi bakımından devlet merkezli yapıdan insan merkezli bir anlayışa kayma gözlenirken, tehdit açısından da yukarıda tabloda gösterildiği üzere askeri tehditlerden ekonomik, çevresel ve toplumsal tehditlerin ön plana çıktığını söylemek yanlış olmamaktadır.

Çevresel Güvenliğin Uluslararası Boyutları

Çevresel duyarlılık 1960’lı yıllarından başında ortaya çıkmasıyla birlikte uluslararası çevre politikasının başlangıcı 1972 Stockholm Konferansı kabul edilmektedir. 1972 tarihli “BM İnsan Çevresi Konferansı” ile birlikte ilk defa çevre konusu uluslararası gündemde konuşulmaya başlanmıştır. Konferansın en önemli amacı ve hedefi; her ülkenin çevreye karşı sorumluluğunu kabul etmesi, insanın yeryüzündeki varlığını sürdürebilmesinin temel koşulu olduğu noktasında birleşilmesi dir. Konferans sonucunda ise, gelişmekte olan ülkeleri, kalkınırken çevre sorunlarının ortaya çıkmasını önlemeye yöneltmenin, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ayrımlar giderilmedikçe çevre koşullarının iyileştirilmesinde önemli bir ilerleme sağlanamayacağının ve kalkınmanın çevreyi korumakla çelişen bir tarafının olmadığının önemine varılmış ve bu düşünceler kabul edilmiştir.17

Çevre-güvenlik ilişkisine dikkat çeken ilk uluslararası nitelikli belge ise BM Dünya
Çevre ve Kalkınma Komisyonunun 1987 tarihli Ortak Geleceğimiz (Our Common
Future) raporudur. Bu rapor çevrenin uluslararası politikadaki yerini de belirleyen bir belge olmuştur. 1990’lara gelindiğinde ise uluslar arası evre politikasının belirlendiği dönüm noktası 1992’de Rio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Konferansı olmuştur. Konferansta “Sürdürülebilir Kalkınma” terimiyle çevre değerlerini tahrip etmeyen kalkınma doktrinin zirveye katılan 150’den fazla ülke tarafından benimsenmiştir.
Çevresel sorunların küreselleşmesi gibi çevresel güvenliği tehdit eden öğeler da çoğu zaman sınır ötesi özellik göstermektedirler. Çevresel Güvenlik kavramı; bugün, çevrenin doğal oluşumuna yönelik tehditler ve çevresel tehditler ulusal ve uluslararası güvenliğin ayrılmaz parçası olarak kabul edilmektedir. Çevresel güvenlik kavramını destekleyenler, “Eğer gerekli itina gösterilmezse çevresel tehditler bugün dünya üzerinde ciddi, uzun menzilli ve derin güvenlik sorunları oluşturacaktır. Bu tehditler, askeri tehditlerden daha yavaş gelişseler bile, en az geleneksel askeri tehditler kadar önemlidir. Ayrıca, insanoğlunun refahı ve sağlığı üzerindeki baskıyı artıracak kişisel olmayan sosyal ve ekonomik güçlerin ciddi çevresel yetersizliklere yol açacağı”18 tezini savunmaktadır.

İşbirliği mi Çatışma mı?

Çevresel sorunların küreselleşmesi gibi çevresel güvenliği tehdit eden öğeler da çoğu zaman sınır ötesi özellik göstermektedirler. Bununla birlikte yoksulluk, kaynak dağılımındaki eşitsizlik, ekosistemdeki bozulma beşeri güvenliğe baskı yapan konulardır. Ekonomik ve sosyal eşitsizlikler, etnik ya da dinsel farklılıklar, gelişmekte olan ülkelerin pek çoğunu bölmüş ve çatışma potansiyellerini yükseltmiştir. Bunların patlamaya hazır toplumlar olduğu söylenebilir. 

  Su, toprak, orman gibi çevre kaynaklarının kıtlaşması, bu hazır bekleyen düşman gruplara tetikleme görevi yaparak çatışmayı başlatma etkeni olabilir. 

Bu noktada şu soruyu sormak gerekmektedir: iklim değişikliği, ozondaki incelme, çölleşme, biyolojik çeşitlilik, asit yağmurları, tehlikeli atıklar gibi sorunlar tek başlarına bir sorun olarak görülmese de acaba diğer etkenlerle
birleştiklerinde temel ulus yapısını sorgulayan dinamikleri tetikleyebilir mi? Bu da
istikrarsızlığa yol açarak toplumları çatışmaya sürükleyebilir mi? Başka bir değişle, çevrenin bozulması, varolan düşmanlıkları tetikleyen ve askeri çatışmaları başlatan bir tetikleyici olabilir mi?

Birçok yazar bu sorulara olumlu yanıt vermektedir. Özellikle yenilenemeyen
kaynakların tükenmesi en büyük sorunlara ve çatışmalara yol açacaktır tezi halen hâkim dir. Petrol, su, gıda gibi en önemli kaynakların kıtlaşması devletlerin yaşamsal güvenlik sorunları haline geleceği düşünülmektedir. Geçmişteki deneyimler bize göstermiştir ki, devletler kıtlaşan kaynaklar karşısında daha fazla pay alabilmek için bireysel bencil hatta zaman zaman saldırgan bir tutum izlemektedir. 19 

  Bu da geleneksel olmayan sorunlara geleneksel yöntemlerle cevap verildiğini
göstermektedir.
Bu hususta farklı bir görüş de çevresel bozulma ve kaynak kıtlığının çatışmaya yol açtığı varsayımlarının artık kabul edilmediğidir. Bu görüş devletlerin kendi başlarına çözümleyemedikleri küresel sorunlar karşısında işbirliği yolunu tercih ettiklerini iddia etmektedir. Bu iddiaya göre işbirliği yönteminin çevresel değişim karşısında şiddetli çatışmalardan daha olası kabul edilmektedir. Örneğin kirlilikle mücadele etmek, iklim değişimini durdurmak, açlıkla ve yoksullukla mücadele etmek, biyolojik çeşitliliği korumak gibi devletlerin sınırlarını aşan çevre sorunları kendini sınırlayan ulus devletin çözüm olanaklarını aşmaktadır. Şöyle ki, herhangi bir ülke, çevre sorunlarıyla baş edebilmek için yeterli ekonomik güç ve kaynağa sahip olmayabilir veya sahip olsa bile başka ülkelerin ve uluslararası örgütlerin işbirliğine gereksinim duyabilir.20 

Bu anlamda sorunlara ortak platformlarda, herkesin yararına çözümler
bulunmaya çalışılması aslında bir anlamda zorunluluk haline gelmiştir.
Esasen uluslararası hukuk da çevre konusunda gelişme göstermekte, uluslararası çevre rejimi oluşturmak amacıyla bir takım girişimlerde bulunulmaktadır. Uluslararası rejimler çevre sorunlarına çözüm üretebilmenin ötesinde, devletler arasındaki işbirliğini geliştirme ve çatışmaları önleme açısından önem arz etmektedir.21 Birçok devlet arasında, hem çevresel diplomasi çerçevesinde uluslararası düzeyde hem de kurum inşası düzeyinde işbirliği olanaklarının mevcut olduğuna dair önemli kanıtlar bulunmaktadır. 

Örneğin, Batı Şeria ve Gazze sokaklarındaki günlük çatışmalara karşın, Filistinler ve İsrailliler, ortak su kaynaklarını yönetmek için garı resmi görüşmeler yapmayı sürdürmektedirler. Dünyanın birçok bölgesinden olay çalışmaları, işbirliği ve diplomatik düzenlemelerin çatışma olasılığının araştırmaların odağında yer aldığı 1990’larda yaygın olan karamsarlığın aksine çevresel sorunlar karşısında barışçıl bir çözüm oluşturabileceğini göstermektedir. Gülgün Tuna kitabında bunu şu şekilde açıklamaktadır:

“İyimser görüşlere göre yakın gelecekte dünya devletleri çevre sorunlarını ortak bir tehdit olarak algılayacak ve çevreyi korumak için küresel düzeyde işbirliği yapmak isteyeceklerdir; ekolojik karşılıklı-bağımlılıktan dolayı bu kaçınılmazdır, çünkü hiçbir devlet tek başına küresel çevreyi koruyamaz. Örneğin bir devlet küresel iklim değişikliği sorununu tek başına çözümleyemez. Bir devletin kendi çevre değerlerini bile tek başına koruması zordur, havayı suru kirleten maddeler sınırları aşmakta, kıtlaşan kaynakların sıkıntısını tüm devletler çekmektedir.”22
Bununla birlikte çevresel sorunlara bir çözüm getirebilmek için işbirliğine bilinçli bir şekilde katılım veya taraf olmak gerekmektedir. Bu işbirliğinde aktif rol alması gereken taraflar arasında devletler, sivil toplum kuruluşları, uluslararası
organizasyonlar, ulus üstü kurumlar olmalıdır.23 Bu noktada küresel işbirliğinin
yürütülebileceği zeminlerde uluslararası örgütlerin önemi büyüktür. Çevre
sorunlarının tartışılabildiği bu örgütler konuya ilişkin bilinçlenmeyi artırarak
uluslararası bir rejim için talep yaratırlar. Çok sayıda devleti bir araya getirerek, onlar arasında işbirliği ortamının gelişmesine yardımcı olur, kurulacak çevre rejimleri için kurumsal ve hukuki modeller yaratabilirler.24

Çevre sorunlarının gerilim yaratabileceği durumları belirlemek, planlamak ve
önlemek ya da topluluklar, devletler ya da bölgeler arasında işbirliği sinerjisi
yaratmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yukarda sayılan aktörlerin bu işbirliklerine yanaşması kolay olmamakla birlikte yapılan bir takım girişimlerin de oldukça yüzeysel olduğu görülmektedir. Bu anlamda işbirliğini güçleştiren ve aşılması gereken bir takım faktörleri sıralamak gerekmektedir.
Bunlardan ilki ulusal çıkarlardır; ciddi siyasi ve ekonomik çıkarları zedeleneceği için devletler işbirliğine yanaşmamaktadır. Şunu belirtmekte fayda vardır: Bugüne kadar yapılmış olan çevre anlaşmaları uygulanması kolay olan konularda yapılmış, siyasi ve ekonomik çıkarlara zarar vermeyen hususlarda işbirliği sağlanabilmiştir. Her ne kadar çevre rejimlerinin oluşturulması ve işbirliği yapılması için girişimlerde bulunulmasına rağmen, bu çevre anlaşmalarını güç algılamaları ve çıkar ilişkilerinden bağımsız düşünmek pek mümkün değildir. 

Örneğin, Kyoto Protokolü’nün hali hazırda kendinden beklenen etkiyi gösterememiş olması, hâkim bir gücün desteğinin yokluğuna ya da sorunun çözümü için önerilen politikaların devletlerin ekonomik çıkarlarıyla uyuşmamasına bağlanabilir. 25 Bu anlamda en önemli çevre sorunları halen masada durduğu ve devletlerin önemli çevre konularında işbirliğinden uzak olduğu bir gerçektir. Örneğin, nüfus artışı, çölleşme, toprak kaybı, deniz kirliliği gibi sorunlarda uluslararası işbirliği sağlanamamıştır. Bu bağlamda çevre rejimlerinin başarısını etkileyen en önemli unsurların başında devletlerin kendi ulusal siyasi ekonomik çıkarlarını mevcut çevre sorunlarının çözümünden daha önemli görmeleri gelmektedir.26 Bunların çözümü için devletlerin belli oranlarda kaynak aktarmaları gerekmektedir. Gerek sistemdeki egemenlik-güç ilişkilerinden gerekse ekstra maliyetten ötürü buna sıcak bakmamaktadırlar.

İkinci önemli faktör küresel çevre rejiminin oluşması için tüm dünya devletlerinin
katılımının gerekli olmasıdır. Çevrenin korunmasına yönelik anlaşmaların dünyadaki tüm devletler tarafından imzalanıp onaylanması gerekmektedir. Küresel bir işbirliğinden bahsedilebilmesi için tüm devletlerin bu anlaşmalara taraf olması gerekir. Bu uluslararası bir çevre rejiminin önündeki en önemli güçlüklerden biridir.

Bu anlamda tek bir devletin veto gücü bile diğer devletlerin çabalarını boşa
çıkarabilir, rejimi başarısızlığa uğratabilir. 27
Bununla birlikte uluslararası işbirliklerinin önündeki diğer bir faktör çevresel
konularda işbirliğinin gerçekleşmesi süre olarak çok uzun zaman almasıdır.
Devletlerin bir sorunu ortak ve küresel bir tehdit olarak kabul edip, görüşmelere
başlaması, karşılıklı müzakereler, anlaşmasının imzalanması ve onaylanması bazen 10-20 yıl sürmektedir. Bu süre zarfında da çevre sorunu giderek büyümekte ve sorunun çözümü zorlaşmaktadır. Çevresel işbirliğinde bu kadar yavaş ve uzun bir sürece yayılmasındaki en önemli neden yine devletlerin ulusal çıkarlarıdır. Her devletin kendi ulusal çıkarını kollaması sorunun çözümünü zorlaştırma ve uluslararası bir işbirliğinden uzaklaştırmaktadır.

Bunlara ek olarak çevre bozulmasının olumsuz etkilerinden her devlet eşit şekilde etkilenmemekte; bu yüzden devletlerin işbirliği istekleri farklı düzeyde olmaktadır.
Çevre tehditleri faklı devletler tarafından farklı şekillerde algılanmaktadır. Bununla birlikte halkların çevre bilincine sahip olması, sivil örgütlenmenin hükümetleri etkileme güçleri de çevre politikalarının oluşturulmasında etkilidir. Devletleri uluslararası işbirliği programları uygulama kapasiteleri açısından da kendi aralarında farklılıklar vardır. Bazı devletler diğerlerine göre avantajlıdır. Bilimsel altyapıya, vasıflı personele, finansman gücüne sahip olan ve olmayanların işbirliğine yaklaşımı farklı olacaktır. Son olarak bir anlaşmanın imzalanmış olması onun uygulanacağı anlamına gelmez. Bu noktada “kurumsal zayıflık” dediğimiz mekanizmadan kaynaklanmaktadır. 

Bu türden rejimlere hukuki bağlayıcılık verilmediğinden ya da örgüt üyelerinin kuralları ve düzenlemeleri yerine getirmedikleri durumlarda herhangi bir yaptırım uygulanamadığından rejimlerin başarıya ulaşması da son derece zor olmaktadır.28 

Anlaşmaların hukuki bağlayıcılıkları da burada ön plana çıkmaktadır.
Hukuki bağlayıcı olmayan çevresel işbirliklerinin başarıya ulaşması zordur.

Sonuç

Son zamanlarda sosyal bilimler literatüründe güvenliğin alanının genişlemesi ve
tehditlerin değişmesiyle birlikte hangi kuramsal güvenlik anlayışıyla yaklaşılırsa
yaklaşılsın yükselen çevresel sorunlar artık günlük yaşamda bir tehdit olarak
algılanmaya başlanmış, çevresel güvenlik kavramı uluslararası ilişkilerde giderek
önemli hale gelmiştir. Bilhassa azalan kaynak kıtlığı açısından değerlendirildiğinde çevre sorunlarının ekonomik ve siyasal istikrarı tehdit eden niteliği ve çevresel kaynakların bölüşülmesi konuları devletlerin çıkarlarını tanımlarken önemli bir değişken olarak öne çıkmıştır.
Yeni olarak adlandırabileceğimiz çevresel güvenlik kavramı esasen Soğuk Savaş
sonrası Uluslararası İlişkiler disiplini içinde kendine yer bulabilmiştir. İki kutuplu
sistemin bitmesiyle birlikte küresel çevre sorunları uluslararası ilişkileri giderek daha fazla etkileyen ve devletler nazarında daha çok üstüne düşülmesi gereken sorunlar olarak belirlenmiştir. Uluslararası güvenliği doğrudan etkilemese bile nüfusun artışı, göçler, yoksulluk, iklim değişikliği gibi yükselen çevre sorunları kaynak tüketilmesi ile birleşince bir güvenlik tehdidi halini almaktadır. Buna karşın, gerek küresel çevre sorunlarıyla mücadelede, gerekse bu sorunların devletler arası anlaşmazlıklara yol açmasını engellemede kullanılabilecek araçlar sınırlıdır.

Bu araçlardan en önemlisi uluslararası düzeyde işbirliğidir. Çevresel güvenlik
sorunları küresel özellik taşıdığından ancak yüksek yönetişim düzeyinde çözüme
ulaştırılabilir. Küreselleşme ile birlikte bu konunun artık çevresel problemin etkisine göre küresel, bölgesel veya yerel düzeyde işbirliği ile çözümlenmesi gerekir. 

Bu işbirliği ülkelere de ciddi bir kazanım sağlayacaktır. Fakat geleneksel yöntemlerin kullanıldığı dünya sisteminde uluslararası çevresel işbirliği henüz ciddi anlamda yetersizdir. Soruna yönelik bir kamuoyunun oluşmasının sağlanması, farklı çıkar ve önceliklere sahip devletler arasında bir işbirliği ve uzlaşı zemini oluşturulması sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun önünde belli başlı engeller vardır. Bunların en başında ulus devletlerin siyasi ve ekonomik çıkarlarının farklı olması gelir. Bir diğer güçlük uluslararası çevre rejimlerine tüm devletlerin katılımının gerekliliğidir. 

Bu devletler arası kapasite farklılığı olması da işbirliğinin önünde ciddi bir engel
oluşturur. Özellikle gelişmekte olan toplumlarda sivil örgütlenmenin ve halk
bilincinin zayıf olması devletleri yapılan anlaşmaların uygulanabilirliliği hususunda çelişkiye düşürmekte, işbirliğine uzak durmalarına neden olmaktadır.
Çevresel konularda geliştirilecek işbirliği, devletlerin kendi gelişimlerini ve
geleceklerini riske atmadan ortak kullanım miktarlarında buluşmalarına imkân
vermektedir. Fakat devletler hala kendi ulusal siyasi çıkarlarını mevcut çevre
sorunlarının çözümünden daha önemli görmektedirler; bu da çalışmada aranan soruya bir cevap niteliğinde olabilir. Yani, yükselen çevre sorunları güvenlik tehdidi olarak görülürken, bunlara yönelik çözümlerde işbirliğinden ziyade kaynaklar üzerinde çatışmaya doğru giden bir süreç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bağımsız egemen devletlerden oluşan sistemde ulusal çıkarların halen çok önemli olması bu süreçte karşılaşılan en ciddi güçlüklerin başında gelir. Çevre sorunlarının çözümüne yönelik politikalar, uluslararası rejimler genel olarak devletlerin ekonomik ve siyasi çıkarlarına temas ettiğinden, hassas bir mesele olarak görülmektedir. Her devlet kendi toprakları üzerinde egemenliğini sürdürmeye kararlı olduğundan küresel işbirliği ulusal çıkarların gerisinde kalmaktadır. Bu anlamda çok taraflı anlaşmaların yapılmamasının önündeki engel ulusal çıkarlarla küresel çıkarların çatışmasında yatmaktadır. Özetle küresel çevre sorunlarının diplomatik yollarla çözümlenmeye çalışılması şimdilik yetersiz olarak gözükmektedir.

Kaynakça

Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkçe Sözlük Cilt I, Ankara, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, 2005.

Baldwin, David , Baldwin, “The Concept of Security”, Review of International
Studies, Cilt 23, No 1, 1997, s. 5-26.

Bilgin Pınar, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”,
Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl 8, Sayı 14, Ocak 2010, Ankara, s. 69-96.
Brown, Lester R., “Redefining National Security”, Worldwatch Paper, 14, Ekim
1977.

Buzan, Barry, People, States, and Fear: The National Security Problem in
International Relations, Brighton, 1983.

Cali, Hasan H.,“Çevresel Güvenliğin Sınıraşan Boyutları”, Yerelden Küresele
Sınıraşan Suçlar, Polis Akademisi Yayınları, Ankara, 2010, s.235-256.

Dorff, Robert H., “A Commentary on Security Studies for the 1990s as a Model Core Curriculum”, International Studies Notes, Cilt 19, No 3, 1994.

Homer-Dixon Thomas, “On the Threshold: Environmental Changes as Causes of
Acute Conflict”, International Security, Cilt: 16:2, 1991, s.76–116.

Kaya, Yasemin Kaya, Sezin, “Uluslararası Çevre Rejimlerinde Etkinlik Sorunu”,
Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı 30 (Yaz 2011), s.125-148.

Mathews , Jessica Tuchman, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2,
1989, s. 162–177.

Myers, Norman, “Environment and Security”, Foreign Policy, Cilt 74, Bahar 1989, s. 23–41.

Poerter, Gareth , Brown, Janet Welsh, Global Environmental Politics, San Fransisco, Westview Press Inc.,1991,

Sönmezoğlu, Faruk, Erler Bayır, Özgün, “Çevre Sorunlarına İlişkin Uluslararası
Rejimler”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No:47. (Ekim 2012), s.247-289.

Tuna, Gülgün, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler, Nobel Yayın, Ankara, 2001.

Ullman, Richard H, “Redefi ning Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153.

Wendt, Alexander, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Organization, Cilt 46, No 2, Bahar 1992, s. 391-425.

Wolfers, Arnold Discord and Collaboration: Essays on International Politics, The
Johns Hopkins University, 1962.

“Bir İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ve Uygulaması”,
http://www.basbakanlik.gov.tr/yayinlar/insanhaklari/insanhak4.htm, (08.10.2005).

DİPNOTLAR;

1 Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türkçe Sözlük Cilt I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2005, s. 508.
2 Arnold Wolfers, Discord and Collaboration: Essays on International Politics, The Johns Hopkins University, s.150.
3 David Baldwin, “The Concept of Security”, Review of International Studies, Cilt 23, No 1, 1997, s. 13-17.
4 Alexander Wendt, “Anarchy is What States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Organization, Cilt 46, No 2, Bahar 1992, s. 391-425.
5 David A. Baldwin, a.g.e., 1997, s.9.
6 Barry Buzan, People, States, and Fear: The National Security Problem in International Relations, Brighton, 1983. Richard H. Ullman, “Redefi ning Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153.
7 Pınar Bilgin, “Güvenlik Çalışmalarında Yeni Açılımlar: Yeni Güvenlik Çalışmaları”, Sarem Stratejik Araştırmalar Dergisi, Yıl 8, Sayı 14, Ocak 2010, Ankara, s. 73.
8 Richard Ullman, “Redefining Security”, International Security, Cilt 8, No 1, 1983, s. 129–153. Jessica Tuchman Mathews, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2, 1989, s. 162–177. Norman Myers, “Environment and Security”, Foreign Policy, Cilt 74, Bahar 1989, s. 23–41.
9 Lester R. Brown, “Redefining National Security”, Worldwatch Paper, 14, Ekim 1977.
10 Thomas Homer-Dixon, “On the Threshold: Environmental Changes as Causes of Acute Conflict”, International Security, Cilt: 16:2, 1991, s.76–116.
11 Richard H. Ullman, Redefining Security, International Security, Vol 8, No:1, 1983, s. 123.
12 A.e, s. 133.
13 Norman Myers, “Environment and Security”, Foreign Policy, No:74, 1989, s.23-24.
14 Jessica Tuchman Mathews, “Redefining Security”, Foreign Affairs, Cilt 68, No 2, 1989, s. 162–177.
15 Walt, a.g.m., s. 213
16 Daha detaylı bilgi için bknz: Robert H. Dorff, “A Commentary on Security Studies for the 1990s as a
Model Core Curriculum”, International Studies Notes, Cilt 19, No 3, 1994.
17 “Bir İnsan Hakkı Olarak Çevre Hakkı ve Uygulaması”,
http://www.basbakanlik.gov.tr/yayinlar/insanhaklari/insanhak4.htm, (08.10.2005).
18 Gareth Porter, Janet Welsh Brown, Global Environmental Politics, 
     San Fransisco, Westview Press Inc.,1991, s.128,133.
19 Gülgün Tuna, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler,      Nobel Yayın, 2001, Ankara,s. 141.
20 Faruk Sönmezoğlu, Özgün Erler Bayır, “Çevre Sorunlarına İlişkin Uluslararası      Rejimler”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No:47. (Ekim 2012), s.249.
21 Yasemin Kaya, Sezin Kaya, “Uluslararası Çevre Rejimlerinde Etkinlik 
    Sorunu”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 8, Sayı 30 (Yaz 2011), s.126.
22 Gülgün Tuna, Yeni Güvenlik Küresel Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler,      Nobel Yayın, 2001, Ankara, s.131-132.
23 Hasan H. Cali, “Çevresel Güvenliğin Sınıraşan Boyutları”, Yerelden Küresele        Sınıraşan Suçlar, Polis Akademisi Yayınları, Ankara, 2010, s.250.
24 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.249.
25 Kaya, Kaya, a.g.m., s.128.
26 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.281.
27 Tuna, a.g.e., s. 132-133.
28 Sönmezoğlu, Erler Bayır, a.g.m., s.282.


***

1 Kasım 2017 Çarşamba

Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği

  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü  
Suriye Krizi İzleme Merkezi
03 Eylül 2013 Salı

Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği
Sezgin Mercan


Suriye iç savaşı gerek ulusal, gerek bölgesel gerekse de uluslararası düzeylerde etkiler yaratan niteliği ile varlığını korumaya devam ediyor. Savaşın etkileri 
Avrupa ülkelerinden de yakından hissediliyor. Çünkü Suriye iç savaşı Avrupa ülkelerinin hem kendi aralarında, hem ABD ile olan ilişkilerini tartıştırttığı 
gibi, bir de dış politikalarını ve uluslararası alandaki konumlarını da tartıştırtıyor. Aslında şimdi, Arap Baharı sürecinin İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi önde gelen Avrupa ülkelerinin dış politikalarında etkinlik güdüsü ile yarattığı birikim, Suriye iç savaşında ortaya çıkıyor. Bu noktada ilginç olan husus ise, bu birikimin, Suriye’deki son gelişmeler üzerine bu ülkeye yönelik olarak askeri güç unsurlarının ya hiç kullanılmaması ya da kullanımının sınırlanması şeklinde ortaya çıkıyor oluşundadır. Bir başka deyişle, birikim, ilgili aktörleri ya diplomatik girişimlere ya istihbarat çalışmalarına ya da Suriye’deki muhalif hareketin desteklenip güçlendirilmesine yönlendirmektedir.   



Arap Baharı sürecinin Avrupa ülkelerinde yarattığı birikim çeşitli aşamaların bir sonucu olmuştur. Bu aşamalardan biri Suriye iç savaşı ise diğeri de yakın 
geçmişte yaşanılan Libya krizidir. Birikimin askeri güç unsurlarının kullanılması yoluyla ortaya çıkması, daha önceden karşı karşıya kalınan bir durum olmuştur. Hatırlanacağı üzere, 2011’deki Libya krizinde İngiltere, Fransa ile ortak bir tutum takınarak birlikte hareket etmişti. Libya krizinin, İngiltere'nin güvenlik ve savunma meseleleri karşısında, ABD'ye endeksli geleneksel tutumunun değişim sürecine girdiğini gösterdiği dahi düşünülmüştü. İngiltere ile Fransa arasındaki işbirliği de ABD’nin o dönemde geri planda kalmasının sonucunda pekişmişti. İngiltere’nin o dönemde Libya üzerinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesini isterken ABD'ye danışmadığını bilmekteyiz. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden, ABD'nin tutumunun ne olacağını görmeden askeri 
müdahale yanında, uçuşa yasak bölge ilanı konusunda ikinci bir kararın çıkarılmasına çalıştığını da hatırlıyoruz.

İngiltere ile Fransa arasındaki bu işbirliği örneği, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ve İngiltere Başbakanı David Cameron'ın 
ülkelerinin dış politikalarını pragmatizm eksenine kaydırmasının bir göstergesi olmuştu. Fransa ve İngiltere'nin o dönemdeki stratejik yakınlaşması belli 
pragmatik gerekçelere dayanmıştı. O dönemde Fransa ve İngiltere’nin Libya'da Shell, BP, Eni ve Total'in sözleşmelerinin devamı için ayrıcalık kazandığı 
gündeme gelmişti. Bu işbirliği ve yakınlaşmanın bir hukuki temeli de vardı elbette. O da 2 Kasım 2010 tarihli Savunma İşbirliği Anlaşması[1] idi. Savunma 
İşbirliği Anlaşması, Avrupa’nın en büyük iki savunma bütçesine sahip İngiltere ile Fransa arasında, NATO ve Avrupa Savunması faaliyetlerini destekleyecek 
şekilde, nükleer güç unsurları üzerinde dayanışmayı, askeri işbirliğini ve uluslararası krizlere stratejik ortaklık temelinde birlikte müdahale edileceğini 
öngören bir anlaşma statüsündedir. Libya'daki askeri operasyonda da iki ülke bu anlaşmaya dayanarak birlikte hareket etmiştir. Son üç yıllık dönemde, 
uluslararası krizlere askeri müdahale söz konusu olduğunda Avrupa’dan İngiltere ve Fransa’nın öne çıkmasının sebebi de aslında budur.

Şimdi aynı öne çıkış, yine İngiltere ile Fransa arasındaki savunma işbirliğine dayalı refleksle gerçekleştirilmiştir. Fakat bugün, Arap Baharı süreci 
kapsamında Libya örneğinden sonra gelinen nokta itibariyle, Suriye'de Esad sonrasında ne olacağı sorusu, Avrupa ülkelerini, Suriye’de iç savaşın başladığın 
günden bu yana oldukça düşündürmektedir. Bunu, Suriye'deki olayların başlangıcından itibaren geçen süre zarfında İngiltere, Fransa ve Almanya'nın 
tutum ve girişimlerinden anlamak mümkündür. Başlarda, Avrupa ülkelerinin Esad hükümetinin yıkılmasının ardından Suriye'deki kimyasal ve biyolojik silahların ve tesislerinin kontrolünü sağlamak için askeri bir kara gücü oluşturmanın planlamasını yaptığı haberleri basına yansımıştı. Fakat önde gelen Avrupa ülkelerinin Suriye'ye askeri güç gönderme konusunda temkinli oldukları da görülmüştü. İngiltere, Fransa, ve Almanya dışındaki çoğu AB ülkesi Suriye’de 
askeri koruma gücünün oluşturmasına karşı çıkmıştı. Suriye krizinde ülkedeki Esad muhalefetinin örgütlenmesi, kurumsallaşması ve insani durumun 
iyileştirilmesi üzerine odaklanılmıştı. Bunu desteklemek içinde istihbarat faaliyetleri artırılmıştı. Böylece de ABD, İngiltere, Fransa, Almanya arasında 
Suriye'deki koşullarla ilgili istihbarat paylaşımı yapılmıştır. Almanya'nın dış istihbarat servisi olan BND'nin Başkanı Gerhard Schindler’in, dış istihbarat 
servisi olarak Suriye ve Afganistan'a odaklanacaklarını açıklaması bunun bir örneği olmuştur. İngiliz istihbaratının da Suriye'yi ağırlıklı olarak Güney 
Kıbrıs'tan izlediği, aldığı bilgileri ABD ve Türkiye'ye verdiği, bu bilgilerin Özgür Suriye Ordusu'na ulaştırılmasını da onayladığı haberleri yerli ve yabancı 
basında yer almıştır.

Suriye’de Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığı iddialarıyla gündeme gelen askeri müdahale konusu, Batı kanadından özellikle ABD, İngiltere, Fransa, 
Almanya ve İtalya’nın gündemini kurumsal açıdan üst düzeylerde oldukça meşgul etmiştir. Aynı zamanda konu, kamuoylarının da gündemine yoğun şekilde yansımıştır. Bu ülkelerde, Suriye’ye askeri müdahalenin desteklenip desteklenmediğini ölçen çeşitli kamuoyu yoklamaları yapılmaya başlanmıştır. 
Hükümetler ya tartışmanın başında askeri müdahaleye karşı çıkmış, ya da konunun ‘dinlendirmeye bırakma’ diyebileceğimiz türde bir tutumla parlamentolara taşınmasına zemin hazırlamıştır. Yani hükümet başkanları inisiyatif kullanarak operasyon kararı vermemişlerdir. Hatta İngiltere’de olduğu gibi hükümetler, Batı ittifakında, ülkenin uluslararası konumunda ve kendilerine muhalif partiler karşısında zora düşme pahasına koşullar netleşmeden askeri operasyon düzenlememeyi tercih etmiştir.

İngiliz Hükümeti, İngiliz Parlamentosu’nun Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı kesinleşmeden İngiltere’nin bir askeri operasyona dahil olması teklifini 
reddeden oylamasının gereğini yapmıştır. Son durum itibariyle, İngiltere şu sonuçlarla karşı karşıya kalmıştır: 

1- İngiltere'nin Suriye’ye yönelik bir askeri operasyona katılma olasılığı düşmüştür. 
2- Atlantik ittifakının önemli bir ayağını oluşturan askeri işbirliği artık mutlak olmaktan çıkmıştır. 
3- İngiltere'nin uluslararası askeri krizlere yaklaşımında 'Almanya soğukkanlılığı' sergileyebilecek olduğu görülmüştür. 
4- Uluslararası müdahalelerde halk iradesinin kararlara daha fazla yansıtılıp dikkate alınacak olduğu su yüzüne çıkmıştır. 
5- Hükümetlerin uluslararası müdahalelerde çok maliyet ile az maliyet arasında denge kurmaya daha fazla özen göstermeye başladığı anlaşılmıştır.

Almanya, Suriye’de ya da başka bir ülkede kimyasal silah kullanımının kabul edilemeyeceğini, böyle bir kullanım olduğunda buna müdahale edilmesi gerektiğini savunmuş, ancak aktif bir askeri müdahaleye katılım konusunda gönüllü olmamıştır. Hele de genel seçimlere haftalar kala, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in, kamuoylarında tartışmalı olan askeri müdahaleye destek kararı vermesi çok da gerçekçi bir beklenti olmayacaktır. Bunu yaptığı takdirde Merkel, Sosyal Demokratların eline hükümeti seçim öncesi zora sokacak büyük bir koz vereceğinin farkındadır. Almanya, aslında Suriye iç savaşına müdahil olma konusunu parlamenter zeminde İngiltere ve Fransa’dan önce tartışmıştı. Muhalefet partileri konumundaki Yeşiller Partisi ve Sol Parti Merkel Hükümetinin 
parlamentoya danışmadan ya da bilgi vermeden Suriye meselesiyle ilgili olarak Almanya'yı olası bir çatışma ve ya savaş içine sokabileceğinden kaygı 
duyduklarını ve Türkiye'deki Alman ajanlarının Akdeniz'de konuşlanıp Özgür Suriye Ordusu'na aktarılmak üzerine bilgi topladığı düşünülen Alman deniz 
kuvvetlerine ait askeri geminin varlığı gündeme taşımışlardı. Bu durum karşısında Almanya Savunma Bakanlığı bir açıklama yapmış ve geminin Doğu 
Akdeniz'de bilgi toplamak amacıyla tutulması şeklinde bir uygulamanın uzun süreden beri var olduğuna işaret etmişti. Yani Alman hükümeti üzerinde 
parlamenter baskı daha önceden oluşmuştu.

Fransa ise bu açıdan günümüze kadar daha rahat bir süreç geçirmiş, Suriye ile ilgili bir tampon bölgenin oluşturulması ve sınırlı bir uçuşa yasak bölge ilan 
edilmesi, dolayısıyla da askeri müdahalenin gerçekleştirilebileceği fikrini dahi benimseyebilmişti. Sarkozy dönemi ile birlikte Fransa’nın uluslararası alanda 
aktif, etkin, müdahaleci ve ABD müttefiki bir konuma geldiği gözlenmiştir. 

Hollande’ın cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Fransa’nın Orta Doğu genelinde ve Suriye, Lübnan, Libya özelinde liderlik işlevi yürütme çabasının devam ettiği 
görülmüştür. 2007’den itibaren giderek artan ABD-Fransa yakınlaşması, Suriye krizinin ittirmesiyle güvenlik zemininde daha da artmıştır. Hatta son 
gelişmelerde de görüldüğü üzere Fransa, Suriye’ye askeri operasyon konusunda ABD’den dahi daha fevri karar alabilecek bir ülke konumuna düşmüştür. ABD ve 
İngiltere’de yaşanan parlamento süreçleri Fransa’yı frenlemiş ve Fransız Parlamentosu’nun da Suriye konusunda görüş bildirecek olması gündeme gelmiştir. 

Hollande dönemi ile Fransa’nın ABD’nin sağ kolu olma yolunda ilerlediği yönündeki tespitimiz[2] Suriye krizi ile test edilmeye devam etmektedir. 

Fransa’nın Suriye’ye yönelik askeri operasyonu aktif olarak destekleyeceğini açıklaması ve askeri hazırlığını yapması gibi son gelişmeler de bu varsayımı 
desteklemektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, İngiltere ‘Almanya’laşırken Fransa adeta ‘İngiltere’leşmiştir. Fransa’nın karşı karşıya kaldığı tabloda, 
Hollande’ın operasyonda aktif yer alma kararı ile ABD ve İngiltere’nin mevcut tutumları arasındaki ikilemin olduğu göz ardı edilmemelidir. Demokrasinin beşiği 
olarak tanımlanan Fransa’da hükümetin Fransız Parlamentosu’nu ülkedeki yarı başkanlık sisteminin de etkisiyle dikkate almaz tutumu, başkanlık sistemi ile 
yönetilen ABD’de Kongre kararının beklendiği şartlar altında bir başka ikileme işaret etmiştir. Mevcut koşullarda Fransa’nın Suriye’ye yönelik sınırlı bir 
askeri operasyonda ABD’ye aktif askeri destek sağlamaya en istekli Avrupa ülkesi olduğu açıktır.    

İtalya ise, zaten Suriye’de kimyasal silah kullanılması tartışmaları gündeme geldiğinde beri olası bir askeri operasyona karşı olduğunu, bunun ancak 
Birleşmiş Milletler zemininde, onun kararıyla olabileceğini ve aksini desteklemeyeceğini açıklamıştır. İtalya’nın duruşu, Esad’ın uluslararası 
mahkemece yargılanmasının sağlanması yönündedir. Tüm bu hususlardan anlaşılabileceği üzere, Suriye’ye askeri müdahale konusu uluslararası hukuka 
uygunluk ve meşruiyet sorunu ile karşı karşıyadır. Uluslararası hukuk koşullarının sağlanamadığı noktada meşruluk arayışları devreye girmektedir. 
Askeri operasyon için sağlanan meşruiyet operasyonun da sınırlarını belirlemektedir.

Son olarak dikkat çekmek gerekirse, Avrupa’da, her ne kadar yukarıda bahsedilen birikim askeri müdahale seçeneğini tartıştırmış ve ülkelerde farklı karar süreçleri işlemiş olsa da, gelinen son nokta itibariyle, ki bu da askeri müdahalenin sınırlı olmasıdır, Suriye’ye müdahalenin niteliği tartışılırken 
ortak bir noktaya gelinmiştir. İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Suriye konusunda geldiği son ortaklık noktası, 2003’teki Irak müdahalesinde dış politika 
ortaklığı açısından büyük bir ayrışma yaşayan AB’nin, Suriye krizinde ortak bir dış politika tutumu sergileyebilmesine de yansıma potansiyeli taşımaktadır.

[1] Bkz. https://www.gov.uk/government/news/uk-france-defence-co-operation-treaty-announced--2


[2] Bkz. http://www.21yyte.org/arastirma/fransa/2012/05/31/6621/fransa-abdnin-sag-kolu-mu-oluyor


Uzman Hakkında
Sezgin Mercan

Avrupa Birliği Araştırmaları Merkezi
mercan.sezgin@gmail.com
Takip et: @https://twitter.com/sezginmercan

Avrupa’da siyasi, ekonomik, sosyal ve askeri bütünleşme; 
Bütünleşme kuramları; AB ortak dış, güvenlik ve savunma politikası; 
AB Genişlemesi; AB’nin küresel ve bölgesel politikaları

Uzmanın Diğer Yazıları

  Mültecilerin ‘Refah’ Arayışları: Gelecek Avrupa’da mı? 
  Türkiye-Almanya İlişkileri Ne Anlatmak İstiyor? 
  Avrupa’nın ‘Propaganda Savaşları’nda Suriye Sınavı 
  Sezgin Mercan, 23.10.2013 Çarşamba günü saat 09.20'de KANAL B'de Türkiye-AB 
  ilişkilerini 2013 İlerleme Raporu üzerinden değerlendirecek. 
  Suriye’de Sınırlanan Avrupa Savunma İşbirliği 
  Avrupa’dan ‘Gezi Parkı’na Ulaşan Mesajları Doğru Anlamak 
  ‘Barış ve Ortak Kader Proje’liğinden ‘Hasta Adam’lığa AB 
  Yeniden Gümrük Birliği Meselesi 
  Türkiye-AB İlişkilerine İngiltere Modeli 
  AB’nin 2012’den 2013’e Uzanan Dış Politika Gündemi 
  Avrupa Bütünleşmesinin Sistem Sorunu Nedir? 
  Avrupa Birliği Suriye’de Ne Kaybediyor? 
  AB Sosyal Modelinde Hegemonya ve Vatandaş İlişkisi 
  Türkiye-AB İlişkilerinde Ne Olması Bekleniyor? 
  Türk Uçağının Düşürülmesi Avrupa’da Neyi Tetikleyecek? 
  AB-Rusya İlişkilerinde Üçüncü Devre 
  Fransa ABD’nin Sağ Kolu mu Oluyor? 
  Fransa'da Solun Hollande Alternatifi 
  Avrupa Birliği'nin Kafkasya'daki Varlığı 
  Avrupa Birliği'ni Düşündüren 'Bahar' 
  Birleşik Krallık'ta İskoçya'nın Bağımsızlığı Sorunu 
  Suriye Meselesi Fransa için Yeni Fırsat Alanı mı? 
  AB'nin İnkar Yasası Karşısındaki Suskunluğu 
  Avrupa'da Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak 
  Negatif Müzakere Sürecinden Pozitif Gündeme 
  Türkiye-Fransa-AB Ekseninde Ermeni Soykırımı İddialarını İnkar Yasası Meselesi 


Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | 
Elektronik Posta: bilgi@21yyte.org 


***

5 Mart 2017 Pazar

SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: 1992-2010., BÖLÜM 1



SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ: 1992-2010., BÖLÜM 1 



Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY.* 
*İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi. 



Özet: 

Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerini İmparatorluk ve SSCB dönemi ilişkilerinden ayıran en önemli faktör günümüzde iki ülke halkları arasında artan doğrudan temaslardır. Hem Türkiye hem Rusya dinamik bir siyasal ve ekonomik dönüşüm sürecinden geçmektedir. İlişkilerin gelişmesinde ekonomik ilişkilerin yanı sıra, günümüzde her iki ülkenin dış politikalarında genel çerçevede benzer yaklaşımların oluşması ve yükselen politik diyalog etkilidir. İki ülke arasındaki ilişkiler henüz stratejik ortaklık seviyesine çıkamasa da enerji, ticaret gibi alanlarda stratejik boyuta ulaşmıştır. Türk-Rus ilişkilerinin genel yapısı işbirliği ve rekabetin önümüzdeki yıllarda da devam edeceğinin işaretlerini taşımaktadır. İki ülke de aralarındaki yüzlerce yıllık jeopolitik mücadeleyi jeoekonomik işbirliğine çevirmeye çalışmaktadırlar. 

Anahtar kelimeler: Türk-Rus İlişkileri, İşbirliği, Rekabet, Stratejik Ortaklık, Politik diyalog 

Küresel ve bölgesel barışın tesisi ve korunması açısından, tarihi, etnik ve kültürel bağlar ile coğrafik konumlarından dolayı Türkiye ve Rusya, bulundukları bölgede 
istikrar ve işbirliği açısından çok önemli bir yer işgal etmektedirler. Türkiye ve Rusya, sahip oldukları ekonomik, politik, tarihi ve kültürel ağırlıklarıyla karşılıklı 
ilişkilerinin 500 yılı aşkın geçmişinde hem birbirlerini, hem de ilişkide oldukları ülke ve halkları etkilemişlerdir. Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler günümüzde 
ulaştığı bu seviyeye birçok değişik merhalelerden geçerek, inişli-çıkışlı bir seyir izleyerek ulaşmıştır. Dönemsel çatışma ve işbirliği süreçlerinin sarmaladığı bu 
tarihi geçmiş ülkelerin toplumsal hafızalarında köklü izler bırakmıştır. 

İmparatorluk döneminde birbirlerini rakip olarak gören bu iki büyük ülke defalarca karşı karşıya gelmişlerdir. Ancak, imparatorluk dönemi sadece savaşlara değil zaman zaman kısa süreli de olsa işbirliği ve ittifak dönemlerine de Şahit olmuştur. 1798, 1805 ve 1833 yıllarında yapılan işbirliği ve ittifaklar buna örnektir. 
İmparatorluk çağlarının bitmesinden hemen sonra 1920.ler ve 1930.larda olumlu bir ilişki grafiği çizmelerine rağmen Soğuk Savaşın başlamasıyla birlikte yeniden kendilerini farklı kulvarlarda bulmuşlardır. Soğuk Savaş.ın sınırlayıcı atmosferinde bile iki komşu ülke, ilişkilerde yaşadıkları inişli-çıkışlı rota sebebiyle azami dikkat göstererek azami fayda sağlamaya da uğraş göstermişlerdir. 

Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikada meydana gelen köklü değişmeler, Türk-Rus ilişkilerinde tabuların yıkılmasında ve sınırların ortadan kalkmasında en önemli faktör olarak karşımızda durmaktadır. Söz konusu köklü değişmeler iki ülke ve iki halk arasındaki ilişkilerin geniş çaplı ve derinlemesine ele alınmasını gerektiren yeni bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler 1990.lı yıllardan itibaren gerçek anlamda dinamizm kazanmıştır. Soğuk Savaş.ın bitmesi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği.nin (SSCB) dağılmasından sonra Türkiye ve Rusya, ikili ilişkilerini oluşmakta olan koşullara göre yeniden Şekillendirmeye başlamışlardır. 

Soğuk Savaş atmosferinden çıkan iki yakın komşu ülke açısından yeni dönem oldukça ümit vaat edici olarak başladı. İlk yıllarda hızlı bir Şekilde başlayan 
yakınlaşma süreci hem Türkiye.den hem de Rusyadan kaynaklanan bazı sebeplerden dolayı istenildiği seviyeye ulaşamamıştır. Türkiye.nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile geliştirdiği “büyük abi” ya da “model ülke” rolü ister istemez eski Sovyet coğrafyasını ve özellikle Orta Asya.yı arka bahçesi olarak gören Rusya.nın tepkisini çekmiştir. Bu yıllarda Çeçen ve Kürt sorununa yaklaşımda yaşanan farklılıklar iki ülke arasındaki ilişkilerde hissedilir bir gerginliğe yol açmıştır. Bu yüzdendir ki kimi zaman ilişkilerin Soğuk Savaş döneminden çıkıp Soğuk Barış dönemine girdiği ifade edilmiştir. 

1990.lı yıllar iki ülke arasındaki ilişkilerin en sorunlu olduğu yıllar olarak karşımıza çıkmaktadır. İki ülke arasındaki gerek ticari-ekonomik ilişkilerin gerekse politik ilişkilerin seyri bu dönem içerisinde apayrı bir yön izlemiştir. İşbirliği ve rekabetin içi içe geçtiği bu dönemin en önemli kalemini ekonomik ilişkiler oluşturmaktadır. 1991.den itibaren sürekli gelişme gösteren ticari-ekonomik işbirliği ikili ilişkilerin gelişmesinde adeta lokomotif rolü oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir. Bu yıllarda politik ilişkiler her zaman ekonomik ilişkilerin gölgesinde kalmış ve hiçbir zaman ekonomik ilişkiler seviyesine çıkamamıştır. 
Ancak, 2000.li yıllara girildiğinde iki ülke arasındaki politik ilişkilerde hızlı bir gelişme yaşandığını görmekteyiz. SSCB.nin dağılmasından itibaren geçen 20 yıllık sürede ekonomik ilişkilerin aldığı hızlı ivme bir süre sonra siyasi ilişkilere de etki etmiştir. Bunun en bariz göstergesi hızla artan ticaret hacmi ve iki ülke liderleri arasında gerçekleşen birçok üst düzey ziyarettir. Yakın zamanda vizelerin kaldırılması ve nükleer alanda işbirliğine dair atılan karşılıklı imzalar bu 
gelişmenin en bariz göstergeleridir. İki ülke ilişkileri Soğuk Savaş sonrası geçen 20 yılda “yakın komşuluk”, “işbirliği”, “genişletilmiş ortaklık”, “çok boyutlu 
ortaklık”, “derinleştirilmiş ortaklık” ve son olarak “stratejik ortaklık” Şeklinde farklı tanımlamalarla isimlendirildi. Günümüzde stratejik ortaklık konusu artık üst düzeyde gerçekleştirilen resmi ziyaretlerle birlikte daha sık dile getirilir olmuştur. Önceleri sadece bir temenni olarak iki ülke diplomatları ve politikacıları tarafından dile getirilen ilişkilerde “stratejik ortaklık” boyutu artık daha yüksek sesle ve daha geniş çevrelerce dile getirilmektedir. 

Geçen yıllar içerisinde Türkiye ve Rusya ekonomik ilişkilerinde yakaladıkları ivmeyi politik ilişkilere yansıtmayı tam olarak başarabilmişler midir? Son yıllarda 
ilişkilerde gözlemlenen yakınlaşmanın arka planında yatan ekonomik ve politik sebepler nelerdir? Türkiye ve Rusya ilişkileri stratejik ortaklık yoluna mı girdi 
yoksa gerçekten de stratejik ortaklık seviyesine mi ulaştı? Bu makalede, tüm bu ve buna benzer soruların cevabını verebilmek ve Türkiye-Rusya ilişkilerinin 
günümüzde gelmiş olduğu seviyeyi ortaya koyabilmek için Soğuk Savaş sonrası kurulan ilişkilerin yapısının gözden geçirilmesi ve ayrıntılı analizi amaçlan maktadır. Bütün bu noktalardan hareketle iki ülke arasındaki ilişkilerin analizi sadece siyasi ilişkilerin incelenmesinden ibaret dar anlamıyla değil; ekonomik ve kültürel ilişkilerin de beraberinde, birbiriyle ilintilendirilerek tahlil edildiği geniş bir çerçevede yapılacaktır. 


1. İKİLİ İLİŞKİLERDE ÜÇ FARKLI DÖNEM, 


Soğuk Savaş sonrası Türk-Rus ilişkilerini 1990 lı ve 2000 li yıllar olarak ya da ekonomik ve politik ilişkiler bağlamında inceleyebileceğimiz gibi, önemli 
dönemeçlerin yaşandığı tarihsel sürece bakarak üç farklı dönemde incelemek de mümkündür.1 

Birinci dönem 1992-1999 arasındaki ilk yıllardır. Bu dönemde yükselen ekonomik ilişki grafiğinin bütün zorlamalarına rağmen her iki ülke de enerji, etnik, bölgesel gibi birçok alanda rekabeti öne çıkararak bu dönemi yeterince değerlendirememişlerdir. Bu yüzden politik anlamda birinci dönem Türk-Rus 
ilişkilerinin kayıp yıllarıdır diyebiliriz. Kayıp olarak tabir ettiğimiz birinci dönemi bitiren 1999 yılının Aralık ayında Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit in Moskovaya 
gerçekleştirdiği ziyaretti. Bu ziyaretle Türkiye, Çeçenistan konusunun Rusyanın iç işi olduğunu açıkça ilan ederek 1990 lı yıllarda ilişkilerde kriz çıkartan etnik 
kartların artık masadan kaldırılması gerektiğini belirterek bir anlamda birinci dönemi kapatan adımı atmıştı. 

İkinci dönem, 2000-2008 arası yılları kapsar. Bu yıllar, her iki ülkenin yürüttükleri rekabetin ilişkiler bütününe verdiği zararı ve rekor düzeyde yükselen ekonomik ilişkilerin ortaya koyduğu faydayı göz önüne alarak, buradan çıkardıkları derslerle aralarındaki güven ilişkisini güçlendirme yönünde arayış 
içerisine girdikleri yıllardır. Bu yüzden politik anlamda ikinci dönem Türk-Rus ilişkilerinin arayış yıllarıdır diyebiliriz. İkinci döneme baktığımızda da yine 
inisiyatif alan tarafın Türkiye olduğunu görmekteyiz. 2002 yılında iktidara gelen AKP yönetiminin parti programında Türkiye “Rusya Federasyonu ile Orta Asya 
ve Kafkasya’da rekabete değil işbirliğine dayanan dostça ilişkiler sürdürecektir” şeklindeki yaklaşımı bunun işaretlerini veriyordu.2 

Üçüncü dönemi 2008 sonrası yıllar olarak değerlendirebiliriz. ilk iki dönemin periyodundan hareketle önümüzdeki 7-8 yıllık periyodun Türk-Rus ilişkilerinde 
çok önemli rol oynayacağı öngörüsünü yapabiliriz. Önümüzdeki dönem iki ülke ilişkilerinde kayıp yılların arkada kaldığı ve arayışın bittiği işbirliği yılları olma 
potansiyeli taşımaktadır. 

2. EKONOMİK İLİŞKİLER 

Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkileri ekonomik ilişkiler ve politik ilişkiler olmak üzere iki boyuttan bakarak değerlendirmek gelenekselleşmiştir. Ekonomik 
ilişkilerin politik ilişkilerin lokomotifi rolünü oynadığı ve ilişkilerde adeta katalizör görevi gördüğü Türkiye-Rusya ilişkilerine ilgi duyan herkesin dile getirdiği bir gerçektir. Rusya ve Türkiye ekonomilerinin birbirini tamamlayıcı özellik taşıması Türkiye.nin Rusya ile olan ilişkilerine diğer ülkelerle olan ilişkilerinden farklı nitelik kazandırmaktadır. Türkiye Rusya.dan enerji ham maddesi ve diğer işlenmemiş ürünler ithal etmekte, bu ülkeye yaptığı ihracatta ise hazır mallar üstünlük teşkil etmektedir. 

Türk-Rus ticari ilişkilerinde Türkiye açısından geleneksel hale gelmiş bir dengesizlik söz konusudur. Türkiye.nin Rusya.dan yaptığı ithalat bu ülkeye 
yaptığı ihracatından oldukça fazladır. Bu da Türkiye aleyhine gittikçe artan bir ticaret açığı ortaya çıkarmaktadır. Türkiye nin artan ihtiyacı dolayısıyla Rusya dan aldığı enerji kaynaklarındaki fiyat artışının devam etmesi ithalatını büyütmekte ama ihracatı aynı oranda büyümemektedir. Rusya tarafından ise, bavul ticareti, turizm gelirleri, inşaat şirketlerinin gelirleri ve Türk şirketlerinin ağırlıkta olduğu taşımacılık sektörü gelirlerinin de eklenmesiyle aslında dengesizliğin Rusya aleyhine olduğu, Türkiyenin bu konuda açık üstünlüğe sahip olduğu belirtilmektedir.3 

İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2008 yılı verilerine göre 38 milyar dolar seviyesine ulaşarak rekor kırdı. Bu rakamın, bazı sorunların da çözülmesiyle çok 
daha ileri düzeye, 100 milyar dolara çıkarılması planlanıyor.4 Rusya Devlet Başkanı Medvedev.in 11-13 Mayıs 2010 tarihinde Ankara.ya gerçekleştirdiği 
ziyaret çerçevesinde Türk tarafının dile getirdiği ticaret hacminin 100 milyar dolara çıkarılması isteği mümkün olmakla birlikte yakın vadede zor 
gözükmektedir. Ayrıca, mevcut ticari koşullar varlığını koruduğu müddetçe ticaret hacmi 100 milyar dolara çıkarılsa bile bu durumda Türkiye ihracat seviyesini 15-20 milyar dolara taşırken Rusya 80-85 milyar dolarlık bir ithalat düzeyine ulaşacaktır.5 Ankaranın bu açığı kapatması için Moskova nezdinde Türk iş adamlarına yönelik özel düzenlemeler yapılması; yatırım imkânları ve koşullarının hukuki çerçevede kolaylaştırılması, gümrüklerde mal fiyatlandırılması, bekletme gibi sorunların açığa kavuşturulması adına girişimlerde bulunması gerekmektedir.6 


2008 yılı itibariyle Türkiye.nin Rusya.ya olan ihracatı 6,4 milyar dolar, Rusya dan yaptığı ithalatı 31,3 milyar dolar olarak gerçekleşti. Küresel ekonomik krizin ve gümrüklerde yaşanan sorunun etkisiyle ticaret hacmi 2009 yılında 22 milyar dolara kadar gerilese de 1992 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacminin 
sadece 1,4 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında gelinen seviye iki ülke için de büyük başarı. Her ne kadar artık önemini kaybetse de, bavul ticareti yoluyla 
Türkiye.nin 1992-2005 yılları arasında elde ettiği gelirin 60-70 milyar doları bulduğu belirtilmektedir.7 Turizm de iki ülke ekonomik ilişkilerinde önemli yer 
tutuyor. 2009 yılında yaklaşık 3 milyon Rusya vatandaşı turist olarak Türkiye.yi ziyaret etti.8 Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedevin 12 Mayıs 2010 tarihinde Ankaraya gerçekleştirdiği ziyarette vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması yönünde anlaşmaya varılması iki ülke arasındaki turizm ilişkilerini ileriki yıllarda 
daha da arttıracaktır. 

Günümüzde her iki ülke de birbirlerinin önemli ticari ortakları haline geldiler. Rusya.daki Türk yatırımları geçen yıllarda artmaya devam ediyor. Binlerce Türk 
işçisine istihdam olanağı da sunan Türk inşaat sektörünün Rusya pazarında yüklendiği işlerin toplamı 20 milyar doları buldu.9 Rusya açısından da Türkiye 
önemli bir ticari ortak haline geldi. Rusya.daki Türk yatırımları kadar büyük olmasa da Türkiyede de hatırı sayılır derece de Rus yatırımları var. Özellikle 
ulaştırma ve enerji alanındaki ilişkiler buna örnek gösterilebilir. Rusya ve Türkiye arasındaki ticari-ekonomik işbirliğinin en perspektifli alanlarından biri de enerji 
sektörüdür. Rusya enerji kaynakları açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Türkiye ise Rusyaya komşu ülkeler arasında enerji talebinin hızla arttığı 
ülkelerin başında gelmektedir. Bu faktörler iki ülke arasında enerji konularıyla ilgili uzun dönemli işbirliğinin temelini oluşturmaktadır. 

İki ülke arasındaki enerji ilişkileri 1984.te imzalanan doğalgaz anlaşması ile başladı. Bu anlaşmayla inşasına başlanan doğalgaz boru hattı 1987 yılında 
tamamlandı ve Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan üzerinden Türkiye, Rus doğalgazını almaya başladı. 1997 yılında imzalanan Mavi Akım Anlaşması.nın 
Karadeniz.den geçirmeyi planladığı doğalgaz boru hattı 2005 yılında hayata geçti. “Mavi Akım Anlaşması” enerji alanında iki ülke arasında “Bakü-Tiflis-Ceyhan” petrol boru hattı konusunda yaşanan rekabetin yerine işbirliği yaklaşımının ortaya konulması açısından çok önemlidir. Mavi Akım bir anlamda daha sonraki yıllarda gittikçe artacak olan ikili ilişkilerin itici gücü olmuştur. Mavi Akımın hayata geçmesiyle Türkiye, Rusya.nın enerji alanındaki en büyük ortaklarından biri haline geldi. 

Türkiye.ye doğalgaz ihraç eden ülkeler sıralamasında Rusya geleneksel olarak ilk sırada bulunmaktadır. Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı Projesi aynı zamanda 
Rusya.nın Türk ekonomisine yaptığı en büyük yatırımdır. Rusya Şimdilerde Mavi Akım hattına paralel bir Mavi Akım-2 doğalgaz boru hattı daha teklif etmektedir. 
Türkiye kullandığı doğalgazın %63.ünü, petrolün ise %29.unu Rusya.dan satın alıyor.10 Enerji alanında işbirliğinin muhtemel kalemlerinden birisi de nükleer 
santral yapımı olacaktır. Enerji alanındaki yakın ilişkiler Türkiye.nin gittikçe Rusya.ya enerji alanında bağımlılığının arttığı eleştirilerini de doğurmaktadır. 
Ancak bu bağımlılığın tek taraflı olmadığını, arz-talep ilişkisi çerçevesinde Türkiye.nin Rusya.ya olduğu kadar, Rusya.nın da Türkiye.ye bağımlı olduğunu söyleyebiliriz. 

Enerji alanında bir başka önemli konu ise nükleer alanda işbirliğidir. Türkiye.nin 55 yıllık nükleer santral macerasında nükleer santral için 4 kez ihaleye 
çıkılmasına rağmen bunların hiçbiri sonuçlanmadı. Son olarak, Mersin Akkuyuda yapılması plânlanan nükleer santral ihalesini tek katılımcı olan JSC 
Atomstroyeksport-JSC, Inter Raoues ve Park Teknik.ten oluşan Rus-Türk şirketler grubunun kazandığı ihale hakkında Danıştay, Kasım 2009.da yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Rusya ile nükleer santral konusunda işbirliğinde ısrarlı olan Türkiye bunun üzerine devletler arası anlaşma yoluyla santralin yapımını Rusya.ya verme yoluna gitti. Türkiye ile Rusya arasında uzun süredir devam eden nükleer santral görüşmeleri Haziran 2010.da sonuçlandı. İki ülke hükümet leri arasında Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği Anlaşması” imzalandı. 

Rusya Devlet Başkanı Medvedev.in 12 Mayıs'ta gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinde sağlanan anlaşmaya göre nükleer santralin inşa ve işletim hakkı 
tamamı ile Rusya.ya ait olacak. Önümüzdeki dönemde Rusya çoğunluk hissesi kendisinde kalmak şartı ile ortak alabilecek. Rusya'nın toplam 4,8 GW 
kapasitesinde dört ayrı üniteden oluşacak nükleer santral için 20 milyar dolar yatırım yapması bekleniyor. ilk nükleer santral için Türkiye, en az 15 yıllık 
elektrik enerjisi alım garantisi vermektedir. 15 yıllık alım garantisine ilişkin dönemin sonunda Türkiye, santralda üretilecek her birim elektrikten elde edilecek net kârın %20.sine ortak olacak. Rusya.nın tüm finansını karşılayacağı nükleer santralde elektrik alım fiyatını Rusya 12,35 sente kadar düşürmüştür. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Nükleer enerjideki ilk yatırımımızı Rusya Federasyonu ile yapmamız manidardır, anlamlıdır” açıklamasını yapmıGtır.11 Nükleer işbirliğine ilişkin kanun Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Kasım 2010.da onaylanmıştır. Rusya parlamentosu alt kanadı Duma ilgili anlaşmayı Kasım 2010.da onayladı.12 

Ekonomik ilişkilerin hacim olarak az ama anlam olarak önemli bir kalemi de askeri-teknik alandaki ilişkilerdir.13 Rusya dünyanın önde gelen silah üreticisi ve ihracatçısı ülkelerinden birisidir. Rusya askeri alanda işbirliği yaptığı ülkelere stratejik ortak gözüyle bakmakta ve bu ülkelerle olan ilişkilerine ayrı bir önem 
vermektedir. Türkiye-Rusya arasındaki askeri-teknik alandaki işbirliği Soğuk Savaşın bitiminden ve SSCB.nin çöküşünden sonra yeniden başladı. Rusya ile 
askeri alanda teknik iGbirliği yapan ve silah alımı gerçekleştiren ilk NATO ülkesi Türkiye.dir. Türkiye.nin Rusya.dan askeri malzeme alması bazı NATO ülkelerinin 
tepkisini çekmiştir. ABD ve diğer Batılı ülkelerin bu konudaki baskıları ve lobi faaliyetleri de bu alandaki işbirliğinin artmasının önünde engel teşkil etmektedir. 
Ayrıca Türkiye.nin bir NATO ülkesi olması dolayısıyla uymak zorunda olduğu silah standardı ve tarafların karşılaştığı finanssal zorluklar da askeri alanda 
ilişkilerin gelişmesinin önündeki objektif engellerdir. Bu durum iki ülke arasındaki askeri ilişkilerin hacmini ve çeşitliliğini ister istemez sınırlandırmaktadır. 

Bütün zorluklara rağmen Rusya ve Türkiye askeri-teknik alanda işbirliğinin artırılması için aktif olarak yeni arayışlar içerisine girmişlerdir. Nisan 2008 de 
“ Rosoboroneksport ” adlı Rus şirketi Türk Silahlı Kuvvetleri.ne tanksavar sistemi ve füzelerin satışını öngören ihaleyi kazanmıştır. Rus Donanması Başkomutanı 
Amiral Vladimir Vısotski.nin 23 Haziran 2008 tarihindeki Türkiye ziyareti sırasında iki ülke arasındaki askerî ilişkilerin geliştirilmesinin önemi bir kez daha 
vurgulanmıştır. Rusya.dan yapılan silah alımları iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin karşılıklı uzlaşma temelinde geliştiğinin önemli göstergelerinden 
birisidir. 

Türkiye-Rusya ekonomik ilişkileri aynı zamanda Türkiye-AB ilişkileri ile birlikte değerlendirilmesi gereken bir konudur.14 Türkiye.nin AB üyeliği iki ülke 
ekonomik ilişkilerinin önünde engel değildir, aksine yeni açılımlar sağlayacak potansiyel taşımaktadır. Türkiye.nin AB ile Gümrük Birliği.nden kaynaklanan bir 
bağımlılığı bulunmaktadır ve AB.nin koyduğu bir takım kısıtlamalar, kotalar ve sınırlamalar ister istemez iki ülke arasındaki ilişkileri etkileyecektir. Türkiye.nin 
AB üyeliği durumunda, Türkiye-Rusya ticari-ekonomik ilişkilerinde ilk ve en çok etkilenecek sektörlerin başında turizm ve enerji sektörü gelmektedir. Nitekim 
Rusya Devlet Başkanı Putin, Türkiye.nin AB.ye katılması halinde ortaya çıkabilecek muhtemel problemler konusunda resmen uyarıda bulunmuştur.15 
Bu durumdan iki ülke arasındaki ticari-ekonomik ilişkilerin çok fazla etkilenip etkilenmemesi Türkiye.nin AB ile müzakere sürecindeki tavrına bağlıdır. 

20. yüzyılın sonuna doğru Rusya ve Türkiye ticari-ekonomik işbirliği alanında çok önemli tecrübeler edinmişlerdir. Karşılıklı ekonomik çıkarlar, Rusya.nın 
bilimsel-teknik potansiyeli ve Türkiye.nin piyasa ekonomisinin şekillendirilmesi alanında sahip olduğu zengin tecrübe bu sürece ivme kazandıran başlıca 
etkenlerdir. Komşu ülkeler olan Rusya ve Türkiye arasındaki ticaret hacminin zaman içinde gösterdiği artış, tarafları karşılıklı ekonomik çıkarlara dayalı 
işbirliğinin geliştirilmesi yönündeki girişimlerini yoğunlaştırmaya teşvik etmiştir. Her iki ülkenin de bu potansiyeli iki tarafın da çıkarlarına uygun şekilde 
kullanması ve bunu sağlayacak etkili önlemlerin alınması ilişkileri daha da geliştirecektir. gurası unutulmamalıdır ki, Türkiye-Rusya ekonomik ilişkileri 
politik olaylar karşısında çok hassastır. Bu yüzden iki ülke arasında siyasi dengelerin sağlam temele oturtulması ekonomik ilişkilerin düzenli gelişimine 
katkıda bulunacaktır. Türkiye ve Rusya ticari-ekonomik ilişkilerini artırarak ve çeşitlendirerek daha da geliştirmek suretiyle aralarındaki mevcut ve muhtemel 
politik sorunları daha kolay ve iki ülke açısından da uygun olan koşullarda çözebilme imkânına sahiptirler. 

3. POLİTİK İLİŞKİLER 

Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal 11-15 Mart 1991.de tarihleri arasında Moskova yı ziyaret etti. Böyle bir ziyaret, 1969.da Cumhurbaşkanı Cevdet 
Sunay.ın Moskova.yı ziyaretinden beri gerçekleşmemişti. Bu nedenle, Özalın Moskova gezisi özel bir önem taşımaktaydı. 12 Mart 1991 de Moskova.da T. Özal ve M. Gorbaçev, Türkiye ve SSCB arasında dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği antlaşması imzaladılar. Fakat Aralık 1991.de SSCB.nin yıkılması ile bu antlaşma 
geçerliliğini kaybetti. Rusya Federasyonu kurulduktan sonra iki ülke arasında karşılıklı diplomatik ziyaretler gerçekleştirildi. Türkiye.nin Rusya Federasyonunu 
tanımasının ardından 1992.de dönemin Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin bu ülkeye ilk resmî ziyareti gerçekleştirirken, bunu Rusya Dışişleri Bakanı Andrey 
Kozirev in Türkiye ziyareti izlemiştir. Türkiye Başbakanı Süleyman Demirel in 25-26 Mayıs 1992.deki Moskova ziyaretinde iki ülke arasında, 25 Mayıs 1992 
tarihli “Türkiye Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu Arasındaki İlişkilerin Esasları Hakkında Antlaşma” imzalandı. Bu antlaşma ile Türkiye ve Rusya Federasyonu 
arasındaki ilişki dönemi resmen başlamış oluyordu.16 

1991 yılında SSCB.nin çöküşü, Türkiye.nin dış politikasına haliyle güçlü bir canlandırıcı etkide bulundu. Varşova Paktının dağılmasından sonra Türkiye, tüm 
imkânlarını Kafkaslar ve Orta Asya.da ortaya çıkan diğer jeopolitik boşluğu doldurmak için seferber etti. 1991.den başlayarak Türkiye söz konusu bölgelerde etkinliğini artırmaya ve bölgesel bir güç olmaya çalışıyor, kendisini bu ülkeler için “model” olarak görerek onlar için “abi” rolü oynamak istedi. 1992-1993 yıllarında Türkiye ve iran.ın Orta Asya bölgesinde kıyasıya rekabet edecekleri öngörülmekteydi. Ancak gelişmeler burada bir rekabet söz konusu olacaksa bunun Türkiye ile iran arasında değil, Türkiye ile Rusya arasında olacağını gösterdi. 

Bölgede Rusya ve Türkiye.nin çıkarlarının çatışması ister istemez rekabet ortamını da hazırladı. 

Rusya 1993 yılı Kasım ayında “Ulusal Güvenlik Doktrini”ni yürürlüğe koydu. Bu doktrinde Rusya, “Yakın Çevre” olarak belirlediği Kafkaslar ve Orta Asya.yı 
stratejik çıkarları açısından kendisinin nüfuz alanı olarak ilan etmekteydi. 1993.ten itibaren Rusya ve Türkiye arasındaki rekabet belirgin bir hale geldi. 1995.ten itibaren Türkiye.nin daha gerçekçi, dengeli ve Rusya.yı gözardı etmeyen bir politika izlediğini görmekteyiz. 1995 yılından itibaren Türkiye, Rusya ile ticari-ekonomik ilişkilerini daha da arttırmaya ve politik ilişkilerini de düzene koymaya başladı. Bununla beraber, bu politika değişimi, Rusya ile ilişkilerde görülen sorunların ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. iki ülkenin yakınlaşması yolunda hâlâ belli engeller bulunmaktaydı. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin genel durumuna bakıldığında, iki ülkenin “Soğuk Savaş” ortamından “Soğuk Barış” ortamına geçtikleri söylenebilirdi. 

Moskova, 1992-1996 yılları arasında, yakın çevresindeki ülkelerle yoğun ilişkiler kurmak isteyen Türkiye.yi kendisine büyük bir tehdit olarak algılamıştır.17 
Kimi Rus uzmanlara göre, 1995.ten itibaren Rusya.da milliyetçi-yurtsever duygular ve güçlü devlet iktidarı yıllarına duyulan özlem arttı. Türkiye.de ise 
belirgin bir biçimde islami düşüncelerin etkisi arttı. Söz konusu bu eğilimler Rusya ve Türkiye.nin uluslararası alanda sıkı işbirliği yapma olanaklarını zayıflattı.18 Bu yüzden, 1990.lı yılların başlarındaki iki ülke arasındaki ilişkileri temkinli yakınlık olarak nitelememiz mümkündür. Bu yıllarda Avrasya coğrafyasında her iki ülke de birbirini rakip olarak görürken, diğer taraftan, hızla artan ekonomik ilişkiler her iki ülkeyi de işbirliği yapmaya zorlamaktaydı. 1990.lı yıllar her iki ülke için de işbirliği ve rekabet dengesini ayarlamakla geçti. Bu yüzdendir ki iki ülke 

1990 lı yıllarda iki ülke arasındaki ilişkilerin sorunlu gündem maddelerini oluşturan konular olarak Kafkasya ve Orta Asya.daki nüfuz mücadelesini, 
Rusya nın Güney Kıbrıs Rum Kesimi.ne S-300 füzeleri satışını, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması tartışmasını, Boğazlar.dan Hazar 
petrollerinin geçirilmesi konusunu, Boğazlar sorununu, Kürt ve Çeçen sorunlarını sayabiliriz. Ancak başta ekonomik alandaki ilişkiler “Mavi Akım” doğalgaz boru 
hattı, terörizmle mücadele alanında işbirliği, askeri-teknik ilişkiler ve Avrasya ölçeğinde işbirliği arayışları gibi diğer gündem maddeleri de ilişkilerin her iki taraf için de memnuniyet oluşturan taraflarıydı.23 

İki ülke ilişkilerinde en büyük sorun, güven eksikliğini ortadan kaldırmaktı. Güven eksikliği ortadan kalktığında sorunlar her iki ülkenin de çıkarları 
gözetilerek çözüme kavuşturulabilirdi. Ortak çıkarlar ve her geçen yıl büyüyen ekonomik ilişkiler bunda büyük rol oynayabilirdi. Çözülmesi gereken sorunların 
en önemlilerinden birisi “Kürt ve Çeçen sorunları” idi. 1990.lı yılların sonunda hem Rusya.nın hem Türkiye nin bunun farkına vardığı görüldü. iki taraf da politik ilişkilerin normalleştirilmesi için çalışmalara başladı. Rusya Başbakanı Viktor Çernomırdin in Türk-Rus ekonomik ilişkilerinin rekor kırdığı 1997 yılının Aralık ayının 15-17.sinde Ankara.ya gerçekleştirdiği resmi ziyaret ikili ilişkilerde yakınlaşmanın ilk somut neticesiydi. Her iki ülke de artan ekonomik ilişkilerin 
çıkarları doğrultusunda nasıl daha başka farklı alanlara yayılabileceğinin yollarını arıyordu. Çernomırdin.in “Eminim ki, ikili ilişkilerin daha da genişlemesi ve 
derinleşmesi, bunun yeni kaliteli biçimlerinin aranması, her iki ülkenin gerçek milli çıkarları tarafından dikte edilmektedir” sözleri buna işaret ediyordu.24 
Karşılıklı ilişkilerde “stratejik ortaklık” ilk defa bu dönemde ifade edilmeye başlanmıştır.25 Mayıs 1998.de Türkiye Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı 
Karadayının Moskova ziyareti ilişkilere hâkim olan Soğuk Savaş havasının dağılmaya başladığının ilk işareti sayılabilir. 

Rekabet havasının işbirliği havasına dönüşümün özünde, uluslararası sistemde meydana gelen gelişmelerin iki ülke ilişkilerine ve Avrasya coğrafyasına 
yansımaları yer almaktaydı. Eski Varşova Paktı üyeleri, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, Aralık 1997.de NATO üyeliğine giden yolda ilk adımları 
atmışlardı. Batı dünyası Rusya.nın itirazlarına rağmen süreci başlatmıştı. Bu ise Rusya için kabul edilebilir bir durum değildi. Aynı dönemde Türkiye de 
Lüksemburg Zirvesi.nde açıkça ortaya çıktığı üzere AB ile üyelik sürecinde ciddi sıkıntılar yaşamıştı. Yine 1997 ve 1998 dönemi, iki tarafın ekonomik krizlerle 
boğuştukları bir dönemi işaret etmekteydi. Böylece şartlar, iki tarafı gerek siyasi gerek ticari ve ekonomik alanlarda yakınlaştırmaya başlamıştı.26 

İki ülke arasındaki ilişkilerin artık açık bir Şekilde konuşulmasına karar verildiği ve ilişkileri işbirliği yönünde geliştirmek konusunda açık ve kesin bir iradenin ortaya konulduğu en önemli gelişme Kasım 1999.da Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit in Moskova ya yaptığı resmi ziyarettir. Bu ziyaret sırasında Ecevit, 
Çeçenistan konusunda kendisine yöneltilen bir soruya “Biz Rusya’nın içişlerine karışmak istemiyoruz. Biz sorunun barışçıl yöntemlerle çözüleceğine 
inanmaktayız” cevabını vermişti.27 Rusya Başbakanı Vladimir Putin ise Ecevit ile yaptığı görüşmede “Nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, Rusya Türkiye’ye 
yönelik hiçbir terörist eylemi desteklemedi ve desteklemeyecektir” açıklamasını yaptı.28 Her ne kadar Ecevit in Rusya Devlet Başkanı B. Yeltsin ile görüşememesi geziye gölge düşürse de bu ziyaret ilişkilerde artık rekabet yerine işbirliğinin öne çıkacağını ortaya koyması yönünden oldukça önemlidir. Bülent Ecevit in ziyareti esnasında terörizmle mücadele konusunda imzalanan “Ortak Deklarasyon” ve iki ülkenin özellikle enerji alanında daha yakın bir işbirliği kararı alması ilişkilere ivme kazandırmıştır. 

2000 li yılların başlarında gözlemlenen diplomatik ilişkiler, iki ülke ilişkilerinin 1990 lı yıllardan çok farklı olacağını gösteriyordu. Son yıllarda müşterek ilişki 
terazisinin işbirliği tarafı gözle görülür bir şekilde ağır basmaya başladı. 2000 li yıllarda karşımıza çıkan tablo ilişkilerin bütünü açısından oldukça olumlu bir hava içeriyor. Bu değişimde hacmi yıllar geçtikçe artan ekonomik ilişkilerin yanı sıra başka faktörlerin de etkisi var. Taraflar ilişkilerin ekonomik, politik, askeri-teknik ve diğer alanlardaki ulaşılan seviyesini değerlendirerek perspektiflerini, gelişme eğilimlerini ve gelişmesini tespit edip bu temelde muhtemel daha üst seviyeye çıkarma arzusunu açıkça ortaya koymaya başladılar. 1990 lı yılların sonuna gelindiğinde başlangıçta belirli bir ağırlık merkezi olmayan, çok da dengeli seyretmeyen ikili ilişkilerin, ekonomi/enerji konuları merkezinde şekillendiği görülmektedir. Ayrıca terör ve terörle mücadele konusunun her ne kadar ortak bir tanımlama yapılamamış olsa da ekonomik ve ticari ilişkiler merkezli şekillenen ilişkilere bir engel oluşturmaktan çıktığı, çok boyutlu ortaklığa doğru ilerleyen ilişkilere altyapı hazırladığı görülmektedir.29 Değişiklikler hem Türk hem Rus diplomasisindeki yeniden yapılanma ile de bağlantılıdır. Türkiye açısından, çok boyutlu dış politika yaklaşımı ağırlık kazanmaya başlamıştır. Putin, Rusya Devlet Başkanı olarak seçildikten sonra, “Biz çıkarlarımıza ters düşmedikçe herkesle işbirliğine gideceğiz” açıklamasını yapmıştır.30 Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov bu değişikliklerle ilgili olarak “Dış politikanın tek sağlam kaynağı yalnız milli çıkarlara dayanmasıdır” demiştir.31 

2000 li yıllara girilmesiyle birlikte iki ülke arasında yüksek seviyeli düzenli politik diyalog gözlemlenmeye başladı. Rusya Federasyonu Başbakan Yardımcısı 
İlya Klebanov, Rusya Devlet Başkanı.nın özel temsilcisi sıfatıyla 2000 yılının Şubat ve Mayıs aylarında Ankara.ya resmi ziyaretlerde bulundu. 2 Haziran 
2000.de SSCB ile Türkiye.nin diplomatik ilişkilerinin 80. yılı kutlandı. 6 Eylül 2000.de New York.ta yapılan “Milenium” zirvesinde Vladimir Putin ile Ahmet 
Necdet Sezer arasında üst düzeyde bir görüşme gerçekleşti. Ekim 2000.deki Rusya Başbakanı M. M. Kasyanov.un Ankara.ya resmi ziyareti Rus-Türk ilişkilerinde dönüm noktası oldu. Kasyanov.un “Rusya ve Türkiye birbirine rakip değildir. Ortağız ve hükümetlerimiz de bu prensip çerçevesinde ilişkiler geliştirecekler.” değerlendirmesi dikkat çekicidir. Her iki taraf da, ilişkileri gelecekte “işbirliğinden stratejik ortaklığa” götürecek potansiyelin olduğundan bahsettiler.32 

11 Eylül olaylarından sonra ilerleyen ABD ve Rusya yakınlaşması, Türkiye.ye Avrasya bölgesinde Rusya ile işbirliği imkânlarının artacağı izlenimini verdi. Uzun yıllar terörden zarar gören iki ülke için 11 Eylül olayları karşılıklı anlayış çerçevesinde yakınlaşmaya sebep oldu. Ekonomik işbirliğini öne çıkartarak 
sorunları geride bırakma politikası 11 Eylül saldırıları sonrası oluşan atmosferde bir adım daha ileri götürüldü. BM Genel Kurulu toplantısı için New Yorkta 
bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve Rusya Dışişleri Bakanı İgor S. İvanov 16 Kasım 2001.de “Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu Arasında 
Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı: İkili İşbirliğinden Çok Boyutlu Ortaklığa” adlı belgeyi imzaladılar.33 

7 Mart 2002.de zamanın Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınçın Türkiye.nin ABD.yi göz ardı etmeden AB.ye karşı Rusya ve iran 
ile işbirliği yapması gerektiğini söylemesi oldukça ses getiren ve tartışılan bir açıklama olarak tarihe geçti.34 Rus Genelkurmay Başkanı Anatoli Kvaşnin.in 14-
18 Ocak 2002.deki Ankara ziyaretinde iki ülke arasında “Askeri Alanda işbirliğine İlişkin Çerçeve ve Askeri Personel Eğitim işbirliği Anlaşması” imzalandı.35 AKP 
lideri Recep Tayyip Erdoğan 24 Ekim 2002.de Moskova.ya gerçekleştirdiği ziyarette Devlet Başkanı Putin ve Başbakan Kasyanov ile görüştü. Irak krizi 
sırasında hem Ankara hem de Moskova Irak ın toprak bütünlüğünün korunması taraftarı olduklarını açıkladılar. Rusya Federasyonunda Vladimir Putin döneminin başlaması, Türkiye.de de AKPnin iktidara gelmesiyle birlikte Türk-Rus ilişkileri ivme kazanmaya başladı.36 

İki ülke ilişkilerinin 2004-2005 yılları arasındaki seyrini, anlaşmalarla çizilen çerçevenin sonuçlarının alınmaya başlandığı, ilişkilerde bahar havasının yaşandığı dönem olarak tarif edebiliriz.37 Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül 23-26 gubat 2004 tarihleri arasında Moskova.ya resmi ziyaret gerçekleştirdi. 
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin gelişen dinamiği göz önüne alınarak ilk defa bu ziyaret “istisnai” bir hal olarak “Başbakan” düzeyine çıkarılmıştı. Bu 
ziyareti Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin.in 5-6 Aralık 2004.deki Ankara ziyareti izlemiştir. Türk-Rus ilişkilerinin 500 yılı aşkın 
tarihinde, 1972.de dönemin Yüksek Prezidyum Başkanı Podgorni.nin Türkiye ziyareti sayılmazsa, ilk defa bir Rus devlet başkanının Türkiye.yi ziyaret etmesi 
sebebiyle bu ziyaretin gerçek anlamıyla tarihi nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Bu ziyaret 32 yıl aradan sonra Rusya.dan Türkiye.ye devlet başkanı düzeyinde 
yapılan ilk gezi olmakla kalmayıp, ilişkilerin her boyutunun gözden geçirilmesi ve yeni bir sayfanın açılması açısından da büyük bir anlam ve öneme sahiptir. Bu 
ziyaret esnasında “Rusya Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti Arasında Dostluğun ve Çok Boyutlu Ortaklığın Derinleştirilmesine İlişkin Ortak 
Deklarasyon” ile birlikte ekonomik ve askeri-savunma alanlarında 6 ayrı anlaşma daha imzalanmıştır. 

İkili siyasi perspektiften bakıldığında 2005 yılı tam anlamıyla bir annusmirabilis (muhteşem bir yıl) olmuştur. Bir yıllık bir zaman zarfında Putin ve Erdoğan, Karadeniz kıyısında yedi saatlik özel bir görüşme de dâhil, tam dört kez bir araya gelmiştir.38 Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Moskova.daki Türk Ticaret 
Merkezi.nin açılışını yapmak için 10-12 Ocak 2005.te, 2. Dünya Savaşı Zaferi.nin 60. yıldönümü törenlerine katılmak için 8-9 Mayıs 2005.te Moskova.yı ziyaret 
etmiştir. Arkasından, 17-18 Temmuz 2005.te Soçide çalışma ziyareti çerçevesinde Rusya Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Putin, Mavi Akım 
Doğalgaz Boru Hattının açılış törenine katılmak için 17 Kasım 2005.te Samsuna gelmiştir. RF Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 31 Mayıs-1 Haziran 2006 tarihleri 
arasında Türkiyede bulunmuştur. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer 28-30 Haziran 2006.da Rusya.yı ziyaret etmiştir. Bu ziyaret aynı zamanda, Rusya Federasyonu.nun kuruluşundan bu yana Türkiye.den yapılan Cumhurbaşkanı düzeyindeki ilk ziyaret olması bakımından önemlidir. 

Dönemin TBMM Başkanı Bülent Arınç Temmuz 2006.da Rusya.yı, Rusya Federasyon Konseyi Başkanı Sergey Mironov ise Mart 2007.de Türkiye.yi ziyaret 
etmiştir. Rusya Devlet Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 25 Haziran 2007.de İstanbul.da düzenlenen Karadeniz Ekonomik işbirliği zirvesine 
katıldılar. Türk Dışişleri Bakanı Ali Babacan 19-20 Şubat 2008.de Rusya.ya resmi ziyarette bulundu. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov 1-2 Temmuz 2008 ve 2 
Eylül 2008.de olmak üzere Türkiye.yi ziyaret etti. Rusya Savunma Bakanı Serdyukov 18-19 Kasım 2008.de Türkiye.yi ziyaret etti. 2007 yılında Türkiye.de 
Rusya Kültür Yılı, 2008 yılında da Rusyada Türkiye Kültür Yılı ilan edildi. 2009 yılı Türkiye-RF arasındaki üst düzey ziyaretler açısından verimli bir yıl  olmuştur. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gülün 12-15 Şubat 2009 daki Moskova ve Kazan ı kapsayan ziyaretini Başbakan Erdoğan ın 16 Mayıs 2009. daki Soçi 
ziyareti izlemiş; Rusya Başbakanı Putin de 6 Ağustos 2009.da Türkiye.ye bir günlük çalışma ziyareti gerçekleştirmiştir. Başbakan Erdoğan 12-13 Ocak 2010 da Rusya Başbakanı Putin.in davetlisi olarak gerçekleştirdiği çalışma ziyaretinde Türkiye-Ermenistan protokolleri çerçevesinde Güney Akım, Nabucco Projeleri, 
Samsun-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Mavi Akım ve Mavi Akım 2, Ceyhan limanı rafineri projeleri, vizelerin kaldırılması, “al ya da öde” şartının kaldırılması 
veya hafifletilmesi, nükleer enerji santralleri, gerileyen turizm hacmi, Tuz Gölü doğalgaz depolarının inşası, Irak.ta enerji işbirliğinin geliştirilmesi konularını 
değerlendirmişlerdir.39 Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Medvedev.in 12 Mayıs 2010 tarihinde gerçekleşen resmi ziyareti son yıllarda istikrarlı bir şekilde yükselen Türk-Rus ilişkilerinin önümüzdeki yıllarda da güçlü bir ivmeyle gelişeceğinin ipuçlarını taşımaktadır. 

Son birkaç yıl içerisinde iki ülke arasında gerçekleşen üst düzey görüşmeler, ilişkilerin geldiği seviyeyi göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Bütün bu 
ziyaretler Avrasya bölgesinin iki stratejik komşusu olan Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin her geçen gün ilerlediği ve her alanda derinleştiğinin kayda 
değer bir ispatıdır. Türk-Rus ilişkilerinin başlangıcının 500. yılı 1992 yılında çeşitli etkinliklerle kutlanmıştı. Türkiye-Rusya ilişkilerinin başlangıcının 90. yılı ise 2010 yılı tarafların karşılıklı olarak vizeleri kaldırmaya dair aldıkları karar ve iki ülke arasında Üst Düzey işbirliği Konseyinin faaliyete geçmesiyle birlikte yepyeni bir döneme girmiştir. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR ,



***