28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 3

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 3



II- Türkiye’nin Güvenlik Anlayışının Tarihsel Arkaplanı 

“Milli Güvenlik Kavramı sosyal bilimlerde klasik anlamda “bir milletin iç (milli) 
değerlerini dış tehditlere karşı koruma yeteneği” 26 şeklinde tanımlanmaktadır. Bu çerçevede toplumsal barışın korunması, toplumun kendisini geliştirmesi, doğrudan askeri bir saldırıya karşı korunması, dış tehditlere karşı savunması bir ülkenin en öncelikli görevleri arasına giren milli güvenlik kavramının alanlarını kapsamaktadır. Bir ülke yaşamsal değerlerini (core values) kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmadığı veya kendisine meydan okunduğu takdirde, istememesine rağmen bir savaşa girmesi durumunda, değerlerini koruma yeteneğine sahip olduğu oranda güvenli demektir. 27 

Bu bakımdan milli güvenlik kavramı salt askeri başarı veya askeri önlemlerden daha fazla bir anlam ifade etmektedir. Özellikle modern devlet anlayışının ortaya çıkması ile birlikte ulus bilincinin ve ulusal değerlerin korunması, milli güvenliğin kapsamı içine girmeye başlamıştır. 
İdeolojik kutuplaşmaların keskinleştiği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra her devlet, iki kutuplu uluslararası düzenin oluşturduğu bir ortamda, kendi ulusal güvenliğini kendine özgü şartlar çerçevesinde belirlemeye başlamıştır. 

Bu bağlamda Milli Güvenlik kavramına değişik zamanlarda içerik olarak farklı tanımlamalar yapılmıştır.28 

MGK’nın resmi internet sitesinde milli güvenlik; “yalnız halkın değil, devletin ve anayasal düzenin, hukuki, siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleri bulunan” bir olgu olarak tanımlanmakta, devlet ve bireyin her eylemi güvenlik kavramı içinde değerlendirilmektedir. 
Ayrıca yine aynı yerde uzun süreli devam eden, yani devletin güvenliği açısından devamlı tehdit unsuru oluşturan, devletin tüm varlığını, üniter devlet yapısın tehdit eden, bölgesel olmasına rağmen tüm ülkeyi etkileyen ve var olan düzeni bozmaya yönelik eylemler (biz bunu PKK olarak okuyabiliriz) Milli Güvenlik kapsamında değerlendirilmektedir.29 

A-Millet-i Müselleha ve Cumhuriyet Kadrolar Üzerindeki Etkileri 

Güvenlik kavramının Türkiye’de kapsam alanının geniş tutulması ve her eylemin milli güvenlik kavramı altında değerlendirilme eğiliminin baskın bir anlayışın temelinde, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına neden olan olayların etkisi olduğu kadar, Cumhuriyeti kuran kadroların etkilendikleri düşüncenin de rolü azımsanmayacak kadardır. Başta Atatürk olmak üzere İtttihat ve Terakki geleneğinden gelen kadroların, dünya görüşlerini ve toplumsal değerlerini şekillendiren üç ana kaynaktan beslendiğini görüyoruz. Fransız devrimi ile oluşan Cumhuriyetçi fikirler ve Aydınlanma Felsefesidir ki, özellikle pozitivizm bu şekillenmenin birinci kaynağını oluşturmaktadır. Atatürk’ün, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” ifadesi buna en iyi örnektlerden biridir. İttihatçılar üzerindeki Fransa kaynaklı pozitivizm etkisi (Ahmet Rıza) en fazla bilinen kaynaktır. Diğer ikinci ve üçüncü kaynaklar, Anti Yunan’daki Spartakist öğeler ve bu anlayışın 19. Yüzyıl ikinci yarısından itibaren Prusya’da tartışılan, Almanların birliğini sağlayarak bir devlet altında birleştirme süreci esnasında sanayi devriminin askeri etkilerinin savaş sanatına uyarlanması ile ortaya çıkan Volk in 
Waffen (silahlı halk) kavramıdır. 

19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren savaş teknikleri ve savaş araçlarının gelişimi, herkesin askere gitme zorunluluğunun uygulanmasını da getiren yurttaş-ordu anlayışla, savaş sanatının derinden dönüşümüne neden oldu. Yeni Savaş sanatı açısından 1870/71 Fransa ile Prusya ordusunu karşı karşıya geldikleri Sedan Savaşı dönüm noktasını oluşturdu. Toplumun kamusal alan ve kamusal hayata katılması, aynı zamanda milli hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik savaşlara herkesin yani bütün halkın da dahil olması, “silahlandırılmış  halk” veya bizim deyişimizle “asker-millet” anlayışını da beraberinde getirdi.30 

Millet-i Müsellaha olarak ifade edilen ve bugünkü Türkçeye “silahlı millet” veya 
Türçede “asker millet” olarak kullandığımız bu kavram, (Volk in Waffen) Cumhuriyeti kuran kadroların siyasi düşüncelerinde ve bu düşüncelerin pratiğe yansıtılma aşamasında etkin bir yer tutmuştur. Bu kavramın Türkçe’de sık kullanılan biçimi olan “asker-millet” benzetmesinin Türklerin Orta Asya bozkır yaşantısının bir yansıması olduğu kadar, Batı siyasi yapısında Antik Yunan’daki Sparta site kentine kadar uzandığını görüyoruz. 

Antik Yunan kentlerinden Sparta’nın, Atina’dan çok farklı bir özelliği vardır. Atina’nın filozofları demokratik bir siyasi sistem içinde günümüzdeki modern bilimlerin temel dayanaklarını oluşturan düşüncelerini açıklamakla meşgulken, aynı dönemde başka bir Antik Yunan site kenti olan Sparta farklı bir yaşam tarzını sergilemekteydi. Likurgos’un koyduğu yasalarla yönetilen Sparta’da yasaların uygulanması ve yaşam felsefesi tek bir hedefe kilitlenmişti: Savaşçılığa... Likurgos yasalarında özel hayata yer yoktu. Sparta’lılar öyle bir 
yaşam felsefesine sahiptiler ki savaşmak ve savaş oyunlarından başka bir şey bildikleri de yoktu. Sparta’da tüm yaşam savaşçı yetiştirmek üzere düzenlenmiş ti. Sparta’nın yasa koyucusu Likurgos’a göre, Sparta’lılar arılar dünyasında olduğu gibi “toplumsallaşmalı”, krallarının etrafında “kendilerinden geçercesi ne”saygı ve hayranlıkla kenetlenmeli ve bütün “benlikleriyle vatanlarına ait olmalıydılar.31” Sparta da eğitimin tek amacı vardı. Kendini tamamıyla devlete adamış ve bunun için her türlü acı ve cefaya katlanabilecek iyi askerler 
yetiştirmekti.32 Sparta’lılar iyi savaşçıydılar ve savaşçı olarak ta başarılı oldular. Fakat herhangi bir kültürel miras üretemedikleri gibi toplumun varlığının devamının en temel şartlarından olan barışı korumayı da beceremediler.33 

B- Colmar Freiherr von der Goltz Paşa’nın Osmanlı Subayları Üzerindeki Etkisi 

Yeniçeri ordusunun 1826’da kaldırılmasından sonra Osmanlı ordusunun 
modernleştirilmesi sürecinde Prusyalı subayların etkin bir şekilde görev aldıklarını görüyoruz. Bu bağlamda 19. yüzyıl boyuncu değişik zamanlarda fakat bir sürekliliği de olan zaman dilimlerinde Prusyalı subaylar, Osmanlı ordusunun yeniden yapılandırılmasında görev almışlardır. 1834-39 yılları arasında görev alan Helmuth von Moltke ve daha sonra Moltke’nin aracılığı ile 1882’de Kaehler başkanlığında bir subay grubu Osmanlı ordusunun 

Prusya askeri yapısına uygun yeniden yapılandırdılar.34 Colmar Freiherr von der Goltz, II Abdülhamit döneminde Osmanlı ordusunu modernize etmek üzere Talim ve Terbiye İşleri Umumi Müfettişi olarak Türkiye’ye geldi. Goltz, 1885 yılına kadar orduda görev yapan Kähler Paşanın vefatı üzerine onun yerine Erkanı-ı Harbiyeyi Umumiye II. Reisi oldu ve 1985’e kadar bu görevde kaldı. Von der Goltz, Birinci dünya Savaşı esnasında tekrar Türkiye’ye geldi. 1909 yılında Selanik’te Kolağası Mustafa Kemal’in 3. Ordu hareket planını uygulayarak, Mustafa Kemal’i yeteneğinden dolayı taltif etti.35 Goltz, 1915’de aralarında Kazım Karabekir’in de bulunduğu kurmay heyeti ile birlikte 6. Ordunun    Kumandanı olarak Irak Cephesi’ne gider. Kut’ül Amare’de İngilizlere karşı savaş kazanır. 
Burada 73 yaşında tifüsten ölür. Cenazesi İstanbul’a getirilen Goltz Paşa’nın katafalkına Osmanlı ve Alman bayrakları sarılır. Aynı şekilde Alman generali şapkası ile Osmanlı müşir sarığı konur.36 Goltz Paşa’nın katafalkındaki bu simgesel birliktelik, Colmar Freiher von der Goltz Paşa’nın Osmanlı ordusu tarafından ne kadar takdir edildiğinin ve benimsendiğinin bir işaretidir. 

Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının Almanya’nın genel 
anlamda askeri anlayışının temel felsefesinden etkilendiği gibi bu askeri anlayışın Türkiye’de ordu kadroları arasında yayılmasında önemli bir yeri olan von Goltz Paşa’dan da etkilendikleri görülmektedir.37 

1960 sonrası dönemde Türkiye’de asker-sivil iktidar ilişkisi ile ilgili tartışmaların bir benzerinin 130 yıl öncesine Alman parlamentosu ile askeri çevreler arasındaki güç mücadelesi şeklinde yaşandığı görülmektedir. Parlamento’nun asker üzerinde sivil denetimle ilgili tartışmaların yaşandığı 1883 yılında yayımlanan Neueste Mittheilungen 38 dergisinde Freiher von der Goltz’un, “Volk in Waffen” eserinden bir bölümün aktarıldığı, subayların ayrıcalıklı konumları ile ilgili görüşleri, Türkiye’de askerin kendisini ayrıcalıklı ve üstün konumda görme nedenlerinin de ip uçlarını vermektedir. Millet-i Müselleha olarak Osmanlı/Türk Harbiye okullarında okutulan Goltz’un “Volk in Waffen” adlı eserinin temel 
düşüncesi, değişen savaş kuralları bir milletin varlığının devamını, zorunlu askerlik eğitim ile herkesin askerliği öğrenmesi ve toplumun önderleri olabilecek konumda iyi yetişmiş subayların yönetimindeki orduları sayesinde mümkün olabileceğini savunmasıdır.39 

Subay sınıfının toplumun en iyi kesimlerinden ve normal yaşantı içerisinde de yığınlar üzerinde tabii bir otoriteye sahip olanlardan seçilmesini isteyen Goltz, bu yüzden kendi şahsi çıkarlarını ve refahını değil, toplumun bütününe hizmet etmeyi mesleklerinin gereği olarak gören ve toplumun sadece küçük bir kısmını oluşturan kesimin, subay sınıfına uygun olabileceğini belirtmektedir. Goltz’a göre kendine özgü sınıfsal özellikleri sergileyen subaylara ayrı bir sınıf karakteri vermek zaruridir. Çünkü subay sınıfı toplumsal bir sınıfta var olan özelliklere sahiptir. Bu şekilde Goltz’a göre subay kadrosu eski kardeşlik tarikatının 
en güzel zamanlarını hatırlatan özelliklerini alacaklar ve gerçek şövalyeliği temsil edeceklerdir. Goltz’un bu ifadelerinden subay kadrosunda nevi şahsına münhasır ayrı bir cemaat ruhunun oluştuğu ve mistik atmosferinin bulunduğu bir sınıf tanımlamasının yapıldığını görüyoruz. Yine Goltz’a göre, askerliğin kendine özgü tehlikeli konumundan dolayı, subaylara devlet içinde ayrıcalıklı bir konuma sahip olma hakları vardır. Bu ayrıcalıklı olma haklarını Goltz, subayların toplumun diğer kesimlerinde farklı olan özelliklerine bağlamakta ve bunları savaş alanındaki yetenekleri ile birleştirmektedir. Goltz’a göre ayrıcalıklı olduğuna inanan ve diğerlerine göre farklı özelliklere sahip olduğu bilincine alışkın olan birisi, savaşta da olağanüstü olmayı kendisine bir görev olarak addedecektir.40 

Goltz’un tanımladığı bu subay sınıfı aslında Tanzimat döneminden itibaren batılılaşma ile birlikte Osmanlı yönetiminde giderek artan bir şekilde söz sahibi olan sivil- asker bürokrasinin kendisini devletin “halaskar”ı olarak görmesini de açıklamaktadır. Dolayısıyla bugün günlük kullanımda bulunan “ordu-millet”, “devlet”, “zinde güçler” gibi kavramlar 19. Yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın modernleşmeye başlaması süresinde kullanılan kavramlar olmuştur. Bu bakımdan bu tür kavramlar, işlevsellikleri ve kökenleri itibarıyla Türk- İslam 
devlet anlayışından çok modernleşme sürecinin bir tezahürüdür. Osmanlı döneminde modern ulus devletini ayakta tutan kurumsal yapıların dayandığı sütunların merkezi konumundaki burjuva sınıfının varlığından daha 1908 II. Meşrutiyet ilanında bile şüphe edilmektedir. Batılı manada modern devlete giden yolun taşlarının döşenmesinde önemli bir yeri olan 1908 Jöntürk İhtilali, burjuva sınıfı tarafından değil, 41 kendilerini Prusya ordusunun devlet anlayışı 
felsefesine uygun bir şekilde devletin varlığının devamında yegâne güç olarak gören askerler tarafından gerçekleştirildi. 

C- Aşamalı Başarı Stratejisi 

Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Mustafa Kemal’in gelecekle ilgili 
stratejisini aşamalı başarı üzerine inşa ettiğini görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti 1923 Lousanne anlaşması ile uluslararası alanda hukuken tanınmış bir devlet statüsünü kazanmıştır. Lousanne Anlaşması aynı zamanda Türkiye’nin dıştan gelecek saldırılara karşı güvenliğini garanti altına aldığı bir anlaşmadır. Çünkü Kurtuluş Savaşı, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden güçlere karşı kazanılan bir savaştır. Atatürk, Lousanne Antlaşması ile Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir devlet olarak varlığını devam ettirmesi için gerekli olan esasların uluslararası hukuk açısından tasdik edildiğini, Mustafa Kemal’in ifadesi ile zaten bu esasların “kuvvet ve liyakla fiilen ve maddeten istihsal edilmiş hususatın (Lousanne’de) 
usulen ifade ve tasdikinden başka bir şey” olmadığını ifade ediyordu.42 İç politika’da ise Batı’nın çağdaş değerleri temelinde siyasi, ekonomik ve toplumsal 
değişimimin sağlanması için atılması gereken adımlar aşamalı olarak gerçekleştiril di. Siyası, toplumsal ve kültürel alanlarda gerçekleştirilen batılılaşma yolundaki reformların gerçekleştirilmesi için gerek TBMM içinde gerekse Meclis dışındaki muhalefetin susturulması gerekiyordu. 1925 Şeyh Sait isyanı ile başlayan ve yeni devletin iç güvenliğini ve üniter yapısını tehdit eden olayın üstesinden gelmek için çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanunu ve Kurulan İstiklal Mahkemeleri rejimin pekiştirilmesi için gerekli iç güvenliği sağladı. 

İçerde yeni rejime muhalif güçlerin 1925’ten sonra etkisiz hale getirilmesinden 
sonradır ki CHP’nin 1931 yılında yapılan 3. Büyük Kurultayı’nda kabul edilen parti programında “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibi Parti’nin temel dış politika ilkesi olarak benimsendi.43 Bu aynı zamanda Türkiye’nin dış ve güvenlik politikasının uygulanmasına belirleyici ilkelerden biri oldu. 

Türkiye Cumhuriyeti siyasi söyleminde Osmanlı Devletinden tamamen farklı bir 
devlet olduğunu iddia etmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devletine dayatılan Sevr, Osmanlı Devletine vurulmak istenen son darbeydi. Bu darbe Kurtuluş Savaşı ile geçersiz kılındı. Bir bakıma savuşturuldu. Fakat Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri varlığını potanisyel olarak tehdit eden en büyük tehlike olarak Sevr’in Batı tarafından yeniden gündeme getirilmesini ve irtica tehlikesini gördü. Bu iki faktör, yani Kürt sorunu ve irtica, Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus devlet kavrayışı ile Kemalist ideolojisini tehdit eden unsurlar olarak algılandı. Türkiye’de yönetici elitlerin âdeta korkulu rüyası haline gelen ve sürekli olarak parçalanma endişesi taşımalarına neden olan bu Sevr sendromudur. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti Lousanne anlaşması ile uluslararası hukuki alanda toprak bütünlüğü tanınmış ve bu anlamda Sevr, Türkiye üzerinde dayatılan muhtemel bir tehdit olarak geçerliliğini kaybetmiştir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder