28 Nisan 2020 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARI VE GÜVENLİK STRATEJİLERİN GELİŞİMİ. BÖLÜM 2 



C- Modern Devlet ve Güvenlik Algılaması 

Modern devletlerin temel unsurlarından olan egemenlik kavramı Hobbes’in ifadesiyle “ Superaus“( En üstün İktidar), olarak modern devletin tek temsilcisidir. 12  
Bu haliyle devletin sınırları içindeki siyasal ve sosyal yaşama hakim olduğu anlamına işaret etmektedir. 
Hakimiyet ise devletin başlıca unsuru olup “ferdi iradelere hakim olan ve devlette nizam ve intizamı temine yarayan yüksek bir iradedir”13. Bu itibarla modern devletin hükümranlık yetkileri arasında iki alan öne çıkmaktadır: Bunlar devletin dış politikası ve toprak bütünlüğünün dış saldırılara karşı korunması ve içerde barış, güven ve huzur ortamının sağlanmasıdır. 

Modern devlet yapısına geçiş ile birlikte devlet, egemenliğinin kaynağı, egemen bir güç olarak zor ve şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran yegane legal güç olmuştur. 
Birbirlerinden farklı büyüklüklerde olan ulus devletlerin sınırları içe ve dışa yönelik tehdit algılamasının sınırlarını da oluşturdu. Güvenlik kavramı klasik anlamda iki boyutuyla ele alınmaktadır. Birinci boyutu ulus devletlerin birbirlerine karşı ilişkilerinde ortaya çıkmaktadır. Bu duruma dışa yönelik güvenlik denilmektedir. Diğer boyutunu da ulus devlet içinde örgütlenmiş toplumun güvenliğini tehdit eden sorunları oluşturmaktadır ki buna da iç 
güvenlik denmektedir.14 



Tabela 1. Bir Devletin Güvenlik ve Tehdit Algılaması15 

Gerek ulus devlette gerekse uluslararası sistemde güvenliğin tam olarak sağlamak, yani ideal anlamda güvenli bir ortama kavuşabilmek için şiddete giden yolların önünün kesilmesi, bir anlamda şiddetin nedenlerinin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Hollandalı hukukçu Grotius’a (1583-1645) göre devletin güvenliğini uluslararası sistemin güvenliğinden soyutlamak mümkün değildir. Aynı şekilde uluslararası kurum ve kuruluşlar devletin uluslararası alandaki güvenliğini garanti altına almaktadır. Bu bakımdan barışı koruyan ve 
güvenliği garanti altına alan uluslararası örgütlerin kurulması teşvik edilmelidir ler. Grotius, daha o zamanlar uluslararası barışın ve güvenliğin sağlanabilmesi için uluslararası kolektif bir güvenlik sitemine işaret etmektedir. Uluslararası sistemde devletlerin eylemlerini sınırlandıran herhangi kuralların bulunmadığı durumlarda devlet kendini dış tehditlere karşı savunma durumunda bırakılmakta dır. Bu bakımdan devletin güvenliği için tehditlere karşı savunma tedbirleri alması gündeme gelmektedir.16 

Ulus devlette egemen olan devlet biçimi, yani iktidar türü, anayasal, demokratik liberal sistemlerden, otoriter ve diktatörlükleri içine alan geniş bir spektrumu kapsamaktadır. 
Sistemin demokratikleştirilmesi, iktidarın sivilleştirilmesi ile eş anlamda kullanılmaktadır. 
Senghaas’ın ifadesiyle toplum ve iktidarın sivilleştirilmesi, devlet içinde güvenliğin sağlanmasının en önemli faktörlerinden biridir. Sivilleşme kavramı, iç siyasetin toplumsal ve hukuksal alanlarını da içine alan iç politikaya dönük sivilleşme mekanizmalarının oluşturulması ile ilgili temel ilkeler oluşturmaktadır. Barış kavramını merkez alan sivilleşme projesi, Türkiye gibi siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda değişim ve dönüşüm sürecinde (saekularer Emanzıpationsprozess) bulunan ülkelerde insanların statülerinin önceden 
belirlendiği geleneksel toplum yapısından modern bir topluma geçişin temel dinamiklerini ortaya koymaktadır. 

Demokratik ve modern bir toplum yapısının en temel özelliği ise çoğulcu (pluralist) bir toplum yapısının niteliklerine sahip olmasıdır. Çoğulculuk kavramı bireyin kendini tanımlaması ve dış dünyaya yansıması bağlamında kimliksel farklılığa, farklı düşüncelere farklı “gerçekliğe” ve nihayet farklı adalet tasavvurlarına işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle çoğulculuk bir toplumda farklı çıkarların söz konusu olduğu bir yapıyı içermektedir.17 
Türkiye gibi toplumsal, siyasi ve ekonomik değişim sürecini hızlı yaşayan 
ülkelerde, geleneksel toplum yapısı ve ekonomik ilişkiler biçiminin oluşturduğu toplum katmanları ile küreselleşmenin bütün nimetlerinden faydalanan toplum kesimlerinin iç içe yaşamalarından kaynaklanan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel bir yaşam söz konusu olmaktadır. Paralel yaşam alanlarının oluşmaya başladığı bu tür toplumsal yapılarda zaman zaman sosyal gerilimlere, toplumun farklı sosyolojik hatları arasında yırtılmalara neden olmakta ve şiddete davetiye çıkarmaktadır. Toplumsal huzurun istikrarın, barışın ve iç güvenliğin sağlanması, ekonomik anlamda kalkınmanın ve adil bir dağılımın gerçekleştirilmesi, demokratik ve çoğulcu bir toplum yapısının oluşturulması ile mümkün 
olur. Bu anlamda klasik güvenlik tanımı olan “herhangi bir devletin başka devlet tarafından tehdit edilmemesi” durumuna iç güvenlik boyutunu da katarak,, güvenlik, bir devletin iç yapısı ve uluslararası sistemin yapısı öyle bir şekilde düzenlenmiş olmalı ki, toplumsal aktörler de dahil almak üzere hiç bir aktör hükümetlere ve toplumlara karşı şiddet uygulamada herhangi bir neden ve imkan bulamasınla.”18 şeklinde geniş bir anlamda tanımlanması mümkündür. 

D- Güvenlik, Küreselleşme, Kimlik Sarmalı 

Uluslararası sistemi yönlendiren küresel güçler, politik söylemlerinde her ne kadar küreselleşmenin en önemli parametrelerini oluşturan ekonomide liberalleşmeye ve siyasi yönetim anlayışında demokratikleşmeye atıfta bulunsalar da kendi değerlerini savunma, siyasi ve ekonomik üstünlüklerini garanti altına alma konularında yürüttükleri politikaları realist teori temelinde şekillenmektedir. Başka bir ifadeyle, periferiye (çevreyi oluşturan ülkeler) karşı neoliberal temelde hümanist bir söylemi dile getiren küresel güçler ve onların 
temsilcisi ABD, uluslararası düzende kendi ekonomik ve siyasi küresel üstünlüklerini garanti altına alma çabasındadır. Bunu gerçekleştirmek için ekonomik ve askeri alanlarda, bir Leviathan19 edasıyla, egemenlik altına alınamamış ve bu yüzden jeopolitik boşluk olarak tanımlanan çevreye/periferiye karşı çıkarlarını korumak için siyasi üstünlüklülerini bir araç olarak kullanmaktan geri durmamaktadırlar. Yani Uluslararası düzende her ne kadar uluslararası hukuka ve evrensel insan haklarına vurgu yapılsa da, Antik Yunandan bu tarafa 
Batı dünyasının temelini oluşturan “güçlü olanın haklı olduğu” anlayışına dayanan realist temelde bir politika izlenmektedir. Nitekim ABD’nin Irak’ı demokrasi getireceği vaadiyle işgal etmesinin ardındaki asıl nedeninin petrol olduğu, Saddam ve silahlarının sadece bir bahaneden ibaret olduğu ABD’nin üst düzey yöneticileri tarafından da itiraf edilmektedir.20 

Soğuk Savaşın bitmesi ile birlikte başlayan süreçte birden fazla etnik ve dini yapıdan meydana gelen Yugoslavya iç savaşa sonrası parçalandı. Yugoslavya’nın parçalanması, ulus devletlerin kurulması ile etkinliğini kaybettiğine inanılan yerel kimliklerin, insanlar üzerindeki etkileyici gücü yeniden tartışılmaya başlandı. Aynı zamanda küreselleşme olgusunun toplumlar üzerindeki etkisinden kaynaklanan bir savunma refleksiyle insanlar, küreselleşmenin tetiklediği kültürel savrulmalara ve kimliksel travmalara karşı yerel kimliklerini güvenle sığınabilecekleri bir liman olarak görmeye başladılar. İşin paradoksal yönü, küreselleşme dalgasının ekonomik, siyasi ve kültürel sonuçlarından maksimum 
düzeyde fayda sağlayacak olan Batılı ülkelerin bilim adamı ve siyasetçileri de Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan paradigma değişikliğini kimlikler ve kültürler arasındaki rekabete ve çatışmalara bağlamalarıdır. Dile getirilen tezde 21. Yüz yılın kaderini medeniyetler arasında oluşacak çatışmaların belirleyeceği savunulmaktaydı. Bu şekilde kimlik vurgusu “ Küresel gerilimlerin odağı” haline geldi.21 Hungtinton’un medeniyetler çatışması tezi, ABD’nin ulusal çıkarlarını ve küresel üstünlüğünü devam ettirebilmesi için uluslararası sistemi yapılandırmada medeniyet ve kültürlerarası çatışmaları Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan yeni paradigmanın merkezine koyması dikkat çekicidir. 

Küreselleşme sürecinde egemenlik sınırları aşınmaya başlayan ulus devletin güvenlikle ilgili kaygıları, dış politikaya yönelik stratejileri etkilediği gibi, uluslararası sisteme de kendi kimliğini yansıtmaya çalışmaktadır. Kimlik olgusu giderek dış politika ve güvenlik/savunma temelinde ele alınmakta; bu durumda bir ülkenin kimlik temelinde şekillendirdiği siyaseti o ülkenin ulusal kimliğini de belirlemekte, dolayısıyla küresel toplumda, o ülkeye karşı bakış açısını da belirlemektedir.22 

Uluslararası düzenin güvenlik sınırlarını ekonomik, askeri veya ideolojik sınırlar değil, toplumları birbirlerinden ayıran kadim medeniyet ve kültürel sınırlar belirleyecekti. 

Dolayısıyla bir medeniyeti yani Batı medeniyetini tehdit eden bir ideolojik devlet (Sovyetler Birliği) değil, öteki olan medeniyet veya medeniyetler ittifakı vardı. Öyleyse “ ulusal güvenlik endişeleri, ister iç isterse dış siyasete yönelik olsun, yurttaş kimliğini belirleyen kriterler”23 olmalıydı. 

Günümüz dünyasının gerçekliğinde uluslararası sistem Soğuk Savaş sonrası yaşanılan travmayı henüz üzerinden atamamış görünmektedir. ABD’nin başını çektiği küresel güçler henüz son meydan savaşını kazanamadılar. Yani 21. Yüzyılın küresel önderliği için ABD’nin öncülüğünde gerçekleştirilen stratejiler istenilen düzeyde bir zafere imkân vermedi. Tam tersine ABD’ye yapılan 11 Eylül 2001 terörist saldırıları Batı’nın tüm değerlerine tehdit eden bir saldırı olarak algılandı ve bu da Batı dünyasında derin bir travmanınn yaşanmasına neden oldu. Dolayısıyla güvenlik uluslararası sistemin belirsizlikleri ve jeopolitik boşlukları içinde realist yaklaşımın temel anlayışına uygun bir şekilde anarşik bir ortam içinde cereyan etmektedir 

Toplumlarında gelecekle ilgili tasavvurlarının gerçekleşmesinde toplumsal zihniyet dünyasında oluşturdukları stratejiler belirleyici bir rol oynarlar. Zira kimlik bilincinin tarihsel süreç içerisinde yeniden ve yeniden üretilerek şekillenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan ve geçici siyasal ve toplumsal dalgalanmaların ötesinde bir süreklilik gösteren stratejik zihniyet, “Bir toplumun stratejik zihniyeti, içinde kültürel, psikolojik, dinin ve sosyal değer dünyasını da barındıran tarihi birikim ile bu birikimin oluştuğu ve yansıdığı coğrafi hayat 
alanının ortak ürünü olan bir bilincin, o toplumun dünya üzerindeki yerine bakış tarzının belirlemesinin ürünüdür”.24 Tarihimiz de geçmişi kuşatan kadim kavramı ve geleceği kuşatan Devlet-i Ebed Müddet Osmanlı stratejik zihniyetinin muhtevasını dokuyan bir tarih ve kimlik bilincini yansıtmaktadır.25 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder