12 Kasım 2018 Pazartesi

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 7

ABD Iraktan Çikis Senaryolari HARP AKADEMİSİ RAPORU Olasi Etkileri Tedbirler 2005 BÖLÜM 7



ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ 

Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU 

ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “yeni dünya düzeni” kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. 

Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın, ülkelere gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek 
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse 
ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır. 

Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası 
ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve  güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan uygulamaların yarattığı ve sanayi devriminden çok daha fazla sancılı geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülansların, ABD’nin geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım olmayacaktır. 

Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın, gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum. 


Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek 
istiyorum. 

ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18. yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak, 
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı uygulamasına dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal ettiği değerlendirilme den, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum. 

11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde: 

 1. İsrail’in güvenliğinin sağlanması, 

 2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması, 

 3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence altına alınması, 

 4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması, nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması gerektiği son derece açık olmalıdır. 

Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir “kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır. 

Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri, yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi görünmektedir. 

Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının doğal bir gereği olmalıdır. 

Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu açıklamalar dan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim. 

Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılmadan ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi herhâlde mümkün bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme (containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan 

(Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin, Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır. 

Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu bilinen bir gerçek olmalıdır. 

ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri, telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundurduğu düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısızlığa uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır. 

Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış, yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya 
zemin hazırlayacaktır. 

Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar  sürdüremeyeceği nin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal, sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak gerekecektir. 

ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin 

NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi olasılık sınırları içinde görünmektedir. 

Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek doğruların yansıması olacaktır. 


Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004) 
Kaynak:British Petrol(www.bp.com) 

Sahip olduğu enerji kaynakları açısından bir sorunu bulunmayan ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın, hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki, ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü askerî anlamda kullanmaktan 
çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı aralama ihtiyacını hissetmektedir. 

Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz görünmektedir. 


8 Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder