SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 2
3. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Ortadoğu Politikası
Batı dünyası 20. yüzyılın sonuna, Sovyet Blokunun dağılmasının yarattığı
bir öforya, yani aşırı bir iyimserlik ve kendinden hoşnutluk duygusu içinde
girmişti. Artık Batı sistemi rakipsiz bir biçimde dünyaya hakim olacak ve
çatışmaları sona erdirecekti. Oysa bunun hemen ardından, her sistemin bir
“öteki” sayesinde ayak durması kuralına uygun olarak, komünizm biçimdeki
eski öteki, yerini dinsel bir öteki’ye bıraktı. Artık mücadele Batı (Hıristiyan)
medeniyeti ile İslam medeniyeti arasındaydı. Bu tez özellikle, 11 Eylül 2001’de
İkiz Kulelere yapılan saldırıyla resmileşti (Ünsal, 2013: 14). Genellikle 11 Eylül
2001, dünya düzeninin oluşumunda 1945 veya 1990’a eşdeğerde belirleyici bir
nokta olarak ele alınır. Gerçekten de bazı yorumcular, 11 Eylül’ün, Soğuk Savaş
sonrası dönemin gerçek doğasının ortaya çıktığı, eşi görülmemiş küresel
karışıklıklar ve istikrarsızlıklar döneminin başlangıcı olan bir nokta olduğunu
savunmaktadır (Heywood, 2013: 271).
Ocak 2001 tarihinde göreve başlayan George W. Bush yönetimi, başarısız
olarak gördüğü Clinton yönetiminin Ortadoğu politikasını kökten değiştirme
iddiası ile iktidara gelmişti. Yeni yönetimin Ortadoğu politikası bölgeye ilişkin
özellikler de taşımakla birlikte genel olarak yeni yönetimin küresel siyaset ve
ABD’nin liderliğini tesis etme projesinden de büyük ölçüde etkilendi. Bush
yönetiminde etkin görevlere gelen yeni-muhafazakârların ideolojisi özellikle ilk
döneminde büyük ölçüde Bush yönetiminin politikalarına yön verdi. Amerikan
küresel liderliğinin hem Amerika için, hem de dünya için iyi olduğuna inanan
yeni-muhafazakârlar, Amerika’nın liderliğini kurmak ve güçlendirmek için
gerektiğinde büyük askeri gücünü kullanmasından yanaydılar. Clinton yönetimi nin politikalarını eleştiren yeni muhafazakârlar “Amerika’nın küresel
liderliğini desteklemek” amacıyla 1997’de kurdukları Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi adlı düşünce kuruluşu çerçevesinde yayınladıkları raporlarla ABD’nin
tekrar Ronald Reagan döneminde olduğu gibi “askeri güç ve ahlaki açıklık”
politikası gütmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu ideolojiyi savunanlar 11 Eylül
saldırılarından sonra hem Bush yönetimi içindeki ağırlıklarını arttırdılar, hem de
politikalarına kamu desteği sağlamaları kolaylaştı. Böylece 2002’de geliştirilen
yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, Bush yönetiminin yeni politikasının ilkelerini
ortaya koydu. Amerikan hegemonyasının tesisi için ABD artık “kuşatma”
politikası değil, “önleyici savaş” doktrinini geliştiriyordu. Bu tür savaşlara
girişirken de BM gibi uluslararası kuruluşların desteğine illa da ihtiyacı yoktu.
Bush yönetiminin yeni dış politika ve güvenlik anlayışı ve politikaları
açısından Ortadoğu bölgesi özel bir önem arz ediyordu. Bunun başlıca üç
nedeni vardı: Birincisi, dünya petrol rezervlerinin yüzde 60’ından fazlasını
barındıran bu bölge daha önce olduğu gibi ABD’nin küresel hegemonyası için
kilit önemdeydi. Üstelik ABD’nin buradaki etkinliği daha önceleri özellikle
Avrupa ve Japonya’nın Ortadoğu petrollerine olan aşırı bağımlılığı için gerekli
idiyse, şimdi buna bir de ABD’nin bu bölgeye artan bir şekilde bağımlı olacağı
öngörüsü eklenmişti. İkincisi, Bush yönetimi ABD’nin hegemonya projesine
temel direnişin Arap/Müslüman dünyasından geldiğine inanıyordu. Bu
bağlamda yeni yönetim Samuel Huntington tarafından ortaya atılan
“Uygarlıklar Savaşı” tezinin parametreleri içinde hareket ediyor görünüyordu.
11 Eylül saldırıları bu tezleri güçlendirmişti. Öte yandan Irak ve İran gibi
ülkelerin politikaları ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden tasarlama projelerini
sekteye uğratıyordu. Gerçekten de Soğuk Savaş sonrası ABD önderliğinde
kurulmaya çalışılan yeni Ortadoğu düzeni sorunlarla karşı karşıyaydı. Yukarıda
anlatıldığı gibi Arap-İsrail Barış Süreci sona ermiş, Irak ve İran konularında
ABD politikalarına meydan okumalar artmıştı. Son olarak, yeni-muhafazakârlar
için İsrail’in güvenliği özel bir önem taşıyordu. Yeni-muhafazakârlar içindeki
Hıristiyan sağı ve Likud yanlısı Yahudileri temsil edenler açısından bölgede
İsrail’in güvenliğine olan tehditlerin ortadan kaldırılması ve bölgenin yeniden
yapılandırılması bu açıdan da elzemdi.
Bu genel çerçeve içinde oluşturulan yeni ABD politikası aşağıdaki unsurları içeriyordu: Öncelikle Ortadoğu’da zayıflamakta olduğu düşünülen Amerikan liderliğinin yeniden tesisi ve yeni Ortadoğu düzenine karşı direnişin kırılması gerekiyordu. Bush yönetimi başından itibaren Clinton yönetiminin politikalarının Amerika’yı zayıf gösterdiğini, hem Irak’ta hem de İran’da başarısız olunduğunu iddia ediyordu. Bu çerçevede yeni politika oluşturma çabalarına girişen yönetim Ortadoğu’da istikrarsızlık kaynağı olarak gördüğü bu ülkelere karşı politikasını sertleştirmekten yanaydı. Yukarıda da belirtildiği gibi bu görüş yönetim içindeki yeni-muhafazakârlarca da zaten desteklenmekteydi.
11 Eylül 2001 saldırıları bu görüşleri güçlendirdi, yönetim içindeki farklılıkları
törpüledi ve kamuoyu desteği sağladı (Altunışık, 2009: 74-76).
Bu çerçevede, Dünya Ticaret Merkezi kulelerine, Pentagon’a ve Pensilvanya’ya yapılan terör saldırıları Bush yönetiminin dış politikasına yeni öncelikler kazandırdı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarının dış politika çıktısı “teröre karşı savaş”tı. Bush yönetiminin, 11 Eylül 2001 sonrası dünyadaki ilk hedefi Afganistan ve Osema Bin Ladin’i avlamaktı. Taliban yönetimindeki Afganistan “Bin Ladin’e ve Kaide teröristlerinin eğitim kamplarına güvenli bir
liman sağlıyordu” (Ward, 2006: 79). Bu çerçeve de, ilk hareket, Ekim 2001’de
ABD liderliğinde Afganistan’a yönelik ve Taliban rejimini haftalar içerisinde
deviren askeri saldırı oldu. Ocak 2002’de Başkan Bush, Irak, İran ve Kuzey
Kore’yi “şer ekseninin” bir parçası olarak tanımladı ve daha sonra bunu Küba,
Suriye ve daha sonradan listeden çıkarılmış olsa da Libya’yı içerecek şekilde
genişletti (Heywood, 2013: 272).
Bush yönetimin politikasının bir diğer özelliği, yine Clinton döneminin aksine, Arap-İsrail uyuşmazlığının çözümünü bölgesel güvenlik ve istikrar açısından önemli görmemesiydi. Bush yönetimi İsrail’deki Sharon hükümetinin Filistin sorununu büyük ölçüde bir terör sorunu olarak gören yaklaşımını kabul
etti. Bu çerçevede ağırlığı Filistin’de reform ve İsrail’in güvenliği konularına
verdi. Öte yandan Clinton döneminden farklı olarak Barış Süreci’nin İsrail-
Suriye ayağını yeniden canlandırmak için hiç çaba göstermedi. Tam tersine
yukarıda da değinildiği gibi Suriye’yi izole etme politikası güttü. Suriye
rejimini terörist örgüt olarak nitelediği Hizbullah ve Hamas’ı desteklemekle,
Irak’ta direnişçilere destek olmakla suçladı. ABD Suriye’nin Lübnan’daki
vesayetine daha önce göz yumarken, Bush döneminde Suriye’nin Lübnan’dan
çekilmesi için baskı yaptı.
Bush yönetiminin Ortadoğu politikasının son ayağını Büyük Ortadoğu
Projesi olarak adlandırılan Ortadoğu’da gerekirse askeri güç kullanarak
demokratikleşme ve ekonomik reformları gerçekleştirme oluşturdu (Altunışık,
2009: 76). Bu amaçla, Bush’un paradigmasında Arap yarımadasını, Kuzey
Afrika’yı ve Pakistan’a kadar uzanan hattı bir bütün olarak ele almak ve
mecburi demokratikleştirme sürecine sokmak bir hedef olarak belirmişti. BOP,
GOP, GOKAP gibi kısaltılmış isimlerle tanımlanan projenin hedefi, bölgeyi
demokratikleştirme yoluyla güvenli hale getirmek ve teröre kaynaklık eder
durumdan çıkarmaktı (Arıboğan, 2013, s.81-82).
Esasen Clinton döneminde de siyasi ve ekonomik reformların desteklenmesi fikri mevcuttu. Aslında bu politikanın temelleri 1980’lerde uluslararası sistemde başat hale gelen liberal söylemle bir devamlılık arz ediyordu. Uluslararası barış ve refah için liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşması gerektiğine inanan liberal uluslararası siyaset anlayışı özellikle SSCB’nin zayıflaması ve daha sonra iki-kutuplu dünyanın sona ermesi ile liberal müdahalecilik doktrinini de geliştirmişti. Bu dönemde uluslararası kuruluşlara da hâkim olan bu anlayış otoriter ve totaliter rejimlerin ezdiği bireyi korumak için “insani müdahalenin” meşru ve haklı olduğu fikrini ileri sürmüştü. Bush yönetimi bu söylemi daha da geliştirdi ve 11 Eylül’den sonra başlatılan “terörle savaş” stratejisinin bir parçası haline getirdi. Böylece Bush yönetiminde yeni-muhafazakârlık ve liberal müdahalecilik ideolojileri bir araya geldi. Bu doktrin Ortadoğu’da ABD’nin yıllarca istikrarı demokratikleşmenin önünde tutmasını eleştiriyor ve bu politika yüzünden bölgede güçlenen otoriter rejimlerden zarar gören halkların ve sosyal hareketlerin ABD karşıtlığının oluştuğu iddia ediliyordu. Bu görüş demokrasi ve özgürlüklerin terörizmin panzehiri olduğu fikrine inanıyor, dolayısıyla Ortadoğu’da rejim değişikliğini savunuyordu.
Bush yönetiminin yeni Ortadoğu stratejisinin ilk ve en önemli uygulama
alanı Irak oldu. Gerçekten Irak’a savaş açmak Bush yönetiminin yukarıda
tartışılan temel Ortadoğu politikalarını gerçekleştirmek açısından anlamlı
görünüyordu. ABD bir taraftan Irak üzerinden Ortadoğu’da zayıflayan itibarını
onaracak, gücünü ve azmini dosta düşmana gösterecek ve başat rolünü yeniden tesis edecekti. Öte yandan Saddam sonrası oluşacak “özgür ve demokratik Irak” tüm Ortadoğu’ya örnek teşkil edecek ve bir domino etkisi yaratılacak, dünyada yaşanan liberal dönüşüme en dirençli bölge olan Ortadoğu’da dönüşümün fitilini ateşleyecekti (Altunışık, 2009: 74-76).
Bunun sonucunda, ABD ve “gönüllüler koalisyonu” tarafından yürütülen
2003 Irak Savaşı çıktı. Irak Savaşı’nı tartışmalı yapan şey, Afganistan’a
saldırının genel olarak bir meşru müdafaa şeklinde yorumlanmasına (Afganistan
El Kaide’ye ülkesel bir üs sağlamıştı ve El Kaide’yle Taliban arasında güçlü
siyasal ve ideolojik bağlantılar vardı) rağmen Irak’a karşı savaşın önleyici
saldırı doktrini çerçevesinde gerçekleştirilmesiydi. Bush yönetimi, Saddam
rejimiyle El Kaide arasında bağlantılar bulunduğunu (somutlaştırmadan) ifade
etmesine ve (daha önceki kanıtlarla çelişen bir biçimde) Irak’ın kitle imha
silahlarına sahip olduğunu iddia etmesine rağmen, temel gerekçe, Saddam’ınki
gibi ‘haydut’ rejimlerin aktif bir biçimde kitle imha silahları arayışı içerisinde
olması veya halihazırda elde etmiş olmasının 21. yüzyılda hoş görülemez
olmasıdır.
Başlangıçtaki etkileyici başarıya (Taliban ve Saddam’ın Baas rejiminin
devrilmesi) rağmen ABD ve müttefikleri, hem Afganistan hem de Irak’ta,
kendilerini beklediklerinden daha sorunlu ve uzun olduğu ortaya çıkan
savaşların içinde buldular. Her iki savaş da, gerilla savaşı, terörizm ve intihar
bombalaması taktikleri kullanan düşmanlara karşı karmaşık bir karşı isyan
savaşlarına dönüştü ve üstün Amerikan gücünün sınırlarına dikkat çekti.
“Teröre karşı savaşın” yürütülüş temelleri, taktik başarısızlıklar ve stratejik
zorluklarla oyuldu (Heywood, 2013: 272-273).
Bu çerçeveden bakılınca Bush yönetiminin politikalarının, Clinton dönemindeki ler gibi, ABD açısından büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığı söylenebilir.
Başka bir deyişle bu politikalar ne Bush yönetiminin amaçladığı gibi bölgede ABD’nin başat pozisyonunu sağlamlaştırmış, ne İran’ı etkisizleştirmiş, ne de bölgede ABD’nin istediği dönüşümü sağlamıştır. ABD açısından tek başarı amaçlandığı şekilde Irak’ta Saddam rejiminin yıkılması olmuştur. Ancak bu başarı da çok büyük bedeller karşılığında elde edilmiştir (Altunışık, 2009: 77). Öncelikle Irak’ta savaş bittikten sonra ABD, denetimi tamamen elinden kaçırarak aciz kaldı. Başta Şiiler tarafından olmak üzere yapılan bitmez tükenmez saldırılar, ABD/Koalisyon ordusunu tam anlamıyla acizleştirdi. Bu ordu Irak’ı işgal etti, fakat Bağdat’ı bile denetim altına alamadı. Tek yapabildiği, ABD askerlerinden ziyade, “Irak sivil yönetimi” asker ve polislerinin ölmesine yol açmak oldu. Bütün bunların etkisiyle, 2004’e gelindiğinde, yani işgalden bir yıl sonra, ABD’nin koalisyon ortakları sembolik kontenjanlarını çekmeye başladılar. Ovalık Irak, ormanlık Vietnam’ın veya dağlık Afganistan’ın istisnai örnekler olmadığını göstererek, hegemon gücün prestijine büyük bir darbe indirmiş oldu. BBC’ye demeç veren BM Genel Sekreteri Kofi Annan, Irak işgalini, “BM antlaşmasını ihlal eden gayrimeşru bir eylem” olarak nitelendirdi. Ayrıca, ABD, işkence yapan ve hukuku/uluslararası hukuku tanımayan bir ülke olarak tescil edildi. Ebu Gureyb cezaevinde patlayan ve seksüel aşırılıklarıyla iyice ayağa düşen işkence ortamının simgelediği, ama orada da kalmayan skandallar, ABD’nin uluslararası prestijini dibe vurdurdu.
Küba’daki ABD askeri üssü Guantanamo’da yapılanlar, Ebu Gureyb’i fazlasıyla
aştı. Diğer taraftan işgal özellikle ham petrol fiyatlarının hiç hesapta olmayan
bir biçimde 77 Dolar’ı aşmasıyla, ABD’ye ekonomik olarak da yansıdı.
Amerikan bütçe açığı baş edilemez bir hal aldı. İlaveten, belki de en önemlisi,
anti-Amerikanizm bütün dünyada, özellikle Arap ve Müslüman ülkelerinde bir
tsunami gibi yükseldi ve muhtemelen, terörün gelecek kuşaklarda artarak devam etmesinin beşiğini hazırladı. İşgalden en kazançlı çıkan taraf Iraklı Kürtler oldu.
ABD’ye dayanan bir Kürdistan, hukuken olmasa bile fiilen kuruldu. Kürtlerin
yanı sıra İran da kazançlı çıktı. Şii İran dünyası ile Sünni Arap dünyası arasında
tampon görev yapan Irak üzerinde İran etkisi arttı, ülke, İran ve molla etkisine
açık hale geldi. Sonuçta, Şii-Sünni gerginliği ve Şiiliğin genel yükselişi
hızlandı. Arap ülkelerinde Filistin sorununda yaşanan çıkmaz nedeniyle
tırmanan ABD düşmanlığı körüklendi (Ünsal, 2013: 25-26).
Yukarıda bahsi geçen nedenlerle, demokratikleşme projesi kısa sürede
rafa kaldırıldı. Irak’ta yaşanan sorunlar bu ülkenin Bush yönetiminin iddia ettiği
gibi demokratikleşmesinin önündeki zorlukları ortaya koyarken, bir kez daha
istikrarın öncelenmesine yol açtı. Diğer Arap ülkelerindeki bir demokratik
açılımın siyasi İslamcı partileri iktidara taşıyacağının bir kez daha anlaşılması
ile Bush yönetimi özellikle ikinci döneminde demokratikleşme söyleminden
tamamen uzaklaştı (Altunışık, 2009: 77-78).
4. Obama Dönemi ve Arap Baharı
ABD son derece farklı etnik gruplardan oluşan bir halka sahip olmasına
rağmen, demokratikleşmenin dünya genelinde desteklenmesi konusunda ülke
içinde bir konsensüs mevcuttur. Bunun nedeni, dünyada demokrasinin
yayılması düşüncesinin Amerikan ulusal kimliğinin şekillenme aşamalarına
kadar geri gitmesi ve Amerikan dış politikasında yerine getirilmesi gereken bir
misyon olarak görülmesidir. Kapitalizm, bireysel özgürlük ve insan ilerlemesi
bu siyasal kültürün temel özelliklerini oluşturmaktadır. Amerikalılar bu
değerleri evrensel olarak görmekte ve tüm dünyanın benimsemesi gerektiğine
inanmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin yayılması misyonu, Amerikan halkının
tüm insanlık için iyi olduğuna inanılan liberal demokratik ilkeleri ve insanlık
tarihi boyunca denenmiş en iyi yönetim biçimi olan liberal demokrasiyi tüm
dünyaya yaymak ve böylece dünyadaki diğer ulusları kurtarmak için Tanrı
tarafından seçilmiş bir ulus olduğu yönündeki güçlü inanca dayanmaktadır.
Bu inanç günümüze kadar varlığını korumuş ve Amerikan dış politikası üzerinde
etkili olmuştur (Telatar, 2012: 55).
Özellikle 11 Eylül sonrası Bush Yönetimi altında demokrasi promosyonu
özel bir şekil almıştır. Demokrasi promosyonu geleneğindeki bu tarzı Bush
yönetimi “Özgürlük Gündemi” olarak adlandırmış ve ABD’nin büyük
stratejisini yeniden şekillendirmiştir. Demokrasiyi getirmek için askeri
müdahalenin gerektiğinde agresif olarak kullanılabileceği tezine dayanan bir
“zorlayıcı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımın neden ve nasıl geliştiği konusunda
tartışmalar olsa da, Bush yönetiminin iktidara gelmesinden 11 Eylül
saldırılarına kadar olan dönemde bu tarz bir zorlayıcı demokrasi promosyonu
görülmez. Bush’un zorlayıcı politikaya geçmesi bir yandan 11 Eylül saldırıları
ile bir yandan da ABD’nin maddi kabiliyetlerinin gelişmesi ve içeride yeni-
muhafazakar bir milliyetçi politikanın hakim olmasıyla ilişkilidir. Buna göre,
eğer Ortadoğu’da diktatörlükler yıkılır da yerine demokrasiler kurulursa,
bölgedeki ABD karşıtlığı sona erer, El Kaide gibi örgütlerle de köklü bir
mücadele mümkün olabilirdi. Bu şekilde ortaya çıkan Bush doktrini
çerçevesinde ABD Ortadoğu’daki demokrasi projelerine eşi görülmemiş
miktarlarda kaynak ayırarak, otoriter rejimleri devirmek için yola koyuldu. İki
temel eksene dayanan bu yaklaşıma göre, liberal/seküler ya da Bush
yönetiminin deyimiyle demokrasi-yanlısı unsurlar desteklenecekti. Böylece
kurulacak yeni yönetimle İslamcılar marjinal konuma düşürülüp tasfiye edilecek
ve ABD’ye tehdit oluşturan İslamcı hareketler de sona erecekti (Duran ve
Yılmaz, 2012: 28). Bu amaçla, aktif bir politika izleyen ve pek çok resmi
insiyatife girişen Bush yönetimi, Irak’ta askeri müdahale yoluyla Saddam
Hüseyin rejimini devirmiş, İran ve Suriye gibi devletler üzerinde büyük bir
baskı uygulamaya başlamış, Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan’daki halk
ayaklanmaları sonucu gerçekleşen rejim değişikliklerine dolaylı olarak destek
vermiştir.
Ancak bu amaçla gerçekleştirilen rejim değişiklikleri, özellikle de 2003
yılındaki Irak Savaşı, uluslararası toplumun büyük tepkisini çekmiş, bu
misyonun imajı üzerinde derin hasarlara neden olmuştur. Bu durumu telafi etme görevi ise yeni başkana, yani Barack Obama’ya kalmıştır. Selefinden oldukça olumsuz bir miras devralan Obama, dış politikasını ABD’nin uluslararası
imajını düzeltmek ve Bush yönetiminin politikalarının neden olduğu sorunları
çözmek üzerine oturtmuştur (Telatar, 2012: 56-57).
ABD’nin küresel liderliğini yeniden canlandırmak amacıyla aktif bir dış
politika izlenmesinden yana olan Obama’ya göre, bu amaçla yapılması gereken,
dünyanın ortak güvenliği paylaştığı anlayışına dayalı bir küresel liderlik
sergilenmesiydi. Obama, Amerikan liderliğini yenilemek için Irak savaşının
sonlandırılması ve dikkatlerin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki diğer sorunlar
üzerine yoğunlaştırılması, nükleer silahların yayılmasının engellenmesi,
terörizme karşı daha etkili bir küresel strateji geliştirilmesi, ortak tehditlerle
mücadele etmek ve ortak güvenliği sağlamak için ittifakların, işbirliklerinin ve
kurumların yeniden inşa edilmesi, adil, güvenli ve demokratik toplumların
desteklenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü gibi Obama yönetiminin dış
politika gündeminde çoğunluğu Bush döneminden miras kalan pek çok sorun ve
konu vardı. Dolayısıyla Obama, göreve gelir gelmez bu konularla meşgul
olmaya başladı (Telatar, 2012: 58-59).
Obama, Haziran 2009’daki Kahire’deki bir açılış konuşmasında, “hiçbir
yönetim sisteminin, başkaları tarafından bir ulusa dayatılmaması gerektiği ve
dayatılamayacağına” dikkat çekerek, ABD ve dünya Müslümanları arasında
“yeni bir başlangıç” çağrısı yaptı. Mart ayında, İran yılbaşına denk gelen bir
tarihte Farsça altyazılı bir video yayınlayarak ABD’nin İran ile ilişkilerinde
(özellikle nükleer silah elde etmeye çalıştığı iddiaları doğrultusunda neo-con’lar
İran’a bilhassa düşmanca davrandı) onlarca yıldır süren gerilimlerin sona
erdirilmesini istediğini ilan etti ve Tahran’ı saldırgan anti-Amerikan söylemlerini yumuşatmaya çağırdı. Müslüman dünyaya ulaşmak ve daha kapsamlı bir kültürler arasında anlayış oluşturma yönündeki bu çabalar, ABD’nin “teröre karşı savaşı” yürütme biçimini değiştirmeye yönelik diğer girişimlerle bağlantılıydı. Özellikle işkenceye başvurulmasını yasaklayan bir düzenleme imzalandı ve Guantanamo’daki gözaltı kampının kapatılması (fakat Obama’nın görevdeki ilk yılında yerine getirmeyi vaat ettiği bu sözden kısa sürede vazgeçildi) sözü verildi. Filistin sorununda ilerleme kaydedilmesi konusuna da daha fazla vurgu yapıldı (Heywood, 2013: 274). Böylece Obama pragmatik bir dış politika izlemeye çalıştı.
Böyle bir pragmatist dış politikada demokrasinin yayılmasının yerinin
Bush dönemi ile benzerlik arz etmesi beklenemezdi. Nitekim Obama, Bush
yönetiminin iddialı özgürlük gündemini benimsemekten kaçınmıştır. Bush 11
Eylül sonrası dönemden itibaren dış politikasını dünyada, özellikle de
Ortadoğu’da, zorba yönetimleri sona erdirmek üzerine oturtmuştu. Ancak Irak
savaşı demokrasinin yayılması misyonunu hem ülke içinde hem de uluslararası
alanda tartışmalı hale getirmişti. Dış politikaya bakışını pragmatist olarak
nitelendiren Obama ise, ideoloji tarafından yönlendirilen bir dış politika izlemek
istemediğini, İslam dünyasına yönelik Amerikan ulusal çıkarlarını temel alan
realist bir politika izlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Dolayısıyla Obama’nın başkanlığı devralmasıyla artık terörizmin kaynağının kurutulması için toplumların dönüştürülmesi ve demokratik ulusların inşa edilmesi yerine, El-Kaide’nin ve diğer radikal ve terörist örgütlerin bu ülkelerde yeniden güç kazanmasının ve ABD’ye karşı yeni saldırılar düzenlemesinin önlenmesine ağırlık verilmiştir (Telatar, 2012: 59).
Demokrasinin yayılmasının Amerikan dış politikasındaki yerini yeniden
tanımlayan Obama’nın bu konudaki yaklaşımının temel unsurları dört noktada
özetlenebilir. Öncelikle, Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına ilişkin
politikasını genel olarak dış politikasında benimsediği dünya ile yeniden
angajman ve işbirliği çabaları çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir.
Anti-demokratik rejimlere karşı “sınırlı angajman” politikası izlemeye başlayan
ve Bush yönetiminin bu devletleri nitelendirmek için sık sık kullandığı “haydut
devlet” ya da “şer ekseni” gibi uluslararası toplumun tepkisini çeken kavramları
terk eden Obama yönetimine göre, bir yandan terörizmle mücadele, kitle imha
silahlarının yayılmasının engellenmesi ya da ekonomik bağların güçlendirilmesi
gibi çıkarlar üzerinde yoğunlaşılırken bir yandan da bireysel hakların ve
fırsatların genişletilmesine çalışılacak, yani bu rejimlerle bu çıkarlar konusunda
yürütülen siyasi diyalog insan haklarını geliştirmek için de kullanılacaktı.
Dolayısıyla Obama yönetimi demokrasinin yayılması çerçevesindeki
politikaların bu sorunların çözümüne yönelik insiyatiflere ve küresel işbirliği
çabalarına zarar vermemesine çalışmıştır.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder