SOĞUK SAVAŞ SONRASI ABD’NİN ORTADOĞU POLİTİKASI BÖLÜM 3
Obama yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımının
ikinci unsuru, model oluşturma görüşüne öncelik verilmesidir. Demokrasinin
hiçbir ulusa dışarıdan empoze edilemeyeceğini açıkça ifade ederek ve her
toplumun kendisi için en iyi olan ve kendi kültüründe ve geleneklerinde yer alan
yolu izlemesi gerektiğini belirterek Bush dönemindeki aktivist korumacı
yaklaşımı eleştiren Obama, Amerikan demokratik modelinin güçlendirilmesinin
demokrasinin yayılmasındaki öneminden bahsederek model oluşturma görüşüne
verdiği önemi ortaya koymuştur.
Üçüncüsü, Bush’tan farklı olarak, Obama’nın demokrasi konusunu daha az tartışmalı olan insan hakları konusunun içine yerleştirmesidir. Nitekim 2010
yılındaki stratejide demokrasi ve insan haklarının yayılması aynı başlık içinde
yer almış ve bu başlık altında da daha çok insan haklarına ağırlık verilmiştir.
Stratejide düşünceleri ifade etme, toplantı yapma, ibadet etme, liderleri seçme
özgürlükleri ile insan onuru, hoşgörü, eşitlik, adalet gibi Amerikan ulusunun
üzerine kurulu olduğu değerlerin aynı zamanda evrensel olduğuna inandıkları,
bu değerleri benimseyen ulusların daha başarılı ve ABD’ye karşı daha barışçı
oldukları, ABD’nin de bu değerler üzerine kurulduğu ve bu değerleri dünya
genelinde yaymak için çalışacakları ifade edilmiştir.
Dördüncü ise, Obama yönetiminin demokrasinin yayılması çabalarını
kalkınma konusundaki çabalar ile ilişkilendirmesidir. Buna göre, savunuculuğu
yapılan demokratik değerlerin dünyada kabul görmesi için halkların günlük
yaşamlarında ilerlemeler olması gerekmekte, zira dünya nüfusunun yarısı
ekonomik, siyasal, yasal ve sosyal açıdan baskı altında bulunup marjinalleşme ye maruz kalıyorsa demokrasiyi geliştirmenin de tehlikeye girmesi söz konusu olmaktaydı. Böylece Obama, yönetiminin demokrasinin yayılması konusundaki yaklaşımını oldukça geniş bir çerçeveye oturtarak insan hakları ve kalkınma ile birlikte değerlendirmiş, bunların birbirlerini güçlendireceğine inanmıştır (Telatar, 2012: 63-66).
Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik yaklaşımını daha
iyi analiz edebilmek için dünya genelinde demokratikleşme bağlamında yaşanan
gelişmeler karşısında nasıl bir tepki verdiğine bakmak gerekmektedir.
Obama’nın demokrasinin yayılmasına ilişkin politikası, başkanlığının ilk
yılında üç önemli gelişme ile sınanmıştır. Öncelikle, İran’da 12 Haziran
2009’da gerçekleşen tartışmalı seçimlerden sonra Tahran ve diğer büyük
şehirlerde başlayan protesto hareketleri ve yönetimin bunları sert müdahalelerle
bastırması karşısında temkinli bir politika izlemiş ve İran muhalefetinin
seçimlerin demokratik niteliği konusundaki iddialarını kabul etmekte isteksiz
davranmıştır. İran’a karşı izlediği angajman politikası çerçevesinde Tahran ile
iletişim kanallarını açık tutmaya ve bu ülkenin iç işlerine karışmamaya özen
gösteren Obama yönetimi ise, seçimleri eleştirmesi ve muhalif aday Hüseyin
Musevi’yi desteklemesinin İran’da radikallerin güç kazanmasını sağlayacağını,
ABD hakkındaki olumsuz imajı güçlendireceğini ve bu ülkenin nükleer
faaliyetlerine yönelik olarak yürütülen diplomatik çabaları olumsuz etkileyeceği ni düşünmüş, dolayısıyla İran’ın nükleer programı konusunda bir çözüme varılmasını demokratikleşme konusundan daha ivedi bir sorun olarak
görerek pragmatist bir politika izlemiştir.
Obama yönetiminin karşılaştığı bir diğer gelişme, Honduras’ta seçimlerle iş başına gelen Devlet Başkanı Manuel Zeleya’ya karşı 28 Haziran 2009’da gerçekleştirilen askeri darbe olmuştur. Darbeye verilen uluslararası tepkinin büyük olmasına rağmen, Obama yönetiminin darbeyi kınaması ve Zeleya’nın görevine dönmesi çağrısında bulunması oldukça geç olmuştur.
Bunun da ötesinde, Amerikan Devletleri Örgütü’nün Honduras’a ekonomik
yaptırım uygulanmasına ve Zeleya’nın ülkeye dönmesi için hazırlanan plana,
istikrarsızlığa neden olacağı gerekçesiyle karşı çıkmıştır. Darbe yönetiminin
anti-demokratik uygulamalarına ve insan hakları ihlallerine de oldukça geç ve
zayıf bir tepki veren Obama yönetimi, darbe yönetimine ekonomik yaptırım
uygulamaya sıcak bakmamıştır. 29 Kasım 2009’da Porfirio Lobo’nun
galibiyetiyle sonuçlanan ve pek çok insan hakları ihlallerinin gölgesinde
gerçekleşen seçimler çoğu Latin Amerika ülkesi tarafından tanınmamasına
rağmen, Obama yönetimi seçimleri ileriye yönelik bir adım olarak
tanımlamıştır.
Obama yönetimi ayrıca, Afganistan’da 20 Ağustos 2009’da gerçekleşen
tartışmalı devlet başkanlığı ve 2010’da gerçekleşen parlamento seçimlerinden
sonra da, bu ülkede istikrarın sağlanmasında Hamit Karzai’nin işbirliğine
duyduğu ihtiyaç nedeniyle, yüksek sesle eleştiride bulunmayı tercih etmemiştir.
Washington’un Karzai yönetimine kapalı kapılar ardında baskı yaptığı yönünde
haberler gelmiş, fakat ne Obama’dan ne de üst düzey bir yetkili tarafından
yaşananları kınayan bir açıklama gelmemiştir. Obama yönetiminin bu tavrı,
Bush’un Afganistan’ın demokratikleştirilmesi amacını terk ederek ABD’nin bu
ülkeye yönelik politikasının hedefini güvenliğin sağlanması olarak
sınırlandırmasından kaynaklanmaktadır.
Obama, başkanlığının daha ilk yılında karşı karşıya kaldığı bu üç gelişmeye yönelik politikalarında demokratikleşmeden ziyade güvenlik ve istikrara öncelik vermesi nedeniyle pek çok çevreden eleştiri almıştır. Bu politikalar Obama’nın dış politika söyleminde demokrasinin yayılmasının merkezi konumunu zayıflatması ile birlikte değerlendirilmiş ve ABD’nin demokrasinin yayılması misyonuna eskisi kadar önem vermediği iddialarının ortaya atılmasına neden olmuştur. Dolayısıyla demokrasinin yayılmasına yeterince önem vermediği eleştirilerini boşa çıkarmak için çaba sarf eden Obama’nın bu demokrasi sınavlarında başarılı bir performans gösterememesi,
bu çabalarını sonuçsuz bırakmıştır.
Obama yönetiminin demokrasinin yayılmasına yönelik politikasının test
edildiği asıl gelişme ise “Arap Baharı” olarak nitelendirilen ve pek çok
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkesini etkisi altına alan halk ayaklanmaları
olmuştur (Telatar, 2012: 68-70). 2011 yılının ilk aylarında Kuzey Afrika ve
Orta Doğu’da gerçekleşen bu halk ayaklanmaları, muhalif “genç nüfus
şişkinliğinin” iletişim teknolojisi araçlarına daha fazla ulaşabilmesiyle
gerçekleşen hızlı siyasi uyanışın canlı birer örneğidir. Bu ayaklanmalar bozuk
ve sorumsuz ulusal yönetimlere karşı duyulan kızgınlıkla ortaya çıktı. İşsizlik,
siyasi hakların tanınmaması ve süresi uzatılan “olağanüstü” yasalardan
kaynaklanan yereldeki öfke ve hüsran, ayaklanmaları hazırlayan itici gücü
sağladı. On yıllar boyunca süren iktidarlarında güvende olan liderler, bir anda
kendilerini emperyal dönemin sona ermesinden bu yana Orta Doğu’da
başlamakta olan siyasi uyanışla karşı karşıya buldular (Brzezinski, 2012: 42).
Obama yönetiminin 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ve daha sonra
pek çok ülkeye sıçrayarak Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de liderlerin
devrilmesine neden olan halk ayaklanmaları karşısındaki politikasını
netleştirmesi oldukça zor olmuştur. Zira Obama yönetimi, selefinin
demokrasinin yayılması misyonu üzerinde bıraktığı olumsuz imajı düzeltmek ile
Arap dünyasında yaşanan demokratik ayaklanmalara ABD’nin tarihsel
misyonunun bilincinde olarak destek vermek gibi bir ikilemle karşı karşıya
kalmıştır. Ayrıca bazı ülkelerde ABD’nin müttefiki olan liderlere yönelik
gösterilerin düzenlenmesi Obama yönetiminin pozisyonunun netleştirmesini
daha da zorlaştırdı. Obama yönetiminin ayaklanmalar karşısındaki
politikalarında, karşı karşıya bulunduğu bu çıkmazın neden olduğu kafa
karışıklığının izlerini görmek mümkündür (Telatar, 2012: 70).
Tunus’ta Muhammed bin Buazizi’nin 17 Aralık 2010’da kendini benzin
dökerek canına kıymasıyla başlayan halk hareketi, Zeynel Abidin Bin Ali’nin
eşiyle 14 Ocak 2011’de Suudi Arabistan’a kaçmasıyla 23 yıllık iktidarını
“kansız” bir şekilde sonlandırdı (Tekin, 2011).
Bu ayaklanmalara tüm dünya gibi ABD de hazırlıksız yakalanmıştı. Ayaklanmalar tüm Tunus’a yayılırken, Obama yönetimi Bin Ali’nin ülkesini terk etmesine kadar oldukça sessiz kalmıştır. Tunus yönetiminin göstericilere yönelik aşırı güç kullanması ancak 11 Ocak’ta Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklama ile eleştirilmiş, Obama ise bu konu hakkında ilk kez 14 Ocak 2011’de konuşmuştur. Oysa Bin Ali aynı gün, bu konuşmadan önce ülkesini terk etmişti. Obama’nın ayaklanmanın bu aşamasına kadar sessiz kalması ABD’nin bölgede bir kez daha istikrarı demokrasiye tercih ettiği yorumlarına neden olmuştur.
Ayaklanmalar bölgede İran’a karşı ABD’nin desteklediği Sünni ılımlı İslam ittifakının en güçlü üyelerinden biri olan, İsrail ile yakın ilişkileri bulunan, bu nedenle de Amerikan yardımlarını en fazla alan ikinci ülke olan Mısır’a sıçrayınca Obama yönetiminin pozisyonunu netleştirmesi daha da zorlaşmıştır. Özellikle Irak savaşından sonra Amerikan karşıtlığının arttığı Ortadoğu’da demokratik yollardan seçilecek yönetimlerin geçmiş politikaları devam ettirmesinin oldukça zor olması nedeniyle Obama yönetimi Mısır’da 25 Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar karşısında oldukça yavaş hareket etmiştir (Telatar, 2012: 70). İlaveten ABD yönetimi, Arap Baharı’nda, ‘oyunun başını çeken’ olmak istemezken, gelişmeleri şekillendirmek için de bölgedeki uzun süreli ilişkilerini kullanmıştır. Bu durum, ABD’nin on yıllar boyunca finanse ettiği ordunun zenginleştirdiği generalleri ve askeri üst yönetimin, muhtemelen,
Mübarek yönetiminin iç çemberindeki diğer ilişkilerinden daha çok Washington’un hamiliğine ihtiyaç duyduğu Mısır’da daha açıktır. Tahrir
meydanındaki protestolar sırasında ABD diplomasisi dikkate alındığında,
Amerika’nın ilişkileri çerçevesinde, tüm seviyelerde gerçekleştirilen temaslarla
-Beyaz Saray’daki Joe Biden’dan Pentagon’daki orta-seviyeli bir subaya kadar-
Mısır ordusunun uyguladığı sürekli şiddetin bir resmi çizilmiş olup, bu resim,
Mısır güçlerinin hiçbir koşul altında protestoculara ateş açılmaması hususunda
ısrarcı olunmasına yönelik diplomatik niyeti güçlendirmiştir. Mübarek ile iyi
koordine edilmeyen temaslar ve Beyaz Saray’ın karmaşık sinyalleri, Mısır
Başkanlığı’nın, protestoculara reform hususunda belirsiz vaatlerde bulunarak
gücü elde tutmasına ilişkin artan şekildeki garip çabalarına neredeyse tamamen
katkıda bulunmuştur (Kitchen, 2012: 56). Ancak muhaliflerin bu seçeneği kabul
etmemesi üzerine, Mübarek’in 9 ay sonra yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı
seçimlerine aday olmaktan vazgeçmesi için ikna çabaları yürütülmüştür. Ne
muhaliflerin ne de Mübarek’in bunu kabul etmemesi üzerine Mısır’da yönetim
değişikliğinin engellenmesi iyice zorlaşmıştır.
Obama yönetimi de bu durumu fırsata dönüştürmek için çaba sarf etmiş,
Arap halkından yana bir tutum alarak ülkesinin bölgedeki imajını düzeltmeye
çalışmıştır. Bu bağlamda Mübarek’in gitmesini sağlamak için Mısır ordusu ile
işbirliği yapmış ve Mübarek sonrası geçiş sürecini ordu aracılığıyla kontrol
etmeye çalışmıştır. Mısır’daki ayrıcalıklı konumunu kaybetmemek için siyasi
süreci kontrolünde tutmak isteyen ordu da Mübarek’e verdiği desteği geri
çekmiş, bunun üzerine Mübarek 11 Şubat’ta istifa etmek zorunda kalmıştır.
Mısır’da yaşanan olaylarda öncelikli amacı halkın demokratik taleplerinin
desteklenmesinden ziyade mevcut rejimin korunması olan ABD bunu önce
Mübarek’in de koltuğunu koruyacağı bir şekilde sağlamaya çalışmış, bu
mümkün olmayınca da Mısır’da rejimin temelini oluşturan ve Washington’un
ülkedeki asıl müttefiki olan ordu aracılığıyla bu amacını gerçekleştirmiştir.
Ayaklanmalar uzun zaman geçmeden Libya’ya da sıçramış, Muammer
Kaddafi’nin 15 Şubat 2011’de başlayan gösterileri güç kullanarak bastırmaya
çalışması karşısında pek çok ülkeden tepki gelirken politikasını belirlemekte
zorlanan Obama yönetimi belli bir süre hareketsiz kalmıştır. İlk etapta öncelikli
amacını Amerikan vatandaşlarını korumak ve güvenli bir şekilde tahliye etmek
olarak belirleyen ve Libya’daki insan hakları ihlallerini ise kınamakla yetinen
Obama yönetiminden Kaddafi’nin görevi bırakması gerektiğine ilişkin ilk
açıklama ise 26 Şubat’ta gelmiştir. Muhaliflerin kararlı mücadelesi ve
koltuğunu bırakmamakta ısrarcı olan Kaddafi’nin güç kullanmaya devam etmesi
üzerine krizin siyasal yollarla çözümü imkânsız hale gelmiş, dolayısıyla askeri
müdahale seçeneğinin gündeme alınması gerekmiştir. Ancak Irak’ta yaşanan
olumsuz tecrübe nedeniyle Obama yönetimi herhangi bir İslam ülkesine karşı
bir askeri müdahalede bulunmaktan yana değildi. Bu durumda en iyi alternatif,
gerçekleştirilecek müdahalenin uluslararası bir müdahale olduğu görüntüsü
yaratmak ve operasyonda sınırlı bir rol alarak ABD’yi geri planda tutmaktı
(Telatar, 2012: 71).
Nitekim, BM Güvenlik Konseyi, 26 Şubat 2011’de Libya’ya ambargo
uygulanmasına dair 15 üye ülkenin oybirliğiyle aldığı 1970 sayılı kararına
Libya lideri Muammer Kaddafi rejiminin isyancı sivilleri katletmeye devam
ederek uymaması sonucu yeni bir adım attı. Konsey, Libya’daki gelişmelerin
uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği gerekçesiyle on üye ülkenin kabul ve
beş üye ülkenin de çekimser oy kullandığı 17 Mart 2011’deki 1973 sayılı
kararında “acil ateşkes” talep ederken Libya üzerinde “uçuşa yasak bölge” (no-
fly zone) oluşturulmasını onayladı. 1973 sayılı kararda BM Güvenlik Konseyi
üyelerinin Libya’daki sivillerin korunması için gerekli tüm önlemleri alabileceği
ile her türlü yabancı işgal gücünün ülke topraklarında bulunmayacağı özellikle
vurgulandı (Tekin, 2011). Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararının ardından
19 Mart’ta başlatılan “Şafak Yolculuğu” operasyonunda ilk bombayı Fransa
atmış, Washington operasyonun komutasını çabucak (31 Mart’ta) NATO’ya
devrederek askeri operasyonun ABD’nin öncülüğünde yürütüldüğü görüntüsü
oluşmasını engellemek istemiştir. Bunda büyük ölçüde başarılı da olmuş, hem
ABD’nin Libya halkının demokratik mücadelesine destek olduğu imajı yaratmış
hem de bu askeri müdahale iç ve uluslararası kamuoyundan fazla tepki
çekmemiştir. ABD’nin Kaddafi rejimi ile uzun yıllar oldukça kötü olan ilişkileri
2003 sonlarından itibaren belli ölçüde düzelmiş olsa da, Kaddafi gibi istikrarsız
bir liderin devrilmesinin Amerikan çıkarları açısından faydalı olacağının
düşünülmesi Obama’nın operasyona destek vermesinde etkili olmuştur. Ayrıca
Fransa’nın başı çektiği Avrupa ülkeleri ile Ortadoğu ülkelerinin büyük desteği
söz konusu olmasaydı Obama’nın Libya halkının demokratik taleplerine destek
vermekte muhtemelen bu kadar istekli davranmayacağı da söylenebilir.
Arap dünyasını etkisi altına alan ayaklanmalar 27 Ocak 2011’de, El-
Kaide’nin Ortadoğu’da en güçlü olduğu ülkelerden biri olan Yemen’de de
başlamıştır. Obama, ayaklanmalar sonucunda Ali Abdullah Salih’in devrilmesi
halinde bu ülkenin Washington’un El-Kaide ile mücadelesine verdiği desteğin
kesilebileceği endişesiyle, olası bir rejim değişikliğini engellemek için büyük
çaba sarfetmiştir. Ayaklanmalar giderek şiddetlendikçe ve El-Kaide bu
durumdan avantaj sağladıkça Obama yönetimi kendi kontrolünde gerçekleşecek
bir lider değişikliğinin en iyi çözüm olacağını düşünmüş, bu bağlamda Körfez
İşbirliği Konseyi’nin anlaşma çabalarını desteklemiştir. Nitekim aylar süren
çabaların sonunda, 23 Kasım 2011’de Salih, yönetimi, yardımcısı Abed Rabbo
Mansour Hadi’ye devretmesini öngören anlaşmayı imzalamıştır. Yemen’de
Salih’ten bağımsız olarak hareket edebilecek kamu kurumları bulunmadığı için
rejimin devrilmesi durumunda anarşi ortamının oluşacağı ve El-Kaide’nin
bundan fayda sağlayacağı endişesiyle, Obama yönetimi rejimin korunup
muhalefeti yatıştırmak için sadece devlet başkanının değiştirilmesine yönelik bir
politika izlemiştir.
Nüfusunun %70’ini Şiiler oluşturmakla birlikte yönetimin Sünni olduğu
Bahreyn’de 14 Şubat 2011’de başlayan ayaklanmalar ise, Obama’yı, ABD’nin
Ortadoğu’daki deniz kuvvetlerine ev sahipliği yapan ülkede Şii bir yönetimin
başa gelmesi durumunda bu işbirliğinin ortadan kalkacağı ve bölgedeki güç
dengesinin İran lehine değişeceği endişesine sokmuştur. Bu nedenle rejim ile
muhalifler arasındaki iplerin kopmasının engellenmesi için büyük çaba sarfeden
Obama, ayaklanmaları güç kullanarak bastırmaya çalışan Bahreyn yönetimini
eleştirerek şiddete başvurmaması için baskı uygulamış, Körfez İşbirliği
Konseyi’nin askeri yardım göndermesini eleştirmiştir. Nitekim Washington’un
büyük teşvikiyle, Kral Hamad bin Isa Al Khalifah Temmuz ayında ulusal
diyalog çağrısı yapmış, gösteriler sırasında yaşananları araştırmak için
komisyon kurmuştur. Dolayısıyla Bahreyn’de yaşanan ayaklanmalarda öncelikli
amacı statükonun bozulmasına izin verilmemesi olan Obama, Manama’ya
yaptırım uygulamamış, Al Khalifah’a görevi bırakma çağrısında bulunmamış,
hatta Bahreyn’e silah satışına devam etmiştir.
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR., ;
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder