Türk Dünyası Edebiyatı'na merhaba
İnan Kahramanoğlu
Uluğ Bey gibi dünyaca ünlü bir astronom ve matematikçi ile öğrencisi Ali Kuşçu'nun Batılı bilim adamlarından yüzlerce yıl önce teleskopla gökyüzünü araştırıp yıldızları incelemesi, İbni-Sina gibi kitapları dört yüz yıl boyunca Batı dahil bütün dünyada tıptaki tek temel kaynak olarak okutulmuş bir bilim adamı ile Biruni gibi Galileo'dan beşyüz yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfeden bir başka Türk bilim adamının dünya bilim tarihine yaptığı katkı ve bilime vurdukları Türk mührü şimdi Türk tarihini anlatan edebiyat eserleri sayesinde yeniden gün yüzüne çıkmaktadır.
İleri Yayınları'nın “Türk Dünyası Edebiyatına Merhaba” sloganıyla yayımlamaya başladığı Türk dünyası edebiyatı klasikleri, Türk düşün hayatına büyük bir katkı olmanın ötesinde Türk siyasal yaşantısı açısından da yeni bir dönemin başlangıcını müjdeliyor.
O nedenle Türk dünyası edebiyatının yıllardır gizlenen ve Türk milleti ile buluşması engellenen eserlerinin yeniden yayımlanmasının önemini hakkıyla değerlendirmek gerek.
Türk dünyasının yüzlerce yıldır yaşamakta olduğu bölünmüşlükten kurtulmasını sağlayacak ve yüz yılı aşkın bir süredir gerçekleştirilmeyi bekleyen “Türk Birliği” projesini ete kemiği büründürecek bir Türk uyanışı, ne kadar engellenmeye çalışılsa da gelmektedir ve Türk dünyası edebiyatı klasiklerinin yayınlanmış olması da bu uyanışın önemli bir parçası olacak derecede önemlidir.
Türkiye ve Türk dünyası benzeri bir büyük uyanışı neredeyse yüz yıl önce yaşamıştı ve o günden beridir içine düştüğümüz büyük sessizlik aynı zamanda Türkiye'nin ve bütün bir Türk dünyasının birbirinden koparılmasının ve Türk milletinin yapay sınırlar ve yapay kimliklerle birbirinden uzaklaştırılmasının da tarihidir.
Her fırsata sınırların kalktığını ve dünyanın küresel bir köy haline geldiği propagandasını yürüten küreselleşmeci ideoloji çok ince bir biçimde tek bir millet olarak Türklerin ve tek bir vatan olarak Turan coğrafyasının birleşmemesi için ne gerekiyorsa yaptı ve yapıyor.
Bu ayrıştırma operasyonunun siyasal ve askeri yönü bir yana en çok öne çıkan yönlerinden birisi ise şüphesiz dil ve kültür alanında yaratılan ayrıştırma ve bölünmeydi.
Bu sömürgeci saldırıya karşı Türk dünyasında ortaya çıkan direniş hareketleri de dünden bugüne tam da bu nedenle salt askeri bir direniş ve mücadele olmanın ötesinde ciddi bir dil ve kültür direnişini de içerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı elde silah yürütülürken Ulusal Kültür Savaşı da bu savaşla eş zamanlı olarak ve büyük bir titizlikle ilerletildi.
Hatta o derece ki; 1800'lerin sonunda Türkiye dışındaki Turan coğrafyasında, İsmail Gaspıralı gibi isimlerin öncülüğünde başlayan sömürgeciliğe karşı Türk birliği projesi esas olarak dil temelinde gelişti. Rus sömürgeciliğine karşı gelişen Türk direnişinin ilk önemli isimleri ve bu direnişin ulusal bir savaşa dönüşmesini sağlayan milli motivasyon Ceditçilik adıyla anılan bir dil hareketi etrafında ortaya çıktı. Bu direnişin o zamanki ünlü sloganı ise “Dilde, fikirde, işte birlik” idi. Dil birliği, sömürgeci saldırıya karşı milli bir ruh, milli bir birlik ve milli bir direnişin ilk ve en önemli koşulu olarak görülmekteydi.
Bu mücadelenin sloganı olarak ortaya çıkan “Dilde, fikirde, işte birlik!” parolası dilin etkili bir ulusal birlik ve direniş silahı olarak doğrudan bir mücadele silahına dönüşmesinin zorunluluğuna vurgu yapmaktaydı. Dil birliği üzerinden gelişecek milli ruh, fikri, ekonomik ve siyasi bir birliğin de ilk koşulu olacaktı.
Çarlığa ve sonrasında Stalin zulmüne karşı gelişen Türk milletinin varoluş savaşında da edebiyat ve kültürün taşıyıcı gücü olan Türk dili yine bir direniş silahı olarak işlevselleşti.
Nitekim bu yüz yıllık direniş sürecinde ortaya konulan Türk dünyası edebiyatının en önemli klasikleri de aşk, ileri-geri ve din-bilim kavgası gibi pek çok temayı işlerken bile içinde hep sömürgeciliğe karşı bir milli direniş çağrısını barındırdı.
Tam da bu nedenle Türk edebiyatının Kadiri, Kadirov, Aybek ve Yakubov gibi en büyük isimlerinin eserleri Rus sömürgeciliği tarafından adeta birer silah muamelesi yapılarak yasaklandı. Yazarları baskı altına alındı ve çoğu zaman da milliyetçilik suçlamasıyla kurşuna dizildi.
Yine bu sebeple Türk direnişini kırmak isteyen Rus sömürgecilerin ilk yaptığı şey de askeri bir zapt-u rapt altına alma operasyonunun dışında Türk dilini yok etmeyi hedefleyen bir alfabe değişikliği oldu. Kiril alfabesinin Türk dünyasına dayatılmasıyla birlikte başlayan operasyon da zaten ortak bir Türk kültürü ve Türk dili üzerinde gelişen Türk kimliğinin ve Türklük şuurunun yok edilmesi içindi.
Bugün Özbekistan'dan Azerbaycan'a kadar pek çok Türk topluluğunun ve Türk devletinin bu dil ve kültür temelinde Rus sömürgeciliği tarafından birbirine karşı yabancılaştırılması ve adeta birbirine ilişkisi olmayan farklı milletlere dönüştürülmek istenmesi gerçeği üzerinden atlanmaması gereken bir olgudur.
Türk milleti 19. yüzyılın sonlarından itibaren Çarlık Rusyası'nın sömürgeci politikalarına karşı Türkistan'da bir varlık yokluk mücadelesi içindeyken bunun hemen ardından 20.yy başında Anadolu'da da Mustafa Kemal öncülüğünde Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarak Batı sömürgeciliğine karşı yeni bir ulus devletin inşaasını gerçekleştirmişti.
Atatürk'ün bu süreçte ekonomik ve siyasal kurtuluşun yanı sıra özellikle dil ve tarih alanında yarattığı devrimci atılımlar hem yeni bir ulus devletin hem de bu yeni ulus devletin özünü oluşturacak olan Türk kimliğinin güçlü bir biçimde yeniden inşa edilmesini hedefliyordu.
Bu amaçla toplanan dil ve tarih kongreleri ve yine bu alanda çalışma yapmak üzere kurulun Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi devlet kurumlarının kuruluşu hiç de sıradan birer adım değildi. Tam tersine Atatürk yeni bir ulusal kuruluşun ancak Türk milletinin uygarlık ve kültür alanında yarattığı birikime dayanarak başarılı olabileceğini görmüştü.
Güneş-Dil Teorisi gibi bugün kimilerinin fantastik araştırmalar olarak göstermeye çalıştığı adımlar da aslında böylesi bir bakış açısının gerektirdiği bir zorunluluktu.
Nitekim gerek Türkiye de gerekse Türk dünyasında bu devrimci atılımlardan hemen sonra gelişen sömürgeciliğe yeniden teslim olma dönemlerinde ilk göze çarpan olgu sömürgeci güçlere olan düşünsel bağımlılığın siyasal bağımlılıkla birlikte ortaya çıktığıdır.
İnönü ve sonrasında gelişen Batıcılık ve Türk dünyasında ortaya çıkan Rusçuluk akımları işte böylesi bir teslimiyetin işaretleriydi.
İnönü döneminde Köy Enstitüleriyle başlayan ve Türk kültürü yerine sözde Yunan uygarlığının ikamesi anlamına gelen Batı klasiklerinin egemenliği ile başlayan Batıcılığı teslim olma sürecinin bir benzeri Turan coğrafyasında Rus edebiyatının ve Rus kültürünün hakimiyetinin kabul edilmesi oldu.
Bunun sonucunda Türkiye'de Batı emperyalizminin kültürel hegemonyasını reddeden aydınımızın en ilerici temsilcilerinin bile son kertede dönüp dolaşıp “Batıya rağmen Batıcılık” gibi bir çıkmaza girmesi, benzer biçimde Rus tahakkümü altındaki Türk dünyasında da “Rusya'ya rağmen Rusçuluk” gibi benzeri bir anlayışın yerleşmesi, bugün yürüttüğümüz ulusal kültür savaşımızın başarıyla sonuçlandırılması açısından dikkatle değerlendirilmelidir.
Batının sömürgeciliği ilk ortaya çıkışından itibaren her dönem silahlı bir zapt-u rapt altına alma şeklinde gelişti. Ancak silahla kurulan egemenliğin uzun süreli olmasının zorluğu ve maliyeti sömürgeciliği sömürge ülkelerde askeri ve ekonomik bir bağımlılık dışında düşünsel ve kültürel bir bağımlılığı da zorunlu hale getirdi. Tam da bu nedenle Batının sömürgecilikte ilerlediği dönemlerde Batıda Rönesans ve Reform hareketleri üzerinden Batının ilericiliğine dair bir mit de yaratıldı ve sömürgeleştirilen coğrafyalar bu ilericilik miti üzerinden sömürgeci Batıya bağlandı.
Bugün bizim ülkemiz de dahil olmak üzere bütün Üçüncü Dünyada hâlâ kabul gören sahte ve tümüyle uydurma Yunan uygarlığı miti dünyada bilimden kültüre sanattan edebiyata kayda değer ne varsa hepsinin Batı kaynaklı olduğunun propagandası için temel malzeme olarak kullanıldı.
Böylelikle Batı tarafından Batı dışındaki bütün Üçüncü Dünyaya dayatılan Batının ilerleme şemasını takip etme ve Batıyı taklit ederek gelişme tezi bütün bu coğrafyada hakim anlayış haline getirildi.
Batının bu düşünsel barbarlığı aslında Üçüncü Dünyanın silah zoruyla bağımlı hale getirilmesinden çok daha düşük maliyetli bir zihinsel bağımlılık yarattı. Bu düşünsel bağımlılık hiçbir Batılı silahın yapamayacağı kadar etkili oldu zira zihinlerde kurulan egemenlikle kurallarını Batı sömürgeciliğinin belirlediği bir oyunda Üçüncü Dünya kendisini daimi bir figüranlığa mahkum etti ve dahası bunu da gönüllü olarak kabullendi ve benimsedi.
Bugün bile Türk ilericileri Türkiye'nin geri kalmışlığının sebebi olarak Türklerin Batı tipi bir aydınlanma ve rönesansı gerçekleştirememiş olması gibi yine Batı kaynaklı bir yanlış tahlile saplanıp kalmış durumdalar. Oysa Türkler ve Türk dünyası Batının henüz Ortaçağ karanlığında cadı avına çıktığı ve her türden ilericiliğe savaş açtığı bir dönemde bütün dünyaya örnek olacak bir bilimsel ve kültürel atılım yaratmışlardı.
Türk dünyası edebiyatının klasikleri özellikle bu unutturulmaya çalışılan ve Batı tarafından yıllardır ustalıkla hasıraltı edilen Türk Rönesansı ve Türk Aydınlanması gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Uluğ Bey gibi dünyaca ünlü bir astronom ve matematikçi ile öğrencisi Ali Kuşçu'nun Batılı bilimadamlarından yüzlerce yıl önce teleskopla gökyüzünü araştırıp yıldızları incelemesi, İbni Sina gibi kitapları dört yüz yıl boyunca Batı dahil bütün dünyada tıptaki tek temel kaynak olarak okutulmuş bir bilim adamı ile Biruni gibi Galileo'dan beşyüz yıl önce dünyanın yuvarlak olduğunu keşfeden bir başka Türk bilim adamının dünya bilim tarihine yaptığı katkı ve bilime vurdukları Türk mührü şimdi Türk tarihini anlatan edebiyat eserleri sayesinde yeniden gün yüzüne çıkmaktadır.
Yalnızca bilim alanında da değil, Hindistan'da İngiliz sömürgeciliği tarafından yıkılan devletin 19. yüzyılın sonlarına kadar 300 yıldan fazla varlık gösteren bir Türk devleti olduğu gibi büyük tarihsel gerçeklerden tutun da bugün İngilizlere özgü milli oyunu olarak görülen polonun aslında Türklerin “çevgan” dediği eski bir oyunun birebir kopyası olduğu gerçeğine kadar pek çok tarihsel gerçeği de yüzlerce yıl öncesinden bugüne kadar Türk tarihini ve Türk toplumunun gelişimini aktaran bu edebiyat klasiklerinden öğreniyoruz.
Edebiyat alanında Batı edebiyatının yarattığı tekelin kırılması ve Türk edebiyatının ve Türk dilinin hak ettiği saygın yeri geç de olsa yeniden geri kazanması da bu sürecin doğal bir sonucu olacaktır şüphesiz.
Tabii böylece Türk tarihinin ve özellikle Türk edebiyatının Batı tarafından bu denli yok sayılmasının altında yatan gerçeği de kolaylıkla anlayabiliyoruz.
Böylelikle dünya tarihinde çok önemli bir rol oynayan ve 16 devlet kurmuş bir milletin Batıdan hiç de geri olmadığını tam tersine Batının bugün ilerleme ya da buluş diye ortaya atığı pek çok olgunun da aslında Batı Rönesansı ve Aydınlanmasından çok önce Türk Rönesansı ya da Türk Aydınlanması diyebileceğimiz bir dönemin birikimi üzerine kurulduğu gerçeğini de görüyoruz.
Elbette bunun Batının dünyanın merkezi olduğu şeklindeki uydurmanın köklerine yapılmış büyük bir bombardıman olduğunu ve Batının bugüne kadar binbir itina ile yarattığı bütün bu sahte dünyanın yıkılması anlamına geldiği de aşikardır.
Bu tarihsel gerçeklerin ortaya çıktığı ve Türklerin dünya tarihine yaptıkları bu büyük katkının kabul edildiği bir dünya ise hiç kuşkusuz bambaşka bir dünya olacaktır. Bu açıdan Türk edebiyatı klasiklerinin yayımlanması, okunması ve gerektiği gibi anlaşılması, Batıya ilişkin tüm mitlerin yıkıldığı ve Batı karşısındaki eziklik duygusunun yerini milli gururun ve manevi bir ayağa kalkışın aldığı bir Türk uyanışının da önünü açacak denli önemlidir.
Türk düşün hayatının ilerletilmesi ve Türk milletinin maneviyatının yükseltilmesi Türk birliğinin yeniden kurulması ve Türk milletinin ve Türk vatanının yine o eski görkemli günlerine geri döndürülmesi açısından bir gerekliliktir. Bu açıdan İleri Yayınları'nın ilk adımını attığı Türk dünyası edebiyatının Türk milleti ile buluşturulması projesi sadece edebiyat alanı ile sınırlı bir etkinin çok üzerinde ve esas olarak da 21. yüzyıla damgasını vuracak yeni ve büyük bir Türk uyanışının da tetikleyicisi olacaktır
Bu uyanış çoktan başlamıştır ve önüne çıkan bütün engelleri aşarak yeni bir Türk yüzyılının müjdesini vermektedir.
Türk düşün hayatının ilerletilmesi ve Türk milletinin maneviyatının yükseltilmesi Türk birliğinin yeniden kurulması ve Türk milletinin ve Türk vatanının yine o eski görkemli günlerine geri döndürülmesi açısından bir gerekliliktir. Bu açıdan İleri Yayınları'nın ilk adımını attığı Türk dünyası edebiyatının Türk milleti ile buluşturulması projesi sadece edebiyat alanı ile sınırlı bir etkinin çok üzerinde ve esas olarak da 21. yüzyıla damgasını vuracak yeni ve büyük bir Türk uyanışının da tetikleyicisi olacaktır
Bu uyanış çoktan başlamıştır ve önüne çıkan bütün engelleri aşarak yeni bir Türk yüzyılının müjdesini vermektedir.
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder