8 Nisan 2016 Cuma

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK



DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURABİLMEK


YAZAN 
Özdem SANBERK
Analist Dergisi  Sayı ; 2015 Ekim

Tarih bize doğru adımları zamanında atamayan toplumların, işleyen sistemin dışına itilip dünya hiyerarşisinin alt sıralarına sürüklendiklerini, bağımlı ve edilgen ülkeler hâline geldiklerini gösteriyor. Tarihin güçlü değişim akımına karşı direnmek ağır bedelleri de beraberinde getiriyor.

Osmanlı İmparatorluğu, Batı’daki büyük değişim dalgasına ayak uyduramaması sonucu ağır bedeller ödedi. Önce ekonomik bağımsızlığını kaybetti, sonra toprak kaybına uğradı. Sonra da dağıldı. Cumhuriyet ideali ise dünyadaki büyük değişim sürecine yetişme iradesini ifade eder. Gerisinde kalınmış olan dünya standartlarının yeniden yakalanmasını ima eder. Türkiye Cumhuriyeti, 90 yıllık kısa geçmişinde önüne çıkan yol ayırımlarında zaman zaman hiç bir ülkenin gerçekleştiremediği kadar cesur ve doğru adımlar atabildi ve bu sebeple büyük ilerlemeler kaydetti. Zaman zaman da eline geçen fırsatları ıskalayarak belki de çoğumuzun henüz tam anlamıyla farkına varamadığı büyük kayıplar yaşadı.

Türkiye Cumhuriyeti, dağılan imparatorluk toprakları üzerinde yüzyılın başlarında modern bir devlet kurma kapasitesini göstermekle dünyadaki değişim dinamiklerini yakalama yeteneğine sahip olduğunu ispat etti. Ne var ki son 90 yıl içinde dünyadaki köklü değişimleri izlemekte ve bunlara ayak uydurmakta süreklilik gösteremedi. Bilhassa 21’inci yüzyılın ikinci on yılı da değişim dinamiklerinden kopulan bir dönem olarak değerlendirilebilir.

Yeni koşullar

Değişim yeni kuralları, yeni normları ve yeni kurumları gerektirir ve yeni yapıları meşru kılar. Bu yapıları yaratmak, işletmek ve onlardan yararlanmak eğitim gerektirir. Bu nedenle Cumhuriyeti kuran kadrolar eğitime öncelik verdiler ve uygarlığın tek ve evrensel olduğu bilinci içinde ülkemizdeki zihinsel yapının yeni dünyaya uyum sağlayacak şekilde biçimlenmesini hedeflediler. Bu stratejilerinde yeni kurulan devletin ilk dönemlerinde büyük ölçüde başarılı oldular. Çünkü 20’nci yüzyılda artık yeni bir dünya vardı ve bu yeni dünyada yeni koşullar geçerliydi. Yeni dünyada eski koşullar varmış gibi hareket etmediler. Başarılarının sırrı insanlığın ortak yürüyüşüne katılma hedefini taşıyan ve bu yürüyüşe öncülük etme emelleri besleyen bir Türkiye vizyonunda yatıyordu.

Bugün de değişim durmuş değil. Bütün hızıyla sürüyor. Bugün bizden beklenen de Cumhuriyeti kuran kadroların gösterdiği sağduyuyu göstermek. Eski koşulların varolduğu varsayımından hareket eden bir politika yönetimi ülkeyi bir yanılgının içinde tıkalı tutar ve başarısızlığa mahkum eder. İşte bu yüzden dış politikanın da iç politikanın da hedeflerinin, önceliklerinin ve yönünün dünyadaki sürekli değişimi daima göz önünde bulunduracak şekilde tayin edilmesi gerekir. Kendimize modern ve çağdaş değerlerin geçerli olduğu toplumların dışında hangi coğrafyayı alternatif seçersek seçelim yeni dünya hiyerarşisinin çeperine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke oluruz. Bununla da kalmayız; güvenlik, istikrar, refah, bağımsızlık ve egemenliğimizi büyük riskler karşısında bırakırız. Hem iç hem de dış politikada stratejik hedef ve öncelik kavramlarının yaşamsal rolü işte tam da burada yatıyor.

Sancılı süreç

Çağa ayak uydurma ve değişim, tarih boyunca her zaman ve her yerde uzun ve sancılı bir süreç oldu. Bu süreç tarihin farklı zaman dilimlerinde örneğin Fransa, İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi kimi ülkelerde topyekun iç savaşlara dönüştü. Türkiye de, Cumhuriyetin kurulmasına müteakip, birçok defa köklü ve kapsamlı değişim süreçleri yaşadı. Ancak Türkiye acılı ve sancılı dönemlere rağmen bu süreçleri iç harbe dönüşmeden geçirmiş istisna ülkelerden biri. Bunun başlıca nedeni çağdaşlaşma kavramının Cumhuriyet devrimlerinin temel taşları arasında yer alması ve devrimlerin bekçiliği görevini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüklenmesi. Modernleşme ve çağdaş uygarlığa erişme hedefi, Türk ordusunun kendi bünyesi içinde bölünmeden bu hedef üzerinde, “Yurtta sulh cihanda sulh” anlayışı içinde bütünlüğünü koruması sayesinde iç barışın teminatı oldu. Türk kamuoyunun Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyduğu güven sayesinde modernleşme olgusu kitlesel bir meşruiyet temeline oturdu.

Ne var ki çağdaşlaşmanın teminatını sivillerin değil silahlı kuvvetlerin yüklenmesi tüm 20’nci yüzyıl boyunca bizatihi çağdaşlaşmayla tezat teşkil eden bir durumdu. Esasen çağdaşlaşma ve modernleşme kavramları da bu süre zarfında Cumhuriyetimizin kuruluş döneminin sorunsalları içinde donduruldu. Böylece ordunun siyasette etkili olduğu dönemlerde Türkiye kuruluş döneminde sorunlara nasıl bakmışsa ve sorunları nasıl tanımlamışsa daha sonra da uzun yıllar aynı değerlendirmeleri sürdürdü. Çözümleri de geçen asrın dinamiklerinde aradı.

Oysa 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren dünyada bilişim sektörü başta olmak üzere, teknolojik alandaki devrime paralel olarak, siyasal ve fikrî ana doğrular da köklü değişikliklere uğradı. İfade ve basın özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlüklerin sınırları geçmişe nazaran inanılmaz boyutlarda genişledi.  Toplumu değil bireyi, etnik ve dinsel birliği değil etnik ve kültürel çeşitliliği, dayatıcı laikliği değil laikliğin din ve inanç özgürlüğü ile bir arada bulunabildiği bir modeli önceleyen sosyal içerikli serbest pazar ekonomisine dayalı liberal demokrasi anlayışı uygar dünyaya hâkim oldu. Çevresel ve küresel sorunlara duyarlı, kadın-erkek eşitliğine inanan ve hatta LGBT hakları dahil bireylerin hak ve özgürlüklerine saygılı hoşgörü temelinde yeni bir dünya ortaya çıktı.

Kaçırılan fırsatlar

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra serbest seçimlerle iktidar değişikliği gerçekleştirme kapasitesini ortaya koyabilmesine rağmen tüm Batı dünyasını saran demokrasi dalgası üzerinde tutunamadı. Geçen yüzyılın hatırı sayılır bir bölümünde yeni fikrî akımlara kucak açacak, sorunlarını serbestçe tartışacak düşünce ve ifade özgürlüğü dinamiklerinin dışında kaldı. 20’nci yüzyılın devasa bilimsel, sosyo-kültürel ve demokratik değişimleri, çeşitli hükümetlerimizin durağan bakışları arasında önümüzden geçip gitti.

Türkiye ancak 2000’li yılların başlarında AK Parti’nin iktidara gelmesi ve özellikle Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerini başlatmasıyla 1950’lerden beri kaybettiği zamanı yakalama ve 21’inci yüzyıl dinamiklerini kavrama konusunda yeniden tarihî bir fırsat yakaladı. Yeni bir ekonomik kalkınma ve demokrasi ivmesini beraberinde getiren bu dönemin en dikkat çekici özelliklerinden biri de sivil-asker ilişkilerinin normalleşmesiydi. Kişisel politikayla dinî inançların ayrılması anlamında seküler dünya görüşünün korunması ile bireysel özgürlükler temelinde demokratik hakların geliştirilmesi sorumluluğu askerlerin tekelinden siyasi partilerin sorumluluğuna geçti.

Fakat siyasi partiler bu konuda başarılı bir sınav veremedi. Her şeyden evvel AK Parti çok önemli bir tarihî fırsat olan ve Türkiye’yi 21’inci yüzyıl standartlarına taşıyacak olan AB tam üyelik müzakerelerini başarıya ulaştırmayı zaman içinde öncelikli stratejik hedefi olmaktan çıkardı. Muhalefet partileri de aynı hedefe esasen destek vermedi. AB de Türkiye’ye verdiği sözleri tutmadı. Türkiye’ye karşı haksız, adaletsiz, çifte standartlı ve buyurgan bir tutum izlediği kanaati toplumun geniş bir kesimine hâkim oldu. Sivil-siyasi yaşantımız temel sorunlarımızın çözüm yöntemleri konusunda keskin ayrışmalara ve tehlikeli kutuplaşmalara savruldu.

Böylece Cumhuriyetimizin başında benimsediğimiz çağdaş değerleri yakalama hedefinin rüzgârları değişim ve reform hamlelerimizin yelkenlerini dolduracak gücünü son birkaç yıl içinde tamamen yitirdi. Bu zafiyet, ‘Arap Baharı’ ve sınırları aşan devasa göçlere sebep olan Orta Doğu’daki çöküşle birleşerek aşırı radikal akımları canlandırdı. Ülkemizde de etnik terör yeniden kan dökmeye başladı. AK Parti hükümetinin büyük umutlarla başlattığı ve toplumumuzun önemli bir bölümünde ciddi destek bulan tartışmalı Çözüm Süreci, 7 Haziran seçimlerinin hemen akabinde yaşanan gelişmeler sonucu son buldu. Böylece Türkiye uygar dünya ligine çıkmak üzere tarihin kendisine -son 15 yıl içinde- ikinci kez sunduğu ciddi bir demokrasi ve terakki fırsatını elinden bir kere daha kaçırıyordu.

1 Kasım seçimleri: Kaçırılmaması gereken bir fırsat

Şimdi tarihin açtığı fırsat pencerelerini kullanamayan toplumların akıbetine uğramak istemiyorsak 1 Kasım seçimlerini özgür ve adil şekilde gerçekleştirme ve bu seçimlere yoğun biçimde katılma fırsatını heba etmememiz gerekiyor. Çünkü bu seçimler Türkiye’yi ya çağcıl ve evrensel değerler temelinde demokratik reform güzergahına tekrar oturtacak, değişim rüzgârları Cumhuriyetimizin reform ve terakki yelkenlerini tekrar şişirecek, özgür ve uygar dünya içindeki yerimizi tekrar alacağız; ya da Orta Doğu’nun etnik savaşlar, mezhep kavgaları, şiddet ve taassup sarmalındaki otoriter ve öfkeli ülkeleri arasına savrulma riski ile yaşama mukadderatına razı olmaya devam edeceğiz.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/degisen-dunyaya-ayak-uydurabilmek


.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder