6 Nisan 2016 Çarşamba

KURTULUŞTAN 12 EYLÜLE YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ





KURTULUŞTAN 12  EYLÜLE  
YAKIN TARİHİMİZE KISA BİR BAKIŞ



Geçtiğimiz Eylül ayında sevgili hocamız Nermin Fenmen “ Kurtuluştan 12 Eylül'e Yakın Tarihimize Kısa Bir Bakış ” başlığıyla pdf formatında bir kitap yayımladı.  Bu kitabı daha iyi anlayabilmek ve yakın tarihimizdeki bazı konuları bir kez daha irdelemek için izinsiz gösteri olarak hocamızla bir e-söyleşi hazırladık.  Kitaba şu bağlantı ile ulaşabilirsiniz: 

http://www.odtumd.org.tr/calismagr/yayin/bulten/12Eylul_Kitap.pdf

İzinsiz Gösteri: Türkiye yakın tarihine ilişkin hem akademisyenlerin hem de bağımsız araştırmacıların ve gazetecilerin pek çok kitabı var. Neden böyle bir kitap yazma ihtiyacı duydunuz? Kitabınızı diğer çalışmalarla karşılaştırabilir misiniz?
Nermin Fenmen: Öncelikle çalışmama "kitap" sözcüğünü layık gördüğünüz için teşekkür ederim. ODTÜ Mezunları Derneği aylık yayın organı ODTÜ'lüler Bülteni için Yayın Kurulu olarak bir süredir uygulamakta olduğumuz "ayın konusu", 2005 Eylül sayısı için "12 Eylül" olarak belirlenmişti. Bu kapsamda oluşturulacak yazılarda 12 Eylül'ü özellikle genç arkadaşlarımıza daha iyi anlatabilmek ve "12 Eylül geldi, teröre son verdi" yanılgısına karşı "12 Eylül'e nasıl gelindi, bu darbe neye hizmet ediyordu, sonuçları nerelere gitti" şeklindeki bir yaklaşım hedeflenmişti.

Ben Türkiye'yi 12 Eylül'e getiren koşullara ilişkin bir derleme yapma görevini üstlendim. Bunun çerçevesinin çizilmesinde görüşüne başvurduğum kişiler arasında Sn. Ömer Gürcan ve Sn.Tuncay Çelen, "tarih içinde belli dönemlerin fotoğrafını çek, bunları ardarda getir, yazı yorumdan çok bilgilendirme yazısı olsun" şeklinde bir görüş belirttiler.
Aslında ne yalan söyleyeyim, buluşmamızda onlardan birer yazı alırım, kendim de bu yazılarda daha ayrıntılı işlenebilecek bir-iki noktayı saptayarak kendi yazımda bunlara değinirim diye düşünmüştüm. Oysa kapsam benim düşündüğümün çok ötesine geçmişti. "Sen yaparsın, kaynak istersen yardımcı oluruz" dediler ve beni gönderdiler. Sonuçta ortaya çıkan bu derlemenin fikir babaları Ömer Gürcan ve Tuncay Çelen'dir, destekleri için burada kendilerine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Sorunuzda belirttiğiniz gibi yakın tarihimize ilişkin sayısız kaynak var. Yazmaya başladığımda aklımda önceleri 1960'ların sonundan 1980'e gelmek vardı. Ancak "yokluk içinde yedi düveli yenmiş" bir halkın günümüzde "yedi göbeğine kadar emperyalizme teslim olmuş" konuma nasıl geldiği, yakın tarihimizde atılan her adımdan nelerin yanlışlık ya da yanılgı, nelerin hıyanet olduğunu gözler önüne sermenin, bunu yaparken de kendi yorumumdan çok olayları sıralamayı, okuyucunun yorumu kendi çıkarabilmesinin daha önemli olduğunu düşündüm ve Kurtuluş'tan 12 Eylül'e bu çerçevede olayları sıralamaya, neden ve sonuç ilişkisini okuyucunun keşfetmesini sağlayacak bir belge oluşturmaya karar verdim
İ.G: Türkiye'de işçi hareketlerinin 1940'larda başladığını söylüyorsunuz oysa Osmanlı'nın son dönemlerinden bu yana özellikle tütün işçilerinin eylemleri ve grevleri devam etmiş. Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanının yazdığı 1930'lu yıllar da köylü hareketleri yükselmişti?
N.F: Doğru. "İlk işçi hareketlerine, sendikalaşma hareketlerine tanık oluyoruz" derken ifade biçimim çok net değil, daha çok sendikal örgütlenme anlamında işçi hareketlerinin 1940'larda gelişme kaydettiğini ifade etmek istedim. İşçiler lehinde siyasi baskıların yoğunlaştığı bu yıllarda sendikaların (her ne kadar işveren sendikaları ile birlikte de olsa) yasalaşması sağlanmıştır. İşçi hareketleri, tarım işçilerinin yanısıra artık sanayi işçilerinin de kentlerde etkin olduğunu bu yıllarda görüyoruz.

İ.G: Seçimleri 1946'da CHP kazanmasına rağmen karşı devrim başlıyor bu bir çelişki değil mi?

N.F: Bence Türkiye Cumhuriyeti'nin kaderi, bu çelişkinin ta kendisi ile belirlenmiştir. Aslında Çetin Yetkin, "karşıdevrim 10 Kasım 1938, 09:05'de başlamıştır" demiştir, sonuna kadar katılıyorum. Ancak yine alıntı olarak kullandığım M. Emin Değer'in "Türkiye'nin 1940'larda başlayan, dış ilişkilerdeki yanlışlığın altında emperyalizmin ne olduğunu bilmemek yatmaktadır" sözleri de gerçeği bütün çıplaklığıyla yansıtmaktadır.
Kurtuluş savaşı ve ardından Cumhuriyetin kurulması, eşine az rastlanır bir ulusal bütünlük içinde yapılmıştır. Bunu sağlamayı başaran Mustafa Kemal'i her zaman hayranlıkla anacağım. Özellikle günümüze gelindiğinde 1980'lerden sonra yurtseverliği temel alan solun önce parçalanması, ardından adeta silinmesi, toplumdaki duyarsızlık, tüketim ekonomisine teslimiyetin bu kadar kolay olmaması gerekirdi. Henüz 100 yıl bile dolmadan o yeniyi kurma, yoktan var etmek için elbirliği etme dürtüsü, Mustafa Kemal'in ölümüyle birlikte yokoldu, silindi, gitti. Bu, elbette devrimin kurumsallaşmamış olduğunun bir göstergesi. Mustafa Kemal'in, Cumhuriyetin ilanından öldüğü 1938'e kadar geçen 15 yıl içinde attığı adımları bir düşünün: hilafet kalkıyor, 500 yıllık saltanata son veriliyor. Ardından harf devrimi, kılık-kıyafet devrimi… Tüm bunlar birer üstyapı kurumu. Altyapının üstyapıyı yaratmasına izin vermek, uzun bir süre alacak. Devrimin tamamlanması için üstyapı ve kültürel zorlamalar var. Zamanında halkın lidere yoğun sevgisi var, toplumsal esneklik var ve bu yapı taşları birbiri ardına toplumun kaygan zeminine gömülüyor. Zeminin kayganlığı belki gözardı ediliyor, belki de bir şans deneniyor o yıllarda. Mustafa Kemal'in ölümü, ardından ne yazık ki bizim biraz doğamızda olduğundan kuşku duyduğum çekişme, birbirini yerme, kıskançlık, iftira… Artık Mustafa Kemal yok, kimin iktidarda olduğu da çok önemli değil, toplumsal çürüme başlayıveriyor hemen.
1946'larda ilk adımları atılan ve 1950'lerde artık geridönülmez bir biçimde gelen karşıdevrimin ayak sesleri, "CHP iktidarı tarafından başlatılmıştır" şeklinde bir yaklaşımı doğru bulmam. Ancak CHP iktidarının, yükselmekte olan DP muhalefetine karşı kimi popülist yaklaşımları, topluma ve belki dış ilişkilerde verdiği "tek parti, tek adam" izlenimini kırarak DP'nin liberal görüntüsüyle sempati toplamasına engel olmak için CHP'nin de gerektiğinde liberal bir tutum içine girebileceğini göstermek uğruna atılan "esnek adımların" aslında emperyalizme verilen geridönüşü olmayan tavizler olduğunu belki de hiç görememişti günün liderleri.

Karşıdevrimin ayak seslerinden beni en çok etkileyen, 1941'de ABD ile imzalanan "Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu" olmuştur. Düşünün ki 1923'de Avrupa'nın en güçlülerini yenmiş, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş bir ulusun, bundan 17-18 yıl sonra, 1940'larda Avrupa ile ilişkileri hala soğuk ve temkinli. Türkiye, kaynamakta olan Avrupa'da tarafsızlığını koruma çabasında. Tam da bu sırada ABD giriyor devreye. ABD Türkiye'ye silah yardımı yapacak ve bedeli, "ABD Başkanı'nın uygun göreceği herhangi bir maddi veya manevi karşılık" şeklinde belirleniyor. Olay bence burada başlamıştır.
İ.G: Demokrat partinin 6-7 Eylül'ü örgütlemesi temel felsefelerine ters değil mi? En azından tüccar azınlık erbabını kullanabilirlerdi. Bu olaylar belki de iktidarda CHP bile olsa olacaktı, siz ne dersiniz?
N.F: Toplumsal çelişkiler ne kadar derinse, yani işsizlik, açlık ile zenginlik ve gösteriş arasındaki uçurum ne kadar açılmışsa, böyle bir olayı tetiklemek, tetiklendiği anda büyütmek ve çığrından çıkmasını sağlamak o kadar kolaydır. Bu türden olayların tetiklenmesinde amaç, daha büyük bir toplumsal bir patlamanın, kolay bir hedef gösterilerek göreceli olarak daha az zararla bertaraf edilmesidir. Olayların geçtiği 1955'lerde toplumsal muhalefete hedef gösterilmesi gerekiyor. 24 Aralık 1978'in Maraş'ında Alevilerdi hedef gösterilenler. Mart 1980'de Çorum'da "Aleviler cami yaktı" idi çağrıları. 2 Temmuz 1993'de Sivas'ta "din elden gidiyor" dendi. Mekan, zamanlama, hedef ve çaprının içeriği dikkatle, özenle seçiliyor. 6-7 Eylül 1955 olaylarında da "Yunanlılar Atatürk'ün Selanik'teki evini yaktı" kışkırtması kullanılan. Sorun günün koşullarında en rahat tutuşacak, en kolay yayılacak yakıtı bilmek, gerisi bir kıvılcıma kalmış.
Kışkırtmalar neden o yıllara denk gelmiştir sorusunun yanıtlarından birinin, güçleşen ekonomik koşullarda, yükselen toplumsal muhalefet karşısında daha fazla toplumsal baskı, tercihan sıkıyönetim gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Nitekim, olayların ardından ilan edilen sıkıyönetim ile yüzlerce ilerici, aydının tutuklandığına tanık oluyoruz.
Bunun ardından gelen yıllarda DP pervasızlığını ve baskıları alabildiğine artırmış, Türkiye, 1960 ihtilaline doğru koşar adım gitmiştir.
CHP iktidarda olsaydı benzer olaylar yaşanır mıydı, bunu sanmıyorum. Sosyal demokrat iktidarların Türkiye Cumhuriyeti tarihi içindeki yerlerine ve üstlendikleri misyon ile o yıllardaki konjonktür değerlendirildiğinde genellikle subap görevi gördüklerine tanık oluyoruz. Diğer yandan Maraş olayları CHP iktidarında yaşanmıştır. Sivas katliamında sosyal demokratlar iktidar ortağıdır. Ancak DP'nin, yaratmak istediği toplumsal baskıyı, İstanbul gibi büyük bir kentte çıkardığı kargaşa ile sağladığını düşünmek, toplumsal muhalefetin geldiği boyutun, iktidarda kim olsa benzer olaylar olacağını düşünmekten daha kabul edilir geliyor.

İ.G: Günümüzde yaşanan ekonomik ve sosyal sorunların kaynağını sizce nerede bulabiliriz?

N.F: Buna önceki sorunuzda değindim. Altyapı temeli tam oturmadan üstyapı temeltaşlarıyla oynanmış, ancak bunun sürekliliğinin sağlanması için yeterli zaman olmamıştır. Kapıdan kovulan emperyalizmin bacadan girmesine bilerek ya da bilmeyerek izin verilmiştir. Sosyal sorunların temeli daima ekonomiktir. "Yardımlara dayalı ekonomi" giderek 12 Eylül ile birlikte "üretmeden tüketmeye yönelik ekonomi" haline gelmiştir. Günümüze gelindiğinde "Başbakanın pazarlanmasından sorumlu olduğu bir ekonomi" olmuştur artık. Türkiye, 1940'larda ilk tavizlerle başlayan ancak 1950'lerden sonra kartopu etkisi gösteren yozluk, plansızlık ve günü kurtarma anlayışıyla geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir.
İ.G: Her ihtilal sonrasında bu halk sevinç içine giriyor sanki mehdi gelmiş gibi, aklı sonradan başına geliyor. Bunu sivil toplum olamamakla bağlantılandırabilir miyiz?
N.F: Halkın aklı sonradan da olsa başına geliyorsa sorun yoktur, ama bizde geçmişten ders çıkarmak, planlı, temkinli adımlarla yapılan yanlışları yinelememenin ne yazık ki çok eksik olduğunu düşünüyorum. Elimizi taşın altına koymayalım, ama koymaya çalışanlara engel olalım: Bu bence en büyük zaafımız. Sivil toplum olamayışımızın da en büyük nedenini buna bağlıyorum. Sivil toplum olmak, her konuda siyasi baskı aracı olabilmek, elbette iktidarların bu kadar pervasız olmalarına en büyük engeldir. Sivil toplum olsak da bizim yaşadığımız anlamda ihtilaller olur muydu? En azından bu ihtilalleri hazırlayan zemini oluşturmak bu kadar kolay olmazdı diye düşünüyorum. Ancak "sivil toplum" deyince ne anladığımız konusunda dahi sert muhalefetin alabildiğine çok olduğu bir toplumda "sivil toplum" olmak da bana hayal gibi geliyor. Bununla birlikte asla umutsuzluğa kapılmadan mücadelemizi her platformda sürdürmemiz gerektiğine inanıyorum. Mücadelede en önemli silah olarak "bilgilendirme"yi görüyorum. Bizi 12 Eylül'e getiren koşulları derlemeye çalıştığım bu çalışmamda da en önemli hedefim buydu.

İ.G: Türkiye'de toplumsal olayları ve bu olaylara müdahaleleri (Cami Bombalama, Gazetelerde spekülatif haberler vermek, şu son Şemdinli olayları gibi) derin devletin yönlendirdiği hakkında bir şey söylenebilir mi?
N.F: Yukarıda da değinmeye çalıştığım gibi, toplumsal çelişkiler ne kadar fazlaysa toplumun yönlendirilmesi de o kadar kolaydır. Yönlendirmenin kim tarafından yapıldığı değil de hangi amaç için yapıldığının iyi düşünülmesi, ortaya çıkarılması gerekir. "Derin devlet yönlendiriyor" şeklindeki bir saptamayı ben yetersiz buluyorum. Ne amaçlanıyor, bunun tartışılması bence daha önemli.
Din ve ırk istismarı yavaş yavaş güncelliğini yitiriyor. Artık "aleviler cami yaktı" ile halkı galeyana getirmek zor. "Yunanlılar Selanik'te Atatürk'ün evini yaktı" da geçerliliğini yitirdi. Bir süredir Ermeni konusu gündemde tutuluyor, ama halkın çoğunluğu için bu da bir entellektüel tartışma düzleminden öte birşey değil. Yeni kaynaklar gerekiyor.

Halkı canevinden vurmak için toplumsal değerlerin yoğun olduğu kaynakların aslında pek de değerli olmadığını göstermek gerekiyor. Şimdilerde yeni bir kaynak, askerimiz, "memetlerimiz". Halkımız için "memetçik" bir değerdir. Asker üzerine kuşku düşürülüyor. Yıpratılan bir diğer kurum üniversiteler. Bu profesörlere de fazla güven olmadığı ima ediliyor.
Günümüzde iletişim kanallarının, özellikle bilişim teknolojisindeki atılımlarla başdöndürücü hızda gelişmeleri, bu türden, amaca ve hedefe yönelik bilgi çarpıtmalarının hızla yayılmasını sağlıyor. İletişim kaynaklarının büyük bir silah olduğu günlerde yaşıyoruz.

Bu nedenle, bize ulaşan her bilgiyi, bilgi parçacığını kimden geldiğinden çok, ne içerdiğini tartarak kullanmamız gerekiyor. Bilgi bombardımanı sırasında öncelikliyi diğerlerinden ayrımak, analiz etmek ve altında yatan gerekçekeri irdeledikten sonra karşı bilgilendirme stratejimizi kurmak ve gerçekleştirmek, bizim en önemli görevimizdir diye düşünüyorum.
İ.G: 1968 kuşağı Avrupa'da birçok ülkede yönetim kadrolarında bizde ise o dönemin karşı devrimcileri. Ancak ilginç değil mi AKP onlarla bütünleşmek istiyor?
N.F: AKP'nin "onlarla" bütünleşmesi derken Avrupa Birliği'ne girme sürecimizi kastettiğinizi varsayıyorum. Bunun AKP'nin tek başına bir stratejisi olmadığını hepimiz biliyoruz. ABD ve Avrupa Türkiye'yi Avrupa Birliği'nde görmek istiyorlarsa AB'ye gireceğiz, diğer türlü girdik giriyoruz diye oyalanmaya devam edeceğiz. AKP'nin AB ile dirsek temasında geçmişin devrimcileriyle ilişkide olduğunu farkettiğini, bunu onayladığını ya da onaylamadığını sanmıyorum.
İ.G: Ülkemizde ordunun sanayi ve ticaret içinde bulunmasını (OYAK) ve her konuda söz sahibi olmasını Türkiye Tarihinde nereye koyabiliriz?
N.F: Türkiye, militarist bir toplum olagelmiştir. Hiyerarşiyi çabuk benimseriz. Üstümüz karşısında ceketimizi ilikler, üstümüz odadan çıktıktan sonra dedikodusunu yaparız. Yine de bize verilen talimatları uygulamaktan geri kalmayız. Bize uygulanan baskıyı, bir başka vatandaşa uygulamakla kendimiz üzerindeki baskıyı hafifletiriz. Böyle bir toplumsal yapıda ordu daima saygın bir kurum olagelmiştir. Ordu sözsahibi olacaksa onun yan kuruluşları olan ticari kuruluşlar da benzer bir saygınlığı taşıyacaktır. OYAK'ın etkinlik alanlarını genişletmesini, en son da bankacılık sektörüne el atmasını bu şekilde yorumlamak mümkün. Ordunun devlet bütçesinden ayrılan kaynakların yanısıra gereksinim duyduğu kaynakları büyük ölçüde sağlayan, bu ticari kuruluşlardır. Bunların gelişmesinde de "askerdir, batmaz", ya da "askerdir, dürüsttür" unsurlarının küçümsenmeyecek ölçüde rol aldığını düşünüyorum.
İ.G: Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir, kimin söylediğini bilmiyorum bu sözü ancak felsefi olarak bana çok yakın geliyor, siz bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin 1980'e kadar olan bölümünü özeti geçmişsiniz, çalışmalarınızın devamı gelecek mi?

N.F: Olayları ardarda, kronolojik sırada vermek ve yorum yapmaktansa sorunun kaynağını okuyucunun kendinin keşfetmesini sağlamak bana daha kalıcı gelen bir yöntem. Bu yöntem uygulandığında okuyucu yazarı falanca konuda önyargılı olmakla, filanca konuyu çarpıtmış olmakla suçlamak ve bu nedenle konunun özünden uzaklaşmakla zaman yitirmiyor, yorumunu kendi yapıyor, kararını kendi veriyor. İnsanımızı, özellikle gençliği düşünmeye zorlamayı, bu derlememde de en önemli hedef olarak belirlemiştim.
Bu çerçevede yazılarımı, zaman elverdiğince sürdürmeyi arzu ediyorum. Ancak takdir edersiniz ki bu tür bir çalışma, en az 2 ay, bu konuyla yatıp bu konuyla kalkmayı gerektiriyor. Çalışma yaşamımın doğrudan bir parçası olmadığından yeni bir yaz tatili ve yıllık izin dönemini beklemek gerekiyor gibi görünüyor!
İ.G: Çok teşekkür ediyor ve yeni çalışmalarınızı bekliyoruz.

http://www.izinsizgosteri.net/new/?issue=30&page=1&content=192



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder