İngiliz Endüstrileşmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiliz Endüstrileşmesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2015 Salı

İngiliz Endüstrileşmesi ve Devletin Piyasaya Etkisi





İngiliz Endüstrileşmesi ve Devletin Piyasaya Etkisi,









Marksist ve klasik iktisatın uzlaştığı ender konulardan biri, 1688-1846 arasında, yani İngiliz sanayisinin güçlü bir şekilde ortaya çıktığı zaman aralığında, aynı zamanda İngiliz devletinin piyasaya etkisinin minimum olduğu şeklindedir. Klasik laissez faire düşünüşünün can bulmuş, ete kemiğe bürünmüş hali olarak tasavvur edilen bir İngiliz devleti vardır.

Devlet, İngiltere özelinde endüstriyi dolaylı veya dolaysız pek çok yol ile uyarmış ve ateşlemiştir. İngiliz devletinin liberal çizgi üzerinden gitmesi, pek çok politik ekonomist için devletin etkinliğinin zayıflığı olarak düşünülüyor ise de, aslında feodal/despotik/otokratik devlet formasyonuna nazaran İngiltere benzeri, merkezi/modern/ulusal devlet çok daha güçlü ve etkileyicidir.  

Savaş, Endüstri ve Piyasa

İngiltere'de endüstri devriminin ortaya çıktığı zaman aralığının, İngiltere'nin savaşlardan başını kaldıramadığı bir dönem oluşu tesadüf değildir. Pekçok tarihçi için ilk küresel savaş olarak nitelenen 7 Yıl Savaşları sırasında James Watt buhar makinesini icat etmiş, İngiltere'nin ilk defa üniformalı, profesyonel bir deniz ordusunu kurmaya yeltendiği sırada İngiliz pamuk endüstrisi patlamasını gerçekleştirmişti.


Peki nasıl?

18. yüzyıl, İngiltere'nin muazzam şekilde borçlandığı bir dönemdir. Napolyon Savaşları'nın hemen ardından, 1816'da İngiltere'nin reel borcu 560 milyon sterlin idi. Bu rakamı yıllık gelire oranladığımızda %160 gibi astronomik bir rakam elde ediyoruz ki, modern zamanların en borçlu ülkesi Amerika'nın dahi borcu, şu anda gelirinin %56'sı kadar. 

İngiliz devleti kime borçlanıyordu? Cevap basit, City of London merkezli tefeci finansörlere. İngiliz devleti, yine pek çok klasik iktisatçının düşündüğünün tersine, o dönemde Avrupa'nın en ağır gelir vergisi uygulayan devletiydi. Ancak diğer devletlere nazaran, ticarileşmiş ve metalaşmış bir ekonomiye sahip oluşu, ayrıca sınırlarının ufaklığından ötürü devletin vergi bürokrasisinin hemen her yere ulaşması İngiltere'nin bu vergilerden daha ciddi bir gelir elde etmesini sağlıyordu.

Bu vergi sistemi, aynı zamanda devletin yüksek finans çevrelerine olan borcunun da en temel karşılığı idi. Özellikle prolaterya üzerine binen ağır vergiler, devlet kanalı yoluyla finansörlerin ve borç sahiplerinin cebine gidiyordu. İngiliz endüstrileşmesi açısından asıl vurucu nokta, emekçinin cebinden tefecilerin cebine akan bu paranın, yine yatırım ve ağır sanayii inşası olarak değer kazanmasıydı. Bu özelliği ile, yani girişimciliği ile İngiliz burjuvazisi, endüstri devrimini ve kapitalist üretim şeklini yarattı.

İngiltere Gümrük Tarifeleri ve Korumacılık

Yine klasikçilerin en önemli fikirlerinden biri, İngiltere'nin endüstri devrimiyle beraber en düşük gümrük tarifesi uygulayan, serbest piyasayı tam anlamıyla yaşayan örnek bir devlet (!) oluşudur.

İngiltere, Napolyon Savaşları'ndan başlayıp 1846'ya kadar uyguladığı %40 gümrük tarifesi ile Fransa, Alman Prenslikleri, ABD, Avusturya gibi diğer önemli devletlerin neredeyse iki katı bir gümrük vergisine sahipti. Aynı dönemde Fransa %35, Almanya %15, Avusturya %22 ve Rusya %35 gümrük vergisi uyguluyordu.

Friedrich List'in geç kalkınan ülkeler için gümrük vergisini zaruri görmesi, aynı şekilde endüstri devriminin oraya çıktığı İngiltere'de de kabul görmüştü. 1846 öncesinde İngiltere hemen hemen her mala, ham maddeden tütüne, pamuğa hatta şekere kadar ciddi bir gümrük tarifesi uygulamıştı. Peki neden?

İngiltere'nin vergi sisteminin, az önce bahsettiğim gibi asıl nedeni mali-askeri sebeplerdi. Savaşı finanse edebilmek için büyük borçlar altına giren Londra, tüketim vergisinden gümrük tarifelerine kadar bulabildiği her alanı kullanarak gelir yaratmaya çalıştı. Bu dönemde bir "yavru sanayii koruma" içgüdüsünün olduğunu pek göremiyorum, ancak mali sebepler yüzünden gümrük tarifelerinin yüksek oluşu açıktır.


..



İngiltere merdiveni ne zaman itti?

İngiltere; merdiveni, adaleleri kuvvetlenince, pazuları irileşince, rakiplerine tek başına kafa tutabileceğine kanaat getirince itti.
Şaşırdınız değil mi? Merdiven, adaleler, pazular, rakipler, kafa tutmak,… Nedir bunlar?

Açıklayayım.


VII. Henry














Ekonomist Ha-Joon Chang, Cambridge Üniversitesi Gelişme Etütleri Bölümü’nde yönetici… Başta Dünya Bankası, Asya Kalkınma Bankası olmak üzere pek çok uluslararası teşkilatta danışmanlık yapmış. Chang’ın çok ilgi çekici bir kitabı, “Kicking Away the Ladder: Development Strategy in Historical Perspective”, “Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü” [İletişim Yayıncılık, 2003, 248 s.] adıyla dilimize çevrildi. Kitabın orijinal İngilizce başlığı, “Kicking Away the Ladder” bir deyim olup ilk kez XIX. Yüzyıl Alman İktisatçısı Friederich List (1789-1846) tarafından kullanılmış. 

Oliver Cromwell










Sanayileşmiş bir ülkenin, zenginliğin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan “merdiveni itmesi” (kendi uygulamış olduğu politikaları kullanmasını engellemesi) anlamına geliyor.


I. Elizabeth











Chang kitabına şu can alıcı soruyla başlıyor : Bugün sanayileşmiş Batı’nın az gelişmiş ülkelere tavsiye ettiği politika ve kurumlar; gelişmiş ülkelerin, gelişmekte iken benimsedikleri politika ve kurumların aynısı mıdır?

Yazar, soruyu “Hayır, değildir!” diyerek yanıtlıyor. Dünyanın zengin ve sanayileşmiş ülkeleri, bulundukları yere, bugünün yoksul ve az gelişmiş ülkelerine dayattıkları politikalar ve kurumlarla gelmemiştir. Çoğu etkin bir biçimde “yavru sanayi koruması” (infant industry protection) ve ihracat teşvikleri gibi politikalar, kısacası devletçi ekonomi politikaları uygulamışlardır. Oysa bugünün sanayileşmeye muhtaç yoksul ülkelerinin aynı politikaları uygulamaları, Dünya Ticaret Örgütü, [IMF ve Dünya Bankası, yani ABD ve Avrupa Birliği] tarafından engellenmektedir.
Bu yazıda işte bu ikiyüzlülüğü İngiltere örneğinde, Ha-Joon Chang’ın yukarda belirttiğim kitabından [ ss.33-52 ] geniş ölçüde yararlanarak ele alıyorum.

I) Efsaneye göre önce liberalizm vardı


Günümüzün İngiltere, ABD, Fransa, Almanya, Japonya gibi kalkınmış ülkelerinin tarihî deneyimlerine dair görüşler; bu ülkelerin iktisat politikası tarihlerinin ortodoks yorumunu destekleyen, serbest ticaretin ve laissez-faire sanayi politikasının yararlarını vurgulayan söylencelerle doludur. Washington Uzlaşması’nın öngördüğü politika tavsiyeleri gerçekte yakıştırma bir tarihe dayanır. Neoliberaller bu çerçevede hep aynı masalı anlatırlar.

Bu efsaneye göre İngiltere’nin sınaî başarısı, serbest-piyasa ve serbest ticaret politikalarının üstünlüğünün kanıtıymış (Oysa İngiltere ancak ondokuzuncu yüzyıldan itibaren “laissez faire”ci olmuştur). Söz konusu liberal politikalar şu olumlu sonuçları vermiş:
-Liberalizm İngiliz ulusunun girişimci enerjisini açığa çıkarmış.
-Liberalizm; o dönemde İngiltere’nin, en büyük rakibi olan Fransa’ya karşı üstünlük kazanmasını sağlamış. Fransa ise kaybetmiş. Neden? Çünkü Fransa ekonomide müdahaleci imiş.
-Liberalizm; İngiltere’ye, en büyük ekonomik güç olarak kendisini dünyaya kabul ettirmesini sağlamış.
-Böylece, İngiltere Tahıl Yasası’yla tarımı korumaktan vazgeçip 1846’da eski korumacı merkantilist önlemleri terk edince, “yeni ‘liberal’ dünya ekonomik düzeni”nin mimarı olmuş ve egemen ülke rolünü oynayabilmiş. Liberal düzen arayışında da İngiltere’nin en güçlü silahı, serbest-piyasa/serbest-ticaret sistemine dayalı ekonomik başarısı olmuş. Bu “başarı” da diğer ülkelerin, merkantilist politikaların sınırlarını fark etmelerine ve 1860’larda serbest -en azından daha serbest- ticaret ilkelerini benimsemelerini kolaylaştırmış. Ancak, belirtmek gerekir ki İngiltere; bu projede, laissez faire (bırakınız yapsınlar) politikalarının üstünlüğünü, özellikle de serbest ticaretin üstünlüğünü teorik olarak kanıtlayan Adam Smith ve David Ricardo gibi klasik iktisatçıların getirdiği “bilimsel” desteklerden de büyük ölçüde yararlanmıştır.
1870’lerde “mükemmelliğe ulaşan” liberal dünya düzeninin temelinde şu üç esas bulunmaktaydı:
-Ülke içinde “laissez faire”ci sanayi politikaları,
-Uluslararası planda mal, sermaye ve işgücü hareketleri önündeki engellerin düşük olması;
-Denk bütçe prensibi ve Altın Standardı ile garanti altına alınmış olan makroekonomik istikrar.
Bütün bunları da insanlık tarihinde daha önce görülmemiş bir zenginleşme izlemiş.
II) Ara dönem ve yine liberalizm
Neoliberal masal burada bitmiyor, arkası var.
Masalın ikinci kısmına göre, Birinci Dünya Savaşı ile birlikte işler tersine dönüyor: Önce dünya ekonomik ve siyasal sistemi istikrarsızlaşır. Ülkeler dış ticarete yeniden engeller koymaya başlar. Bunun sonucu dünya ekonomisinin daralması ve mevcut istikrarsızlığın genişlemesi olur. Hemen ardından başlayan İkinci Dünya Savaşı da, liberal düzenden geriye ne kaldıysa hepsini silip süpürür.
Liberal iktisatçılar hikâyeyi şöyle sürdürüyor :
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ticareti serbestleştirme yönünde önemli adımlar atıldı, GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Antlaşması) görüşmelerinin başlamasıyla birlikte… Ancak gelişmiş ülkelerde 1970’lere kadar, gelişmekte olan ülkelerde 1980’lerin başına kadar -komünist ülkelerde ise 1989’daki rejim değişikliğine kadar- devletçi / müdahaleci yaklaşımlar ekonominin yönetiminde egemen oldu.
Sachs ve Warner’a göre, gelişmekte olan ülkelerin korumacılığı ve müdahaleciliği benimsemelerinde birçok etken rol oynamıştı. Bunlar arasında özellikle:
-F. List’in yavru sanayi argümanı,
-Rosenstein-Rodan’ın Büyük İtiş Teorisi (1943),
-Latin Amerika yapısalcılığı,
-Çeşitli Marksist yaklaşımlar gibi “yanlış” görüşler etkili oldu.
Hikâyeye göre, neyse ki müdahaleci politikalar; Neo-liberalizmin 1980’lerdeki yükselişiyle birlikte yeryüzünde büyük oranda terk edildi. Böylece “minimal devlet”in erdemlerini, laissez faire’ci politikaları ve dışa açıklığı yücelten görüşler yeniden diriltildi.
Sonuç olarak, çoğu gelişmekte olan ülkeler de, neo-liberal politika reformlarına kucak açtı (gerçekte zorlandılar, cd). Liberalleşme yönündeki eğilimi taçlandıran, savaş sonrası yıllarda kapalı bir ticaret sistemi biçimindeki “tarihsel anomali’yi sona erdiren olay ise, 1989’da komünizmin çöküşü oldu.
Masal burada bitiyor.
Şimdi sormak lazım: Bu Neo-liberal masal (ya da söylence) ne derecede doğru?

III) Realite: Batının müdahaleci politikaları


Birinci Dünya Savaşı’ndan önce -belki de İkinci Dünya Savaşı’na kadar- devlet müdahalesinin günümüz standartlarına göre sınırlı kaldığını belirtmek gerekir. Bugünün bütün gelişmiş ülkeleri (GÜ’ler), yakalama döneminde, yavru sanayileri korumak amacıyla müdahaleci sanayi ticaret ve teknoloji (STT) politikaları uyguladılar. Hattâ bazı ülkeler yakalama dönemini başarıyla tamamladıktan sonra bile, etkin STT politikaları uygulamaya devam ettiler: XIX. yüzyıl başlarında İngiltere, yirminci yüzyıl başlarında ABD gibi…

Ticaret cephesinde, teşvikler ve ihraç mallarının girdilerine vergi indirimi sağlanması, ihracatın teşvik edilmesinde sık rastlanan uygulamalardandı. Hükümetler hem sanayi kesimine teşvik sağladı, hem de özellikle altyapı ve imalat sektörüne yönelik çeşitli kamu yatırım programları uyguladı. Bazen eğitim gezilerini ve stajları finanse ederek yasal yollardan, bazen de sanayi casusluğu, makine kaçakçılığı, yabancı patentleri tanımayı reddetme gibi yasal olmayan yöntemlerle yabancı teknolojinin edinilmesini desteklediler. Yerli teknolojinin gelişmesi, araştırma ve geliştirmeye, eğitim ve yetiştirmeye (training) finansman sağlanarak desteklendi.
GÜ’ler, teknoloji sınırına ulaştıklarında mevcut ve muhtemel rakiplerin arasından sıyrılmak için türlü politikalar uygulamışlardır. İngiltere “sınır ekonomisi” konumunu koruduğu sürece bu durumun en bariz örneğini oluşturmuştur, ancak başka ülkeler de mümkün olduğunda benzer politikalara başvurmuştur. İngiltere muhtemel rakiplerine teknoloji transferini denetlemek amacıyla -kalifiye işçi göçü veya makine ihracatı üzerinde denetim gibi- önlemler almış, gerektiğinde güç kullanarak gelişmekte olan ülkeleri, piyasalarını açmaya zorlamıştır.

IV) İngiltere’nin yakalama stratejisi


Bugünün çok sayıda gelişmiş ülkesi (GÜ) tarihte -İngiltere, ABD, Almanya, Fransa, İsveç, Belçika, Hollanda, İsviçre, Japonya, Kore ve Tayvan- günümüz ortodoksisinin, yoksul ülkelere, “GÜ’ler bunları uyguladı” diyerek önerdiği politikaların tam tersini uygulamışlardır. Bu ülkelerin de en başta geleni, İngiltere’dir.

İngiltere’nin devlet müdahalesine başvurmadan kalkınmış bir ülke olduğu ileri sürülür. Bu önerme kesinlikle doğru değildir.
İngiltere XIII-XIV. yüzyıllar feodalizm-sonrası döneme geri kalmış bir ekonomi olarak girdi. Öyle ki kıta Avrupasından teknoloji ithal ediyordu. Bu gerilik 1600 öncesine kadar devam etti. İhracatı büyük oranda ham yünden ibaretti; bir miktar da, o sırada daha gelişmiş bir ülke olan Hollanda’ya düşük katma değerli yünlü giysi ihracatı yapabiliyordu.
Kısacası, İngiltere’nin durumu böylesine geri ve ilkeldi. Ancak duruma bizzat devlet el koydu (1930’larda Atatürk’ün yaptığı da bu değil miydi?). İngiltere böylece devlet eliyle sanayileşme sürecine sokuldu. Bu süreçte kral ve kraliçeler, hükümetler, dolayısiyle devlet öncü bir rol üstlendi.
İki kaynaktan somut örnekler veriyorum; önce Chang’ın kitabından…
a) III. Edward (1327-1377)… Yerli yünlü imalatını geliştirmeyi hedeflemiş olan ilk kraldır. Yurttaşlarına örnek olmak için sadece İngiltere’de üretilen giysiler giyiyordu. Ayrıca yurt dışından Flaman dokumacılar getirtmiştir. Ham yün ticaretini merkezîleştirmiş, yünlü giysilerin ithalatını yasaklamıştı.
b) Tudor hükümdarları, III. Edward’ın girişimini daha da ileri götürdüler: Günümüzdeki bebek sanayi koruması anlayışına uygun düşecek şekilde dokuma sanayiinin gelişmesine destek verdiler. Ünlü on sekizinci yüzyıl tüccarı, politikacı ve romancısı Daniel Defoe, 1728’de yazdığı bir kitapta bu politikayı anlatır. Kitabın adı “İngiltere’nin Ticareti Üzerine Bir Plan”dır (A Plan of the English Commerce).
Defoe yapıtında şunları yazıyor: VII. Henry Hollanda’daki yünlü mal imalatının sağladığı zenginlikten çok etkilendi. 1489’dan itibaren İngiliz yünlü imalatını teşvik edici önlemler uygulamaya koydu. Bu önlemler arasında şunları sayılabiliriz :
-İmalat faaliyetine uygun yerlerin araştırılması amacıyla geziler düzenlenmesi,
-Hollanda’daki yetenekli işçilerin kaçırılıp İngiltere’ye getirilmesi,
-Ham yün ihracatına giderek artan gümrük vergileri konması ve hattâ ham yün ihracatının tamamen yasaklanması sayılabilir.
VII. Henry, İngiltere’nın Hollanda ile arasındaki teknolojik açığın kapatılmasının uzun zaman alacağını fark ettiği için, kademeli bir yaklaşım benimsedi.
c) I. Elizabeth’in döneminde İngiltere yün sanayiinde önemli başarılar elde etmeye başlamıştı. Bu başarının ardında ithal ikamesinden başka etkenler de vardı. Gelişen sanayiine yeni pazarlar açmak amacıyla I. Elizabeth; Papalığa, Rusya, Moğolistan ve İran’a ticaret kafileleri yolladı. İngiltere’nin, denizlerde üstünlük sağlamak amacıyla yaptığı yoğun yatırımlar; yeni pazarlara ulaşmayı, onları kolonileştirmeyi ve mecburî piyasalar haline getirmeyi kolaylaştırdı.
VII. Henry’in başlattığı, haleflerinin devam ettirdiği, modern bebek sanayi korumasının XVI. yüzyıldaki karşılığı sayılabilecek bu strateji olmasaydı, İngiltere’nin sanayileşmedeki ilk başarılarını yakalaması imkânsız değilse de çok zordu. Onsekizinci yüzyıl boyunca İngiltere’nin ihracat gelirlerinin en azından yarısını oluşturan bu anahtar sanayi olmadan, Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi en hafif tabiriyle çok zor olurdu.
d) I. George döneminde (1714-1727) İngiltere başbakanı olan Robert Walpole’un 1721’de uygulamaya koyduğu ticaret yasası reformu, İngiltere’nin sanayi ticaret politikalarında önemli bir değişikliğe işaret eder. Önceki dönemlerde, İngiltere hükümetinin politikaları genel olarak şu iki hedefe yönelikti:
-Ticareti kontrol etmek (çoğunlukla sömürgecilik yoluyla ve İngiltere ile yapılacak olan ticaretin İngiliz gemileriyle yapılmasını şart koşan denizcilik yasaları yoluyla)
-Kamu gelirlerini artırmak
Buna karşılık, 1721’den sonra uygulamaya konulan politikalar, bilinçli olarak imalat sanayiini teşvik etmeye yönelikti. R. Walpole, parlamentoda yaptığı konuşmada yeni yasayı şöyle tanıtıyordu: “Halkın refahının artmasına, hiçbir şey mamul ürün ihracatı ve hammadde ithalatından daha fazla katkıda bulunamaz.”.
1721 Mevzuatı ve sonrasında geçekleşen tamamlayıcı politika değişiklikleri şu uygulamaları getirdi:
-İmalatta kullanılan hammaddelere konan ithalat vergileri ya düşürüldü ya da tamamen kaldırıldı.
-William ve Mary’den beri ülkede uygulanan, ihraç edilen mamul mallarda kullanılan ithal hammaddelerine verilen vergi iadeleri artırıldı. Örneğin, kunduz derisine konan vergi azaltıldı ve ihraç edilmesi durumunda ödenen verginin yarısının geri ödenmesi kararlaştırıldı.
-Mamul malların çoğunda ihracat vergisi anlamlı miktarda artırıldı.
-İthal edilen yabancı mamul mallara uygulanan vergiler tamamen kaldırıldı.
e) İngiltere’nin müdahaleci politikalarını, Selçuk Trak’ın “İktisat Tarihi” [Bursa İTİA yayını, İst.,1973, ss.252-255] kitabından da takip edebiliriz. Özetliyorum:
İngiliz Merkantilizmi aynı zamanda ticareti, sanayi ve tarımı kapsayan dayanışmalı bir koruma politikası güdüyordu. İngiltere’de sanayi faaliyetlerini düzenleyen önlemler arasında, işçi ücretlerini disiplin altına alan, Çıraklık Kanunu (1563) zikredilebilir. XVII. yüzyılın ortalarına kadar işsizliğe yol açacağı düşüncesiyle, yeni makinelerin kullanılmasına karşı çıkılmıştır. Daha sonra ise makineleşmeye büyük önem verilerek, bazı makinelerin ülke dışına çıkarılması yasaklanmıştır. Ayrıca ulusal sanayileri korumak amacıyla, kimi yerli mamullerin tüketimi zorunlu kılınmış; bazı malların tüketimi ise yasaklanmıştır.
İngiliz Merkantilizminin denizcilik alanında aldığı önlemler çok daha çarpıcıdır. Oliver Cromwell’in 1651’de çıkartılmasını sağladığı kanuna göre İngiltere’ye ithal edilecek olan mallar ancak İngilizlere ait ve yüzde 50’sinden fazlası İngilizlerce donatılmış olan gemilerle taşınacaktır. Bu tedbirin İngiliz denizciliğinin gelişmesindeki rolü çok büyük olmuştur. Cromwell devletçe yürütülen planlı bir ekonomi çerçevesi içinde İngiltere’yi şu hedeflere yöneltmiştir: İngiliz mamulleriyle dünya pazarlarını tekel altına almak, ülke içinde geniş ölçüde bir otarşi kurmak.
Cromwell ayrıca merkantilist gümrükler uygulamış, yün ihracatını yasaklamış, yün ithalatını ise gümrük vergisinden muaf tutmuştur. Denebilir ki Cromwell İngiliz ekonomisinin kalkınmasını bu kumandacı uygulamalarla sağlamıştır.
V) İngiltere merdiveni itiyor
A) XVIII. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirdiği Sanayi Devrimi’yle birlikte İngiltere, diğer ülkelerle arasındaki teknolojik farkı açmaya başladı. Ancak, yine de XIX. yüzyıl ortasında teknolojik üstünlüğü tartışılmaz bir hal alana dek, kendi sanayilerini koruyucu politikaları uygulamaya devam etti. İşte kanıtlar:
-İlk olarak, İngiltere kendi sanayilerini tehdit ettiklerini görür görmez, sömürgelerinden yapılan mamul ithalatını yasakladı.
-İrlanda’nın o dönemde çok iyi durumda olan yün sanayiini çökertti.
-Dünyanın en etkin pamuklu ürün imalat sektörü olduğu söylenen Hindistan pamuk sanayiine büyük zararlar verildi.
-İki kuşak sonra, 1873’e gelindiğinde, İngiliz pamuklu ihracatının % 40-45 ‘i Hindistan’a yapılıyordu.
B) 1815’te Napolyon Savaşları’nın sona ermesinin ardından, İngiltere’de kendisine güvenen imalatçılar serbest ticaret yönünde baskılarını artırmaya başladı.
1833’te tarifelerin azaltılması üzerine müzakereler yapılmış olsa da asıl değişiklik 1846’da yapıldı. Tahıl Yasası iptal edildi ve mamul malların birçoğuna uygulanan tarifeler kaldırıldı. Bugün genellikle o dönemde Tahıl Yasası’nın kaldırılması, klasik liberal iktisat doktrininin merkantilizm üzerinde bir zaferi olarak görülüyor. Bu politika değişikliğinde iktisat teorilerinin etkisini göz ardı etmemek gerekirse de, dönemi iyi bilen tarihçilerin birçoğu, bunun, tarım ürünü ve hammadde piyasasını genişleterek Avrupa kıtasında sanayileşmeyi yavaşlatmayı hedefleyen bir “serbest ticaret emperyalizmi” edimi olarak algılanması gerektiğine işaret ederler.
Tahıl Yasası’nın iptalinin sembolik bir anlamı olmakla beraber, serbest ticarete hakikî geçiş ancak 1850’lerde olmuştur. Bir zamanlar Avrupa’da en karmaşık tarifelere sahip ülke olan İngiltere’de tarifeler artık Whitaker’ın Almanak’ının yarım sayfasına sığıyordu.
Bu noktada İngiltere’nin serbest ticarete geçişini sağlayan teknolojik öncülüğünü, “yüksek ve uzun süren tarife engelleri” sayesinde elde ettiğini belirtmek gerekir. Ayrıca İngiltere serbest ticarete son derece yavaş bir geçiş yapmıştır.
Yirminci yüzyıl başlarına gelindiğinde İngiltere ABD ve Almanya’ya karşı imalat alanındaki avantajlarını hızla kaybetmeye başlayınca, korumacılığa yeniden dönülmesi İngiltere siyasetinin en çok tartışılan konularından biri olmuştu.
C) 1846’da Tahıl Yasası’nın iptalinden itibaren İngiltere, tek taraflı olarak -1860’larda tam anlamıyla gerçekleşmek üzere- serbest ticaret rejimini savunmaya başladı.
Ancak bu dönüş, İngiltere’nin o dönem tartışılmaz iktisadî üstünlüğü ve sömürgeci politikalarıyla da yakından ilgilidir. İngiltere karşısında kendini yenebilecek bir rakip bulunmadığına inanıyordu, tıpkı günümüzün ABD’si gibi… Birçok Avrupa ülkesi de 1860-1880 arasında tarife oranlarını büyük oranda düşürmüştür.
Peki dünyanın geri kalan bölümü…, henüz adalelerini, pazularını geliştirememiş olanlar?
Onların önünden merdiveni çektiler: O ülkeleri; ya sömürgecilik yoluyla ya da şeklen bağımsız az sayıda ülkede olduğu gibi [Latin Amerika ülkeleri, Çin, Tayland (o zaman Siyam), İran ( Pers ülkesi), ve Türkiye (Osmanlı İmparatorluğu)] eşitsiz antlaşmalar yoluyla serbest ticarete zorladılar.
Bugün de aynısını yapmıyorlar mı?
Sonuç
Sonuç özetle şu:
Ulusal sanayii koruyucu politikalar, imalatı teşvik edici önlemler, vergi indirimi, ticareti kontrol, gümrük vergileri, ithalat vergilerini artırma, yüksek ve uzun süren tarife engelleri, ithal ikamesi, mamul ithalatının yasaklanması, makine ihracatına denetim, kamu yatırım programları, … Bunlar İngiltere’nin sanayileşirken başvurduğu politikalar… Sormak lazım, bu politikaların bugün İngiltere’nin ve ABD’nin savunduğu ve dünyaya dayattığı liberalizmle ne ilgisi var? Bunlar devletçi politikaların, kamu müdahaleciliğinin ta kendisi değil midir?
Eğer o zamanlar dünyada bir süper güç olsaydı ve İngiltere’ye liberalizmi, küreselleşmeyi, özelleştirmeyi, … zorla dayatsaydı, İngiltere sanayileşebilir miydi?
Ne yazık ki bugün Türkiye’ye dayatılıyor, birçok yoksul ülkeye yapıldığı gibi…
Merdiveni itiyor ve saklıyorlar. Aramızdaki “bedhahlar”ın işbirliğiyle…
Biz işte bu sebeple sanayileşemiyoruz, ilerleyemiyoruz.
Bu teslimiyetçilik sürdükçe de, hiçbir zaman ilerleyemeyeceğiz.
http://turksolu.com.tr/99/dura99.htm

..