Doç. Dr. Nesrin TağızadeKARACA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Doç. Dr. Nesrin TağızadeKARACA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2019 Perşembe

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 1

1920-1938 DÖNEMİ TÜRK ROMANINDA ATATÜRK VE ANKARA BÖLÜM 1



Doç. Dr. Nesrin Tağızade-KARACA* 
* Başkent Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 


    28 Temmuz 1914’te başlayan I.Dünya Savaşı’nın sonucunda itilaf devletleri kazanan taraf olunca Osmanlı Devleti 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzaladı ve ardından Türk topraklarının paylaşımı gündeme geldi. 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunun İzmir’i işgaliyle birlikte Anadolu’da başlayan direniş hareketi ile Millî Mücadele süreci başlamıştır. 23 Nisan 1920’de Ankara’da 
T.B.M.M’nin kurulması ve 30 Ağustos 1922’de kazanılan zafer Türk tarihinin bu en acılı dönemini sona erdirmiş, yeni bir başlangıcın ve yeniden var oluşun temelini oluşturmuştur. 

T.B.M.M.’nin Ankara’da çalışmalara başladığı ve Cumhuriyet’in ilan edildiği tarihe kadar, Türk aydınının teklif ettiği bütün reçetelere rağmen Osmanlı Devleti kurtulamamış, “milleti ancak milletin azim ve kararlılığının kurtaracağı” düşüncesi yeni mücadelenin itici gücü ve manivelası olmuştur. 

Ulusal kimliğin tasarımı ve teşekkülünde, o tarihin yazımı kadar benimsetilmesini de gerçekleştirmek için popüler ve kurgusal anlatımlara ihtiyaç duyulması evrensel bir durumdur ve bu arayışlar en iyi şekilde edebiyatta yansımasını bulmuştur. Kimliklerin çözüldüğü ve toplumsal ilişkilerin farklılaştığı kurtuluş ve kuruluş dönemlerinde edebiyata yansıyan bu olgu, kültürel olarak yeniden 
canlanma umutlarının yanında, özeleştiri bilincini ve yaklaşımını da beraberinde getirir. Cumhuriyet tarihinde de edebi ve entelektüel faaliyetlerin bir kısmı, Türk milletinin ölüm-kalım mücadelesi verdiği süreci konu almış, işlemiş ve halen işlemeye de devam etmektedir. 

Hayatî olduğu kadar siyasi bir dönemin, dönüşümün ve projenin parçası olan Millî Mücadele ve Cumhuriyet, ulus-devlet projesi ve yaratılmak istenen yeni kimlik; roman, hikaye, anı, monografi, tiyatro, mülakat gibi kurgu ve anlatı metinlerinde yani edebiyatta en iyi yansımasını bulmuştur. 

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte başlayan yeni dönem Türk edebiyatı, kaynağını Millî Mücadele’den alan hız ve coşkunlukla Millî Edebiyat’ın devamı olarak varlığını sürdürür. İlk eserlerini bu dönemde vermiş olan şair ve yazarlar, olgun eserlerini Cumhuriyet devrinde kaleme almışlar, edebiyat dünyasındaki varlık ve konumlarını bu devrede kazanmışlardır. 

Millî Mücadele dönemi olarak; I.Dünya Savaşı’nın başlaması ve Cumhuriyet’in ilanına kadar olan 1914-1923 yılları arasında yaşanan olayları konu alan romanları, “Edebiyatımızda Kurtuluş Savaşı” bağlamında ele alan çalışmaların önemli bir kısmı, yazılış tarihleri bakımından üçe ayrılarak, I. Dönem (1920-1950), II. Dönem (19501980), III. Dönem ise 1980 ve sonrası olarak belirlenir. Nitekim, yakın tarihin belirleyici önemli dönemeçlerini içeren bu yaklaşım biçimi, yaygın ve benimsenen bir tasnif olmuştur. (Balabanlılar, 2003, 11-23) 

Bu çalışmada; sözü edilen I. dönemi, çok partili siyasi hayata geçilen 1950 yılına getirmeden, yeni Meclis’in kurulması ile Atatürk’ün ölümüne kadar uzanan (1920-1938) yılları arasında yazılan romanlarla sınırladığımızı belirtmek gerekir. Bir anlamda Cumhuriyetin ilk kuşağından, savaş yıllarına tanıklık eden aydın ve yazarların, Türk Romanında Kurtuluş Savaşı bağlamında ortaya koyduğu eserler arasında Atatürk ve o dönem Ankara’sına odaklanan, oradan Anadolu’ya açılan bir perspektif arayışı içinde olduğumuzu ilave etmeliyiz. 

Bu süreç içinde ortaya konan Romanların örneklemeli bir dökümünü yapacak olursak: 
Aka Gündüz/ Dikmen Yıldızı (1928), 
Mehmet Rauf/ Halâs (1929), 
Ercüment Ekrem Talu /Kan ve İman (1924) 
Burhan Cahit Morkaya/ Nişanlılar, Yüzbaşı Celal (1933), 
İzzet Ethem Benice/ On Yılın Romanı (1933), 
Esat Mahmut Karakurt/ Allahaısmarladık (1936), 
Peyami Safa/ Sözde Kızlar (1922), Biz İnsanlar (1937), 
Yakup Kadri Karaosmanoğlu/ Yaban (1932), Ankara (1934), 
Halide Edip Adıvar/ Ateşten Gömlek (1922), 
Kalp Ağrısı (1924), 
Zeyno’nun Oğlu (1928), 
Sinekli Bakkal (1935). 
Reşat Nuri/ Yeşil Gece (1928), 
Mithat Cemal Kuntay/ Üç İstanbul (1936), 
Memduh Şevket Esendal/ Ayaşlı ve Kiracıları (1934, vs.. (Naci, 1981, 123176) 

Hayatlarının ve sanatlarının önemli merhalelerini Millî Mücadele sürecinde idrak etmiş Halide Edip Adıvar ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, tanıklıklarıyla ağırlıklı bir şekilde yer tuttukları bu döneme yoğunlaşmadan önce, diğer isimler ve eserlerde Atatürk ve Ankara’yla vurgulanan anlam dünyasından örnekler üzerinde duracak olursak; 

Refik Halit Karay; daha önce (1919) Memleket Hikayeleri’nde İstanbullu bir genç olarak sürgüne gönderildiği Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te (1913-1918) yılları arasında geçen günlerinde tanıdığı Anadolu’yu ve Anadolu insanının hikayelerini dile getirmiştir. 

On yılın Romanı’nda, İzzet Ethem Benice, savaş yıllarının halkı ve hayatı etkilemesini anlatırken, iki Anadolu çocuğunun Ankara’da eğitim almaları konusunu da işlemiştir. 

Aka Gündüz; 1929’da yazdığı İki Süngü Arasında eserinde, işgal sonrasında İstanbul’da suçlu sayılan insanlar için kurtuluşu Selanik’te görmüştür. Ankara, bireysel ve toplumsal dönüşümün simgesi durumundadır. Dikmen Yıldızı’nın kahramanı Yıldız, yitirdiği sağlığına Anadolu’nun dağları ve ormanlarında kavuşur, Tank-Tango’nun (1928) kahramanları, İstanbul’da dışlanmışken 
Ankara’da kabul görüp topluma karışır ve yararlı işler yaparlar. Dikmen Yıldızı’nda 1921’lerin Ankara’sı, Ulus Meydanı’nı dolduran insanlar gerçekçi bir anlatımla tasvir edilmiştir. İzmir’in işgali üzerine Ankara’ya yerleşen Yıldız ve ailesinin üzerine kurulu olan romanın sonunda, Mustafa Kemal Paşa mutluluğu getirecek bir ortam hazırlar ve gençlerin yüzüklerini takar... Zübeyde Hanım’la dostluk kuran Yıldız’ın iç dünyası ve konumu, Ankara’da sabah vakitleri, sokaklar, esnafın durumu canlı tasvirlerle aktarılmış, tarihi olanla kurmaca 
birlikte verilmiştir.. 

Dikmen Yıldızı’nda o dönemin Ankara’sı, özellikle mehtaplı gecelerde tepeden aşağılara baktıkça bir ‘deniz’ hayali uyandıran Ankara geceleri biçiminde anlatılır. Ankara’nın gündüzleri de güzeldir. 

Yakın çevresi Solfasol Köyü, Abacılar Boğazı, Çiftehanlar; dışa açılan İnebolu yolu, Ankara ile bağlantısı nispetinde yer alır. 

Bütün bir vatan coğrafyasının sembolü olarak kullanılan Anadolu ve özelde Ankara, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda ve varlığında realite olmanın yanında aynı zamanda bir imgedir. Aydınlar için 1920’den sonra çok farklı ve çok yönlü bir anlam ifade ettiğini gördüğümüz Anadolu, bir coğrafi bölge olmaktan öte bir şeydir ve artık temizliğin, saflığın, bozulmamışlığın ve dürüst kalmanın 
sembolü durumundadır. 

İsmi ile ilgili çağrışım değeri, yer ve zamanla ilgili olan Üç İstanbul (1936), Mithat Cemal Kuntay’ın tek romanı olup. II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki ile Mütareke dönemlerinin İstanbul’unun anlatıldığı bir eserdir. Romanın baş karakteri Adnan’ın Millî Mücadele ile ilgisinin mahiyetini, onun Ankara’nın dışında kalan konumuna rağmen gizlice alıp, çalışma odasında sakladığı ve sonradan 
tabutunun üstüne konacak olan ‘kalpak’ imgesinden hareketle anlayabiliyoruz: 


“Zaten o, vaktiyle bütün arkadaşlara söylerdi. Bütün memlekette bir tek adam vardı: Anafartalar kahramanı!... Şimdi vatan bir insan gibi ölürken, bir insan bir vatan gibi ayaktaydı: Mustafa Kemal!... Mustafa Kemal ayağa kalkınca yeryüzüne vuran gölgesine bütün memleket sığıyordu. Mustafa Kemal ayağa kalktı demek, on beş milyon muzdaribin altında duracağı bir bayrak var demektir. 

Bunları söylerken, gözleri doluyor, yüzü güzelleşiyordu. Bir milletin çehresine dar gelen büyük sevinç onun gözlerine sığıyordu: bu gözyaşları Adnan’ın gururuydu. 

Fakat insanların yalnız heyecandan ibaret olması ne kadar fena… Aylar geçiyor, Ankara’dan onu çağırmıyorlardı. Adnan’ın ruhundan tırnakları uzanıyor, dişleri ürperiyordu. Onlarla yan yana dursaydı, millî mücadele’ye daha çok inanacaktı.” 

Üç İstanbul gibi TRT tarafından dizi olarak çekilen ve farklı alanlara uyarlanan, Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ve Kiracıları, Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan toplumsal değişimi yansıttığı değerlendirmelerine konu olan bir eserdir. “Yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı bir bölüğünde oturuyoruz. 
Bu bölüğü Ayaşlı İbrahim Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda kiraya veriyor” (s.9) cümleleriyle başlayan roman, o dönem Ankara’sının 
şehir planlamasıyla ilgili önemli bilgileri içerir. 

Modernleşmenin, mekansal bir simgesi haline gelen Ankara, 1930’lu yıllarda izlenen devletçilik politikasıyla güçlenmiş, her kesimden insanın gidip geldiği bir yer olmuştur. 

Tanpınar; bu eserin yeni kurulan Ankara’nın atmosferinde zihniyet ve seviye farklılıklarının göstergesi olduğunu belirtir. Fethi Naci; “Memduh Şevket, bu odalarda oturan insanları anlatarak, bize o yılların Ankara’sından toplumsal bir kesit sunuyor, insanların özellikle ‘küçük insanların yaşamlarını, değer yargılarındaki değişimleri gösteriyor; düzene değilse de bürokrasiye yönelik eleştiriler getiriyor” (Naci 1981, 209) diyerek düşüncelerini açıklarken, İsmail Çetişli; geçmiş dönemdeki Türk toplumunun değer yargılarında gözlenen 
yozlaşma ve sosyal çözülmenin romanda konu edildiği üzerinde durur. (Çetişli 1999, 238) 

Anadolu’da halkla doğrudan teması olan iki aydın kesim; öğretmen ve subay tiplemesi, Anadolu halkının tanıdığı iki sosyal tabakanın yani eğitim ve askerliğin önemi bakımından dönem romanlarında işlenen figürlerdir ve “aydın” kavramı bunlar etrafında şekillenir. Millî Mücadelenin subay kadrosu; bin bir güçlükle kurulan ve savaşın kazanılmasında ilk belirleyici birimdir. 

Çalıkuşu’nda, Anadolu’nun geri kalmışlığı idealist bir öğretmenin serüveni eşliğinde eğitim anlayışı, eğitim camiasının değer yargıları içinde sunulur. Anadolu, romanın her bir kahramanının hikayesinde işlenirken İstanbul’la karşılaştırmalı bir biçimde anlatılır. 

Her ikisi de 1926 yılında yayınlanan Yeşil Gece ve Vurun Kahpeye romanlarında yeni rejimi övmek için asker ve öğretmen figürlerinin işlenişi dikkat çekicidir. (Yalçın 1998, 141) Yeşil Gece’nin Ali Şahin Efendi’si hakkını ve mağduriyetini Ankara’da aramak üzere yola çıkar. 

Genel bir girişten sonra, belirlenen döneme hem fert hem yazar olarak tanıklık eden iki önemli isimden biri olarak Halide Edip Adıvar; 1924-1939 yılları arasını Paris ve Londra’da geçirmiştir. Ancak özellikle 1920-1922 arasında kendi benliğini unutacak derecede inanılmaz tecrübeler yaşamış, hayatının ve sanatının ikinci ve olgun devresini Millî Mücadele sürecinde idrak etmiş (Enginün 
2002, 246), bir kurtuluşun destanına tanıklık etmiştir: 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali üzerine bir yolunu bularak Ankara’ya gitmiş ve eşi Adnan Adıvar’la birlikte Millî Mücadelede önemli faaliyetlerde bulunmuştur. Kızılay hastanelerinde hastabakıcılık yapan, Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde ve eş zamanlı olarak İstanbul basınında da heyecan yüklü yazılar yayımlayan Halide Edip, Sakarya Savaşı ve Büyük Taarruzda onbaşı rütbesiyle cephededir ve ayrıca teftiş için Tedkik-i Mezalim Komisyonu’nun sorumluları arasındadır. 
Onun memleket ve kurtuluş edebiyatımızın önemli eserlerinden Ateşten Gömlek (1922), Vurun Kahpeye (1923) İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri-Falih Rıfkı-Mehmet Asım’la beraber, 1923), Dağa Çıkan Kurt (1922) Millî Mücadelenin efsane sahnelerinin tanıklığından izler taşırlar. Halide Edib’in, duygu dolu gözlem ve izlenimleri büyük ölçüde bu eserlerine yansımıştır. 1922’de İkdam gazetesinde tefrika edildikten sonra 1923’te kitap haline getirilen Ateşten Gömlek, daha sonraları Türkün Ateşle İmtihanı ismiyle kitaplaşacak olan anılarının; 

“…roman hali olarak düşünülebilir. Millî Mücadele’yi konu alan ilk Türk romanı ve Millî Mücadele esnasında yayımlanan ve dönemini işleyen tek Türk romanı özelliğini taşıyan eser, bu kesiti işleyen Türk romanları içinde en güzellerinden biridir. Ayşe, İhsan ve Peyami arasında teşekkül eden bir ezeli aşk üçgeni etrafında hem bireysel hem toplumsal anlamda giyilen ‘ateşten’ bir gömleğin anlatıldığı bu roman, Peyami’nin bireysel muhtevadan millî muhtevaya doğru psikolojik değişimini de içerir.” (Bekiroğlu 1999, 76) 

Halide Edib gibi Yakup Kadri de, aynı dönemi yaşayan, aynı olaylara tanıklık eden ve kalemiyle bunları ölümsüzleştiren bir isimdir. 

Yakup Kadri’nin Halide Edib’e hayranlığı Mütareke Devri ve sırasında artar ve her ikisi de Millî Mücadele şartlarında karşılaştıklarında, birbirlerini daha yakından tanıyarak duygu ve düşünce dünyalarını açarlar. Ortak düşünceleri, “bu viran yurdun, tozundan toprağından” yepyeni bir edebiyat çıkacağıdır. Yakup Kadri, Sakarya Zaferi öncesi Ankara’ya gittiğinde Halide Edib’in Kalaba’daki, 
Ankara’ya gelen hemen herkesin ziyaret ettiği küçük evinde kalır. Halide Edib ona küçük bir oda hazırlamıştır. Uzun uzun sohbetleri, istişareleri olur. Yakup Kadri, ‘Ateşten Gömlek’ adlı bir roman yazarak Millî Mücadeleyi ölümsüzleştir mek düşüncesini açar. Bu isim, önce davranan Halide Edib tarafından çok beğenilecek ve onun eserinin adı olacaktır. Açık bir mektupta romanının isim hikâyesi verilirken Yakup Kadri’ye hem özür hem de teşekkür mesajları yer alır. 

Bu iki kalemin, düşmanın çekilirken taş taş üstüne bırakmadığı Anadolu’ya bakışları, Anadolu insanına yönelmeleri, “Hiç iğrenmeden, hiç korkmadan, çekinmeden bu tozlara, bu topraklara doğru eğileceğiz; onları terimiz ve gözyaşımızla yoğuracağız ve hasretini çektiğimiz güzellik ve iyilik abidesini işte bu çamurdan, bu hamurdan yapacağız” (Enginün 2001, 100) ahd-i vefasına bağlı olarak ortaya koyduğu eserler Millî Mücadele edebiyatının ilk sıralarında yer alırlar. Her ikisine de yeni bir iman aşılayan Millî Mücadele sürecinde 
Anadolu, yeni bir destanın oluştuğu mekan, bu mücadelenin önderi Mustafa Kemal Paşa, bu destanın kahramanı olarak önemli yer tutar. (Enginün 2001, 110) Çünkü; Türk milletinin sembolü, Millî Mücadelenin önderi Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın varlığı, yurdu ve Türklüğü kurtaracak gücün de kendisidir. 

Eşiyle kendisini karşılamaya gelen Mustafa Kemal Paşa’yı Ankara Garı’nda ilk görüşü ve daha sonraki duygularını anlatan Halide Edib’in gözlemleri, onun fiziki özelliklerinin gerisinde, manevi ve ruhi portresi ile ilgilidir; 

“… Gün kararıyor, istasyonda toplanmış olan kalabalık fark edilemiyordu. Tren istasyonda durunca, biri trene yaklaştı. Asker üniformasıyla Babıali civarında uzaktan görmüş olduğum Mustafa Kemal Paşa olduğunu tanımak güçtü. 

Trenin kapısı açılınca Mustafa Kemal Paşa yaklaştı. Bana merdivenlerden inerken yardım etti. Bu elin çevik hareketi ve kudreti, bana Mehmet Çavuş’la Millî Mücadele’nin yolda arkadaşlık etmiş olduğum şahsiyetlerini hatırlattı. Fakat bu kudretli el, şekil itibarıyla ötekilerden bambaşkaydı. (…) Mustafa Kemal’in gergin derili, uzun parmaklı beyaz eli Türkün bütün hususiyetleriyle birlikte aynı zamanda hâkim bir vasfa da sahipti.” 

Millî Mücadele’nin onbaşısı Halide Edip, kendi ferdi tecrübelerini Ateşten Gömlek romanının kahramanları üzerinden aktarırken, Başkumandan Mustafa Kemal savaş öncesi ve sonrasında yazarın tanıklıklarıyla çok canlı bir şekilde tasvir edilir. “Türk milletinin bütün acısı o yüzde toplanmış gibiydi” (s. 212) diyerek Duatepe’de, Kırmızıtepe’de gözlemlediği bu portre, yazarının nasıl bir ruh atmosferi ve etkilenme içinde kaldığını da yansıtmaktadır: 

“Evvela zihninde Sakarya’nın büyük mimarlarını gördüm, bu harbi en küçük teferruatına kadar hazırlayanlardan iki büyük başı harbin başlayacağı gecenin şafağında gördüğüm gibi gördüm. Bütün manevra bitmiş, bütün hazırlık nihayete ermiş ve artık iş silahlara kalmış olduğu an, 23 Ağustos’un ilk ışığı, Sakarya harbinin ilk karargahında Başkumandanlık odasına girerken bu iki kumandan ayakta, karşı karşıya birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. 

- Sen her işi yaptın! Bundan sonraki iş Allah’ın! Bunu Mustafa Kemal Paşa, elleri İsmet Paşa’nın omzunda söylemişti. Sonra harbin yavuz ve müthiş yüzüne çok bakmış olan nafiz kumandan müteessir bir sesle: 

-Yarın, düğün başlayacak, demişti. O, kendi ruhunda, kendi etinde, harbin, kızıl ve korkunç facianın nasıl bir heyecan olduğunu biliyordu.” (s. 207) Ateşten Gömlek, İzmir’in işgalinden Sakarya Zaferine kadar geçen devreyi içine alır ve yaşanan tarihi olaylar destansı bir anlatım ve açık duygular içinde işlenir. Eserde Mustafa Kemal Paşa; kurtuluş umudunun simgesi, destansı bir kahraman çehresi, uzaktan ruhlara kurtuluş aşılayan bir portre olarak çizilir ve roman kahramanları onunla kendi şahsiyetlerine uygun özellikler etrafında özdeşleşirler. Sakarya Zaferi’nden sonra yazılan Ateşten Gömlek, yurt içinde ve dışında büyük bir ilgi uyandırmış, Türk İstiklal Savaşı’nın destanı olarak filmlere ve TV dizisine konu olmuştur. Eserde, Halide Edib’in önceki romanlarında olmayan iki yeni durum, yazarın bakış açısı ile hayat ve meseleler karşısındaki duruşu bakımından önemlidir. Bunlardan ilki olan Batı hayranlığı, “tarihi zaruret karşısında batılılara karşı mutlak bir nefrete dönüşmüş”, ikincisi ise “İstanbul’da tanıdığı Anadolu insanı ile Millî Mücadele yıllarında bizzat temas etmesi Anadolu insanına karşı büyük bir hayranlık duymasına yol açmıştır. 

(Enginün 1978, 191) “Sakarya ordusu”na ithaf edilmiş olması bakımından önemli bir eser olan Ateşten Gömlek; ordu-millet dayanışmasından doğan bir 
destan ve yaşanmış bu destanı temellendiren bir manifestodur. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***