Erdem Akça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erdem Akça etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2020 Çarşamba

Rüya Konusuna Dair Kuşatıcı Bir Bakış

Rüya Konusuna Dair Kuşatıcı Bir Bakış




Erdem AKÇA.,

 Rüya konuda tarih boyunca dindar olsun olmasın birçok fikir ve ilim adamının sözleri bulunuyor. Fakat rüya, maddi ve manevi her iki âleme açık bir gerçek olduğundan, ayrıca sembolik yönü de bulunduğundan sırf maddi yönü ele alan bilim adamlarının sözü rüya konusunda yetersiz kalıyor. Bu yüzden maddi-manevi her iki âlemi bilen, insanın bu iki âlemlerle bağlantısının farkında olan, rüyaların sembolik yönünü anlayan ve izah eden gerçek din âlimlerinin sözlerini dinlemek daha doğrudur. Mesela Hz. Ali bu hakiki âlimlerden birisidir. Fakat yeri geldikçe bilim adamlarının rüya konusundaki emeklerinin ürünü olan sağlıklı ve dengeli fikirlerini de bu yazıda paylaşmak istiyorum. Rüya konusunun gerçek mütehassısı olan Hz. İmam-ı Ali rüya hakkında şöyle der:
“ Uyku zamanı ruh bedenden çıkar. Onun ışıkları ise bedende kalır. Uyuyan kimse bununla rüya görür. Uykudan uyanacağı zaman ruh, bedene bir anda intikal eder. Uyuyan nefsin semada gördüğü sâdık rüyadır; ruhun cesede dönmesinden sonra gördüğü kâzib (yalancı) rüyadır. ”    
Hz. Ali’nin hocası olan Hz. Peygamber (ASM) rüya hakkında şöyle der: “ Müminin rüyası, uykusunda Rabbinin kendisine söylediği bir sözdür. ” 
Bu açıdan bakılınca Allah, rüya vasıtasıyla kullarıyla konuşmakta, onlara hitap etmekte ve onları muhatap almaktadır. Rüya ise, Allah ile irtibat penceresi olmaktadır. Bu açıdan bakılınca rüya, bir çeşit gaybdan haber almadır. Gaybdan haber alma denilince akla peygamberler geliyor. Peygamberlerin bir sınıfı olan nebiler, lügat manasıyla, gaybdan hakikat bilgisini getiren, Allah ile irtibat kuran insanlar demektir. Bu noktada rüyalar peygamberlik sistemi açısından önemli bir yere sahiptir. Hz. Peygamber (ASM) bu ilişkiyi şöyle açar:
“ Rüya, nebiliğin 46 parçasından bir parçadır. ”  Hz. Peygamber’in (ASM) nebiliği, 23 yıl sürdü. Bunun ilk 6 ayında vahyi, rüyalar suretinde alıyordu. Bu hadis o 6 aylık sürenin kendi nebiliği içindeki oranını vermektedir. Hz. Peygamber (ASM) bu gördüğü rüyaları şöyle anlatır: “ Sabahın aydınlığı gibi berrak ve hakikati olduğu gibi gösteren rüyalardı. ” 

Rüyaların Çeşitleri

Her mevzuda çeşitlilik, kalite ve yoğunluk farkları olduğu gibi rüya konusunda da çeşitlilik vardır. Hz. Ali’nin işaret ettiği üzere rüyalar da, ruhun bedenle temas derecesine göre farklılık arz eder. Ruh bedensellikten ne kadar uzaklaşırsa göreceği rüyalar da o kadar kutsal ve nurlu manalar içerecektir. Bu meseleyi Hz. Ali’nin üstadı olan Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder:
“ Zaman yaklaştıkça müminlerin rüyası hemen hemen hiç yanılmayacaktır. Rüyası en doğru olanlar, sözü en doğru olanlardır. Müslümanın rüyası, nebiliğin 46’da 1’idir. Rüya 3 kısımdır:

1) Allah tarafından müjde olan rüya…
2) Şeytan’ın üzüntü vermesinden ileri gelen rüya…
3) İnsanın onunla kendi fikrini meşgul ettiği rüya… ” 

Kur’an, 2 ve 3. Kısım rüyalara “ adğasu ahlâm ” yani düşünce demetleri diye isim verir.  Bu manada gerçeğe en yakın ve gerçeği gösteren rüyalar, hakiki rüyalardır. Bunlara Hz. Ali gibi âlimler “ sâdık rüyalar ” adını verirken; diğer gruptakilere “ kâzib rüyalar ” adını veriyorlar. 
Nasılki Sırat köprüsü, mahşer ile Cennet arasında köprüdür; ölüm, dünya ile Berzah âlemi arasında köprüdür; doğum, Ruhlar âlemiyle dünya arasında köprüdür. Aynen öyle de uyku da, dünya ile rüya âlemi arasında köprüdür. İnsanın rüya âlemi ile temasta olduğu derin uyku hali, gerçek uykudur ve insanı dinlendirici kısım orasıdır. İnsan dinlendikten sonra, ruh bedene intikal eder fakat uyanamaz. Dış dünyadan, uyuduğu yerin etrafından gelecek bir ses, sıcaklık, soğukluk ve temas neticesinde uyanır. Bu esnada, şeytanın dürtülerine açıktır. İşte rüyalanma denilen hadise bu kısımda meydana gelir. Arapça’da buna “ ihtilam ” denilir ki, “ adğasu ahlam ” ile anlatılan rüyalardan biridir. O esnada görülen hayaller, zihnin kendini eğlendirme amaçlı çalıştığı durumlardır. 

Sigmund Freud rüyayı şöyle tarif eder: “ Dimağda dinî sebepler ve gelenekler sebebiyle açığa vurulmayıp hapsedilen duyguların tezahürüdür. ” Tarife dikkat edersek Freud’un rüya hakikatinin en alt ve yalancı kısmı olan 2. ve 3. kısımları tespit ettiğini ve rüya saydığını görmüş oluruz. Maalesef Freud, bu hakikatsiz veya gerçeğe aykırı olabilen görmelere, “ rüya ” diyor. Oysaki gerçek rüya, 1. Kısımdaki rüyalardır.

Uyku esnasında bazen de doğrudan doğruya şeytan, cin ve ruhanilerin etkileri de kişiye bulaşabilir. Bunun neticesinde korkulu ve üzüntülü manzaralar görülür. Bu tarz rüyalarda iç sıkıntısı ve bunalım havası vardır. Mesela rüyada yılanlar veya köpekler tarafından kovalanma, kusma, terk edildiğini görme, konuşmaya kalktığında sesinin çıkmaması gibi… Bu tarz rüyaların da kendince bir manası vardır fakat sâdık rüyalar gibi hayatî önemde değildirler. Bununla beraber bu durum kişiden kişiye farklılık arz edebilir.

Evet asıl rüya 1. Kısım rüyadır. Bu rüyalar hakkında Hz. Peygamber (ASM) arkadaşlarına şöyle der:        

-“ Risalet ( elçilik ) de, nebilik ( habercilik ) de sona ermiştir. Benden sonra ne resul ne de nebi vardır. ( Bu durum sahabelerin ağırına gidince Hz. Peygamber şöyle devam etti. ) Fakat sevindirici şeyler vardır. ( Sahabeler bu sevindirici şeyleri sorunca Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: ) 
-Müslümanın rüyasıdır ve bu rüya, nebiliğin bir parçasıdır. ” 

Güzel ve Sâdık Rüya Görme Tekniği

Hz. Peygamber’in rüyaları sınıflandırdığı hadis-i şerif, çok önemli bir sırrın da deşifresidir. Hazret diyor ki: “Rüyası en doğru olanlar, sözü en doğru olanlardır. ” Yani doğru, müjdeleyici, ferahlatıcı ve güzel rüya görmek istiyorsan doğruluğu hayatının ayrılmaz parçası yapacaksın, diyor. Çünkü doğru rüya, Allah’ın yarattıkları ile bir konuşmasıdır. Allah ise, yalancıları sevmez ve muhatap kabul etmez. İnsanın fıtratı, doğduğu anda yalandan nefret edecek şekilde programlanmıştır. Bu manada yalanlarla fıtratlarını bozan kişiler, doğru rüya görme haklarını kaybediyorlar. Ne zaman doğru konuşmakla doğrulaşmaya başlasalar rüyalarında bir düzelme ve değişme meydana gelmiştir. Bu durum sayısız tecrübeler ile sabittir.

Evet doğruluk, bir çekirdektir. Özdeki bu doğruluk, sözdeki ve faaliyetlerdeki doğrulukla büyür ve ağaç haline gelir. Doğruluk öyle bir ağaçtır ki, peygamberlerde vahiy meyvesi verir. Evliya denilen Allah dostlarında ilham çiçeğini açar. Âlimlerde ise, sâdık bir sezgi tomurcuğunu çıkarır. Bizim gibi insanlardaki doğruluk ağacı ise, sâdık rüyalar denilen yeşil yaprakları ve mutluluk gölgesini doğurur. Doğruluğun kazandırdığı güzellikleri ve yalanın insanın başına getirdiklerini Hz. Peygamber şöyle ifade eder: 
-“ Doğruluk kişiyi, öz temizliğine ve iyiliğe; öz temizliği ve iyilik ise, Cennet’e götürür. İnsan doğru söyleye söyleye Sıddıklar yani özü-sözü doğrular defterine yazılır. Yalan ise kişiyi, günahkârlığa; günahkârlık ise Cehennem’e götürür. İnsan yalan söyleye söyleye kezzablar          ( özü-sözü yalancılar ) defterine kaydedilir. ”  
Hadisler beraber okununca görülür ki yalanın kaybettirdiği bir güzellik de, güzel ve doğru rüyalardır. İnsan ve fıtrat konusunun uzmanı olan peygamberlerin, peygamberlerin piri olan Hz. Muhammed’in (ASM) bu tespiti değişmez bir gerçektir. Böyle olduğu için tecrübe edilmeye açıktır. Evet sâdık rüya nâzik bir kuştur; zehirli ve eğri bir dala konmaz.

Sâdık rüya, insanın Hakikat’e doğru yolculuğunda İlâhî birer ışık ve kandil hükmündedir. İnsan doğruluk ile Hakikat’e doğru yürüyebildiği ve erişebildiği gibi, ihlas ve samimiyet ile, şükür ve muhabbet ile, nefis terbiyesi ve riyazet ile, Allah yolunda cihad ve gayret ile, Resulullah’a salavat ve ibadet ile de Hakikat’e doğru yürüyebilir ve ulaşabilir. Her birinde de ilerleme safhasında sadık rüyalar görebilir. Bu bölümde peygamberlerin Hakikat’e gittikleri ana caddelerden biri olan doğruluk merkezli tekniği ele aldım. Güzel bir sözde denildiği gibi    “ Allah’a giden yollar, mahlukatın nefesleri ve nefisleri sayısıncadır. ”

Sâdık Rüyaların Çeşitleri

Muhyiddin-i Arabî sâdık rüyalar hakkında şöyle der: “ Sâlih müminlerin gördüğü rüyalar genellikle müjdeleyici nitelikte olduğundan bunlara büşrâ veya mübeşşire adı verilir. Uyarı niteliğinde olan rüyalar da vardır. Bu tür rüyalara tahrîr (bilgilendirme) rüyaları denilir. İbadet ve taatten uzaklaşan kula bu türden rüyalar gösterilerek tövbeye ve kulluğa yönlendirilir. Sâdık rüyaların üçüncü kısmı ilham rüyalarıdır. Kişi bu tür rüyalarda kendini din ve hayır hizmetlerinde bulunurken görür. İlham rüyalarının gösterilmesindeki amaç kulluğun daha da arttırılmasıdır. Şeytandan veya nefisten kaynaklanan ve adğâsü ahlâm ya da kâbus adı verilen kâzib rüyalar karışık, anlamsız ve genellikle hüzün vericidir. ”  
Bu 3 sınıfıyla sâdık rüyalar, nebilerin vazifeleriyle bire bir örtüşüyorlar. Kur’an’da Cenab-ı Hakk, “ Ey Nebi! Biz seni hakka bir şâhid olarak, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik ” der.  Sâdık rüyanın peygamberlikten bir parça olması ve devamı olmasına nazaran, sâdık rüyalar da peygamberlerle aynı özellikleri içerirler. Mübeşşir ve büşra olan sâdık rüyalar, peygamberlerin “ müjdeleyici ” özelliğiyle; tahrir rüyaları, peygamberliğin “ uyarıcı ve ikaz edici ” özelliğiyle, ilham rüyaları ise, peygamberliğin “ hakka şâhid olma ” özelliğiyle ilgilidir.

Rüyaların Anlaşılma ve Ayırt Edilme Yöntemleri

Rüyaların hakkıyla anlaşılması konusunda bazı anahtar kavramlar bulunuyor: Tabir ve te’vil gibi… Tabir, uykuda yaşanan olayların enfüsî ve içsel, âfâkî ve dış dünyaya ait yönlerini ayırt edip bu ilişkileri belirten bir alamet ile onların ötesindeki hakikate geçme demektir. Ta’bir, bir köprü vasıtasıyla bir yakadan diğer yakaya geçmeye benzer. Anlaşılması nispeten kolay, sembolik yönü güçlü olmayan rüyalar için geçerlidir. Te’vil ise, bir şeyin semavi köküne ve özüne inerek, ilk esnada ona yüklenen manasını bilerek onu anlamaya çalışmadır. Te’vil, iç içe benzetmelerin, çok katmanlı manası olan rüyaların anlaşılması hakkında geçerlidir. Bu tabir Kur’anda, bir kısım âyetlerin anlaşılması konusunda kullanılır.  Evet, Kur’an kendi âyetlerini   “ muhkem ” ve “ müteşâbih ” âyetler olarak ikiye ayırır. Muhkem âyetler, tefsir edilip açılanırken; müteşâbih olanlar ise, te’vil edilir ve çözümlenirler. Müteşâbih âyetleri te’vil edebilmek için iç içe benzetme yönlerini, gayb-şehadet bağlarını, maddi-manevi âlem ilişkilerini ve farklarını bilecek hakiki ve köklü bir ilim gerekir. Rüyaların bir kısmı, bu manada müteşâbih âyetler gibidir.  

Te’vil meselesini anlama için yaşadığım bir olay ve onunla dolaylı yoldan ilgili bir rüyayı anlatmak istiyorum. Tâ ki meseleyi aydınlatsın. Arapça konusunda uzman bir hocamız bir gün sabır kelimesinin dilbilgisi açısından kök manası “ toprak yemektir ” demişti. İlk duyduğumda şaşırmıştım. Zihnimde bu mana kaldı. Demek hepimizin bildiği direnç gösterme, tahammül etme manası o kelimeye zamanla eklenen ve ilk manasını unutturan bir hal almış. Yakın zamanda, uzun süreli bir musibete uğrayan bir arkadaş rüyasında görüyor ve ona deniliyor ki: 
-“ Senin sıkıntının bitmesi için, biraz daha toprak yemen gerekli… ” Bu rüyadan anladım ki, yıllar önce hocamın söylediği o kök mana, işin esasında o kelimenin ilk manası, manevi âlemlerdeki karşılığı olan şeymiş... Eğer o hocamdan sabır kelimesinin evvel manasını öğrenmese idim, o rüyayı te’vil edemeyecek ve rüyayı gören kişiyi de aydınlatamayacaktım. Bu açıdan rüya âlimleri şöyle derler: 
-“ Rüya tabircisinin Kur’an’da ve hadislerde geçen teşbihleri ve sembolik ifadeleri bilmesi, rüyaları yorumlarken bunlardan yararlanması gerekir. Ayrıca kelimelerin etimolojisini, atasözlerini ve deyimleri iyi bilmelidir. ”  Tabir ve tevile dair bilgiler ışığında birkaç rüyayı şu şekilde inceleyebiliriz: 

Madem en doğru sözlü kişiler ve doğru insanlar peygamberlerdir. Elbette onların rüyaları da en doğru rüyalardır. Bu rüyalar içinde de vahiy derecesinde olup Kur’anda yer alanları ele almak en doğru davranıştır. Kur’anda birçok peygamber rüyası işlenir. Yaşadığı hayat, bir sâdık rüyanın gerçekleşmesi çerçevesinde anlatılan ve peygamberler içinde rüya ilmi ile öne çıkanlardan biri Hz. Yusuf’tur (AS). Yusuf sûresinde 4 rüya anlatılır. Bunlardan 2 tanesi şöyle:
Hz. Yusuf’un (AS) Kendi Rüyası… 

4 - Hani bir vakitler Yusuf, babasına demişti ki: " Babacığım, ben rüyada on bir gezegenle güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm. "

5 - (Babası) "Yavrucuğum! "dedi, " Rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insanın açıkça düşmanıdır. "
6 - "Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana rüya te’vilinden bilgiler öğretecek. Bundan önce ataların İbrahim'e ve İshak'a tamamladığı gibi, nimetini hem sana, hem de Yakup soyuna tamamlayacaktır. Muhakkak ki, Rabbin alîmdir, hakîmdir. "
Bu rüyanın tevilini Yusuf sûresinin sonundaki olay bize gösteriyor.
99 - Ne zaman ki, onlar Yusuf'un yanına vardılar, işte o zaman Yusuf anasını ve babasını kucakladı, yanına aldı ve "Buyurun Allah'ın dilemesiyle güven içinde Mısır'a girin" dedi.

100 - Anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine oturttu ve hepsi birden Yusuf için secdeye kapandılar. Bunun üzerine Yusuf dedi ki: "İşte bu durum, o rüyamın te’vilidir. Gerçekten Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Doğrusu Rabbim dilediğine lütfunu ihsan eder. Şüphesiz O, her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."

Rüyadaki güneş, Hz. Yakub (AS); ay, Hz. Yusuf’un (AS) annesi; 11 gezegen ise, Hz. Yusuf’un kardeşleridir. Her çocuğun dünyasında, hakikat bu şekildedir. Bu cihetten Hz. İbrahim kıssasında da gezegen, ay ve güneş sıralaması vardır. 
Bu rüyadan birçok te’vil erbabı çok farklı manalar anlamış ve anlatmışlar. Âyet bu tarz anlamalara müsaittir. Bu manaların hepsi de doğru ve haktır. Çünkü farklı seviyelerin derslerini ve ilaçlarını ifade eder. 

Mısır Kralının Rüyası

43 - Bir gün melik (hükümdar) dedi ki: "Ben rüyamda yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz rüya tabir edebiliyorsanız benim bu rüyamın tabirini bana bildirin."
44 - Dediler ki: " Rüya dediğin şey adğâsu ahlamdır ( yani karma karışık düşünceler ). Biz ise böyle karışık şeylerin te’vilini bilemeyiz."
45 - O zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanı nice zamandan sonra hatırladı da dedi ki: "Ben size o rüyanın te’vilini haber veririm, hemen beni gönderin."
46 - "Ey Yusuf, ey doğru sözlü! Bize şunu hallet: Yedi semiz ineği, yedi cılız inek yiyor. Ve yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak… Umarım ki, o insanlara doğru cevap ile dönerim, onlar da (senin kadrini) bilirler."
47 - Dedi ki: "Yedi sene eskisi gibi ekeceksiniz, biçtiklerinizi başağında bırakınız, biraz yiyeceğinizden başka. "
48 - "Sonra onun arkasından yedi kurak sene gelecek, önceki biriktirdiklerinizin biraz saklayacağınızdan başkasını yiyip bitirecek."
49 - "Sonra da onun arkasından yağışlı bir sene gelecek ki, halk onda sıkıntıdan kurtulacak, (üzüm, zeytin gibi mahsülleri) sıkıp faydalanacak."
Hz. Yusuf, ineği, sene ile te’vil ediyor. 4 mevsim, bu ineğin birer bacağıdır. Semiz inek, bolluk yılları; cılız inek ise, kıtlık yıllarını ifade ediyor. 7 yeşil başağı ise, bolluk yıllarının mahsulü; 7 kuru başağı ise, kıtlık yıllarının mahsulü olarak tevil ediyor. Evet bereketin sembolü, başaktır.
Rüyalar kişinin karakteri, vazifesi ve sosyal konumuna göre şekil alır. Herkes her rüyayı görmez ve göremez. Dikkat edilmişse, bu her iki rüya da gelecek zamanla ilgilidir. Birisi Hz. Yusuf’un (AS) istikbalinden ve potansiyelinden haber veriyor. Diğeri ise, toplumun istikbali ve yaşayacağı potansiyel durumlardan haber veriyor. Bu açıdan Said Nursi: “ Rüya-yı sâdıka, hiss-i kable’l-vukunun fazla inkişafıdır ”  der. Hiss-i kable’l-vukua bilim dünyası “ önsezi ” diyor. Demek rüya, ruhun gelecek zamanı keşfetmesi ve bir güven arayışıdır. 

Rüyaların Faydaları

Her insan rüya görür. Fakat rüyasını hatırlayıp hatırlamama da insanlar farklılık arz ederler. Rüyaların bir kısmı, kısa filmdir. Bazısı ise, bir manzara ve fotoğrafı görme şeklindedir. Hatırlama gücü yüksek insanlar, kısa film tarzı rüyaların detaylarını bile hatırlarken; hatırlama gücü zayıf insanlar fotoğraf görme şeklindeki rüyaları bile hatırlayamamaktadır. Bu yüzden rüya âlimleri, insanlara yataklarının başucunda bir kâğıt-kalem olmasını tavsiye ederler. Bazen de rüyada görülen ve uyanılınca hatırlanan isim, şekil ve saireler kısa bir süre sonra unutulur. Bu hafıza ve hatırlama yönümüz ile beraber rüyalar yine de bizim dünyamızda fonksiyonlarını duygusal manada icra ederler. 
1. Fayda:  Rüyaların en temel fonksiyonu “ ruhu dinlendirmek ” tir. İnsan ruhu, maddi, monoton ve fâni şeylerle meşguliyetten boğulacak dereceye gelir. Rüya âleminde, ruh madde zindanından ve beden kafesinden kurtulur; biraz da olsa nefes alır. Ruhun nefes alması, onu dinlendirir. Hakikate dair bir hissediş veya bir keşif, ruhu heyecana düşürür. Bazen uykudan heyecanla kalkılması bu sebeptendir. Uyku, bedeni dinlendirdiği gibi; güzel rüyalar da ruhu dinlendiriyorlar. Bu hakikat ve kanunu Kur’an “ Uykuyu sizler için dinlenme ve sükunete erme yeri kıldık ”  şeklinde ifade eder. Bu açıdan bakılınca güzel rüyalar, insan hayatındaki monotonluğu giderme ve kişiyi yenileyerek mutlu etme amaçlıdır. Alman bilgin ve şairi Novalis bu meseleyi şöyle ifade eder: 
- “ Rüya, yaşama monotonluğunu ortadan kaldırır. Rüyalar olmasaydı insanlar daha erken ihtiyarlayacaktı. ” 

2. Fayda: Rüyanın diğer ve en temel faydası, insanın Yaratıcısı ile irtibat penceresi ve konuşma vasıtası olmasıdır. Bu manada rüya, Allah ile sürekli bir iletişim içinde olduğumuzu hissedip görebileceğimiz yerdir. Bazen rüyalar o kadar sâdıklaşır ve berraklaşır ki, kişi rüyasında Allah’ı görür (CC). Ehl-i Sünnet’in 4 hak mezhebinden Hanbeli mezhebinin İmamı, Ahmed bin Hanbel Hz.leri gibi… O der ki: 
-“ Bir gece rüyamda Rabbimi gördüm. Ona sordum:
-“ Senin özel kullarını sana yakın kılan şeylerin en hayırlısı nedir? ” Rabbim dedi ki:
-“ Ey Ahmed! Benim kelâmım olan Kur’anı okumaktır. ” Rabbime sordum:
-“ Anlayarak mı, yoksa anlamayarak mı okumak? ” Rabbim dedi:
-“ Anlayarak ve anlamayarak… ” Demek Kur’an, anlamadan da okunsa Allah katında yakınlığa yol açıyor. Mühim olan Allah’a yakınlıktır. Anlayarak okuyup Allah’a daha fazla yakın olunabileceği değişmez bir hakikattir. 
Ahmed bin Hanbel Hz.lerinin bu rüyasının benzeri binlerce sâdık ve güzel rüya geçmişte görülmüştür, hâlen görülüyor ve gelecekte de görülecektir. Bu özelliğiyle rüyalar, Tevhid’in kişinin hayatında hissedileceği bir noktadır. Rüyanın bu faydası çok hayatîdir. Çünkü bu fayda deist fikirde olanların iddialarını çürütüyor. Ayrıca İlahiyat profesörü olup “ Rüyalar boş şeylerdir ” diyen kişilerin ve onlara tabi olanların fikirlerini yıkıyor. Ayrıca insana kendini yapayalnız hissettiği durumlarda dahi yalnız olmadığını, Allah nazarında değerli olduğunu gösteriyor ve hissettiriyor.

3. Fayda: Rüyanın diğer bir faydası ise, kişinin yaptığı yanlışları ona bildirme; yapabileceği muhtemel yanlışlar konusunda onu ikaz etme ile kendini gösterir. Bu, rüyanın celâlî yönü… Bazen de rüyalar, kişinin yaptığı iyiliklerin Hakk katında makbuliyetini bildirdiği gibi, yapabileceği muhtemel iyilikleri de ona bildirir. Bu da rüyanın cemalî ve ikram yönü… Her insan Allah için özeldir. Bu yüzden Allah ona rüyalarıyla yol gösterir. Rüyalarla insanı şerden koruduğu gibi yine rüyalarla hayra sevk eder. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) ve Onun müridleri olan tasavvuf erbabı rüya mevzuuna çok önem verirlerdi. Hz. Peygamber (ASM) her sabah sahabelerine: 

-“ Bu gece rüya gören var mı? ” diye sorardı. Eğer rüya gören varsa anlatmasını ister; bilahare o rüyayı te’vil veya tabir ederdi. Eğer rüya gören yoksa ve kendisi görmüşse kendi rüyasını anlatır ve te’vilini yapardı.
Örnek bir rüyaya geçmeden önce kısa bir bilgi vermek istiyorum. Kur’an, gıybet etmeyi, ölü bir kişinin etini yemeye benzetir.  Eti yenilen kişiyi, kendini savunmaktan âciz bir ölü kişi olarak sunar. Kur’an, meselenin rüya ve misal âlemindeki karşılığıyla onu ifade ediyor. Gıybetle ilgili birçok rüya hep “ et yeme ” içerikli olarak görünmüştür. 
Örnek Rüya: Allah dostu bir âlimin meclisinde adamın biri kalkıp dilencilik yaptı. Bunu gören o zât, hatırından şöyle geçirdi:
– “ Adamın vücudu sıhhatli, çalışıp kazanabilir. Hâl böyle iken niçin dileniyor ve bu zillete katlanıyor? ”
O gece rüyasında, önüne üzeri örtülü bir tepsi kondu ve kendisine denildi ki:
– “ Haydi ye! ” 
Tepsinin kapağını kaldırınca, sözü edilen dilencinin ölmüş ve bu tepsinin içine konulmuş olduğunu gördü. Dedi ki:
– “ Ben ölü eti yemem! ” Bunun üzerine ona denildi:
– “ Peki, dün gece mescidde niçin yedin? ”
Bu rüyada etin örtülü halde gelmesi, kişinin alenen değil içinden gıybet etmesini ifade eder.
Bu rüya bize bildiriyor ki Allah, dostlarının içinden geçirdiklerinden de onları sorumlu tutuyor. “ Zannın çoğundan sakının. Zanların bir kısmı günahtır ”  âyetiyle onları muhatap alıyor.
Diğer örnek rüya bir dostumun yaşadığı şeylerle ilgili gördüğü bir rüyadır: O dostum şöyle anlattı: 
-“ Ben eskiden müzikle uğraşırdım. Bestelerim falan vardı. Bir yakınımla son konuşmamız, müzik ve bestelerim üzerine oldu. Bu yaptığım kısa konuşma beni geçmişe çekti. Öğle namazını kılarken içim geçmiş: 
“ Bir çölde kum fırtınası içinde harabeler arasında güç bela ilerlemeye çalışır gibi göründü. Hatta denildi: 
-‘ Buralarda gezinme! Sana faydası yok. Hem belki zarar görürsün. ’ 
Sonra şu an göründü. Her yer yemyeşil, ağaçlar, yeşillikler var. Ortalık berrak... Güneş doğmuş. Ne yakıyor ne de üşüyorsun. Elhamdülillah manzara çok güzeldi. ” 
Rüyayı kısaca şöyle tabir edebiliriz: Kum fırtınası, kâinattaki atom ve zerrelerin sürekli faal halidir. Çöl ve harabeler, o dostumun mazideki hissiyatı ve kalbi ile duygularının bağlandığı fâni şeylerdir. Bu yüzden rüyada, 
-“ Bu fanilerle ve geçmişle meşgul olmanın faydası yok; daha doğrusu zararı var ” deniliyor. Şu an ise, o dostum Hakikat Bahçesinde ve mutlu... Rüyada gördüğü yeşillikler duyguların diriliğini, manevi iklimin güzelliğini ve mutluluğu ifade eder. Güneşli ve aydınlık hava ise, kişinin Allah’ın nuruyla aydınlandığını, her an Allah’ın huzurunda kendini hissettiğini gösterir. Üşüyüp yanmama ise, Allah’a yakınlığın verdiği üzüntüsüz ve korkusuz hayatı ifade eder. Üzüntüler insanın kalbini yakarken, korkular ise insanın ruhunu üşütür ve dondurur. 
Karşılaşılacak olumsuzluklar ile ilgili ikaz edici örnek rüya: Aile dostumuz olan biri yaklaşık 10 yıl önce anlatmıştı: 

-“ İş yerindeki arkadaşlardan birisinin beni sırtımdan bıçakladığını gördüm. ” Rüyayı anlatınca, hazırlıklı ve temkinli ol; yakında o kişi sana hıyanet edecek, dedik. Bir süre sonra o dostumuz, rüyada gördüğü kişinin bir mevzuda kendisini sırtından vuracak şekilde bir söz sarf ettiğini ve onu yaraladığını söyledi. Rüyada görülen bıçak, kelime anlamına gelir. Kelime, Arapça’da, ucu keskin ve delici şey demektir. Rüyadaki sırt ise, kalp anlamındadır. İnsanın en güçlü beden bölgesi, sırtı olduğu gibi; manen de en güçlü yönü, kalbidir. 
Olumlu durumla ilgili örnek rüya: Hz. Peygamber’in arkadaşlarından Amr bin As’ın oğlu olan Abdullah, iyi bir âlimdi. Okuma yazma bilen ender kişilerdendi. Kur’anı anlamaya çok iştiyaklıydı. Hatta Hz. Peygamber’den (ASM) hadislerini de yazmak için izin istemişti. Hz. Peygamber (ASM) de izin vermişti. Abdullah, bir gece şöyle bir rüya görüyor: 

-“ Yanımda 2 kap gördüm. Birisinde bal vardı; diğerinde yağ… Parmağımla bir baldan yiyordum; bir yağdan…” Rüya hoşuna gittiği için sevinç içinde uyanır. Sabah rüyayı Hz. Peygamber’e (ASM) anlatır. Hz. Peygamber (ASM) şöyle te’vil eder: 

-“ Bal, Kur’andır. Yağ, Tevrat’tır. Sen, her iki kitabı da okuyup faydalanacaksın. ” Rüyayı gördüğü esnada Hz. Abdullah, İbranice ve Süryanice bilmemektedir. Hz. Peygamber’in (ASM) vefatından sonraki uzun ömründe Hz. Abdullah, Süryanice ve İbranice öğrenir ve o an mevcut Tevrat nüshalarını aslından okur ve faydalanır. 
Örnek rüyalarda da açıkça görüldüğü ve anlaşıldığı üzere, rüyalar bizim Hakikate yolculuğumuz ve Onu müşahedemizdir. İnsan, dünya denilen gezegende terk edilmiş bir yetim ve zavallı değil; Allah’ın aziz ve değerli bir misafiridir.
Rüyaların 4. Faydası: İnsan hem maddi hem manevi bir varlıktır. Bununla birlikte her insanda geçmiş ve gelecek algısı bulunmakta; bu algılara dayanan duygular insanda doğmaktadır. Gelecek endişesi ve geçmiş üzüntüsü gibi… İnsanın bu çok yönlü yapısından dolayı görülen rüyaların içerikleri de farklı şekiller alıyor. İnsan metafizik âlem ve maneviyat noktasında huzura, sükunete ve gelişmeye muhtaç olduğu gibi; fizik dünya açısından da aynı şeylere muhtaçtır. Bu manada rüyaların ilham tarzı olanları metafizik dünyamızı ihya ettiği gibi, fizik dünyamızı da inşa eder ve yol gösterirler. Cenab-ı Hakk, insanların manevi ve maddi hayatlarının gelişmesini istediğini bu tarz rüyalarla gösteriyor. Örneklerini vereceğimiz rüyalar, her biri hakikati farklı sahada arayan, keşfetmeye çalışan, elinden gelen her şeyi yapıp artık çaresiz ve âciz düşen fikir ve bilim insanlarına ait… Bu manada şu an faydalandığımız ve günlük hayatta kullandığımız birçok eşyanın arkasında ve temelinde yine birer sâdık rüya yatmaktadır.

1. Örnek rüya: Elias Howe ve Dikiş Makinesi Hakkında…

20. asrın başında Kanadalı Elias Howe, dikiş makinası üzerinde çalışmaktadır. Makinanın bütün parçalarını bulmuş fakat iğnenin biçimi konusunda kalakalmıştı. Bunu bir türlü çözemiyordu. Uzun mu, kısa mı, oval mı olacaktı; nasıl olacaktı acaba?
Bu düşünceler ve çaresizlik içinde iken, uyuyakaldı. Bir rüya gördü. Rüyasında kendisi durmadan kaçıyor ve ardından bir Kızılderili kovalıyordu. Az daha kendisini yakalayacaklar… Ter içinde ve korkudan dilini yutmuş hale gelmişti. Tam o sırada ayağına bir çivi batıyor. İşin ilginç tarafı çivi, ayağına sivri tarafıyla değil baş kısmından batmış ve çivinin sivri kısmı dışarıda durmaktadır. Acısı o kadar fazlalaşmıştır ki, bir türlü çıkaramıyor.  Nihayet kararını verir. Çivinin sivri tarafına bir delik açacak ve oradan bir sicim geçirip var hızıyla çekecek ve çiviyi ayağından çıkaracaktır. Bunu yapınca çivinin kolaylıkla ayağından çıktığını görüyor. Sonra heyecan ve ferahlama içinde uykudan uyanıyor.
Uykudan uyandığında, uzun zamandır zihnini işgal eden düğüm çözülmüş ve dikiş makinesinin iğnesine verilecek şekil iyice canlanmıştır. 

2. Örnek rüya: Otto Loewi ve Formülü Hakkında…

20. asrın başında yaşamış ve tanınmış bir Alman kimyacı olan Otto Loewi, 1936 yılında çok detaylı araştırmalara girişmişti. Muhtelif kimyevi maddelerin sinir sistemi üzerindeki etkilerini inceliyordu. Çalışmalar onu oldukça yormuş ve bitkin hale getirmişti. Yaptığı çalışmaları formülleştirmek istiyor fakat o formülü bir türlü bulamıyordu. Bu çaresiz halet-i ruhiye içinde bir gece kendini yatağına zor atabildi. Biraz sonra kendini bir rüya ortamında görür.
Bakar ki günlerdir uykusunu kaçıran ve kafasını allak-bullak ettiği halde bulamadığı formül bütün açıklığıyla rüyada kendisine gösteriliyor:
- “ İşte, aradığın formül ” deniyor. Heyecanla uyanır.
Uyandığı zaman formülü gördüğüne bir türlü inanamamıştı. Fakat hemen hatırladığı kadarıyla formülü kaydetmeyi de ihmal etmedi. Fakat formülü yazarken bir yere gelip takıldı ve kaldı. Üzüntüsünden ne yapacağını bilemedi.
O günü bu üzüntü içinde geçirdi. Ne kadar gariptir ki, ertesi gece aynı rüya yine kendisine gösterildi. Tekrar görmenin verdiği heyecan ve mutluluk içinde formülü iyice ezberledi. Uyandığı zaman daha yüzünü yıkayıp giyinmeden hemen laboratuarına koştu ve formülü tamamen not etti. Böylece “ Sinir Faaliyetinin Kimyevi Etkileri ” adlı keşfini yapmış oldu. Bu çalışmasıyla Nobel Tıp Ödülünü kazandı. 

3. Örnek Rüya: Prof. Hermann Hilbrecht’in Asur Kitabelerini Çözümlemesi Hakkında…  

Milattan önce 2000’li yıllarda Mezopotamya’da hüküm süren Asurlulardan kalan kitabeler üzerinde çalışan uzman Prof. Hermann Hilbrecht, bulduğu kitabelerin birçoğunu çözmekle beraber 2 tanesini bir türlü okuyup çözememişti. Ne kadar çaba gösterdiyse sonuç alamamış ve tam bir çaresizlik içinde kalmıştı. Bu çaresizlik içinde bir gece rüya görür:

Acayip kıyafetler içinde bir kişi rüyasında gelerek, kendisinin bu kitabeleri okuma işinde ona yardımcı olacağını söyler. Bu ilginç kıyafetli adam Prof. Hilbrecht’i bir talebe gibi karşısına alarak takıldığı yerleri birer birer ona gösterir ve okur. Kitabelerin çözülmesinin heyecanıyla Prof. Hilbrecht birden uyanır.
Prof. Hilbrecht uyandığı zaman, kitabede okuyamadığı ve çözemediği kısımları zihninde iyice yazılmış olarak bulur. Böylece insanlık ve dünya tarihi açısından önemi olan o kitabeler de tam olarak okunmuş ve ilim dünyasına kazandırılmıştır. Asur devleti tarihi bu sayede iyice aydınlanmıştır. 

20. asrın bilim adamlarının rüyalarından sonra eski asırlarda yaşamış bir siyasetçinin fizik dünyayı ilgilendiren bir keşfini anlatan diğer bir rüyaya geçiyoruz.

4. Örnek Rüya

  Hz. Peygamber’in (ASM) dedesi Abdülmuttalib’in Zemzem’i Bulması Hakkında.., Mekke’de alabildiğine sıcak bir gündür. Abdülmuttalib, serin bir yer aramaktadır. Sonunda Hicr mevkiinde bir yer bulmuştur. Yorgunluk ve sıcağın etkisiyle kendinden geçer ve tablo halinde bir rüyayla karşı karşıya kalır. Rüyasının içinde uyumakta ve iri yarı bir zât da o esnada kendisini aramaktadır. Sonunda adam gelip onu bulur. Adam onu iterek îkaz eder ve uyanmasını ister:

- “ Kalk yâ Abdülmuttalib! Kalk ve Tayyibe’yi kaz! ”
Abdülmuttalib korku içinde sorar:
- “ Tayyibe nedir? ” Adam hiçbir cevap vermeden uzaklaşır. Abdülmuttalib şaşkınlık içinde uyanır.
Uyandığı zaman bu rüyaya bir anlam veremez ve düşünce içinde merak halinde kalır. Bir gün sonra yine uyur. Bir gün önce gördüğü şahıs yine rüyasındadır:
- “ Kalk! Sana söylüyorum. Kalk, yâ Abdülmuttalib, Bere’yi kaz! ” der.
Abdülmuttalib yine sorar:
- “ Peki, Bere nedir? ” Fakat aynı zât cevap vermeden kaybolup gider.
Allah’ın takdiriyle rüyalar aynı yerde 4 kere tekrar edilir. Dördüncü kerede ise aynı zât kalkmasını söyleyerek: 
- “ Kalk, vakit geçirmeden Zemzem’i kaz! ” diye îkaz eder.  Abdülmuttalib yine sorar: 
- “ Peki, Zemzem nedir? ” O zât bu sefer cevap verir:
- “ Zemzem öyle bir sudur ki, asla kesilmez ve hacıların su ihtiyacını karşılar. Kâbe’de kesilen kurbanların kanlarının aktığı yer ile hayvan terslerinin bulunduğu yer arasındadır. Bir karganın oraya gelip yeri gagaladığını göreceksin. Üzerine bir karınca yuva yapmıştır. Kalk, git ve kaz. ”

Albdülmuttalib peş peşe gördüğü rüyalar sebebiyle bir hayli sarsılmıştır. Hemen araştırmaya koyulur. Hz. İsmail’in (AS) evli bulunduğu Cürhümî kabilesinin kaçarken bütün değerli eşyalarını içine gömerek kapattığı Zemzem kuyusu bulunur ve kaynamaya başlar. Oğlu Hâris ile beraber kazmaya başlayan Abdülmuttalib, nihayet rüyada işaret edilen Zemzem’i bulur.   
Böylece Hz. İsmail (AS) kundakta iken susuzluktan helak olacak diye Hz. Cebrail'in (AS) işaretiyle Hz. Hacer tarafından bulunan Zemzem, asırlar boyu kapalı kaldıktan sonra bir şifa kaynağı olarak o günden itibaren hacıların hizmetine sunulur. Peygamberimiz (ASM), Zemzem'den bahseden bir hadis-i şerifinde " “Allah İsmâil’in annesine rahmet eylesin; eğer suyun önünü kapatmasaydı zemzem şarıl şarıl akıp giden bir ırmak olurdu” demiştir. 
 
Rüyaların 5. Faydası: Rüyalar fizik dünyaya ait sağlam bir bilgi ve keşif kaynağı oldukları gibi, metafizik dünyaya ait doğru bir bilgi kaynağı ve keşif hükmündedirler. Evet her bir insan bilme yeteneği, hafıza ve hayal gücü, geçmiş ve gelecek algısı, soyutlama kabiliyeti ve muhakeme yeteneği, akıl ve şuur gibi yüzlerce yönüyle metafizik dünyadan besleniyor. İnsan her an o kadar metafizikle irtibatlıdır ki, dala konmuş ve her an uçmaya hazır bir kuş fotoğrafı insan ve fizik dünya ilişkisini en güzel anlatan manzaradır. 

Metafizik dünyanın bir cephesi geçmiş ve gelecektir. Geçmişin üzüntüleri insanın duygularını yaktığı gibi, geleceğin endişeleri de insan ruhunu donmuşçasına şok ediyor, kilitliyor ve eziyor. Belirsizlikler ve bilinmezlikler insanın dünyasını zifiri karanlığa boğuyor. Her bir insan, düşünce dünyası açısından elindeki fenerle balta girmemiş bir ormanda yürüyen bir yolcu gibidir. Hem her bir insan duygu dünyası olarak, pusulasız bir kayıkla fırtınalı bir okyanusta ilerlemeye çalışan bir kaptana benziyor. Bu manada her bir insanın, duygu ve düşünce ufkunu güneş gibi aydınlatıp huzur verecek tarzda bilgilendirilmeye ihtiyacı bulunuyor. Aklı başında olan, ruhunun vatanının sonsuzluk olduğunu hisseden her bir insanın en büyük endişesi, ölüm ve sonrasıdır. Yani hakiki istikbalimiz…

İşte sâdık rüyaların bir kısmı bize, ölüm sonrası âlemlerle ilgili bilgiler, orayla temaslarımıza dair raporlar, buradaki faaliyetlerin oradaki yansıma ve sonuçlarına dair kesin sonuçlar veriyor. Rüya âlemi ile, âhiret âlemlerinin kanunları aynıdır. Rüyada görünen bir sonuç bize aynı zamanda Âhiretteki sonucu bildirir. Rüya âlemi ile, Âhiret âlemi dediğimiz Mahşer-Cennet ve Cehennem arasında bulunan Berzah âlemi, Misal âleminde de aynı kanunlar geçerlidir. Bazı rüyalar, Misal âleminde; bazı derin rüyalar Berzah âleminde, en derin rüyalar ise âhiret âlemlerinde görünür. Hz. Peygamber’in (ASM) rüyada Cennet’e girmesi gibi… Evet kişideki doğruluk keskinleştikçe, rüyalar da zirveleşir. Her rüya bir hakikat keşfi olur.

Bu kısa girişten sonra rüyalardaki metafizik keşiflere dair örnek rüyalara geçebiliriz.

1. Örnek rüya: Şemseddin-i Mardinî ve Hz. Peygamber (ASM)…
Mevlana Celâleddin-i Rûmî’nin bağlılarından olup daha önceleri Mevlana’ya muhalefet eden Karatay Medresesi’nin müderrisi Şemseddin-i Mardinî şöyle bir rüyasını anlatır: 

-“ Bir gece Hz. Peygamber’i (ASM) rüyamda gördüm. Bir yerde durmuştu. Huzuruna varıp selam veriyorum. Mübarek yüzünü benden öteye çevirdi. Ben bu sefer yüzümü, onun çevirdiği tarafa döndüm. Fakat hayretle, yine bana kızarak yüzünü çevirdiğini müşahede ettim. Ağlayarak kendisine iltica ettim:
- ‘ Ey Allah’ın Resulü! ’ dedim. ‘ Ben senelerdir senin şefkat ve inayetine nâil olmak için birçok zahmet çektim, çalıştım; senin hadislerini anlamak için gayret sarf ettim. Neden benden yüz çeviriyorsun? Acaba ben ne hata ettim? ’ Hz. Peygamber (ASM): 
- ‘ Senin bu dediklerin doğrudur. Fakat sen bizim kardeşlerimize inkâr nazarıyla bakıyorsun. Bu senin yaptığın hoşumuza gitmiyor. Senin bu hareketin, bütün günahlardan daha kötüdür; büyük bir günah, suç ve cinayettir. Hususiyle Mevlana hakkında böyle davranman nasıl olur? ” Şemseddin-i Mardinî der ki:
- ‘ Ben rüyanın dehşeti ile birden uyanınca günahlarımın bağışlanması için tövbe ettim. O âna kadar Mevlana’yla müşerref olmamıştım. Onun böyle ardı ardına gelen kerametlerini gördüm ve nihayet itaat gösterip Onun muhlis bağlıları arasına girdim. ’ 
Bu apaçık rüya gösterir ki, Mevlana Hz.leri, Allah katında ve Peygamber yanında değerli bir âlim ve hak hizmetkârıdır. O mübarek zâtı yersizce eleştirenler ne kadar büyük bir yanlış yapıyorlar. Eğer Şemseddin-i Mardinî böyle bir rüyayı görmese ve ölene kadar doğru bildiği bu yolda gitseydi, Mahşer günü rüyada gördüğü manzarayı çok acı bir şekilde yaşayacaktı. Bu manada gördüğü bu rüya, onun hakkında hem bir keşif, hem İlahî bir lütuf ve îkazdır.

2. Örnek rüya: Muhallim bin Cessâme ve Bağışlanması…

Muhallim, Hz. Peygamber’in (ASM) arkadaşlarındandı. Bir müfreze ile Batnü İdam denilen yere gönderildi. Âmir bin Azbat, müfrezeyi İslam selamı ile selamlayıp “ Ben de müminim ” demek istedi. O esnada bazen imansız kişiler kendilerine zarar gelmesin diye böyle yapabiliyorlardı. Hem bu yönden ötürü, hem Cahiliye döneminden kalma aralarındaki problemden dolayı Muhallim, Âmir’i katlettti. Durum Hz. Peygamber’e yansıdı. Kısas istenildi. Bütün yönleri hesap eden Hz. Peygamber (ASM) kısas yerine diyete hükmetti. Bu esnada Muhallim, yaptıklarına çoktan pişman olmuştu. Gelişmeleri bilmediğinden gözyaşları içinde kısası beklemekteydi. Etraftaki halk Onu Hz. Peygamber’e (ASM) yönlendirip 
- “ Kalk, Allah’ın elçisinin yanına git. Senin için mağfiret dilesin ” diye teşvik ettiler. O da Resulullah’ın huzuruna gelip: 
- “ Ey Allah’ın Resulü! Sana iletilen durumdan dolayı Allah’tan mağfiret dilemek istiyorum ” dedi. Resulullah (ASM) ise: 
- “ Sen onu İslam’ın başlangıcı olan bir zamanda silahınla öldürdün ” diyerek halkın duyabileceği şekilde yüksek bir sesle,                   
- “ Allah’ım, onu bağışlama! ” dedi. Muhallim: 
- “ Ey Allah’ın Resulü! Durum size anlatıldığı gibidir. Ben tövbe ediyorum, benim için mağfiret dile ” dedi. Resulullah (ASM) yine halkın duyabileceği şekilde yüksek bir sesle,
- “ Allah’ım, onu bağışlama! ” dedi. Muhallim 3. sefer dönerek mağfiret dileğini tekrarladığında, Resulullah (ASM) aynı sözleri tekrarladı. Daha sonra Resulullah (ASM) 
- “ Ayağa kalk ” dedi. O da Resulullah’ın huzurunda gözyaşlarını abasının bir tarafıyla silerek ayağa kalktı. O gün orada hazır bulunan Dumeyre isimli bir sahabe olup bitenleri anlatırken 
- “ Biz kendi aramızda gelişmeleri konuşurken Resulullah’ın (ASM) dudakları onun için mağfiret dilemekle kıpırdamaktaydı. Ancak, insan kanının Allah katında ne kadar önemli olduğunu insanlara öğretmek üzere ilkin 3 sefer reddetmişti ” dedi.
Muhallim öleceği zaman yakın arkadaşı Avf gelerek ona şöyle dedi: 
- “ Ey Muhallim! Bize dönebildiğin takdirde, gördüğünüz ve karşılaştığınız şeyleri anlatırsın. ” Bu durumdan 1 yıl ya da Allah’ın dilediği kadar bir süre sonra Avf, rüyasında Muhallim’i görür. Ona:
- “ Nasılsın? ” diye sorar. O da:
- “ Biz iyiyiz. Rabbimizi çok merhametli bulduk. O, bizi bağışladı ” der. Bunun üzerine Avf:
- “ Hepinizi mi? ” diye sorar. O da:
- “ Ahrâd dışında hepimizi ” der. Avf:
- “ Ahrâd dediğin kimlerdir? ” diye sorar. O:
- “ Onlar, çok şerli olduklarından parmakla gösterilen kimselerdir ” der. Daha sonra sözlerine şöyle devam eder: 
- “ Allah’a yemin ederim ki, Allah benden neyi infak etmemi istemişse, ben muhakkak onun ecrini almış bulunmaktayım. Hatta aileme ait bir kedinin ölmesinden dolayı bile mükâfatlandırıldım. ” Sonra Avf rüyadan uyanır. Kendi kendine der ki: 
- “ Ben bu rüyanın sâdık bir rüya olduğunu anlamam için Muhallim’in ailesine giderek böyle ölmüş bir kedilerinin olup olmadığını soracağım. ” Daha sonra onun evine gider. Ev halkına sorar:
- “ Sizin ölen herhangi bir kediniz oldu mu? ” Ev halkı:
- “ Ey Avf! Bunu duymuş muydunuz? ” diyerek tasdik ederler.  Avf da:
- “ Duymamıştım. Fakat ben onun haberini aldım. Nasıl haber aldığımı siz tahmin  ediniz ” der. 
Bu sâdık rüya, Ahiret’e ait terminolojiden “ Ahrâd ” kısmını bize öğrettiği gibi; Muhallim gibi cinayet işleyen müminlerin ciddi tövbe etmek kaydıyla bağışlanmasının gayet mümkün ve vâki olduğu müjdesini de veriyor. Ayrıca bir Müslümanın evde beslediği bir kedisinin ölümüne duyduğu üzüntüyü dahi Cenab-ı Hakk’ın sevap olarak kişiye yazdığını; Allah’ın merhametinin sonsuzluğunu ve her şeyi kapladığını gösteriyor.

3. Örnek rüya: Sıffın savaşı ve Âhiret’e ait sonuçları…

Sıffın savaşı, İslam tarihindeki 2. iç savaştır. Allah resulünün halifesi Hz. Ali (KV) ile Şam vâlisi ve maktül halife Hz. Osman’ın (RA) akrabası Muaviye ve taraftarları arasında gerçekleşir. Savaşın sonunda Müslümanlar 3 gruba ayrıldılar. Bu ayrılık günümüzde de devam etmekte... Bu gruplar: Takvalı, hakka birebir uyan Hz. Ali ve taraftarları; biraz daha gevşek, hakiki adaletin uygulanmasını mümkün görmeyip izafi adaleti savunan Muaviye ve taraftarları ve bunların dışında kalanlar manasında Hariciler… Hz. Ali tarafında sahabelerin en faziletlilerinden Ammar bin Yasir, Tabiîn’in en kıymetlilerinden Veyse’l-Karani de bulunuyorlardı ve savaşta şehid oldular. Muaviye tarafında ise, cömertliği ve hayırseverliğiyle meşhur Zü’l-Kela ve Havşeb de savaşır ve öldürülürler. Savaş sonrasındaki yıllarda o dönemin en faziletli kişilerinden ve Müslüman 2 grubun savaşmasına taraftar olmayan Amr bin Şurahbil bir rüya görür:

 Rüyamda görüyorum ki, sanki ben Cennet’e dahil edilmişim. Bir de ne göreyim! Dikilmiş kubbeler… 
- “ Bunlar kim içindir? ” dedim. Dediler ki:
- “ Zü’l-Kela ile Havşeb’indir. ” Bu ikisi Muaviye ile beraber iken öldürülmüştü. Dedim ki:
-   “ Ammar ve arkadaşları nerede? ” Dediler ki:
- “ Senin önünde. ” Bunun üzerine:
- “ Bu nasıl olur? Bunlar birbirleriyle savaşmış ve birbirlerini öldürmüştü ” dedim. Denildi ki:
- “ Onlar Allah’a kavuştular. Onlar geniş mağfiret sahibi bir Rabbi buldular. ” Bunun üzerine Hz. Ali ile Nehrüvan’da savaşan Hâricîleri merak ettim. 
- “ Nehir ahalisi ne yaptı? ” dedim. 
- “ Şiddetli azapla karşılaştılar ” denildi. 
Bu rüyanın sâdık olduğunun 2 alameti var: Birincisi, rüyayı gören kişi, normal hayatında Müslümanlar arası savaşa karşı olan biridir. Diğer yön ise, rüya içinde yaşadığı şaşkınlıklar ve meseleyi detaylıca anlamak için her şeyi sorması ve Müslümanların bütün grupları hakkında bilgi almaya çalışmasıdır.
Bu rüya Muhammed ibn-i Sa’dın Tabakat-ı Kübra isimli kitabında geçmektedir. Bu rüyanın şahsî hayatım açısından önemi büyüktür. Bu rüya beni irşad etti. Çünkü bu sâdık rüyayı okuyana kadar, gerek Hz. Ali sevgisi, gerekse hakka taraftarlıktan dolayı, Muaviye bin Ebu Süfyan ve taraftarları hakkında olumsuz düşünüyor ve şüphelerim oluşuyordu. Çünkü Sıffın savaşı, İslam dünyasını 3’e bölmüştü. Ayrıca birçok sahabe bu savaşta şehid olmuştu. Bu savaşla Halifelik sona ermeye yüz tuttu. Fakat bu sâdık rüya, bize Allah’ın onları bağışladığını ve Onların ehl-i cennet olduğunu bildiriyor. Allah’ın bağışladığını, elbette kulları da bağışlamalı ve haddini bilmeli! 
Îkaz edici yönüyle bu sâdık rüyaya bakılırsa bu rüya Şii-Sünnî kavgasını bitiren bir fonksiyon icra ediyor. Şiilerin asıl kızması gereken kişilerin Sünnîler değil, Hz. Ali’yi (K.V.) şehid eden Hariciler olması gerektiğini bildiriyor. İçlerindeki fıtrî nefret duygusunun akacağı havuzu onlara gösteriyor.

4. Örnek Rüya: Kesir bin Eflah ve Manevi Şehidlik…

Kesir bin Eflah, Ebu Eyyub el-Ensarî’nin azatlı kölesidir. Emevi iktidarının yanlış uygulamalarına karşı Medineli sahabe ve Tabiin’in bir karşı duruşu olan Harre Vak’asında öldürülmüştü. Muhammed isimli bir Tabiin o vak’adan sonra şöyle bir rüya görür: Rüyamda Kesir bin Eflah’ın Harre Vak’asında yaralandığını gördüm. Onun öldüğünü bildim. Ben uyuyordum ve bu gördüğüm bir rüya idi. Ona ismi ile seslendim; bana cevap verdi. Ben:
- “ Sen öldürülmüş değil misin? ” diye sordum. O da:
- “ Evet, ben öldürüldüm ” dedi. Ben:
- “ Ne yaptınız? ” dedim. O da:
- “ Hayırlı bir iş yaptık ” dedi. Ben:
- “ Sizler şehid misiniz? ” dedim. O da:
- “ Hayır! Müslümanlar karşılaşıp birbirleri ile savaştıklarında öldürülenler şehid değillerdir. Ancak bizler ‘ Nüdebâ ’ ( Manevi şehidler ) oluruz ” dedi. Sonra uyandım. 
Bu rüyanın öğrettiği üzere bir kişi, Hz. Hamza’nın (RA) durumunda olduğu gibi, imansız bir kişi tarafından bir savaşta veya savaş haricinde kasden öldürülünce hakiki şehid oluyor. Böyle şehidlere “ Şüheda ” deniliyor. Fakat Müslümanların birbirleri ile savaşlarında veya âfet, bela, hastalık v.s. gibi durumlarda öldürülenlere veya ölenlere ise manevi şehid manasında “ Nüdeba ” deniliyor. Bu tabirler de Âhiret’e ait diğer bir terminoloji… Nüdeba, kelimesi, nedb kökünden olup mendub gibi yapılınca sevap alınan fakat yapılmadığında günahı olmayan işlerde kullanılır. Şüheda kelimesi ise, şehd kökünden olup Allah’ın yapıldığını görmek istediği ve farz kıldığı; yapılmadığında ciddi günahı olan işlerde kullanılır. Sabah namazı gibi…

5. Örnek Rüya: Meleklerin Sınıfları…

Yakından tanıdığım birisi şöyle bir rüyasını anlattı: Görüyor ki, rüyada önünde açık bir kitap veya defter var. Bu kitap veya defterin sol alt tarafında şöyle bir açıklama var: “ Meleklerin sınıfları vardır. Bunlardan bir tanesi Hundebîr denilen bir gruptur. Hundebîr melekleri her şeyin kalitesini ölçmekle görevlilerdir. O melekler, her şeyin kalitesini ölçtükleri gibi, Hz. Peygamber’in eşlerinin kalitesini ölçtüler. Onlar arasında kalite açısından en aşağıda olanı Hz. Hafsa (RA) olarak buldular. ”
Bu rüya bize yaratılış âlemini bir memleket ve krallık; melekleri ise, bu krallıktaki çeşitli vazifelerle görevli memurlar olarak gösteriyor. Nasıl ki ülkelerin Kalite Kontrol ve Tescil görevlileri var. Aynen öyle de dünya ve âhiret denilen İlahî Yaratma Krallığının Kalite Kontrol ve Tescil yetkilileri Hundebîr Melekleri’dir. Her insan, bilgisi, yaşantısı ve samimiyeti ile kalitesini artırdığı gibi ebedî kayıtlarla Hundebîr Melekleri’ne kendini tescillettirir.

6. Örnek Rüya: Akıl Duyusu ve Şahin Kuşu…

Yakın bir tanıdığım şöyle ilginç bir rüya görüyor: 
- “ Önümde açılmış bir kitap var. Kitabın sağ tarafında tek bir paragraf halinde Şahin kuşu hakkında bilgiler veriliyor. Bu kuşun yaşadığı ortamlar, özellikleri, sevdiği şeyler vesaire… Sayfanın sonunda ise, insanın duygularının ve manevi özelliklerinin birer kuşa benzediği; akıl denilen manevi özelliğin ise sembolünün Şahin kuşu olduğu yazıyordu. ” Bunu okuduktan sonra rüyadan uyanıyor. Hemen “ Akıl ve Şahin kuşu arasındaki bağı ” bir yere kaydediyor. İşin daha ilginci ise o hafta katıldığı bir arkadaş ortamında, arkadaşlarından birisi şahin kuşu ile ilgili bir rüya görür. Görülen rüya şu şekilde: 
- “ Rüyamda bir şahin kuşu var. Bir güvercini kovalıyordu. Şahin, güvercini sıkıştırıyor ve zorluyordu. Fakat yakalayıp öldüremedi. ” Art arda görülen bu iki rüyayı dinledim. Şahin-güvercin rüyasını görene sordum: 
- “ O rüyayı görmeden önceki günlerde ne yaptın? ” Dedi ki:
- “ İnternette bir video izledim. İlahiyat Profesörü Abdülaziz Bayındır ile tasavvuf uzmanı Mehmed Fatih Çıtlak’ın yaptıkları tartışma programını izledim. ” 
O arkadaş bu bilgiyi verince, aslında gördüğü rüyanın Abdülaziz Bayındır ile Mehmed Fatih Çıtlak’ın münazarasının Âhiret âlemlerindeki kaydı olduğu anlaşılmış oldu. Rüyadaki şahin, Abdülaziz Bayındır’ın akılcılığını gösteriyor. Akılcı ve saldırgan… Güvercin ise, Mehmed Fatih Çıtlak’ın gönül ehli olduğunu gösteriyor. Evet Çıtlak Hoca, güvercin gibi barışçı ve hakka sâdıktır. Bu görülen rüya bize, kalb duyusunun sembolünün de güvercin olduğunu bildiriyor.  

7. Örnek Rüya: 

   Hz. Peygamber’e (ASM) İkram edilen Süt ve Hz. Ömer (RA)…
 Medine yıllarında bir gece Hz. Peygamber (ASM) şöyle bir rüya görür: 
- “ Bir gece rüyasında kendisine bir kâse dolusu süt sunulur. Sunulan sütü alır ve içer. Kâsenin dibinde bir yudum süt kalır. Kalan o bir yudumluk sütü Hz. Ömer’e (RA) verir. ” 
Ertesi gün bu rüyayı arkadaşlarına anlatır. Kendisinden rüyayı te’vil etmeleri istenilince, şöyle buyurur: 
-“ Ben bunu ilimle te’vil ediyorum. İlim, ruhun gıdasıdır; süt de bedenin… Aralarında bu münasebet vardır. Bu rüya gösterir ki, ilimden Ömer’in bir payı olacaktır. ” 

8. Örnek Rüya: Süt ve Fıtrat İlişkisi…

Âhiret âlemlerinde bir seyahat olan Mi’raçta Hz. Peygamber’e (ASM) “ Bir kâse süt ve bir kâse şarap ikram edilir ve: 
- ‘ Birisini seç ’ ” denilir. Hz. Peygamber (ASM) sütü seçer. Bunun üzerine Cebrail (AS) Ona der ki: 
- “ Sen fıtratı seçtin. Eğer sen şarabı almış olsaydın, senden sonra ümmetin azgınlaşırdı. Sütü tercih etmekle sen de fıtrata yöneltildin, ümmetin de fıtrata yöneltildi.  ”
Hz. Peygamber (ASM) Miraç’taki bu hadiseden yola çıkarak rüyalar hakkında genel bilgi verdiği durumlardan birisinde şöyle der: 
-“ Rüyada süt, fıtrata işaret eder. ” 
Akla Gelebilecek Bir Soru: Hz. Ömer ile ilgili rüyada süt, “ ilim ” ile tevil ediliyor. Miraçtaki hadisede ve rüyalar hakkındaki genel bilgi veren hadiste ise “ fıtrat ” olarak te’vil ediliyor. Burada bir tenakuz yok mu?
Cevap: Yoktur. Bilakis bu te’viller yaratılışa ait en temel bir meselenin perdelerini aralıyor: Yaratılışın en büyük temeli, ilimdir. Allah, ilmiyle yaratır ve ilminden yaratır. Yokluk ve yok olma diye bir şey imkânsızdır. “ Yaratan hiç yarattığı şeyi bilmez olabilir mi? O her şeyi yaratmadan önce bilen Latîf, her şeyi yarattıktan sonra da bilen Habîr’dir ”  âyeti yaratma ile ilim arasındaki zaruri bağı bütün derinliğiyle bildirir. Evet insan, Allah’ın ilminin farklı boyutları arasında yolculuk yapan bir seyyahtır. Ezelden tâ ebede… Fıtrat denilen insan doğası da, bu sonsuz İlahi ilmin bir tecellisinden ibarettir. Sonuç olarak diyebiliriz ki, şu an hemen herkesin bildiği genetik yapı ve kodlar, bu 2 farklı te’vil ile keşfediliyor. 
Rüyalar, insanın Allah’a ve ebedî Âhiret’e açılan pencereleridir. Her bir sâdık rüya, psikiyatr Mustafa Merter’in dediği gibi, bir tedavi süreci ve İlahî bir irşaddır. Bazı rüyalar, bir psikanalitik terapi olarak bizi geçmişin derin derelerine indirerek onun hüzünlü yaralarından kurtardığı gibi, bazı rüyalar da bizi istikbalin yüksek dağlarının doruğuna çıkararak korkulardan, evham ve endişe bulutlarından kurtarıyor. Bu tedavi süreciyle ruh kuşu, bütün yüklerinden kurtularak, sonsuzluk semalarında kanat çırpacak bir hürriyet, bir istiklaliyet ve serbestiyet kazanıyor. 

DİPNOTLAR;

1  Ramuz el-Ehadîs, râvi, Ubade ibn-i Sâmit el-Ensari (RA).
2  Buhârî,Tâbîr 7.
3  Buharî, Bed'u'l-Vahy: 3, Tefsîru Sûre 96:1, Ta'bîr: 1; Müslim, îmân: 252; Tirmizî, Menâkıb: 6; Müsned, 6:153, 232.
4  İbn-i Mâce, Sünen, AVf bin Mâlik’ten (RA) naklen…
5  Yusuf suresi, 44.
6  bk. Tirmizî, Ru'yâ, 2/2374. Değişik ifadelerle: Buharî, Ta’bîr, 5/9; İbn Mâce, Ta’bîru’r-Ru'yâ, 1/3896.
7  Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5.
8  İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 495.
9  Ahzab suresi, 45.
10  Âl-i İmran sûresi, 7.
11  DİA, Rüya maddesi.
12  Yusuf sûresi mealinde bu rüyayı 4-6. âyetler ile 99-100. Âyetlerde bulabilirsiniz.
13  Mektubat, 28. Mektub, 1. Mesele, 5. Vecih.
14  Nebe suresi, 9.
15  Sigmund Freud, Rüyaların Yorumu-1.
16  Hucurat suresi, 12.
17  Hucurat suresi, 12.
18  Dimaşki, 2006, s. 323.
19 Aydın Talay, Gerçekleşen Rüyalar.
20  Aydın Talay, Gerçekleşen Rüyalar.
21  Aydın Talay, Gerçekleşen Rüyalar.
22  Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Cild 1.
23  Müsned, I, 347; V, 121; Buhârî, “Enbiyâ?”, 9, “Müsâ?at”, 10.
24  Aydın Talay, Gerçekleşen Rüyalar. 
25  Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Muhallim ibn-i Cessame Maddesi.
26  Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Amr bin Şurahbil Maddesi.
27  Muhammed ibn-i Sad, Tabakat-ı Kebir, Kesir bin Eflah Maddesi.
28  Sünen-i Tirmizî, Rüya Bahsi.
29  Müslim, İman, 74/259; Beğavî, Hazin,  İsra, 17/1. ayetin tefsiri.
30  İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, Cild 5, Ebu Âmir es-Sakafi Maddesi.
31  Mülk suresi, 14.


Erdem AKÇA

***

MÜKEMMEL İNSAN TANIMI

MÜKEMMEL İNSAN TANIMI


Erdem AKÇA.,

Ahlak, sanatın en güzel ve en mükemmel hâlidir. İnsan iradesinin, kendi yapısını bilgi ile formatlamasıdır. Ahlak ile hakka ve kutsallığa bağlı bir hayatı yaşayan her insan, manevi bir güneş gibi olur. Bu yüce hedefin gerçekleşmesinin ilk adımı gerçekçi bir insan tarifidir. İlk peygamberden beri bilinen ve Aristo tarafından formüle edilerek kaleme alınan, gerçekçi insan tarifi şudur: “İnsan zihinsel, duygusal ve fiziksel kuvvetler sahibi bir canlıdır.”  

Bu formülü daha sonra şöyle açıklar: Her sağlıklı insan vehmetme, hayal kurma, düşünme, araştırma, keşfetme, anlama, fark etme, idrak etme, ezberleme ve benzeri onlarca aklî güç ve yetenekler sahibidir. Hem öfkelenme, sevme, acıma, şefkat etme, memnun olma, sevinme, minnettar olma, hayranlık duyma, aşk, şevk, heyecan gibi binlerce duygu ve özelliklerin sahibidir. Hem yeme, içme, uyuma, görme, konuşma, üreme gibi yüzlerce fiziksel güçlere mâliktir. 
İnsanın bu güçleri, mecrası olmayan sel gibidirler. Bu halleriyle dengeli ve dengesizce, yararlı ve zararlıca kullanılmaya açık ham bir malzemeye benzerler. Her bir insan bu güçleri ifrat-vasat-tefrit şeklinde, aşırı-dengeli-geri tarzda yaşar ve binlerce yıldır da yaşıyor.
 
Mesela aklî güçlerin aşırılığı, “Cerbeze” denilen aldatıcı zekâ seviyesidir. Öyle ki yalanı gerçek, gerçeği yalan gösterebilir. Bu seviye materyalist, natüralist, müşrik (deist), agnostik vesaire anlayışları meyve verir. Aklın geriliği ise, gerçek ve yalanı anlayamayacak ve fark edemeyecek bir durumdur. Ki, “Gabâvet” diye isimlendirilen aptallıktır. Bu seviyedeki akıl, çölde bulutun gölgesine hazine saklayan Hebenneka gibileri meyve verir. Vasat ve dengeli bir zihin ise, “Hikmet” olarak isimlendirilir. Ki, hakkı hak olarak, bâtılı bâtıl olarak; doğruyu doğru, eğriyi eğri olarak görür ve gösterir. Bu seviyedeki akıl peygamberler, sıddıklar, evliyalar, bilgeler, âlimleri yetiştirir. Hikmet, insanlara gerçeği olduğu gibi gösteren yönüyle, gerçekler üzerine kurulmuş bu kâinatı her akıl sahibi için manevi bir sofra haline getirir, istifade ettirir. Allahu Teala, hikmet hakkında şöyle der: “Her kime hikmet verilmişse ona sonsuz ve sınırsız hayırlar verilmiştir.” (Bakara Sûresi, 269) Hem yine Rabbimiz der ki: “Lokman’a hikmet verdik. Tâ ki İlahlığımın gereği olan hastalıklar ve musibetlerin manalarını anlasın ve şükretsin.” (Lokman Suresi, 12) Hz. Peygamber (ASM), hikmet talebini Allah’a şöyle sunar: “Allah’ım! Bana hakkı hak olarak göster ve beni hakka tâbi olmakla rızıklandır. Hem bana bâtıl ve kof şeyi bâtıl olarak göster ve beni ondan kaçınmakla rızıklandır.” 

Mesela duygusal güçlerin, özellikle canlılığın korunması ve devamı için zaruri olan öfke güçlerinin aşırılığı “Tehevvür” dür. Ki, her şeye karşı tepkili, saldırgan ve zarar verici olma halidir. Despotlar, firavunlar, nemrudlar, Neronlar, gaddarları meyve veren bu aşırılıktır. Öfke güçlerinin geri seviyesiyse, “Cebânet” denilen korkaklıktır. Ki, kendi hayatını ve yavrularını da korumaktan âciz, zavallı bir haldir. Bütün alçaklar, ezikler, teröristler ve hâinlerde olduğu gibi… Vasat ve dengeli hal ise, “Cesâret” tir. Ki, saldırı ve tecavüz ânında öfkelenip müdafaa yapma, diğer zamanlarda şefkat ve merhamet üzere bulunmaktır. Cesâret, kahramanları, gâzileri ve hak uğrunda ölen milyarlarca şehidleri doğuran yüce bir duygu seviyesidir. Allah, cesâret konusunda şöyle der: “Size savaş açanlarla siz de, Allah yolunda olarak, hak için savaşın. Fakat haddi aşıp zulmetmeyin.” (Bakara Sûresi, 190) Hz. Peygamber (ASM) ise der ki: “Allah’ım! Korkaklıktan, cimrilikten ve tembellikten sana sığınırım.”  Hz. Peygamber’in cesâretini ve Allah’a imanının gücünü, hayatından bir küçük kesit ile okuyan Arthur Schopenhauer der ki: “Bu nasıl bir cesâret ve imandır ki, başımı döndürüyor.” 

Fiziksel güçlerin aşırılığı ise “Fısk” ve “Fücur” dur. Ki, haram-helal, pis-temiz demeden her şeye ulaşmaya, bulaşmaya ve istifadeye çalışır. Zina, kumar, içki müptelaları bu aşırılığın esirleri ve zehirli meyveleridirler… Fiziksel güçlerin geriliği ise “Humud” denilen, sönüklük ve isteksizliktir. Ki, helal olan şeylere bile bir iştah ve bir istek hissetmez. Vücud mekanizmasını düzgün işletemeyen veyahut kendi dengelerini bozan bazı kadın ve erkeklerde olduğu gibi… Vasat ve dengeli hal ise, helale ve helaline karşı iştah duyar, yönelir; haramlardan ise, tiksinir ve uzak durur. Bu mukaddes ve güzel seviyeye, “İffet” denilir. Allah mal mülk konusundaki iffet hakkında der ki: “Sen o iffet sahibi kişileri yüzlerinden tanırsın. Onlar fakirlik ve ihtiyaç içinde olsalar da bunu, hırsla, mal-mülk talebiyle göstermezler.” (Bakara Sûresi, 273) Hz. Peygamber (ASM) ise şöyle der: “Ey gençler topluluğu! İffetli olun! İffetinizi koruyamayacaksanız, evlenin. Eğer evlenmeye gücünüz yetmiyorsa oruç tutun. Oruç sizi, İblis’in zehirli okları olan haram bakışlardan koruyan bir kalkandır.” 

Aristo bu hakka uygun modeli hocası Eflatun’dan; Eflatun ise, hocası Sokrat’tan; Sokrat ise bu modeli Apollon isimli Yunanlı bir peygamberden ders almıştır. Rene Guenon bu silsileyi kitaplarında anlatır.  

Peygamberler ve özellikle resuller, insanlığın ahlak mimarlarıdır. Allah, kâinatta ahlak güzelliği namına ne yaratmışsa, insan denilen minyatür kâinatta bu güzellikler in görünmesini istiyor. Bunu da gönderdiği elçilerle gösteriyor. Resuller de, bu İlahî maksadı sağlayacak şekilde insan fıtratlarını hikmetin mukaddes feyziyle hamur gibi yoğuruyor, sevgi ve sabır ateşinde pişiriyorlar. 

Evet, her insanda şahsa zimmetli olarak bulunan ve sınırsız olan bu 3 yön peygamberlik müessesesini zorunlu kılmıştır. Çünkü bu güçler aşırılık ve gerilikleriyle kişisel canlılığı sonlandırmaya yol açtığı gibi başka canlılara da zarar verebiliyorlar. Bıçak gibi keskin yapılarıyla insanların % 90’ı belki daha fazlası için zararlı düşüyorlar. Peygamberler, Allah tarafından sonsuz bir merhamet olarak, insan türüne gönderilirler. Tâ ki her bir insana önce bu güçlerin yapısını tanıtsınlar. Sonra da bu yapının nasıl terbiye edileceğini ve terbiye edilince nasıl bir güzellik ve muhteşem bir karakter ortaya çıkacağını bizzat kendi hayat modelleri üstünde göstersinler.

DİPNOTLAR;

1  Detaylar için TDV İslam Ansiklopedisi 22. Cilt, 151. Sayfadaki “İlmü’n-Nefs” maddesine bakabilirsiniz.
2  Bu dua Hz. Ebû Bekir (R. Anhuma) başta olmak üzere çok sayıda sahabe tarafından hem rivayet edilmiş  ve de kendi dua listelerine eklenmiştir. 
    Nakşibendî tarikatinin 2. Büyüğü ve asrının müceddidi olan İmam-ı Rabbânî Hz.leri de Mektûbât kitabında bu duayı müridlerine tavsiye eder.
3  Buhârî, Daavât, 38, 40, 41; Tirmizî, Daavât, 71 ve saire…
4  Müslim, 2485.
5  Mesela, Kadim Bilimler ve Bazı Modern Yanılgılar.

Erdem AKÇA

***

ALLAH’IN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK EVRENSEL FAALİYETLER

ALLAH’IN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK EVRENSEL FAALİYETLER


Erdem AKÇA.,

İnsan, bütüncül bakabilecek ve soyutlama özelliğine sahip bir akıl; bütünlüğü hissedebilecek ve sınırsız duygular sahibi bir kalb; her şeyden istifade edip sindirecek bir nefis ile dünyaya geliyor. İnsanlık tarihi şahiddir ki, her insan aklıyla tevhid yolcusu, kalbiyle vahdet izcisi, nefsiyle varlık sözcüsüdür. Bu manada peygamberler insanlığın hakikat üstadları, hak mürşidleri ve varlık azizleridirler. Onların rehberliğinde bütün insanlar marifet, muhabbet ve şükür noktasında ebedî bir yükselişe geçiyorlar. Allah’ın marifetiyle, semavi ve baki hakikat kapılarından ebedî Âhiret âlemine fikren, hissen ilerliyorlar. Fani hayat içinde sonsuzluğu soluklayacak bir kudsiyet ve ulviyeti elde ediyorlar. Peygamberlere tabi olmayan insanlar ise, dünya denilen çürük tahtaya saplanıp kalan paslı bir çivi konumuna düşüyorlar. Peygamberlerin açtığı kudsi ve nurani vahdet ve tevhid yolunu Kur’andan ders alan Said Nursi bize aldığı dersi ilgili sahalarıyla şu şekilde sunar:

Varlık, Hayat ve Kanunlar

Bediüzzaman, vahdet ve tevhidi, yaratılışın temellerini ve meyveleri anlattığı 24. Mektub isimli eserinde, Cenab-ı Hakk’ın icraatlarının bütün kâinatı içine alacak kanunlar şeklinde olduğunu; bu kanunlara zerreler ve güneşler, çiçekler ve yıldızlar, insanlar ve gezegenler v.s. her şeyin tabi olduğunu ifade eder. Nasıl bir ülkede, tek bir kanun ve anayasa vardır. Bütün ülke halkı o kanuna tabidir. Fakat insanların kanunları âcizliklerinden sadece insanlara hükmeder. Aynen onun gibi kâinat denilen sistem de bir ülke ve memlekettir. Bu memleketin Melik-i Muktediri, Mâlikü’l-Mülk olan Allah’tır. Onun da koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara “ sünnetullah ” veya “ âdetullah ” deniliyor. Fakat insanlar âleminde olanın aksine bu âlemdeki her nesne bu ülkenin vatandaşı olduğu için aynı kanunlara tâbidir. 

Yaratılış Sistemi ve Varlık Gayesi

Nasıl insanların kanunları vatandaşların rahatı ve huzuru için çalışıyor. Hem devlet, vatandaşı olan çocukları yetiştiriyor ve gerek kendi yapısında gerekse serbest piyasada onlara çalışıp kazanma, servet ve lükse erişme imkânı sunuyor. Bunun mukabilinde kanunlarına itaati, gerektiğinde de vergi vermesini şart koşuyor. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk kendi mülkü olan bu kâinat sistemine, Melik-Kuddûs-Selam isimlerinin işaretiyle, Onun krallığını ve melikliğini kabul etmek, nefsanilik ve bencillikle kâinatı kirletmemek şartıyla, kendine ve başkasına zarar vermemek ve her şeyle barışık yaşamak itibariyle dâhil olanları Mümin-Müheymin isimleriyle emniyet ve himaye altına alıyor. Bu kişiler Allah’ın sistemi ile bütünleşmiş hale gelen bir manzara sergiliyorlar. 

Buna mukabil Cenab-ı Hakk Aziz-Cebbar-Mütekebbir isimleriyle de Firavun gibi izzet-ceberut ve kibir iddiasına kalkıp bencilleşen kişi ve nefisleri, diğer insanlara ve mahlukata zorbalık yapanları, onları ezmeye ve sindirmeye çalışanları tokatlıyor… O (CC) da kâinat mülküne ve sünnetullahına tabi olanlara kâinattaki imkânları istifade vesilesi kılıyor. Onun mülküne bu manada girenler zaman içinde potansiyel yeteneklerini açıp kemale eriyorlar. Yaşadıkları iyi-kötü, acı-tatlı her şey ise onların kemale doğru celal ve cemal eşliğinde yürüyüşleri oluyor. Bu manada Allah’ın kanunları terbiye edicidir. Bu terbiyeye, “ Rububiyet ” denilir. Cenab-ı Hakk’ın Rabb ismi, Rububiyet ve terbiye sıfatı faaliyeti gerektiriyor. Özellikle zıt mahiyetli faaliyetleri… Musibet ve nimet gibi, gece-gündüz gibi, sıkıntı-ferah gibi… 

Esma-yı Hüsna’nın Sınıfları

Esma-yı Hüsnanın bir kısmı, sıfata dayalı isimlerdir. Hayat sıfatına dayanan, Hayy gibi; kıyam sıfatına dayanan Kayyûm gibi; ilim ve kudret sıfatlarına dayanan Alîm ve Kadîr gibi… Bunlara “ Uluhiyet isimleri ” deniliyor. Bir de bu sıfatlara dayanan faaliyetlerden kaynaklanan isimler var. Mesela kim diri ve hayattar ise, başkasına o hayat verebilir. Bu manada hayat vericiliğe “ ihya ”; ihya edici olana ise, “ Muhyî ” diyoruz. Bu manada Muhyî ismi, fiile dayanan isimlerdendir. Mesela ikram fiiline dayanan Mükrim, ihsan fiiline dayanan Muhsin, izhar fiiline dayanan Muzhir… Bazen de fiil, terbiye vezninde olur. O zaman Mürebbi ismi tecelli eder. Bu manada tebdil fiiline dayanan Mübeddil, telvin ( renklendirme ) fiiline dayanan Mülevvin gibi yüzlerce isim var. Bunlara “ Rububiyet isimleri ” deniliyor. Cevşen’deki 1001 isimden 250 tanesi sıfata dayalı isimleri anlatır. 750 tanesi ise fiile dayalı isimleri anlatır. Mesela 1. Bab Uluhiyet isimlerini anlatır; 17. Bab ise Rububiyet isimlerini anlatır. Uzun cümleler ise bu iki grup ismin izahları ve Efendimiz (ASM) tarafından şerhidir. 

Bediüzzaman 24. Mektub’un 1. Makamı’nda kâinatın bir “ vahdet ” içinde olduğunu ve yekpare bir sistem olduğunu işler. Çok sayıda delillerle izah ve isbat eder. Aynı Mektub’un 2. Makamı’nda ise kâinat fabrikasının işleyişini, ondaki faaliyetlerin külliliğini, zerreden kâinatın tamamına kadar aynı fiil, aynı kanun ve aynı hakikatin Rabb ve Rahman isimlerinin tecellisi olarak meydana geldiğini anlatıyor.

Tebdil, Tağyir ve Tahvil Hakikatleri Said Nursi bu fiilî hakikatleri şöyle örneklendirir ve kâinatta okur:  “ Evet, Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. ” 
Mesela burada “ suretini değiştirme ” den bahsediyor. Buna Arapça’da “ tebdil ” denilir. Bilindiği üzere eskiden Padişahlar tebdil-i kıyafet yaparak halkın içine girerlerdi. Tebdildeki gayeyi ise, Üstad, tazelendirme ve yenileme olarak sunuyor. Tebdil fiili, Esma-yı Rububiyet’ten olup Cevşen’de de geçen “ Mübeddil ” isminin tecellisidir. Bu isim 
Bizim kirli elbiselerimizi değiştirip yerine yeni ve güzellerini giyme arzumuzda…
Evimizin bazen dekorasyon ve dizayn şeklini değiştirmemizde… 
Hatta dinen yanlış olsa bile canlıların genetiğini değiştirerek daha güzelini arama çabasında… 
Kısacası görüntü değişikliğinin olduğu her yerde ve her zamanda tecelli eden külli bir isim ve hakikattir. 
Şu âyet işin en geniş çapını verir: “ Yevme tübeddelü’l-arda gayra’l-ardi ve’s-semâvât ”  ( O kıyamet ve Âhiret günü yeryüzü başka bir yeryüzüne; gökler de başka göklere çevrilir, değiştirilir ) Hatta Cennet’te suretler çarşısı olduğunu, insanın istediği sureti satın alıp o surete büründüğünü bildiren hadis-i şerifin  ifade ettiği ebedî tebdil-i suret manzarası da Mübeddil isminin ebedî bir tecelli dairesini bize haber veriyor. 
Kısaca her şeyin suretini değiştiren O’dur. Sebepler değiştiriyor görünse de, hakikatte değiştiren ve değiştirmek isteyen O’dur. Tahvil, hal değişimi demektir. Tağyir ise başkalaşma, başka bir mahiyete bürünme manasındadır.
Nesnelerin katı-sıvı-gaz halleri arasındaki değişimlerde,
Canlıların hasta ve sağlıklı, yorgun ve dinç şeklinde halden hale girmelerinde,
İnsanın psikolojik dünyasının ve ruh ikliminin değişkenliklerinde,
Ekolojik ve fizik dünyanın karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk zıt durumlarında,
Ülkelerin savaş-barış, saldırı-müdafaa gibi farklı farklı hallerinde,
Toplumların yükseliş ve olgunlaşma, alçalış ve bozulma gibi süreçlerinde “ tahvil hakikati ” nin icraatlarını görebiliyoruz.
Karanlık enerjinin asit-baz-alkali-radyoaktif-katı-sıvı ve gaz şeklinde elementleşmesinde…
Cansız maddelerin bitki denilen fabrikalarla tatlı-ekşi-mayhoş-acı mahiyet kazanmalarında…
Kurumuş bitkilerin hayvanların bünyesinde sinir-kas-deri-damar-kan-yağ-süt ve et haline gelmelerinde…
Bir yağ ve kıkırdak parçası olan göz ve kulağın, şuur ve akıl sayesinde, kâinatı okuyan bir bilim adamı ve derinden duyan bir sanatkâr seviyesine yükselmesinde…
Bencil, ahlaksız ve nankör insanların vahyin kutsallığı ile fedakâr, şükredici bir ahlak âbidesi haline gelmelerinde…
Saldırgan, yıkıcı ve işgal edici milletlerin hak ve hakikatin, adalet ve nizamın keskin kılıcı haline gelmelerinde “ tağyir hakikati ” nin azametli etkisini ve icraatlarını görebiliyoruz. 
Kâinat ve maddiyatta, maneviyat ve ruh dünyalarında meydana gelen sürekli tahvil, tebdil ve tağyir hakikatlerini müşahede eden ve kendi hayatlarında gözlemleyen ehl-i hakikat, “ Değişim, yaratılışın ruhudur. Hayat, sürekli bir yükseliştir. Allah’tan gayrı sâbit bir nesne ve varlık olamaz ” diye hükmetmişler. Ehl-i tasavvuf ise, “ Beka ve devam, sabitlik ve değişmez öz ancak Allah ile mümkündür ” diyerek bunu “ beka billah ” olarak kodlamışlar.
Tahrik Hakikati ve Tevhid Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “ Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. ” 

Said Nursi burada hareketlendirme, döndürme, çevirme ve gezdirmeden bahsediyor. Atomların çekirdeği etrafında elektronlarının dönmesi, aynen dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında dönmesi gibi birbirine benziyor. Demek Allah’ın sisteminde ana bir nesne etrafında diğer şeylerin dönmesi kanunu var. 

Bu manada 

Mekke’de hacıların Kâbe etrafında dönmeleri… 
Bütün canlıların rızkın peşinde koşup etrafında dönmeleri… 
Kadın denilen güzelliğin etrafında erkeklerin dönmeleri… 
Çocukların anne-babaları etrafında dönmeleri… 
Para ve mal tutkunu kişilerin zenginlerin etrafında dönmeleri… 
İlim ve maneviyat sevdalılarının âlim ve mürşidlerin etrafında dönmeleri…
Yıldızların galaksi merkezi etrafında dönmeleri… 
Galaksilerin kâinatın merkezi etrafında dönmeleri 
Ve nihayetinde bütün yaratılmışların Allah’ın cemal, kemal ve Zâtının tecellileri etrafında pervane gibi dönmeleri aynı kanunun ve hakikatin tecellileridir. 

Kâinatta hareketsiz hiçbir nesne yoktur. Her şey bir harekete başlar; sonra o hareket bir hedefe kilitlenerek o hedefi meyve verecek şekilde bir yörüngeye oturtulur. O nesne ve kişi, o hedef uğrunda akar durur. Bu manada her şey kendine has yörüngesinde yüzer. Yasin suresinin 40. Âyeti “ Ve küllün fî felekin yesbehûn ” ( Her şey kendi yörüngesi içinde, o yörüngeye hapsolmuş bir şekilde yüzüyor ) âyeti bu meseleyi anlatıyor. Âyetteki, “ fî ”           ( içinde ) edatı, yörüngesi dışına çıkamadığını ifade eder. 

Buradaki kanun, hareket ve faaliyetin olduğu, dönüşün ve çevrilişin olduğu her yerde geçerlidir. Buradaki Esma-yı Hüsna’lar Muharrik ( her şeyi hareketlendiren ) ve Müdevvir      ( her şeyi döndüren ve idare eden ) isimleridir… Tevhid-i Rububiyet hakikati gereği, hiçbir nesne kendi başına hareket edemediği gibi hiçbir kişi de kendi başına hareket edemez. Her nesne ve her kişi -ki buna hür irade sahibi insanlar da dahildir- belirli bir yörünge içinde hareket ettiriliyor. Aksi halde dünyada ve kâinatta düzen olmaz ve kalmazdı. Tebdil fiilinde denildiği gibi diyebiliriz: 
Hareket ettiren O’dur. Gezdiren O’dur. Yüzdüren O’dur. Hedefe erdiren O’dur. Meyve verdiren O’dur. Döndüren O’dur. Söndüren O’dur. 
Bu manasıyla âlemdeki farklı yörüngeli, farklı tarz ve hızdaki külli harekete rağmen kâinatta var olan ve devam eden düzen gösterir ki, her şey Allah’ın kontrolü altındadır. Kontrol hakikati ise, Aristo’nun İlk Muharrik tespitini, “ Tek Muharrik ” seviyesine yükseltir. Her an, her yerde ve mekânda mahlukatı, canlıları ve şuur sahiplerini doğrudan doğruya Allah’a bağlar. “ Külle yevmin hüve fî şe’nin ”  ( O her gün bir özlü bir fiil içinde faaldir ) âyetine delil olur. “ Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin; hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar…”  hadisinin sonsuz ufkuna bizi yakınlaştırır.
Tecdid ve Tazelenme Hakikati
Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. ” 
Burada fiil, tazelendirmek, Arapçasıyla tecdid… Eğer metne dikkat edilirse akla            “ Müceddid ” ile ilgili hadis gelecektir.  İnsanların bedenindeki sureten değişimi ve hareketi yapan, bunu maddi hayatın sıhhati için devam ettiren ve önem veren Allah elbette insanlığın manevi hayatını değiştiren ve yenileyen, onlara taze bir ruh ve hayat katan yenileyicileri göndermiştir. Cenab-ı Hakk eski ümmetlerde her yüzyılda bir nebi göndererek önceki resulün dininde bir tecdid yapıyordu. Bu ümmette ise aynı kanun her yüzyılda bir Müceddid gönderilerek yapılıyor. Müceddidler dinin çiğnenen hududlarını tekrar ortaya çıkartıyor, hadsizlik yapanlara hadlerini bildiriyorlar. 
Evet bütün tamirler ve restorasyon çalışmaları bir yenilemedir. Bu yenileme kanunu 
İklim değişiklikleri ile yeryüzünün değişmesi ve tazelenmesi ile, 
Bağımızın ve bahçemizin son baharda bozulup kışta silinen güzelliğinin ilkbaharda yaprak ve çiçeklerle, yaz mevsiminde meyveler ve olgunlukla tazelenmesi ile;
Bedenimizin hücrelerinin ölüp dağılmaları ve yenilerinin yapılması ile; 
Bizim eskiyen elbiselerimizi çıkartıp yerine yenilerini giymemizle; 
Demode olan şeyleri terk edip modaya uymamızla; 
Piyasalara yeni firmaların girmesi, eski firmaların çekilmesi ve silinmesi ile; 
Herhangi bir gruba yenilerin katılması suretinde taze kan gelmesi ile; 
Fıtrattan uzaklaşan Yahudiliğin saf İsevilikle, bozulan İseviliğin de İslamiyet şeklinde tazelenmesi ile, 
Din hizmetlerinde çıtayı yükseltecek taze dimağların ve temiz kalplerin eklenmesi ile; 
Hz. Ömer’in (RA) İslam’a girmesi ile; 
İslam’ın Medine’de devletleşmesi ile; 
Kıyamete yakın zamanda bozulan İslam ümmetinin Mehdi’nin askerleri vasıtasıyla tazelenmesi ve dirilmesi ile; 
Kıyamette yıkılan ve harap olan kâinatın âhiret ve Cennet şeklinde yeniden inşa edilmesi ve taze bir varlığa kavuşması ile; 
Cennet ve içindekilerin ebedî bir bahar ve yaz şeklinde devamlı tazelenmesi ve farklı farklı güzellikleri sergilemesi ile; 
Hadisin  ifadesine göre Rüyetullah’a erişen her müminin sarayına döndüğü zaman hurilerince tanınamayacak derecede güzelliğinin artmasıyla ebedî tazelenmesi şeklinde bütün âlemleri içine alan bir Rububiyet fiili ve hakikatidir. 
Bu cihetten yenilenmeme, yenilenmeye çalışmama, gündemine yeniliği koymama aslında Rabb ismine aykırıdır. Allah’ın terbiye sistemiyle bir çatışma ve çarpışmaya girmedir. Bu hassas noktaya binaen bir insanın yaptığı tevbe, bir yenilenme arzusu ve iradesidir. Ki Cevşen ve Kur’andan anlaşıldığı üzere bir kul için en üstün makam veya o makama erme vasıtası sürekli tevbe etme, Allah’a yepyeni bir irade ve niyet, kasd ve hüviyet ile yönelmedir. 

Buradaki Esma-yı Hüsna “ Müceddid ” ( Yenileyen ) ismidir. Bu isim kendini zerrelerden kâinatın tamamına, dünyadan ebedî Âhirete kadar geniş çaplı gösteriyor. Yenilenmek isteyenleri ikramıyla; yenilenmek istemeyenleri celaliyle değiştiriyor, tazelendiriyor. İşin hakikatinde yenileyen O’dur, yenilenme arzusunu veren O’dur, yenilenmeyi güzel gösteren O’dur, yenilenmeyi yapan O’dur, yenilenmeyi sürekli bir arayış ve ebedî bir tatlı yolculuk kılan O’dur. 
İhya Fili ve Diriliş Hakikati Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem o Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kanunla şu önümüzdeki çınar ağacını her baharda ihyâ eder. Ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihyâ eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihyâ eder. Şu sırra işareten,   [ Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir." ( Lokman Sûresi, 31:28 ) ] Kur'ân ferman eder. ”

Burada konu ise, ihya edilmek… Yani ölümünden sonra diriltilmek veya çekirdek ve yumurta halinde olan bir şeyin ilk kez ağaç veya bir canlı şeklinde diriltilmesidir. Bu konuda Yasin sûresi 78-79. âyetler “ İnsan ölüp kemikleri çürüyünce insanı kim diriltebilir, diye meydana okuyan müşrike hitaben ‘ De ki, onu ilk kez kim topraktan diri olarak yaratan ve çıkartan kim ise ikinci kez da o yaratacak ve hayatlandıracaktır. O, bütün yaratma şekillerini ve modellerini bilir ’ ” der. Nasıl yer çekimi denilen kanunla her nesne nerede olursa olsun küre-i arz tarafından kendine doğru çekiliyor. Her cisim kendine has bir muhataplıkla çekim kanununa tabidir. Aynen öyle de kâinatın tamamında bir ihya kanunu var. 
Her bir sinek bu kanunla diriltildiği gibi, her bir çınar ağacı ve bütün ağaçlar da o kanunla diriltilir; 
Bütün otlar ve çiçekler o kanunla diriltildiği gibi bütün kuşlar ve yumurtalar da o kanunla diriltilir; 
Bütün cinler o kanunla hayatlandırıldıkları gibi bütün insanlar da o kanunla diriltilirler; 
Uyku ölümün kardeşi olması sırrınca uyumakla ölen her insan, hayvan ve bitki aynı ihya kanunuyla diriltilirler; 
Yeryüzü kışın ölüp baharın yağmur sularıyla diriltildiği gibi mahşer günü de rahmet-i İlahi yağmuruyla aynı kanunla bütün ölüler diriltilirler; 
Ölmüş ve manevi açıdan kurumuş toplumlar ve fıtratlar nebilerin getirdiği imanla diriltildiği gibi sosyal açıdan kıyameti yaşamış ve darmadağın olmuş toplumlar, medeniyetler ve ahlaklar, resuller ve ülü’l-azm resuller eliyle diriltilirler; 
Ölmüş kalpler mürşidlerin elinde diriltildiği gibi kurumuş akıllar âlimlerin, kararmış ruhlar ise üstad-ı kudsi-yi nuranilerin ellerinde diriltilirler. 
Dünya ve içindekiler böyle külli bir kanunla diriltildikleri gibi Cennet ehli ebedî feyizlerle, nurlarla devamlı diriltilirler.
Cennet ehli ihya edildikler ve diriliklerine dirilik katıldığı gibi ebedî saadet ehli rüyetullah ile diriliğin mertebelerinde yol alarak ebedî ve sermedi ihyaya erişirler. 
Mahlukat ve dünya fanilik zindanı ve ölümlülük prangasından kıyametle kurtularak taşı-toprağı ile diri olan Âhiret şeklinde ebedî diriliğe erişirler. “ Dünya hayatı oyun ve eğlencedir. Âhiret ise yeminle derim, her şeyiyle diri olan yerdir. ”  Din, insanı diriliğe çağırır. Ölüler ve ölü kalmak isteyenler dine kulak vermezler. Çürümekten muzdarip olan, kendini yokluk ejderhasına yem olarak hisseden ve günden güne manasızlaşmakla ruhunun ezilmesinden kurtulmak isteyenler şu âyeti duyarlar: “ Allah ve resulü sizi, sizi ihya edecek işlere çağırdığında onlara icabet edin ve etmekte istekli olun. ”  
    Burada Esma-yı Hüsna Muhyi’dir. Ölü maddeyi, hayat ile dirilten O’dur. Manası bilinmemekle manen ölü sayılan âlemleri zişuur olan insan ve cinlerle manen ihya eden O’dur. Şuur sahibi olarak yaratılan fakat şuursuzca tavırlarıyla kendilerini manen ve maddeten öldüren cinleri ve insanları, nebiler ve resuller, kitaplar ve vahiyler göndererek dirilten O’dur. Dindarlıkları maddeciliğin ve nefislerinin baskısı altında ölmeye yüz tutan ümmetleri “ müceddid ” denilen ihya edicilerle dirilten O’dur. Hayatın kıymetini kavrattırıp hayatı iman ile ihya eden, islam ile iman çekirdeğini ihya eden, ihsan ile islam ağacını meyve verdirmekle ihya eden O’dur. Ona iman edenlerin bâki istidad ve ruhlarını, Cennet ve Ebedî Saadet ile ebedî ihya eden O’dur. Hayatın muazzam hakikatini ve Kâbe gibi konumunu kavrattırarak hayatı maddi ve manevi nimetlerle, zevk ve lezzetlerle bezeyen ve Kendi Hayat-ı Mukaddese’sine o fani hayatları bağlayarak hizmetkarı kılan ve o küçücük hayatları Kendi hayat-ı zâtiyesine ayna kılan O’dur. Zâtî ve mutlak bir hayatla yaşayan O’dur. Her şeyi yşatan O’dur. Yaşatmak isteyen O’dur. Yaşamayı sevdiren O’dur.

Üstad burada Rububiyete dair bazı Esma-yı Hüsna’yı ve onların külli tecellilerini dünya ve Âhireti içine alacak şekilde anlattı. Cevşen’deki bütün isimlerin bu şekilde en küçükten en büyüğe, bir ferdden bütün türlere kadar dar ve geniş çaplı, farklı surette ve tarzda tecellileri var. Bütün bu fiillerin aynı anda aynı el tarafından, bizim zerrelerimiz ve bedenimizden bütün zerrelere-bedenlere-cisimlere-dirilere-âlemlere kadar tecellilerini birden hayal gözümüzün önüne getirdiğimizde Rububiyetin sırrını görüebiliriz. Rububiyetin sırrı, Hâkimiyet’tir. Yani her şey Allah’ın Rububiyet avucunda, Onun kontrolü ve Hâkimiyeti altındadır. Onun iradesi olmadan Dünya ve Âhiret âlemlerinde, madde ve mana dünyalarında hiçbir şey olamaz. Her şey Onun terbiyesinden gelir; celal de gelse, ikram da gelse, lütuf da olsa kahır da olsa… Bu noktada Niyazi-i Mısrî Hz.leri şöyle der:    
 Lütf u kahrı şey’-i vâhid bilmeyen çekti azap Ol azaptan kurtulan olur sultan anlar bizi ( Lütuf ve kahrı tek bir şey olarak bilmeyen azap çeker. Bu ikisini aynı şey gören kişi azaptan kurtularak bir manevi sultan olur. Sultan olunca ancak Bizi anlar. )

İlâhî İcraatlar ve Temel Hakikatler Bediüzzaman tevhid delillerine şöyle devam ediyor: “ Bunlar gibi çok kavânin-i rububiyet vardır ki, zerreden tâ mecmu-u âleme kadar cereyan ediyor. İşte, faaliyet-i rububiyetin içindeki şu kanunların azametine bak ve genişliğine dikkat et ve içindeki sırr-ı vahdeti gör, herbir kanun bir burhan-ı vahdet olduğunu bil. Evet, şu çok kesretli ve çok azametli kanunlar, herbiri ilim ve iradenin cilvesi olmakla beraber, hem vâhid, hem muhît olduğu için, Sâniin vahdâniyetini ve ilim ve iradesini gayet kat'î bir surette ispat ederler. ”

Kanunlar, Allah’ın ilim ve iradesi sıfatlarının eseridir. Bu manada sünnetullah, Allah’ın hikmetidir. Sünnetullah ve kanunlar ile Allah nesneleri belirli nizam ve intizam, sebep-sonuç bağı altına alır. Mesela “ Bir şeyi itersen gider, çekersen gelir ” bu bir sünnetullah ve nizamdır. Asla itilen şey gelmez, çekilen şey ise gitmez. Bu sebep-sonuç bağı her şeyi hükmü altına alacak şekilde olunca kanun oluyor. Başta denilmişti ki, insanların koydukları kanun sadece insanlara hükmederken Allah’ın koyduğu kanun zerrelerden bütün kâinata kadardır. 
Mesela “ Küllü şey’in hâlikün illa vechehu ”  ( Her şey ve nesne helak olucudur. Allah için olan yönü hariç… ) Bu âyetteki “ helak ” kelimesi, bir şeyin gücünün tükenmesi demektir. Yani kudretin onun üzerindeki görünüşünün günden güne azalmasıdır. Bizim maddemiz, kudret-i İlahinin tecellisidir. Eskime, yıpranma, paslanma ve çürüme nesnelerdeki kudretin tükenişidir. Bu helak ( tükeniş ) kanunu canlılarda da geçerlidir. Acıkmak, hali kalmamak, gözünün feri gitmek hep bir tükeniştir. Toplumların çöküşü, bir tükeniştir. Kur’an Hz. Yusuf’un (AS) hastalanarak vefat etmesine “ helak ( tükeniş ) ” diyor.  Ayetin de ifade ettiği üzere helak bir kanundur. Allah’ın bir ismi “ Mühlik ” tir. Canlı-cansız, küçük-büyük her şey bu İlahî kanuna tabidir. Fakat yerçekimi kanunu gibi bu kanun da her nesneye ve canlıya özel olarak tecelli eder. Canlılar için ecel, helak kanununun kendi hükmünü icra etmesidir. Ortalama ömür o canlı türündeki yaşama süresinin ortalamasını verir. Fakat bazıları 15 yaşında helak olur; bazısı 45, bazısı 75… Bazısı kanserden, bazısı diyabetten, bazısı veremden, bazısı ishalden, bazısı zatürreeden… Fakat günden güne o beden erir. Bir gün gelir, ruh kuşu ten kafesinden uçar. Bu kanun yıldızları de günden güne öldürür. Devletleri de öldürür. Milletleri de… Kaç milletin nesli kesildi! Kaç medeniyetin dili unutuldu! Kaç semavi dinin mensubu kalmadı! Bütün bunlar gösterir ki, helak bir kanun olup yaratılmış her şeyi hükmü altına alan bir kanundur. Ayet diyor ki, “ Bu kanun senin cismin ve cismaniyetin için de geçerlidir. ” Eğer Onun rızasına, teveccühüne bakan yönü elde etmezsen bu tükenişle bitecek ve acılarda boğulacaksın. Fakat Onun Zâtına odaklanır, Onun rızasına kilitlenirsen ve Ona göre yaşarsan o vakit başkasının tükendiği yerde sen yeni bir yapılanmaya ve dirilişe geçersin. Firavunun bittiği ve tükendiği yerde Musa (AS) ve ümmeti dirilişe geçtikleri gibi… Çünkü Allah’a bakan yönü buldu ve bildiler. Ona göre yaşadılar.

Temsiller, Külliyet ve Zaman-Üstülük

Said Nursi temsil ve misallerle meseleleri anlatmasını şu şekilde açar: “ İşte, ekser Sözlerde ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; burhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer burhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir. ”
Burası mühim bir konu... Kur’anda, Hadislerde ve Risale-i Nur Külliyatındaki temsillerle meseleleri anlatmanın mantığını veriyor. Temsil, hakikatleri yaşanan veya yaşanabilir şeyler üzerinde anlatma ve göstermedir. Fakat yaşanmışlarda göstermek en etkili olanıdır. Bu açıdan Kur’an yaşanmışlardan temsiller yapıyor. Bütün peygamber kıssaları ve sosyal hayat içinde devamlı karşılaşılan ve yaşanan misaller kişinin gözünün önüne hakikati getirmenin en kısa yoludur. Bu şekilde değil akıl, göz bile hakikati görebilecek hale gelir. Yaşanan şeyler ve özellikle peygamber kıssaları herkesin çeşitli suretlerde yaşadığı vakaların birer şablonu olur. Çünkü hayatın olduğu yerde cüz’î-küllî meselesi gündeme girer. Birey ve tür gibi… Külliyetin olduğu yerde tarihsellik ortadan kalkar. Hayat, hakikatin kendini ifade ettiği külliyet tarlasıdır. Madde ve vücudda, zamana bağlılık vardır. Fakat hayatta, İbn-i Haldun’un vurguladığı gibi, periyodisite söz konusudur. Hayat bu manada, zamanın ruhudur. Zaman da hayat gibi, daireseldir. Aynı şartlarla karşılaşınca aynı veya benzer sonucu verir. Bu noktada farklı zamanlarda yaşanan özü aynı hadiseler, aynı ruhu taşıyan farklı kişiler gibi olurlar. Ahmed, Mehmed, Ali, Hamza farklı kişiler olsa da hepsi insanlık denilen külli ruhu taşıyorlar. 
Bu noktada diyebiliriz ki kardeşlerinden zarar görüp farklı memlekette yaşamaya mecbur olan her insan Yusuf (AS) ruhunu o hadisede taşıyor demektir. O konuda rehberi de Hz. Yusuf (AS) olur. Ailesince terk edilen, cami içinde kundağıyla zaman nehrinin akışına bırakılan ve yetiştirme yurduna verilen her çocuk da Hz. Musa (AS) ruhunu taşıyor demektir. Temsiller bu manada bütün zamanlarda, bütün toplumlarda meydana gelen bu külli vakaların ve insanlığın realitesi olan işlerin birer canlı modelidir. Bunların temsilcisi olan kişi ve yaşadığı vaka ise o konunun prototipi oluyor. Ya da dini tabirle “ nümune-i evvel ” i…
Bu usul tevhidi ispat yöntemleri içinde en güçlülerinden birisidir. Çünkü kişiye hakikati hem bulduruyor, hem de hayat içinde o hakikat nasıl görünür onu da ispat ediyor. Doğrudan doğruya kişiyi “ ehl-i hakikat ” ve “ ehl-i hakk ” yapıyor. Bu metod Kur’anın bir mucizelik yönüdür. Mevlana Celâleddin-i Rûmî Hz. leri de Kur’anın bu cephesini ders aldığı için Mesnevi-i Şerif kitabında meseleleri temsillerle anlatmış. Bu yönüyle asırlardır insanlara rehberlik yapıyor.
Mantık bilimi tabiri olan bürhan ve hüccet, ispat yöntemi olarak kullanılırlar. 
Bürhan, kıyaslama tarzıyla bir meseleyi ispat etmenin en güçlü yoluna verilen isimdir.

Hüccet ise, bir konuya dair yapılan haritavari araştırma ve bağlantıları kurma sonucu yapılan ispatlama tarzıdır.  Bürhan, hüccetten daha güçlüdür. Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsil metodu bürhan seviyesinde bir ispat tarzıdır. Ki, Kur’andan ders alınmıştır.

Üstad’ın Külliyatta kullandığı temsiller hep bu akış ve ispat üzere gidiyor. Yaşanan hayattan misaller verdiği için kimse reddedemiyor. Ayrıca o temsillerin dayandığı hakikatleri, hakikatlerin zaman-üstü ve baki oluşunu gösterdiğinden ebedî Âhiretin de kapısı oluyorlar. Temsil konusu hakkında Bediüzzaman bir sual üzere şöyle cevap verir:

“ Benden sual ediyorsun: "Neden senin Kur'ân'dan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nadiren bulunur? Bazan bir satırda bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede bir kitap kadar tesir bulunuyor."
Elcevap (güzel bir cevaptır): Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a (Kur’anın mucizeliğine) ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ (çekinmeden) derim:
Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü, yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir.  Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehâdettir, şuhuddur. Taklid değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye ( imanın temelleri ) mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i fenniye ( fenlerden gelen sapkınlık ) elini esâsâta ve erkâna ( dinî ana konulara ) uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'câzından olan temsilâtından bir şulesini   ( alevini ), acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti.
Felillâhilhamd ( Allah’a hamd olsun ki ), sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle ( birlik cihetiyle ), en dağınık meseleler toplattırıldı. 

Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike ( hakikatlere ) kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye ( gaybî hakikatlere ), esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i imanî ( imanî kesinlik ) hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim( kurgu gücü ) ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Elhasıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa, ancak temsilât-ı Kur'âniyenin lemeâtındandır ( parıltılarındandır). Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, devâ Kur'ân'ındır. ”  

DİPNOTLAR;

1 İbrahim sûresi, 48.
2 Hadis-i şerifin kaynağı ve tam metni şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet’te bir çarşı vardır. 
   Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın sûretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o sûrete girer. ’ 
   ” (Tirmizî, Cennet 15).
3  Mektubat, 24. Mektub, 2. Makam, Mukaddime, 1. Mebhas.
4  Rahman suresi, 29.
5  Tirmizî, Daavât 149, (3607, 3608).
6  " Şüphesiz ki, Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek hir müceddid gönderecektir. " (Ebu Davud, Melahim, 1).
7  Hadisin tam metni  ve kaynağı şu şekilde: “ Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: ‘ Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya 
    gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da  güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları: 
     -‘Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!’ derler. Erkekler de: 
     -‘Sizler de, Allah’a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!’ derler. ” (Müslim, Cennet 13).
8  Ankebut suresi, 64. 
9  Enfal suresi, 24.
10  Kasas suresi, 88.
11  Mü’min suresi, 34.
12  Said Nursi’nin burada kullandığı tasavvur ve tasdik tabirleri dimağda ilmin mertebelerine verilen mantık bilimi tabirleridir. İlmin mertebelerini ve onlardan çıkan ruh hallerini Said Nursi şöyle sınıflandırır: “ Dimağda merâtib (mertebeler) var birbiriyle mültebis (karıştırılmış), ahkâmları muhtelif… Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul (akıl yürütme), sonra tasdik ediyor, sonra iz’an oluyor, sonra gelir iltizâm (hakka taraftarlık), sonra îtikad gelir. İtikadın başkadır, iltizâmın başkadır. Her birinden çıkar bir hâlet (ruh hali): Salâbet (kemikleşmiş bilinç) îtikaddan, taassub ( duygularıyla taraftarlık) iltizâmdan, imtisâl ( hakikati yaşamakla örnekleşme) iz’andan, tasdikten iltizâm (hakikate taraftarlık), taakkulde bîtaraf, bîbehre ( hissesiz) tasavvurda, tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine (kaynaşmasına) eğer olmaz muktedir. 

Bâtıl şeyleri güzel tasvir  etmek, her demde, sâfi olan zihinleri cerhdir ( yaralamadır ), hem idlâli ( saptırılması )... ” 

     ( Sözler, Lemeat, Dimağda Merâtib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise )
13 Barla Lahikası, Mahrem Bir Suale Cevaptır.

Erdem AKÇA

***