ÇUVALLAMA,
Hüseyin
Mümtaz
Yukarıdaki
başlık, “Patlıcan Oturtma” ya da “Kuzu Kapama” benzeri çok sevilen bir tür
Türk yemeğinin adı değildir.
Yukarıdaki
başlık; tarih, coğrafya ve Türk toplumunun gerçeklerine sırt çevirdiği için
59’uncu Cumhuriyet Hükümeti’nin 2003 ilkbaharında içine düştüğü perişan
çaresizliği aksettiren ruh halinin fotoğraf alt yazısıdır.
Ulusal
güçleri “dışarıdan kuşatmak” için 2002 3 Kasımı’nın hemen ertesinde önce
batıya, özellikle de ABD’ye kendini tanıtmak endişesi taşıyan Akepe Genel
Başkanı, derhal kabul edildiği Beyaz Saray’da mesai saatleri içinde Bush ile
tanıksız-tutanaksız; mesai saatleri dışında da “Amerikan yetkilileri ile”
Emperyal Otel köşelerinde gizli kapaklı yaptığı görüşmelerin hesap
pusulalarının bu sefer 2003 ilkbaharında 59’uncu hükümetin başı olduktan
sonra önüne çıkarılmasının izahını yapmaya çalışmanın telaşı içinde.
ABD-Akepe
koalisyonunun; Türk askerinin etkisizleştirilmesi için kendilerine göre hayli
nedenleri vardır.
ABD; Türk
toplumundaki tarihi-örfi-ahlaki etkinliği en fazla kurum olan askerin
itibarını azaltmak-kemirmek istemektedir. Çünkü ancak öylelikle
Ege-Irak-Kıbrıs-İran-Azerbaycan’da istediği gibi at koşturabilecektir.
Akepe’nin
ise toplumu, ulus kültüründen cemaat kültür seviyesine indirebilmesi için
aynı şekilde askerin toplum içindeki hareket kabiliyetinin son derece
kısıtlanmasına ihtiyacı vardır.
ABD ve
Akepe hedefte birleşmektedirler.
Akepe
iktidarının askeri çok kritik iki olayda yalnız bıraktığının farkında
mısınız?
Önce
hatırlayacaksınız Yunanistan, Selânik’teki AB Zirvesi arifesinde AB üyelerini
etkileyebilmek için Ege’de bir “it dalaşı” senaryosu yazdı, Türk savaş
uçaklarının Yunan hükümranlık sahasını defalarca ihlâl ettiğini, hâttâ sivil
yolcu uçaklarını bile tâciz ettiklerini duyurdu. Türkiye’ye “nota” verdi.
Bu “ucuz”
nota nedense 11 askerin başına çuval geçirilince “ciddi” bir iş oldu, bir
türlü verilemedi.
Yunan
iddiaları karşısında 59’uncu Hükümet ısrarla sustu. Uyumu bozmamak için
suskunluğunu özenle korudu.
Bir hafta
kadar beklendikten sonra, gereken açıklama Genelkurmay tarafından yapıldı,
“Yunan iddiaları yalandır” denildi.
Yunan
Hükümetinin muhatabının Türk Genelkurmayı mı olması gerekirdi?
Süleymaniye
olayında da “Korgeneraller Komisyonu”nun açıklaması nedense yine Genelkurmay
tarafından yapıldı.
Türkiye’nin
başına çuval geçirilen, el ve ayakları kelepçelenen bir olayda konuyu
hükümetin sahiplenmesi gerekmez miydi?
Üstelik
Genelkurmay açıklamayı yaptığı saatlerde daha Amerika’dan onay gelmemişti.
Nedeni, kimsenin inanmadığı saat farkı mazereti ile izah edildi.
Halbuki
onay değil ama Rumsfeld’in mektubu gelmişti.
Parti
Genel Başkanı iken Bush ile gayet samimi “hasbıhal” edebilen Başbakanın
karşısına kriz ânında nedense ve tam 50 saat sonra Başkan Yardımcısı
çıkıyordu.
Korgeneraller
Komisyonu daha açıklamasını yapmadan bu sefer Savunma Bakanı Rumsfeld,
“Bush’un talimatı ile” Başbakan’a mektup yazıyordu.
Halbuki
Başbakan; 9’uncu Cumhurbaşkanı’nın “Neden Cheney ile görüştü?” eleştirisini;
“Demirel karıştırıyor, bizde başkanlık sistemi yok. Benim muhatabım Başkan
Yardımcısıdır” açıklaması ile karşılıyordu.
Peki
Başbakan, kendisine mektubu Cheney’in değil de Rumsfeld’in yazmasını nasıl
izah edecek?
Rumsfeldin
muhatabı Vecdi Gönül değil mi, yoksa Amerika Türkiye’nin Başbakanı’nı kendi
bakanı seviyesinde mi görüyor?
Peki
seviyede bu kadar irtifa kaybı ve bunca istiskalden sonra Gül’ün ısrarla
Amerika’ya gitmek istemesi ne demektir?
Genelkurmay
da açıklama yapmak için 1. Amerika’nın onayını; 2. 59’uncu hükümetin, belki
de açıklamaya etki edecek Rumsfeld mektubunu hazmetmesini beklemiyor.
Akepe her
iki olayda da Genelkurmayı yabancı devlet organlarıyla karşı karşıya
getirmiş, yalnız bırakmıştır.
İki amacı
olabilir.
1. “Bak
asker bizi aşıyor, kendi başına iş yapıyor, Türk demokrasisinde asker
vesayeti var” demek:
2. Aradan
çekilip askeri Batı, ama özellikle ABD ile karşı karşıya getirmek.
Asker hem
kendisine yetkili hükümet tarafından gerektiği gibi sahip çıkılmamasının, hem
% 34 oyla tek başına iktidar-hâttâ anayasal çoğunluğa sahip olan hükümetin değiştiğini
ifade ettiği dini-milli görüş çizgisindeki düşünce yapısının rahatsızlığını
yaşıyor.
Üstelik bu
oy çoğunluğundaki bir hükümetle de gemiyi batırmadan yüzdürebilme işbirliğini
gösterme açmazını hissediyor.
Yıpranıyor,
direnek noktaları iç ve dış baskılar sonucu teker teker elinden alınıyor.
Karen
Fogg-Bush çocukları da alkış tutuyor. Fakat çaresizliğin anlamı yoktur.
MGK’nın da
başına son uyum paketi ile, eski bir İstanbul Büyükşehir Belediye çalışanının
getirilmesi yolunun açılmasından ve bu kompozisyondaki bir Meclis tarafından
Cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra;
Yâni
Cumhuriyetin en önemli dört makamının; Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı,
Başbakanlık, MGK Genel Sekreterliği koltuklarının Akepe’liler tarafından
doldurulmasından sonra neyi koruyup-kollayacaksınız?
Hadi şimdi
Ata uçağının karşılandığı yer kamusal alan mı değil mi tartışması
yapıyorsunuz; ondan sonra Cumhurbaşkanı’nı da mı karşılamayacaksınız?
Protesto
edebildiğiniz bir 23 Nisan resepsiyonu vardı, sıra 30 Ağustos’lara, 29 Ekim
Cumhuriyet balo’larına gelince ne yapacaksınız?
“Milli”
günlerin hepsini şalvarlı-haşemalı-türbanlı “milli görüşçülere” mi terk
edeceksiniz?
Cumhuriyet
yalnız alkışla olmaz.
Yalnız
alkışla ve yerli yersiz 10’uncu yıl marşını söylemekle de olmaz.
Marş
ağızla değil, yürekle söylenir.
Türkçülük
de sadece Cumhuriyete sahip çıkıp öncesini yok farz etmek değildir.
Daha
öncesini bir kenara koyarak-görmezden gelerek-vazgeçerek veya külliyen
reddedip sadece Cumhuriyete sahip çıkmakla Türkçülük yapılmaz.
Ağaç
kovuğundan çıkmadıysak eğer; eğer bu coğrafyaya 80 yıl önce paraşütle
indiğimizi düşünmüyorsak; sadece sefasına değil, geçmişin cefasına, vefasına,
yenilgisine de sahip çıkmalıyız.
Çünkü
Cumhuriyet kuşağı Türkler, bu gün bu coğrafyada sırat köprüsünü geçerken,
ateşle 80 yıl sonra tekrar sınanırken sadece son 80 yılın değil, sadece
Cumhuriyetin değil, 6000 yıllık bir geçmişin mirasını yaşamaktadır.
Cumhuriyet;
Lozan’da kapitülâsyonları kaldırırken yüklendiği Osmanlı Düyunu Umumiye
Borçlarını 25 Mayıs 1954’te tamamen ödeyerek bitirmişti.
Cumhuriyet,
İmparatorluğun vârisi idi ki bu borçları üstlenmişti. Bu borçları eski
imparatorluk ahalisi olan diğer 26 devlet değil Türkiye Cumhuriyeti
üstlenmişti.
Miras
sadece alacak veya borç para ile ölçülmez. Boğazımıza şimdi sarılan AB/ABD
elleri 100 yıl önceki sömürgecilerin “çağcıllaşan” küresel üslûplarıdır.
Ama siz de
imparatorluğun, bugünkü Yunanistan-Romanya-Bulgaristan-Irak-Kıbrıs ve
Suriye’ye intikal eden Türk nüfusu ile; Kafkaslar ve İran’daki imparatorluk
öncesi Türk nüfusuna arkanızı dönerek bu günün politikalarına yön
veremezsiniz.
Tarih
eteğimize yapışmış, geleceğimizi çiziyor farkında değil misiniz?
Türkiye
bugün eğer sırat köprüsünden geçiyorsa tarihin dinamiklerini yeterince
değerlendiremediğinden; 80 yıl sonra tekrar ateşle sınava giriyorsa tarih ve
coğrafyayı gözardı ettiğindendir.
İmparatorluktan
Cumhuriyete geçiş bir üst yapı devrimidir. Ulus devlet, jakoben bir
yaklaşımla kurulmuştur.
Devrimin
dinamik gücü, imparatorluk harbiye, tıbbiye, mülkiyesinin mezunu sivil ve
asker bürokratlar idi.
Hep ve
daima yürekten söylenegelmiş olan Harbiye Marşı; “kanla, irfanla kurduk biz
bu Cumhuriyeti” demektedir.
Sadece
kanla değil, irfanla da..
Ve;
“cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız-koruyucusuyuz” diye de devam
etmektedir.
Yoksa
Harbiye Marşı’nın söylenemeyeceği, söylense bile bu mısraların
atlanacağı-sansür edileceği günlere mi geliyoruz?
“Cumhuriyeti
kuran parti”nin hâlinden sual edecek olursanız;
Milletvekili
Zülfü Livaneli, Rum tarafında Farandouri ile beraber barış konseri veriyor.
Milletvekili Muharrem Doğan, Naomi’yi Mardin Fahri Konsolosu ilan ediyor. Milletvekili
Sinan Yerlikaya MED-TV’de “Dersim Parlamenteri” altyazısı ile demeç veriyor.
Kanla-irfanla
kurulan “Cumhuriyet”; Türk’ün hâkim olduğu, Türkçülük ideolojisinin baskın
olduğu bir “ulus devlet”tir.
İmparatorluklarda
mozaik-azınlıklar olur. Fakat ulus-devletlerde ne mozaikten, ne de azınlıktan
söz edemezsiniz..
Ederseniz,
modern emperyalist(harici bedhahlar)lere hizmet eden bölücüler, “dahili
bedhahlar” olursunuz.
Devleti
kuran asker-sivil bürokratların sivil kısmı zamanla siyaset-tarikat-sermaye
üçgenine teslim olarak Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini askere terk
etmiş, sadece askerin omuzlarına yıkmıştır.
İşte
ABD-Akepe koalisyonunun halledilmesi gereken öncelikli işler listesinin en
başında onun için asker vardır.
MGK,
bilmem kaçıncı uyum paketi ile onun için sulandırılmaktadır. Halbuki bizim,
boynumuzda kırılacak zincirlerimizden başka kaybedecek çok şeyimiz vardır.
Tek
kutuplu, Washington merkezli yeni küresel bakışın dayattığı
İsrail-Kürdistan-Ermenistan eksenli Ortadoğu-Kafkasya düzeninin tekerine
çomak ancak; önce Tuncer Kılınç, arkadan Hilmi Özkök Paşaların bahsettiği
Avrasya sentezi ile sokulur. Bunun yolu da kuzeyden saat yelkovanı
istikametinde Gürcistan-Azerbaycan-Türkiye-İran-Suriye-KKTC birlikteliğinden
geçer.
Kimse
Hurşit Tolon Paşa’nın seslendirdiği “Bize nasıl bilgi verilmedi? Türk askeri
cani mi? Benzeri görülmemiş iğrenç bir olay” ve Özkök Paşa’nın: “Bu olay
Türk-ABD ilişkilerinde ve iki ülke silahlı kuvvetleri arasındaki en büyük
güven bunalımını yaratmış ve bir krize dönüşmüştür. Türkiye ve ABD’nin
ilişkileri kadar önemli olan bir şey daha vardır, milli onur ve TSK’nın
onuru...” sözleriyle ifade bulan tepkilerin; “Korgeneraller komisyonu”nun
sade suya tirit açıklaması ile ve bunu, Rumsfeld’in mektubu sonucunda
sindirerek yeterli bulduğu anlaşılan 59’uncu hükümetin ısrarla sergilemekte
olduğu “ılımlı-uyumlu” yaklaşım ile durulacağını zannetmemelidir.
Sakın
Genelkurmay, komisyon raporunu; ABD ve Akepe tarafından daha da
yumuşatılacağı düşüncesiyle “erken” açıklamış olmasın?
Türk-ABD
“dostluğunun” arasına her şeye rağmen “virüs” sokulmasını istemeyenler var
da!..
|
..