Hüseyin Mümtaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüseyin Mümtaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2015 Pazartesi

ÇUVALLAMA,



ÇUVALLAMA,




Hüseyin Mümtaz


Yukarıdaki başlık, “Patlıcan Oturtma” ya da “Kuzu Kapama” benzeri çok sevilen bir tür Türk yemeğinin adı değildir.
Yukarıdaki başlık; tarih, coğrafya ve Türk toplumunun gerçeklerine sırt çevirdiği için 59’uncu Cumhuriyet Hükümeti’nin 2003 ilkbaharında içine düştüğü perişan çaresizliği aksettiren ruh halinin fotoğraf alt yazısıdır.
Ulusal güçleri “dışarıdan kuşatmak” için 2002 3 Kasımı’nın hemen ertesinde önce batıya, özellikle de ABD’ye kendini tanıtmak endişesi taşıyan Akepe Genel Başkanı, derhal kabul edildiği Beyaz Saray’da mesai saatleri içinde Bush ile tanıksız-tutanaksız; mesai saatleri dışında da “Amerikan yetkilileri ile” Emperyal Otel köşelerinde gizli kapaklı yaptığı görüşmelerin hesap pusulalarının bu sefer 2003 ilkbaharında 59’uncu hükümetin başı olduktan sonra önüne çıkarılmasının izahını yapmaya çalışmanın telaşı içinde.
ABD-Akepe koalisyonunun; Türk askerinin etkisizleştirilmesi için kendilerine göre hayli nedenleri vardır.
ABD; Türk toplumundaki tarihi-örfi-ahlaki etkinliği en fazla kurum olan askerin itibarını azaltmak-kemirmek istemektedir. Çünkü ancak öylelikle Ege-Irak-Kıbrıs-İran-Azerbaycan’da istediği gibi at koşturabilecektir.
Akepe’nin ise toplumu, ulus kültüründen cemaat kültür seviyesine indirebilmesi için aynı şekilde askerin toplum içindeki hareket kabiliyetinin son derece kısıtlanmasına ihtiyacı vardır.
ABD ve Akepe hedefte birleşmektedirler.
Akepe iktidarının askeri çok kritik iki olayda yalnız bıraktığının farkında mısınız?
Önce hatırlayacaksınız Yunanistan, Selânik’teki AB Zirvesi arifesinde AB üyelerini etkileyebilmek için Ege’de bir “it dalaşı” senaryosu yazdı, Türk savaş uçaklarının Yunan hükümranlık sahasını defalarca ihlâl ettiğini, hâttâ sivil yolcu uçaklarını bile tâciz ettiklerini duyurdu. Türkiye’ye “nota” verdi.
Bu “ucuz” nota nedense 11 askerin başına çuval geçirilince “ciddi” bir iş oldu, bir türlü verilemedi.
Yunan iddiaları karşısında 59’uncu Hükümet ısrarla sustu. Uyumu bozmamak için suskunluğunu özenle korudu.
Bir hafta kadar beklendikten sonra, gereken açıklama Genelkurmay tarafından yapıldı, “Yunan iddiaları yalandır” denildi.
Yunan Hükümetinin muhatabının Türk Genelkurmayı mı olması gerekirdi?
Süleymaniye olayında da “Korgeneraller Komisyonu”nun açıklaması nedense yine Genelkurmay tarafından yapıldı.
Türkiye’nin başına çuval geçirilen, el ve ayakları kelepçelenen bir olayda konuyu hükümetin sahiplenmesi gerekmez miydi?
Üstelik Genelkurmay açıklamayı yaptığı saatlerde daha Amerika’dan onay gelmemişti. Nedeni, kimsenin inanmadığı saat farkı mazereti ile izah edildi.
Halbuki onay değil ama Rumsfeld’in mektubu gelmişti.
Parti Genel Başkanı iken Bush ile gayet samimi “hasbıhal” edebilen Başbakanın karşısına kriz ânında nedense ve tam 50 saat sonra Başkan Yardımcısı çıkıyordu.
Korgeneraller Komisyonu daha açıklamasını yapmadan bu sefer Savunma Bakanı Rumsfeld, “Bush’un talimatı ile” Başbakan’a mektup yazıyordu.
Halbuki Başbakan; 9’uncu Cumhurbaşkanı’nın “Neden Cheney ile görüştü?” eleştirisini; “Demirel karıştırıyor, bizde başkanlık sistemi yok. Benim muhatabım Başkan Yardımcısıdır” açıklaması ile karşılıyordu.
Peki Başbakan, kendisine mektubu Cheney’in değil de Rumsfeld’in yazmasını nasıl izah edecek?
Rumsfeldin muhatabı Vecdi Gönül değil mi, yoksa Amerika Türkiye’nin Başbakanı’nı kendi bakanı seviyesinde mi görüyor?
Peki seviyede bu kadar irtifa kaybı ve bunca istiskalden sonra Gül’ün ısrarla Amerika’ya gitmek istemesi ne demektir?
Genelkurmay da açıklama yapmak için 1. Amerika’nın onayını; 2. 59’uncu hükümetin, belki de açıklamaya etki edecek Rumsfeld mektubunu hazmetmesini beklemiyor.
Akepe her iki olayda da Genelkurmayı yabancı devlet organlarıyla karşı karşıya getirmiş, yalnız bırakmıştır.
İki amacı olabilir.
1. “Bak asker bizi aşıyor, kendi başına iş yapıyor, Türk demokrasisinde asker vesayeti var” demek:
2. Aradan çekilip askeri Batı, ama özellikle ABD ile karşı karşıya getirmek.
Asker hem kendisine yetkili hükümet tarafından gerektiği gibi sahip çıkılmamasının, hem % 34 oyla tek başına iktidar-hâttâ anayasal çoğunluğa sahip olan hükümetin değiştiğini ifade ettiği dini-milli görüş çizgisindeki düşünce yapısının rahatsızlığını yaşıyor.
Üstelik bu oy çoğunluğundaki bir hükümetle de gemiyi batırmadan yüzdürebilme işbirliğini gösterme açmazını hissediyor.
Yıpranıyor, direnek noktaları iç ve dış baskılar sonucu teker teker elinden alınıyor.
Karen Fogg-Bush çocukları da alkış tutuyor. Fakat çaresizliğin anlamı yoktur.
MGK’nın da başına son uyum paketi ile, eski bir İstanbul Büyükşehir Belediye çalışanının getirilmesi yolunun açılmasından ve bu kompozisyondaki bir Meclis tarafından Cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra;
Yâni Cumhuriyetin en önemli dört makamının; Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı, Başbakanlık, MGK Genel Sekreterliği koltuklarının Akepe’liler tarafından doldurulmasından sonra neyi koruyup-kollayacaksınız?
Hadi şimdi Ata uçağının karşılandığı yer kamusal alan mı değil mi tartışması yapıyorsunuz; ondan sonra Cumhurbaşkanı’nı da mı karşılamayacaksınız?
Protesto edebildiğiniz bir 23 Nisan resepsiyonu vardı, sıra 30 Ağustos’lara, 29 Ekim Cumhuriyet balo’larına gelince ne yapacaksınız?
“Milli” günlerin hepsini şalvarlı-haşemalı-türbanlı “milli görüşçülere” mi terk edeceksiniz?
Cumhuriyet yalnız alkışla olmaz.
Yalnız alkışla ve yerli yersiz 10’uncu yıl marşını söylemekle de olmaz.
Marş ağızla değil, yürekle söylenir.
Türkçülük de sadece Cumhuriyete sahip çıkıp öncesini yok farz etmek değildir.
Daha öncesini bir kenara koyarak-görmezden gelerek-vazgeçerek veya külliyen reddedip sadece Cumhuriyete sahip çıkmakla Türkçülük yapılmaz.
Ağaç kovuğundan çıkmadıysak eğer; eğer bu coğrafyaya 80 yıl önce paraşütle indiğimizi düşünmüyorsak; sadece sefasına değil, geçmişin cefasına, vefasına, yenilgisine de sahip çıkmalıyız.
Çünkü Cumhuriyet kuşağı Türkler, bu gün bu coğrafyada sırat köprüsünü geçerken, ateşle 80 yıl sonra tekrar sınanırken sadece son 80 yılın değil, sadece Cumhuriyetin değil, 6000 yıllık bir geçmişin mirasını yaşamaktadır.
Cumhuriyet; Lozan’da kapitülâsyonları kaldırırken yüklendiği Osmanlı Düyunu Umumiye Borçlarını 25 Mayıs 1954’te tamamen ödeyerek bitirmişti.
Cumhuriyet, İmparatorluğun vârisi idi ki bu borçları üstlenmişti. Bu borçları eski imparatorluk ahalisi olan diğer 26 devlet değil Türkiye Cumhuriyeti üstlenmişti.
Miras sadece alacak veya borç para ile ölçülmez. Boğazımıza şimdi sarılan AB/ABD elleri 100 yıl önceki sömürgecilerin “çağcıllaşan” küresel üslûplarıdır.
Ama siz de imparatorluğun, bugünkü Yunanistan-Romanya-Bulgaristan-Irak-Kıbrıs ve Suriye’ye intikal eden Türk nüfusu ile; Kafkaslar ve İran’daki imparatorluk öncesi Türk nüfusuna arkanızı dönerek bu günün politikalarına yön veremezsiniz.
Tarih eteğimize yapışmış, geleceğimizi çiziyor farkında değil misiniz?
Türkiye bugün eğer sırat köprüsünden geçiyorsa tarihin dinamiklerini yeterince değerlendiremediğinden; 80 yıl sonra tekrar ateşle sınava giriyorsa tarih ve coğrafyayı gözardı ettiğindendir.
İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş bir üst yapı devrimidir. Ulus devlet, jakoben bir yaklaşımla kurulmuştur.
Devrimin dinamik gücü, imparatorluk harbiye, tıbbiye, mülkiyesinin mezunu sivil ve asker bürokratlar idi.
Hep ve daima yürekten söylenegelmiş olan Harbiye Marşı; “kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti” demektedir.
Sadece kanla değil, irfanla da..
Ve; “cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız-koruyucusuyuz” diye de devam etmektedir.
Yoksa Harbiye Marşı’nın söylenemeyeceği, söylense bile bu mısraların atlanacağı-sansür edileceği günlere mi geliyoruz?
“Cumhuriyeti kuran parti”nin hâlinden sual edecek olursanız;
Milletvekili Zülfü Livaneli, Rum tarafında Farandouri ile beraber barış konseri veriyor. Milletvekili Muharrem Doğan, Naomi’yi Mardin Fahri Konsolosu ilan ediyor. Milletvekili Sinan Yerlikaya MED-TV’de “Dersim Parlamenteri” altyazısı ile demeç veriyor.
Kanla-irfanla kurulan “Cumhuriyet”; Türk’ün hâkim olduğu, Türkçülük ideolojisinin baskın olduğu bir “ulus devlet”tir.
İmparatorluklarda mozaik-azınlıklar olur. Fakat ulus-devletlerde ne mozaikten, ne de azınlıktan söz edemezsiniz..
Ederseniz, modern emperyalist(harici bedhahlar)lere hizmet eden bölücüler, “dahili bedhahlar” olursunuz.
Devleti kuran asker-sivil bürokratların sivil kısmı zamanla siyaset-tarikat-sermaye üçgenine teslim olarak Cumhuriyeti koruma ve kollama görevini askere terk etmiş, sadece askerin omuzlarına yıkmıştır.
İşte ABD-Akepe koalisyonunun halledilmesi gereken öncelikli işler listesinin en başında onun için asker vardır.
MGK, bilmem kaçıncı uyum paketi ile onun için sulandırılmaktadır. Halbuki bizim, boynumuzda kırılacak zincirlerimizden başka kaybedecek çok şeyimiz vardır.
Tek kutuplu, Washington merkezli yeni küresel bakışın dayattığı İsrail-Kürdistan-Ermenistan eksenli Ortadoğu-Kafkasya düzeninin tekerine çomak ancak; önce Tuncer Kılınç, arkadan Hilmi Özkök Paşaların bahsettiği Avrasya sentezi ile sokulur. Bunun yolu da kuzeyden saat yelkovanı istikametinde Gürcistan-Azerbaycan-Türkiye-İran-Suriye-KKTC birlikteliğinden geçer.
Kimse Hurşit Tolon Paşa’nın seslendirdiği “Bize nasıl bilgi verilmedi? Türk askeri cani mi? Benzeri görülmemiş iğrenç bir olay” ve Özkök Paşa’nın: “Bu olay Türk-ABD ilişkilerinde ve iki ülke silahlı kuvvetleri arasındaki en büyük güven bunalımını yaratmış ve bir krize dönüşmüştür. Türkiye ve ABD’nin ilişkileri kadar önemli olan bir şey daha vardır, milli onur ve TSK’nın onuru...” sözleriyle ifade bulan tepkilerin; “Korgeneraller komisyonu”nun sade suya tirit açıklaması ile ve bunu, Rumsfeld’in mektubu sonucunda sindirerek yeterli bulduğu anlaşılan 59’uncu hükümetin ısrarla sergilemekte olduğu “ılımlı-uyumlu” yaklaşım ile durulacağını zannetmemelidir.
Sakın Genelkurmay, komisyon raporunu; ABD ve Akepe tarafından daha da yumuşatılacağı düşüncesiyle “erken” açıklamış olmasın?
Türk-ABD “dostluğunun” arasına her şeye rağmen “virüs” sokulmasını istemeyenler var da!..



..