Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2015 Pazar

Atatürkçü Düşünce'nin Bilinmeyen Gücü (Atatürkçü Ekonomi)




Atatürkçü Düşünce'nin Bilinmeyen Gücü (Atatürkçü Ekonomi)




12 Şubat 2000 Cumartesi 

"YENİ  TÜRKİYE  DEVLETİ  TEMELLERİNİ  SÜNGÜ  İLE  DEĞİL,
SÜNGÜNÜN DAHİ DAYANDIĞI İKTİSADİYATLA KURACAKTIR."
Mustafa  Kemal Atatürk


Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20nci asırda Türklük Dünyası başta olmak üzere bütün insanlığa ışık saçmış ve adeta insanlığı iyiye, doğruya ve güzele yönlendirmiştir. Geçen çağa ismini altın harflerle yazdırmıştır. Tutarlı, dengeli ve uygulanabilir düşünce sistemi ile yeni millenyumada damgasını vuracaktır.

Bu büyük insanın her yönü incelenmiş ve fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı EKONOMİK GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI daima ikinci planda tutulmuştur.

Bu husus Atatürk'ten sonra gelen cumhuriyet yönetimlerinin affedilmez bir hatası olarak değerlendirilmektedir. Başlattığı büyük hamleler maalesef kendisinden sonra gelenler tarafından dikkate alınmamıştır. Ülkenin kalkınması için ithal ekonomik sistemler daha çok tercih edilmiştir.

ATATÜRK; tamamen sıfırlanmış bir ekonomiden insangücü, sermaye, bilgi, altyapı ve hiçbir dış destek olmadan ağır sanayiini kurmuş ve planlı kalkınma dönemini başlatmıştır. Enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye yaratmıştır.

Osmanlı'nın Düyun-u Umumiye yönetiminden kalan borçlarınıda ödeyerek çağına göre büyük bir kalkınma hamlesi sağlanmıştır. Atatürk'ün dünyanın bilinen ve uygulanan başlıca ekonomik sistemlerinin dışında Türk milletinin ihtiyaçlarına , istek ve arzularına, milletin kabiliyetlerine uygun olarak yarattığı ekonomik sistem ile geçen asrın en büyük ekonomik mucizesi meydana getirilmiştir.

Kapitalizm ve sosyalizm gibi başlıca ekonomik doktrinler üzerinde bilim adamlarınca binlerce cilt eser verilmiştir. Yıllarca üzerinde çalışılmıştır. Bugün artık kalıplaşarak doktrin haline gelmiş bu gibi sistemler ve bunların pek çok ülkedeki başarılı uygulamaları mevcutken sadece 15 yıllık kısa bir uygulaması olduğu bilinen Atatürkçü Ekonomi 'den ve bu sistemlere üstünlüğünden bahsetmek mümkün olabilir mi ?

Konunun cevabı ilk bakışta olumsuzdur.


Meseleye Atatürk'ün iktidar olduğu 15 yıl içinden değilde ,O'nun içinden yetiştiği Türk Milletinin binlerce yıllık geleneksel ekonomik faaliyetleri açısından bakalım. İşte burada;" nesiller boyu birbirine aktarılarak ve daima kendini yenileyerek sistemleşen ekonomik kültürümüzün Atatürk'ün şahsında en başarılı örneklerini verdiğini" söyleyebiliriz.

Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olmaya özen gösteren atalarımız; bu coğrafi
konumlarının gerekli kıldığı şartları en iyi şekilde değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini herzaman çevrelerine kabul ettirmişlerdir.

Tarihteki Türk Devletlerinin ortak bir vasfıda ; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek çok zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.

Atalarından aldığı ekonomik kültür mirasını çok iyi kullanan Atatürk'ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır.

Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.

Yine dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkeler 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve bilakis lehine çeviren, buhranı takibeden devrede planlı ve proğramlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin bir neticesidir.

Atatürk'ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını kapsar. Mevcut ekonomik durum Birinci İzmir İktisat Kongresinde tesbit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlara tam olarak ulaşılamaz. Gelişmeler sadece tarım kesiminde görülür. Fakat Osmanlı'dan kalan borçlar ödenir.

Atatürk'ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930 -1940 arasındaki ikinci dönemde ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme nisbetle ağırlığın bugün elden çıkarılmaya çalışılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu tamamen kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. 


Bu dönemde ;

DEVLET ÖNCÜLÜĞÜ, DEVLET YATIRIMCILIĞI, DEVLET İŞLETMECİLİĞİ, DEVLETİN TESBİT ETTİĞİ HEDEFLERE EKONOMİNİN YÖNLENDİRİLMESİ gibi hususlar ağırlık kazanır. Fakat bu faaliyetlerin temelinde yine fertlerin topyekün kalkınması ve refah seviyesinin adaletli olarak dağıtılması yatar.

Şimdi Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının daima gözönünde tutulduğu Atatürkün ekonomik görüşlerinin tekniğine inmeden elde edilen sonuçları günümüz Türkiye ekonomisi ile bazı temel alanlarda karşılaştırmak istiyorum.

Batı toplumunun ürünü olan Kapitalizm ve Sosyalizm batı insanının gerçeklerine, ihtiyaç ve kültür yapısına uygun dizayn edilmişlerdir. Nasıl ki montaj sanayii tek başına ülkenin kalkınmasına imkan vermiyorsa, montaj doktrin ve sistemlerin kalkınma modeli olarak kullanılması herzaman yeterli olmayabilir. Oysa Atatürk'ten sonra ülkeyi yönetenlerin ve ekonomiyi yönlendirenlerin gözlerini daima dışarıya çevirdikleri ve çareyiyine yabancı modeller arasında aradıkları bir gerçektir.

Bugün yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur. Edirnede oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve en ücra noktasına ulaşabilmektedir.Malını gönderebilmektedir.

Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.
Ayrıca ellerimizde elektronik çağının bulunmaz nimeti kredi kartlarımız vardır.

Bütün bu olumlu göstergelere rağmen Türkiyenin 2000 Şubatındaki ekonomik seviyesinin Atatürk döneminin çok altında olduğu gerçeği değişmiyor.

*** Atatürk döneminde Dolar ve TL.birbirine eşitti ve hatta lira daha değerliydi. Şimdi paramızın değeri dolar karşısında 560 000 kat düştü. Evlatlarımız benim neslimin 30 sene aralıksız kullandığı PARA, KURUŞ ve hatta LİRA'yı tanımıyor. Piyasalarımız TL.ile değil "Dolar" ile tanzim edildi. Hatta bütçemizi mecliste sunan Sayın bakan ve başbakanlarımız " 199.. yılı bütçemiz .... dolar olacak " şeklinde konuşmak zorunda kaldılar !

*** İthalatımız daima ihracatımızdan fazla oluyor ve bütçemiz daima eksi ile kapanıyor. Yapılan basit bir araştırma ithalatın önemli bir kısmının lüks tüketim malzemeleri olduğu ve yine tarım ülkesi olmamıza rağmen bir diğer büyük rakkamını da tarım ürünlerinin teşkil ettiği görülüyor.

*** Son yirmi yıldır fiatları ve zamları takip etmek mümkün değildir. Savaş şartlarına rağmen Atatürk dönemi yöneticilerinin adını dahi bilmedikleri ENFLASYON CANAVARI tam yirmi yıldır % 50 nin altına inmiyor. Fakat arasıra üç haneli rakamlara da ulaşıyor. Türkiyeyi ziyaret eden İtalyan ekonomi profesörü " Türkiyedeki enflasyonun derslerde anlattıklarına uymadığını, yirmi yıldır bir ülkenin bu şartlarda yaşamasının fiilen ve ilmen mümkün olmadığını ve bunu nasıl becerebildiğimizi incelemeye geldiğini "belirtiyor.

*** Atatürk döneminde hazırlanan Ekonomik Kalkınma Proğramları %100 gerçekleşirken son yıllarda hazırlanan planların kağıt üzerinde kaldığı görülüyor.

*** Atatürk döneminde toplumun bütün kesimleri üretime katkıda bulundukları sürece üretimden eşit pay almakta iken, bu durumun günümüzde giderek toplumun sosyal sınıfları arasında kapatılamaz bir uçurum doğurduğunu görüyoruz. Bugün bankacılık sektörü hiç yorulmadan kağıt üzerinde yılda % 973 kar elde ederken; bordrolu bir profesörümüz ancak % 50 dolayında maaş artışı elde ediyor. Tabiki bu değer daima enflasyonun altında kaldığından reel kazanç hep azalıyor.

*** Türk kamuoyu çok üst düzey bürokratlarımızın, yöneticilerimizin hergün yeni bir rüşvet ve yolsuzluk hikayeleri ile güne başlıyor. Devletin yüce makamları adeta birilerinin hizmet üreteceği yerler değilde nemalanacağı yerler olarak görülüyor. Oysa Atatürk devri bürokratlarının devletin her kuruşu için gösterdikleri hassasiyeti anlatan yüzlerce kitap ve doküman süsledikleri kitapçı raflarında okunmayı bekliyor...!

*** Türk vatandaşları tasarrufa değil tamamen tüketime yönlendiriliyor. İnsanımız adeta doyumsuzlaşıyor. Piyasada faaliyet gösteren 500 Televizyon ve 2500 Radyo İstasyonu (TRT dışında) " x gazozunu için, y çamaşır suyunu kullanın " dan kazandıkları ile faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Benim amacım; manzarayı abartarak ülkemizin çok kötü bir durumda olduğunu sergilemek ve milletimin moralini bozmak değildir. Bilakis az bir çaba ile çok daha iyiye ve güzele sahip olmaları gerektiğini vurgulamaktır.

- Ülkemizde bugün herşeyimiz vardır.
- Türkiye artık kredi alan değil veren bir ülke seviyesine erişmiştir.
- Avrupa başta olmak üzere bütün dünya ile ilişkilerimiz gelişmektedir.
- İnsanımızın refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır.

Fakat bütün bunlar bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için son derece yeterli potansiyele sahip bir ülke için yetmez.Yetmemelidir.

- İnsanımız kabiliyetlidir.
- Ekonomik faaliyetlere dünyanın diğer insanlarına göre çok daha fazla yatkındır.
- Müteşebbistir. Daha iyisini başaracak güce, yeteneğe ve tecrübeye sahiptir.

O halde daha iyisini yapmak varken ve önünde Atatürk gibi bir önderin çok başarılı uygulama örnekleri dururken neden bu durumdayız. Daha iyisini ve fazlasını istemek bizim hakkımızdır.

Diğer ekonomik görüşler yanında çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ'nin uygulanması ile bugün çok daha ileri bir seviye ulaşmamız mümkündür. Çünkü Atatürk zamanında olduğu gibi artık bir ön hazırlık devresine ihtiyaçta yoktur.
Atatürke inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmalarıyla çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.

Atatürk dönemi uygulamaları için aşağıda vereceğim iki küçük misal dahi sistemin geçerliliğini ve önemini ortaya koymaktadır.

Bugün Özelleştirme konusu ülkenin ekonomik gündeminin en önemli maddesidir. Sadece bunun için bir bakan dahi ayrılmıştır. Özelleştirilmesi istenilen Kamu İktisadi Kuruluşlarının ilki ve en büyüğü olan SÜMERBANK'ın 11 TEMMUZ 1933 tarihli, 2262 Sayılı Kanunu'nun 11 nci maddesini sayın yetkililerimiz lütfen açıp okusunlar. Orada" bir kamu kuruluşunun bir yıl içinde kendisini nasıl özelleştireceği , bulunduğu üretim sahasından nasıl çekileceği ve bu alanı özel kuruluşlara nasıl devredeceği " detaylı olarak anlatılır. İlgililerimize önemle duyurulur.

İkinci misalimiz CUMHURİYET KÖYLERİ ile ilgili. Sayın Başbakanımız Bülent Ecevit ve partisi tarafından herzaman dile getirilen KÖYKENT PROJESİ ile ayni anlamda ,bugün ülkemizin ikinci partisi ve hükümetin büyük ortağı MHP'in ortaya koyduğu.TARIM KENTLERİ PROJESİ tamamen Atatürk tarafından geliştirilmiş bir bölgesel kalkınma projesidir.

İlgililerin Sayın Afet İNAN tarafından hazırlanan ve uzunca bir dönem ortaokullarda Yuttaşlık Bilgisi dersi olarak okutulan "VATANDAŞA MEDENİ BİLGİLER" isimli ders kitabına bakmalarını öneririm. Bugün yeni bir şey gibi ortaya koyduklarının bizzat Atatürkün kendi eli ile hazırladığı "CUMHURİYET KÖYLERİ " nin basit bir kopyasından ibaret olduğunu göreceklerdir.

Sayın yetkililerimiz Atatürk'ün başlattığı fakat bütün yurda yaymak için ömrünün yetmediği "CUMHURİYET KÖYLERİ" ni tam olarak oluşturabildikleri takdirde; bugüne kadar alt yapı için harcanan ve dahada harcanacak miktarın çok cüz'i bir kesimiyle hizmeti ülkenin en uç noktasına ulaştırabileceklerdir.Bu şekilde dağ başında üçbeş insanın yaşadığı yerleşim yerlerinin güvenliği için sarfedilen yüksek rakkamlı harcamalar doğrudan üretime aktarılabilecektir.

Buyrun size gerçek bir Atatürkçü olduğunuzu gösterme imkanı.


Atatürkçülük uygulama ile olur. Nutukla Atatürkçü olunmaz. Doğu ve Güneydoğu Anadoluda hiç bir üretimin yapılmadığı sadece birkaç ailenin yaşadığı köy ve mezralara devletin yol, su, elektrik, okul, telefon ve televizyon götürdüğü, ebe ve hemşire gönderdiği görülmektedir. Ayrıca "buraları eşkiya basmasın ve vatandaşlarımız eşkiyayı beslemek zorunda kalmasın" diye karakollar kurulduğu ve önemli miktarda güvenlik harcaması yapıldığı görülmektedir. Dünyanın hiç bir ülkesi bukadar zengin değildir. Bunun adı resmen savurganlıktır ve yönetim zaafiyeti belirtisidir. Buraya giden hizmette yarımdır. Oysa her yere yarım ve eksik hizmet gideceğine, merkezi bir yere tam hizmet verirsiniz. Vatandaşımız akıllıdır. Çok kısa bir süre içinde zaten kendisini buraya taşıyacaktır.

Netice olarak;


20 yılı aşkın bir süredir ATATÜRK'ün en kuvvetli yönü olduğuna inandığım ekonomik görüşlerini her platformda savundum. Bu konuda" bu görüşlerin diğer görüşlerden her yönü ile iyi olduğunu açıklayan "doktora tezi verdim. Konferanslarla, gazete makaleleri ile, seminerler ve televizyon proğramları ile ilgili ve yetkililere ulaşmaya çalıştım. Fakat hiç bir ilgili ve yetkiliye ulaşmaya muvaffak olamadım. Şimdi teknolojinin bana sağladığı bu imkandan yararlanarak bana düşen ikaz ve uyarma görevini bir kere daha özetle vurguluyorum.

Atatürk ve Atatürkçü Düşünce'ye inanmış iyi insanları bu alanda göreve davet ediyorum. Milletin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu Atatürk'ün gösterdiği yoldadır. Bu yol hepimizin yoludur. Yolumuz açık olsun.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
12 Şubat 2000 Cumartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=16

..

ADIM ADIM AVRUPA BİRLİĞİNE,


ADIM  ADIM  AVRUPA BİRLİĞİNE,


6 Şubat 2000 Pazar 

"Kendi onayınız olmadan, Kimsenin sizi küçük görmeyeceğini bilin."


ABD Başkanı CLİNTON; geçen Kasım ayında AGİT ( Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) İstanbul Toplantısı öncesinde çok önemli ve tarihi bir açıklama yaptı. "Türkiye yeni yüzyıla yön verecek bir ülkedir ve Türkiye'nin her yönden istikrar içinde bulunması gereklidir. " Ayrıca " TÜRKİYE'nin Avrupa Birliği dışında tutulmasının hiç bir ülkeye yararı olmayacağını, Avrupa Birliği adaylığı için Türkiye'ye verdikleri desteğin devam ettiğini" bir kere daha vurguladı.

Clinton'un uzak görüşlü ve ciddi bir devlet adamına yakışır tarzdaki ifadeleri duygusal değildir. Tam anlamıyla gerçekçidir. Her kelimesi doğrudur ve seçilerek söylenmiştir. Ne yazıkki son yıllarda bizim gerçek değerimizi ve gücümüzün ne olduğunu hep yabancılardan öğreniyoruz

Türkler; Süleyman Paşa komutasında ilk defa sallarla Çanakkale Boğazını aşarak Gelibolu'da Avrupa topraklarına ayak bastılar. 1300 lü yıllarda bu şekilde başlayan Avrupalı kimliğimiz günümüze kadar devam etti. Daima batıya ilerleyen Türklerin ileri harekatı Avrupanın yarısına yakın bir bölümünü egemenliği altına alarak 1700 lerde Viyana önlerinde durdu. Bundan 1500 yıl önce Batı Hun İmparatorluğu ve onun efsanevi lideri Attila ile Türkleri tanıyan ve Türk egemenliğine alışık olan Avrupalılar bu defada güneyden gelen Türklerin idaresine girdiler.

Türk yönetimi; bölgede 500 yıl süren adalet, güven , huzur, istikrar ve refah'ın bir simgesi oldu. Atalarımız Osmanlılar fiilen Avrupalı idiler. Bizim Avrupalılığımız ise 24 Temmuz 1924 'de Lozan Barış antlaşması ile dünyaca kabul edildi. Atatürk batı medeniyetine ulaşma hedefini gösterirken biz zaten Avrupadaki topraklarımız ile Avrupadan fiilen hiç kopmamıştık.

İknci Dünya Harbini müteakip Avrupa'nın siyasi coğrafyası tamamen değişti. İkinci büyük değişiklik S.S.C.B.'nin yıkılması ile Sosyalist-Kollektivist sistemlerin çökmesi üzerine yaşandı. Doğu Avrupa ve Balkanlar
yeniden şekillendi.
 Türkiye 1945'ten itibaren Avrupa Devletlerinin oluşturduğu bütün sistemler içinde ya kurucu üyeler arasında, yada ilk giren ülkeler içinde yer aldı. Bugüne kadar görev aldığı bu kuruluşlarda kendisine verilen görevleri en iyi şekilde yapmaya gayret gösterdi. Bu teşekküllerin isimlerini aşağıdadır.

 * KAİK : KUZEY ATLANTİK İŞBİRLİĞİ KONSEYİ

 * KEİB : KARADENİZ EKONOMİK İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI

 * NATO : KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASI TEŞKİLATI

 * AT-AB : AVRUPA TOPLULUĞU - AVRUPA BİRLİĞİ

 * BAB : BATI AVRUPA BİRLİĞİ

 * AK : AVRUPA KONSEYİ

 * AG : AVRUPA GRUBU

 * BAPG : BAĞIMSIZ AVRUPA PROĞRAM GRUBU

 * AGİT : AVRUPA GÜVENLİK VE İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI

 * EFTA : AVRUPA TİCARET BİRLİĞİ

Yukarıda sayılan teşkilatlardan AVRUPA BİRLİĞİ ile olan ilişkilerimiz bu yazımızın ana konusunu teşkil ediyor. Bu teşkilatı biraz açalım.

AVRUPA BİRLİĞİ: 25 Mart 1957 tarihinde 2 nci Dünya Harbi sonrasında Avrupa'nın yaralarının sarılması ve güçlendirilmesi, gelecekte bir " Avrupa Birleşik Devletleri" ne dönüştürülebilmesi için; Almanya, Belçika, Danimarka, Fransa, İrlanda, İspanya, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, İngiltere ve Yunanistan 'ın üye olduğu ülkeler arasında kurulmuş bir teşkilattır. Başlangıçta Avrupa Ekonomik Topluluğu olan ismi, 7 Şubat 1992'den itibaren Maastriht Anlaşması ile Avrupa Birliği olmuştur.

Amaçları: Gümrük Birliğine dayalı bir ekonomik birleşme sağlamak, mal, işgücü, kişi ve hizmetlerin serbest dolaşımını temin etmek, üçüncü ülkelere karşı ortak bir gümrük tarifesi ve ticaret politikası uygulamak, ortak bir para sistemine girmek, siyasi ve askeri alanda entegrasyona ulaşmaktır.

Türkiye; AT ile 12 EYLÜL 1963 tarihinde ortaklık anlaşması imzalamıştır. Toplam süresi 20 yıl olan HAZIRLIK, GEÇİŞ ve SON olmak üzere üç dönemi müteakip Türkiyenin tam üye olması gerekiyordu. Ancak 1973'te hazırlık döneminin bitmesine rağmen, Türkiye-AT arasında gümrük ve ekonomik politikalar arasında uyum sağlanamamış ve üyelik geciktirilmiştir. Türkiye Sayın ÖZAL döneminde; 1987 de yeniden tam üyelik için başvurmuştur. Üyeliğin geciktirilmesinde; Yunanistan'ın veto etmesi faktörü olduğu kadar, İnsan haklarının ihlali, Kıbrıs sorunu, ekonomik kalkınma hızının düşüklüğü, yüksek enflasyon, hızlı nüfus artışı, Türk işgücü potansiyelinin ve genç nüfusun fazlalığının Avrupa'yı tehdit etmesi gibi gerekçeler gösterilerek üye değil ADAY ADAYI dahi olamadık.

İstanbulda Kasım 1999' da 54 ülkenin katılımıyla yapılan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ) toplantısında Türkiyenin Aday Adaylığı adeta gayri resmi olarak belirlendi. Aralık 1999'da yapılan Helsinki Zirvesinde Avrupa Topluluğuna önümüzdeki yıllarda katılması düşünülen 12 yeni ülkeden sonra Türkiye'ninde resmen Aday Adayı olduğu ilan edildi. Bu şekilde tam üyelik ve entegrasyon için çalışmalara başlandı.

Aday Adaylığı konusu basın ve yayın organlarımızda çok abartıldı. Çok büyük işler başarılmış gibi büyütüldü. Oysa biz zaten Avrupalıyız. Avrupanın her alanında biz varız. Topluluk içinde olmasak bile topluluk üyesi ülkelerle her türlü ortak ilişkilerimizi her alanda zaten sürdürüyoruz. Bu topluluğa tam üye olduğumuzda da bugünkünden çok fazla bir değişiklik beklememek gerekir. Bu bize lütfedilen bir hak değildir. Olayların tabii sonucudur.

600 000 nüfuslu Kıbrıs Rum Kesimi, Estonya, Letonya gibi ülkelerle bizi eşit ve bir bakıma onların gerisinde gören Avrupalı zihniyetinin bize kazandıracağı fazla bir şey olduğunu zannetmiyorum .Fakat yeni bir kavram olarak sunulan Avrupalı Kimliği kazanmanın siyasi, sosyal ve kültürel hayatımıza şimdiden büyük ölçüde egemen olduğunu söyleyebiliriz.

Bizim kimseye verilecek tavizimiz yoktur. Olmamalıdır. Bizim coğrafyamızda bulunan , yeterli potansiyele sahip, imparatorluk tecrübesi olan bir milletin hiç bir desteğe ihtiyacı yoktur. Bizimle dost ve birarada olmak isteyen ülke ve kuruluşlar hep bizden taviz istiyorlar, hakları olmadığı halde hep bizden hesap soruyorlar. Oysa ortada görülen gerçek TÜRKİYE'NİN AVRUPASIZ OLABİLECEĞİ FAKAT AVRUPA'NIN TÜRKİYESİZ OLAMAYACAĞI'dır.

S.S.C.B.'nin dağılmasından sonra kurulan Türk Cumhuriyetleri dünyanın en zengin doğal kaynaklarına sahipler.Türkiye sınırından, Japon Denizine kadar uzanan ve Türkistan olarak adlandırabileceğimiz büyük ticari alan; Avrupa' ya ancak Türkiye üzerinden açılabilir. Avrupa ise bu alana ancak Türkiye üzerinden girebilir.
BİR BAKIMA TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİĞİ ; AVRUPAYI DÜNYANIN BU EN ZENGİN BÖLGELERİNE VE EN KALABALIK PAZARINA BAĞLIYOR. İşte Clinton'ın bahsettiği Türkiyenin önemi; bu kilit ülke olma durumundandır.

Türkiye rolünü iyi oynamalıdır. Elindeki kozları iyi kullanmalıdır. Bizi biz yapan milli değerlerimizden ve binlerce yıllık Türk kültür değerlerimizden asla taviz verilmemelidir. Avrupalının ekonomik ve teknolojik seviyesine ulaşmaya EVET. Fakat Avrupanın hristiyan kültürü ile yaşama heves ve gayretlerine ise şiddetle HAYIR dememiz gerekiyor.

Avrupanın bugünlerde yaşadığı olaylar bizim için çok güzel örnek teşkil etmeli. Avusturyada halkın oyları ile seçimleri kazanan ırkçı ve faşist bir partinin koalisyon hükümetinde yer alması, bütün Avrupa devletlerinin çok şiddetli protestolarına sebep oldu. Bu ülkenin içişlerine çok büyük bir saldırı her alanda devam etmektedir. Bu tutum ve davranışlar çok iyi izlenmelidir. KENDİ KÜLTÜRLERİNE BUNU YAPANLARIN BİZE NE YAPABİLECEKLERİ hususu iyice irdelenmelidir.

Sonuç olarak;
Biz devlet ve millet olarak 650 yıldır Avrupalıyız. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Tarih ve coğrafyanın inkarı olur. Avrupa Birliği üyeliğini fazla abartmadan ve milli değerlerimizden hiç taviz vermeden, sahip olduğumuz kilit rolleri unutmadan karşılıklı işbirliği esaslarına uygun bir entegrasyona gidilmelidir. Bize göre; Türk Kimliği; AVRUPALI KİMLİĞİNDEN BÜYÜKTÜR VE DAİMA BİR ADIM ÖNDEDİR. Cebimize biraz daha fazla para girecek gerekçesiyle bizi binlerce yıllık geçmişten günümüze taşıyan Türk Kültür değerlerimizde sahip çıkalım. Çıkmayanları uyaralım.

Dr. Tahir Tamer Kumkale


6 Şubat 2000 Pazar


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=14

.

ÇEÇENİSTAN DA ÇEÇEN KATLİAMI


ÇEÇENİSTAN DA  ÇEÇEN  KATLİAMI




 9 Şubat 2000 Çarşamba 

"DALLARIN UCUNA UZANMAKTAN ÇEKİNMEYİN. MEYVALAR, DALLARIN UCUNDADIR."

Yeni Millenyum bütün dünyada coşku ile kutlandı. Barış, güvenlik, huzur ve daha refah bir yaşam istekleri vurgulandı. Oysa bu millenyumda barıştan nasibini alamayan toplumlar da var. Yeni bin yıla sıcak savaşın acımasız ellerinde kıvranarak giren milletlerde var.

“Ateş düştüğü yeri yakar” atasözümüz herhalde bu gibi haller için söylenmiş. Ateş şimdilik sadece Çeçen halkını yaktığı için dünya gözlerinin önünde devam eden bu insan kıyımını, herhangi bir macera filmi seyreder gibi seyrediyor.

Evet başlıktanda anlaşıldığı gibi 20 nci yüzyılda başlayan Çeçen katliamı bu yüzyıldada artan bir hızla devam ediyor. Bu hızla devam ederse çok kısa bir süre sonra katledecek Çeçen kalmayacağı için savaş sona erecek gibi görünüyor.

Her alanda Çeçenlerin mutlak mağlubiyeti ile sonuçlanması başından beri belli olan Çeçenistan-Rusya Federasyonu mücadesine detaya inmeden genel bir çerçeve içinde bakmak istiyorum.

Çeçenistan;olarak adlandırdığımız bölge aslında Rusya Federasyonuna bağlı ÇEÇEN-İNGUŞ ÖZERK CUMHURİYETİ olarak adı geçen, 19 300 km.kare yüzölçümlü ve 1 250 000 nüfuslu bir ülke. Halkının sadece %53 kadarı Çeçenlerden oluşuyor. Yani kısaca 150 milyonluk Rusyaya kafa tutan ve başarılı bir mücadele veren insanların toplam sayısı 650.000 kişi civarında. Çeçenler Kafkasya'nın en eski yerli halklarından. Köklü bir kültür yapısını günümüze kadar bozmadan taşımışlar. Çeçenlerin büyük çoğunluğu dağlık bölgelerde avcılık ve hayvancılık yaparak geçindiğinden sert ve savaşcı bir karaktere sahiptirler.

Çeçenler 1732 ‘den başlayarak Rusların Kafkasyaya yayılmalarına ve anayurtlarını işgal etmelerine karşı büyük bir mücadele vermektedirler. Bu mücadele daima çok sanlı ve çok şerefli oldu. Fakat daima yenilgi, ateş, kan , ölüm ve gözyaşı ile geçti.

5 Aralık 1936'da kurulanİk ÖZERK ÇEÇEN-İNGUŞ CUMHURİYETİ; 2 nci Cihan Harbinde işgalci Alman ordularıyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle savaşı müteakip Stalin tarafından ortadan kaldırıldı. Toprakları S.S.C.Birliğine doğrudan bağlanırken Çeçen halkı topluca Sibirya'ya sürüldü. 12 yıllık bir sürgün dönemini müteakip Hruşçev Çeçenlerin ülkelerine dönmelerine izin verdi ve 1957 de ÇEÇEN - İNGUŞ Cumhuriyeti özerk statüde yeniden kuruldu.

S.S.C.Birliğinin dağılması Çeçenistanda sevinçle karşılandı. 1991 de yapılan ve İnguşların katılmadığı " Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı" seçimlerini müteakip General Cohar DUDAYEV Çeçen Ulusal Kongresi İcra Komitesi Başkanlığına getirildi. Rusya Parlementosu bu seçimleri yasa dışı sayarak iptal etti. Başkan YELTSİN ülkede sıkıyönetim ilan ederek Çeçenistan'ı doğrudan merkezi yönetime bağladı. Çeçenler; 1992 de önemli bir karar alarak 1938 den beri Rusya'nın diretmesiyle kullandıkları Kril alfabesini kaldırdılar ve Latin Alfabesi'ni kabul ettiler. Rusları tanımadılar ve federasyon antlaşmasını imzalamayı reddettiler.

Bütün bu olaylar Rusya'nın ortadoğudaki stratejik petrol alanlarına ulaşan en kısa yol olduğu için hiçbir zaman olumlu karşılanmadı ve bölgede Rus hakimiyetinin mutlaka bulunması için sıcak savaşa kadar uzanan bir seri kararların alınmasına yol açtı.

Rusyanın bu topraklardan vazgeçmesi veya hakimiyetini her hangi bir şekilde azaltacak bir yapılanmaya gidilmesine izin vermesi stratejik açıdan mümkün değildi. Bir büyük devletin izlemesi gereken politikayı izledi ve bölgeye her alanda ağırlığını koydu.

Çöken ekonomisini batıdan aldığı yardımlarla nisbeten düzelttiğine inanan Rusya; kendi evinin arka bahçesi olarak kabul ettiği Kafkasya ile ilgili politikalarına ağırlık verdi. Bu bölgedeki ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmalarını müteakip kendi aralarındaki anlaşmazlıkları adeta körükleyerek Kafkasları birbirleri ile savaşan, birbirleri ile savaşmadıkları anlarda da içeride birbirlerini yiyen ülkeler manzarasını yarattı.

Rusya Federasyonu; 11 ARALIK 1994 günü Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin'in emri ile başlattığı Çeçenistan işgali ile gerek kendi içkamuoyu ve gerekse dünya kamuoyu önünde büyük bir darbe almıştır. Rus halkı bu savaşı hiç desteklememiştir. Rus asker anneleri tarihinde ilk defa isyan ederek ölen ve yararalan oğullarının hesabını yönetimden sormuşlardır. Bu ilk saldırılarda iki saatte işgal edileceği düşünülen Çeçenistan;Rus Ordusu ile birlikte Rusya ekonomisini ve Rusya'nın dünya kamuoyundaki imajını da yutmuştur.

Rusya; bu ilk saldırıda başta başkent Grozny olmak üzere bütün Çeçenistanı yakıp yıkmış dünyanın gözü önünde tam bir soykırım uygulamıştır. Eski Başkan Gorbaçov bile işgale kesinlikle karşı çıkmıştır. Rusyanın Çeçenistan saldırısı dünyadan aldığı tepkiler dışında en büyük tepkiyi kendi halkından görmüştür. Yapılan bir kamuoyu yoklaması Rus halkının %72'sinin devlet başkanlarına güvenmediğini ortaya koymuştur.

Çeçenistan; petrol ve doğalgaz boru hatlarının düğüm noktasında bulunmaktadır. Ayni zamanda çok zengin maden ve petrol yataklarıda mevcuttur. Ayrıca kafkasların ulaşım ağının da üzerindedir. Karayolu ve demiryollarının kavşağındadır. Türkmenistan doğalgazı ile Azeri petrolleri bu topraklar üzerinden Rusy'a'nın Novorisisk limanına akıtılmaktadır.

Rusyanın bundan 6 ay önce yeniden başlattığı saldırıların temelinde Yeltsin'in dediği yasadışı terör örgütlerinin ortadan kaldırılması değil bu strajejik ve ekonomik önem yatmaktadır. Yani ana hedef dünyanın en önemli hammaddesi olan petrol boru hattının her hal ve şartta Rusyanın kontrolu altında bulundurulmasını sağlamaktır.

Rus yönetiminin birinci Çeçenistan saldırısında ne Rus halkından ve nede Rus Meclisi Dumadan ve nede askerlerden destek gelmemiştir. Duma Milletvekillerinden sadece 38 üye savaşı desteklerken 228 üye şiddetle karşı çıkmışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde bir ülkenin meclisi istemediği halde yönetimin savaşmaya devam ettiği örülmemiştir.

Rus yönetimi belkide en büyük hatasını işleyerek Çeçenlerin tarihi kişiliklerini ve direnme güçlerini hesaba katmadan askeri harekat ile Çeçenistanı işgale kalkışmışlardır. Savunma Bakanı Graçev;" bir alay askerle iki saatte alırım " dediği ülkenin insanları ölmüşler ve fakat ülkelerini teslim etmemişlerdir. Rusya işgal ile elini kızgın yağa sokmuştur. Elini kızgın yağdan çıkartacaktır. Ama elinde bu yağın yanıkları ve yaraları daima kalacaktır.

Çeçnistan işgali ile iç ve dış kamuoyundan çok geniş tepkiler alan Boris Yeltsin yönetimi ilk saldırılarda meydana gelen aksaklıkları iyi tesbit etmiş ve uzun bir hazırlık dönemine girmiştir.

Öncelikle kendi iç kamuoyu nezdinde Çeçenlerin tamamının anarşist ve terörit ruhlu oldukları fikri yayılmaya çalışılmıştır. Moskova başta olmak üzere sivil halkın yaşadığı kesimlere yapılan saldırı ve kundaklamaların faturası Çeçenlere kesilmiştir. Her türlü yayın organı ve iletişim sistemlerinden istifade ile "Çeçenistan işinin tamamen kendi iç sorunu olduğu hiç bir ülke ve uluslararası kuruluşun karışmaya hakkı olamadığı hususu" vurgulanmıştır.

Yapılacak bir harekatta halkın ve meclisin desteğinin alınması yanında, bölgede yapılacak bir harekat için Rus Silahlı Kuvvetleri özel eğitimden geçirilmiş ve yeniden yapılandırılmıştır.

Sonunda hazır olunduğuna kanaat getirilmiş, Çeçenistanı cevreleyen komşu ülkelerin de desteği alınmış ve takriben altı ay önce Çeçenistanın işgaline yönelik büyük Rus saldırıları başlatılmıştır. Rusya bu sefer hazırlıklı ve temkinlidir. Havadan ve uzaktan yaptığı ateşlerle son üç yılda yeniden toparlanma yoluna giren Çeçenistanda taş taş üstünde bırakmamıştır. Asker ve sivil farkı gözetmeden Çeçen halkını adeta pes etmeye yöneltecek bir katliam saldırısı uygulanmıştır. Ruslara göre; tamamen isyancılara ve terörislere karşı yapıldığı iddia edilen bu saldırılarda Çeçenler yine çok iyi direnmişler ve ata topraklarını vermemek için nasıl savaşıp ölünebileceğinin en güzel örneğini göstermişlerdir.

9 Şubat 2000 de gelinen durum şudur. B.Milletler başta olmak üzere bütün uluslararası kuruluşların gözü önünde Çeçenistan Rusyanın kontrol ve denetimi altına girmiştir.

Başkent başta olmak üzere bütün yerleşim birimleri bir daha ourulamayacak şekilde harabeye dönmüştür.

 Ekonomi tamamen durmuştur.
 Eğitim durmuştur.
 İdare ve yönetimin ne olduğu belli değildir.
 Hukuk ve sosyal yaşam bitmiştir.
 Fakat savaş bitmemiştir.
 Ülke resmen zaptolunmuştur.

SAVAŞLARIN KESİN HEDEFİ KARŞI TARAFIN SAVAŞMA AZİM VE İRADESİNİN KIRILMASIDIR.

Burada buna rastlamak mümkün değildir.Zaten az olan nüfusundan çok sayıda ölü ve yaralı vererek halen büyük bir kısmı mülteci durumunda bulunan Çeçen halkının beyni zaptedilememiştir. Bilakis ölen çeçenlerin yakınlarının kin ve nefreti ile intikam hırsı artmıştır.

Çeçen birlikleri gerilla taktiği uygulayarak Rus askerleri ile doğrudan çatışmaya girmemişler ve dolayısıyla gücünden kaybetmemişlerdir. Bu askerler bugün kontrolu çok zor ve gerilla muharebesine müsait görünen dağlara çekilmişlerdir. Savaşın boyutları gerilla savaşına dönüşmüştür.Bu da daha çok uzun bir süre bögede çatışmaların devam edeceğini göstermektedir.

Peki Çeçenler bu savaş sonunda ne kazanacaklardır.Kananatimce hiç bir şey kazanamayacaklardır. Sadece ülkesi ve toprağı için şehid ve gazilik rütbesine ulaşmanın gururu ve şerefini kazanacaklardır.

BU ÇOK GÜZEL BİR DUYGUDUR. FAKAT İNSANLARIN SADECE ÖLMEYE DEĞİL YAŞAMAYA DA HAKLARI VARDIR.



Yaşama hakkı insanın en doğal hakkıdır.
 Şu anda Rusyanın herşeyi bırakıp gitmesi durumunda dahi Çeçenistanda 1994 durumuna dönülmesi için çok uzun yıllar gereklidir. Altı yıllık savaşlar sonucunda ülkeyi yeniden eski haline döndürecek insan gücüde kalmamıştır.

Burada önemli bir sonuç daha ortaya çıkmıştır. O'da Rusya'nın bundan böyle emperyalist düşüncelerini kuvvet zoruyla kolaylıkla kabul ettiremeyeceği gerçeğidir. Çeçenler istiklal ve özgürlük uğruna milletlerin neleri ,nasıl yapabileceğinin en güzel örneğini vermişlerdir. Fakat arkalarında bugün gene kan, gözyaşı, ıztırap ve yokluk bırakmışlardır. Galip görünen Rusyanın durumuda pek iç açıcı değildir. Rusyanın bu bataktan kısa sürede çıkması beklenmemelidir.
Çeçenler ve Ruslar kozlarını oynamışlardır. Şimdi görev sırası Birleşmiş Milletler başta olmak üzere bütün dünya ülkelerinindir. Kafkaslarda barış ve huzura kafkas halkları kadar bizim ve dünyanın da hakkı vardır. Derhal uluslararası bir organizasyon ile bölgeye ulaşılarak önce savaşı durduracak ortam hazırlanmalıdır.

ÇEÇEN HALKI YAPABİLECEKLERİNİN AZAMİSİNİ YAPMIŞTIR. BU İNSANLARIN HAYATLARININ GERİ KALAN KISMINI KENDİLERİNİ İNSAN GİBİ YAŞATACAK SİSTEMLERİ OLUŞTURMASI BEKLENEMEZ. 


Biz olaylara seyirci kalan dış dünya bunu hazırlamalı ve kendilerine teslim etmeliyiz. Örnek olarak KOSOVA'daki çalışmaları alabiliriz. Ben bunun yapılabileceğinden umutluyum. Çeçen halkıda artık ölüm korkusu olmadan huzur ve güven içinde yaşamalıdır.Buna herkezden çok ihtiyaçları vardır.

Haydi bütün barışseverler görev başına. İnsanlık sizden Çeçen milletine sahip çıkmanızı bekliyor.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
9 Şubat 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=15

..