Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahir Tamer Kumkale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Nisan 2020 Cuma

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ

MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ





Tahir Tamer Kumkale
 3 Nisan 2000 Pazartesi 


Türk-Rus ilişkileri 31 Aralık 1492'de, iki Sultan Bayazıt ile Moskova İvanı arasında Kırım Hanının arabuluculuğu ile yaptığı mektup değişimleriyle başladı ve bugün 508. yılına ulaşmıştır. bugünün ve geleceğin ilişkilerinin yanı sıra bölge barışı ve dünya barışı. Aslında, Türk toplumlarının ve devletlerinin Slav unsurlarıyla ilişkileri MÖ 500'lere kadar uzanıyor. 1492, tarihi ilişkilerin resmi ve düzenli olarak kurulduğu tarihi simgelemektedir. Rus Tarihi, başlangıcından bu yana, siyasi bir sisteme, genişlemeye ve büyümeye dönüşen dört temel düşüncenin çoğalması tarihidir. Tarih boyunca, doğal olarak, komşu Türk ve Rus ilişkileri bu düşünceler üzerine kurulmuştur. İktidar ve rekabet mücadeleleri, entrikalar ve propaganda savaşları, antlaşmaları, dostlukları ve düşmanlıkları kapsamına aldı.

Birinci Aşama; 1500-1800 yıllarını kapsamaktadır. Temel felsefe “Moskova Bizans'ın halefidir. Moskova üçüncü Roma. Rusya, Roma ve Bizans topraklarının hükümdarı olacak. ” 

Buna göre;

- Karadeniz geçecek ve Rus egemenliğine girecek. - İstanbul ve çevresi Ruslar tarafından ele geçirilecek.
- Kafkasyalılar ve Hazar Bölgesi'nde faaliyet gerçekleştirilecek.

İkinci Aşama; “slavizm” sloganıyla başlar ve 1800-1917 yıllarını yakalar. Amaç Büyük Tzar Peter'ın tarihi iradesine ulaşmaktır. Temel yön ılık denizlere giden yol ve Osmanlı toprakları tek engel olarak görülüyor. Buna göre; “Avrupa'nın ve özellikle Balkanların herhangi bir yerinde yaşayan Slavlar, varlıklarının devamı ve gelişmesi bir bütün olarak ancak Rusya'ya bağlı bir Slav İmparatorluğu'nun kurulmasıyla mümkün.”

Üçüncü Aşama; aynı zamanda bu denemenin konusu olan ulusal mücadele dönemiyle başlar ve 1990'lara kadar “Marksist-Leninist” ideoloji ile işaretlenmiş Sovyet yayılmacılığına kadar devam eder. Buna göre; " Varlık; Rusya'nın gelişimi ve devamı kapitalizmin ve emperyalizmin yıkılmasına bağlıdır. Bu ilke tüm insanlık için geçerlidir. İnsanlığın iyileştirilmesi ancak kapitalizmin sömürücü düzeninin kaldırılmasıyla mümkündür. Bunun için sömürülen emeğin devlet ve sosyal yaşam üzerinde yönetilmesi gerekir. Rusya bir dünya devriminin öncüsüdür. Rusya'nın dünya hakimiyeti Moskova merkezli bir komünizmin Avrupa, Afrika, Asya ve ABD'ye yayılmasıyla gerçekleşecek. Böylece Rusya'nın dünya hakimiyeti gerçekleşecek. ”

Dördüncü Aşama; Marksist-Leninist rejimin yanması ve 1990'larda Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle ​​başladı. Türk Cumhuriyetleri'nin “YENİDEN YAPILANMA” ve “GLASNOST” politikalarının sonuçlarıyla bağımsızlıklarını kazandıkları günümüze kadar devam etmektedir. Buna göre; “PERESTROICA (yeniden yapılanma) ile, Rusya'nın çıkarları tüm insanlığın çıkarlarıyla örtüştü. Rusya'nın ideali, tüm dünyada insanlığın birleşmesi ve bir dünya - devletler - toplum kurulmasıdır. Buna göre, devletler ve toplumlar arasındaki ilişkilerde ideolojilere yer yoktur. İnsanlığın önemli sorunlarına çözüm, silahlanma yarışı, çevre sorunları, yoksulluğa karşı mücadele ancak birlikle mümkün olabilir. ”

Düşünce çerçevesi ne olursa olsun, Türkler birincil tiyatrodur ve Türkiye her zaman en önemli rakiptir. Milli Mücadele Dönemi; 1918-1925 yıllarını kapsamaktadır. Bu dönemde iç ve dış mücadeleler ve yeniden yapılanma hareketleri devam etmektedir. Bununla birlikte, eski köklü ilişkilerin en sakin olduğu dönemdir, ancak en kapsamlı sonuçlara ulaşılmıştır. 1917 yılının ilk aylarında, Karensky Hükümeti Bolşevik-Komünist Partisi tarafından ülke genelindeki isyanlardan dolayı atılmış, Tzar-başlık bir tarih haline geldi. 8 Kasım 1918'i toplayan ikinci Sovyet Kongresi “barış ilhak ve tazminatsız olsun” ve “savaşan devletleri Birinci Dünya Savaşı'nın kavgalarına ve sona erdirmeye davet etti. ”

3 Mart 1918 tarihli Brest-Litowsk Anlaşmasına göre; Rusya Bitlis, Van, Erzincan, Erzurum ve Trabzon'dan çekildi. Halkın Osmanlı Devletine bağlılığının sonucu olarak Kars - Ardahan - Batum ilçelerinde referandum yapılmıştır. 30 Ekim 1918 tarihli Moindros Barış Antlaşması'nın 7. maddesine göre, askerler Osmanlı başkentinde ve diğer çeşitli bölgelerde konuşlandırıldı ve istila başladı. Batum Gürcüler, Kars ve çevresine Ermeniler ve Bakü bölgesine İngilizceye verildi.

Aynı dönemde Rusya iç savaş, anarşi ve terörle kaynıyordu. Müttefik kuvvetler doğrudan ve dolaylı olarak hükümet karşıtı eylemleri ve hareketleri destekliyordu. Rusya'nın ana görevi iç mücadelelere son vermekti. Osmanlı liderleri bu önemli olaylardan yararlandı.İlk olarak, Doğu'da Ermeni genişlemesini engellediler ve sınırı “93 Savaşı” ndan önce olduğu yere itti. Türk bağımsızlık savaşı kaptalizme ve emperyalist güçlere karşı yürütüldü. Rusya'daki yeni rejim ve komünist hareketler ve sistemi kurma çabaları, kapitalizmi ve emperyalizmi ana hedef olarak seçti ve onlarla her yönden savaşmak için kuralları koydu. İngiltere ve Fransa eski müttefikleri Rusya'daki gelişmeleri ciddi bir tehdit olarak gördüler ve rejim karşıtı hareketleri tamamen desteklediler. Bu konuda, Türkiye ve Rusya aynı düşmana karşı savaşıyordu. Her iki taraf da en iyisini işbirliği, karşılıklı destek, yardım ve dayanışma olarak gördü. İlişkiler iyileşti, Türkiye'nin önünde iki önemli karar aşaması vardı. Birincisi, müttefik kuvvetlerin Bolşevik Rusların Kafkasya'nın güneyine doğru genişlemesine karşı destek sağlamaktı. İkincisi, Bolşeviklerin Müttefik kuvvetler tarafından Anadolu'nun işgaline karşı desteğini kazanmaktı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günlerinde Türkiye'nin en büyük kaygısı İngilizce olasılığıydı. Türk-Rus işbirliğini engelleyebilecek Rus anlaşması, Bunun gerçekleşmemesi için doğrudan temas olması gerekiyordu. Böylece ikili ilişkiler 2 Haziran 1920'de Sovyet Dışişleri Bakanı Cicerin'in mektubu ile başladı. 24 Ağustos 1920 tarihli Türkiye-Sovyet Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması 16 Mart 1921'de Moskova'da imzalandı. Bu anlaşmadan önce 2 Aralık 1920'de Gümrü'de Ermeniler ile “Türkiye-Ermenistan Barış Antlaşması” imzalandı. Böylece Doğu Anadolu kontrol altına alınmıştı ve bu da Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kazım yönetimindeki en büyük askeri gücünü kaldırmasını sağladı. Karabekir Paşa'nın Batı Yunan cephesine emri.

16 Mart 1921'de Moskova anlaşmasıyla başlayan Türk-Rus ilişkileri, her iki ülkenin de yararına olacak dostluğu başlattı. Lozan'la sadece ulusal mücadelesini sona erdiren Türkiye, 1925'in “Türkiye Sovyetler Birliği dostluk Tarafsızlık Anlaşması” ile 1921 ruhunun devamını garanti altına aldı.

Atatürk, Türkiye Büyük Milletvekili'nde Ocak 1921 tarihinde komünizm vekillerine yönelik görüşlerini açıkladı Bu şekilde toplanır;

Sayın Baylar;

Komünizmi önlemenin İki yolu vardır: Birincisi, komünist olduklarını söyleyenlere saldırmak, Diğer yol; Rusya'dan gemi ile gelen erkekleri karaya boşaltmamak, karadan gelen erkekler için sınır dışı olarak sert önlemler almak.

Bu yolları koymak için; pratikte, bu iki nedenden dolayı işe yaramaz görünmektedir; İlk olarak, temasa geçmeyi planladığımız Rusya Sovyet Cumhuriyeti tamamen Komünist Rejim'de. Eğer sert önlemler alırsak, Rusya ile İlişkileri kesmek gerekir. Bununla birlikte, bir diğer Siyasi nedenden ötürü Rusya ile iletişim kurmak, kurmak ve karşılıklı yardım etmek istiyoruz. Bu nedenle, dostluk yapmak istediğimiz bir Ulus ve Hükümetin ilkelerini hor görmemeli ve iftira etmemeliyiz. 

Bu nedenle sert önlemler almaktan kaçındık .

Bildiğiniz gibi, düşünce kullanarak kişinin düşüncelerine karşı bir düşünce eğilimi kullanılmazsa, bu konuda yararlı bir yanıt olmadığı anlamına gelir. Düşünceler zorla reddedilemez. Eğer zıt düşünce vermek yerine herhangi bir düşünce eğilimine güç uygulayarak direnirseniz, o düşünceyi asla yok edemezsiniz. Aksine, onu daha güçlü ve daha güçlü hale getirirsiniz. Düşünce eğilimlerine karşı en iyi etki, yeni bir düşünce eğilimi kullanarak yanıt vermektir.

Kamuoyuna bilgi vermek için en yararlı yol olduğu görülüyor. Toplum ve Türk Milletine hükümet tarafından Komünist düşüncenin ve uygulamalarının Ulus ve İslami İlkelerimiz için uygun olmadığı bilgisi verilmelidir.
Türk toplumunda tehlikeli bir duruma yayılmasını yasaklayan önlemler alınmalıdır .

Tahir Tamer Kumkale
3 Nisan 2000 Pazartesi

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=26

***

9 Eylül 2015 Çarşamba

ŞİMDİ NE YAPMALI? NASIL YAPMALI?



ŞİMDİ NE YAPMALI? NASIL YAPMALI?






Milleti idarede prensibimiz milletin müşterek ve umumi fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakiki ve ciddi olabilmesi, milletin maddi ve manevi ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1925)
 Türkiye 92 yıllık Cumhuriyet tarihinin en kötü günlerini yaşıyor. Türk devleti ve Türk toplumunun alt yapı ve üst yapı sistemleri tümüyle çöktü..Her şeyin yeniden inşası ve geçmişten alınan tecrübelerle yerine oturtulması gerekiyor.
– Demokratik bir hukuk devleti için gereken her şeye fazlası ile sahip olan bir ülkeyi 13 yıldır yöneten bir tek parti iktidarının nasıl yönetilemez hale getirdiğini birlikte hayretle ve acıyla izliyoruz.
– Hukuk uygulamasının en üst düzeyde askıya alındığı ve rejimin değiştirildiğinin ilan edildiği bir ülkede mevcut hukuk kuralları içinde çözüm üretmek mümkün değildir.
– Ülkemiz benzeri günleri Birinci Cihan Harbinden sonra işgal altına girdiği zaman yaşamıştı. Cumhuriyet tarihi içinde böyle günler yaşamadık. Dolayısıyla Cumhuriyetin yaşanan tecrübeleri ile bugünkü ortama çare bulmamız mümkün değildir.
– Çare için 1919-1923 arası döneme bakmak lazımdır. O günlerin anlatımı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün NUTUK İsimli eserinin sayfalarında bulunmaktadır.
– Ülkemizin yeniden refah ve huzur dönemine girmesi için elini taşın altına sokma ihtiyacı duyan gerçek vatanseverlerin hemen NUTUK kitabını okumaları zorunludur.
– Kendisini Atatürkçü olarak görenlerin şikayete ve başkasının bir şey yapmasını beklemeye hakkı yoktur. NUTUK sayfalarında Atatürk size birey olarak ne yapmanız ve nasıl yapmanız gerektiğimi gösterecektir.
– Çıkış ve kurtuluş Atatürk’te birleşmektir.
– Gün söylem değil eylem zamanıdır.
– 91 yıllık cumhuriyetin kazandırdığı demokratik ortam şartları içinde NUTUK harekete geçirilmelidir.
 DR. Tahir Tamer Kumkale


..

30 Nisan 2015 Perşembe

23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR




23 NİSAN 1920 MİLLİ EGEMENLİK RUHUNU TÜRK GENÇLERİ YAŞATMAK ZORUNDADIR





Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve milli düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârâne müdafaa zorunluluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1921)
TBMM’nin açılışının 95’inci yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde Türkiye Cumhuriyeti kötü günler geçiriyor. Hükümetin ve emrindeki basının yalan yanlış haberleri her alanda yaşanan kötülüklerin üzerini örtmeye yetmiyor. Küresel güçlerin dayatmaları karşısında her alanda tam bir teslimiyet içine giren dünün oyun kurucu devletimiz bugün kendisi üzerinde oynanan oyunlara mani olamıyor.
Halbuki 95 yıl önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Birinci TBMM tarafından tamamen teslim olmuş bir milletten ve viraneye dönmüş bir ülkeden mucize yaratılmış, yepyeni bir ruhla yepyeni bir devlet oluşturulmuştur. Bu mucizeyi yaratan önderimizin dayandığı en büyük kitle Türk Gençliği idi. Tüm olumsuz göstergelere rağmen bugünde sahip olduğumuz en değerli varlığımız olan Türk gençliğine güvenerek fazla karamsar olmamıza gerek olmadığını düşünüyorum.
Yetişme tarzımız gereği bizim nesiller ne kadar karamsar olursa olsunlar gençlerimizde böyle bir  karamsarlık yoktur. Sosyal medyayı iyi kullanarak dünyayı bizden iyi tanıyan gençler, geleceğe çok başka bir gözle bakıyorlar. Kendilerini asla güvensiz hissetmiyorlar. İşte bu yüzden ülkemizin geleceğinin teminatı gençliğimizi daha iyi tanımamız gerekiyor.. 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kastettiği ve özlediği gençlik; parçalanmış, bölünmüş, ayrı ayrı idealler peşinde koşarak birbiriyle kıyasıya çatışan, ve nihayet yabancı ideolojilerin esiri olan bir gençlik değildir. O’nun idealindeki gençlik;
-Türk Milletinin müşterek eğilimlerini temsil etmelidir,
– Hiç bir yabancı ideolojiye alet olmamalıdır,
– Fikir ve inanç birliği içinde bulunmalıdır. 
Atatürkçü genç nesil üzerinde dün oynanan oyunlar bugün de oynanmaktadır. Atatürkçü Gençlik ile bu  gençlerimizin yoğun olarak bulunduğu üniversitelerimiz, ülkemiz üzerinde milli çıkarları bulunan güç merkezlerinin en önemli hedefi olmaya devam edecektir. Bu husus yöneticilerimiz tarafından kesin olarak bilinmelidir. 
Gençlerimizin her türlü yıkıcı ve bölücü fikre karşı korunması ile Atatürkçü Düşünce doğrultusunda aydınlatılması ülkenin ve Cumhuriyetin geleceği için zorunludur. 
Bu husus bizim nesillerin temel ve kaçınılamaz ödevidir. Bu bakımdan Atatürk’ün yönetici ve eğiticilere verdiği aşağıdaki talimatı her zaman hatırlayıp gereğini yapmamız lazımdır.
” Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve her şeyden evvel, Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan tüm unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur.”
Atatürk 1937 yılında yaptığı TBMM açış konuşmasında;  “Türk kültürünün çağdaş uygarlık düzeyi üzerine çıkartılması” için gerekli yolları sıralamış, ülke meselelerinin çözümünde yardımcı olacak ideolojileri anlayacak, anlatacak ve nesilden nesile aktaracak fertler ile kurumların yaratılmasını istemiş ve sözlerini şu tarihi cümlelerle tamamlamıştır.
İşaret ettiğim prensipleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin şuurunda daima canlı bir halde tutmak üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşmektedir
Burada Gazi, üniversitelere çok önemli bir görev veriyor. Ayrıca Anayasamız ve YÖK Kanunu da üniversitelerimizin gençlerimizi Atatürkçü Düşünce doğrultusunda yetiştirmesini zorunlu kılıyor.
Peki, üniversitelerimiz bunun gereğini yerine getirebiliyorlar mı? 
Hayır üniversitelerimiz bu asli görevlerini yerine getirmiyorlar. Yapıyor gibi görünüyorlar ama yapmıyorlar. Her üniversite öğrencisinin zorunlu olarak aldığı Atatürkçülük dersleri ne yazık ki baştan savma ve zaman doldurmak gayesi ile veriliyor. Neticede angarya olarak görülen bu derslerle Atatürkçü Düşünceden giderek habersiz bir nesil yetiştirilmek isteniyor.
Fakat buna rağmen gençlerimizdeki Atatürk sevgisi giderek artıyor.  Çünkü gençlerimiz okullarda bulamadıkları Atatürk’ü internet ve sosyal medyadan daha sıklıkla arayıp bulmakta ve O’nu kendisi bulduğu için daha da iyi ve güçlü duygularla sahiplenmektedir.
Türk gençleri bilmelidir ki; bu kutsal vatan toprakları ve Cumhuriyet yönetimimiz büyük fedakarlıklar ve dökülen kanlar karşılığı kazanılmıştır. Bugün gelinen seviyenin oluşmasında binlerce şehidin ve gazinin kanlarının harcı vardır. Gençlerimiz  dimdik ayakta dururken bu vatanda Atatürk idealine ters düşen hiç bir akım yeşerme imkânı bulamayacaktır.
Bu topraklarda yeşerecek filizi Atatürk dikmiş, gelişip korunmasını NUTUK ve Gençliğe Hitabesi ile Türk gençliğine bırakmıştır. Bu bakımdan gençliğin görevi ve sorumlulukları ağırdır. Fakat asıl zorluk ve vebal bu gençliği yetiştirecek öğretmenlerin sırtındadır.
Sonuç olarak;
23 Nisan 1920’den başlayarak Türk Milleti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği hedeflere doğru bir hayli yol almıştır. Modern ve çağdaş bir dünya devleti olma yolunda da hızla ilerlemektedir. Bugün geldiğimiz noktada 1920‘lerin 13 milyonluk Türkiyesinden çok ilerde olduğumuz kesindir. Fakat bütün teknolojik gelişmişliğimize rağmen henüz Atatürk’ün idealindeki Türkiye’ye ulaştığımız söylenemez. Bu ideale ulaşmak için;
– Türkiye Cumhuriyetini iç ve dış tehlikelere karşı koruma şuuruna erişmiş,
– Fikren, ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli,
– Yüksek karakterli,                                                                                                               – Bilimden güç alan ve bilimi amaç edinen,
– Sağlık ve sıhhatini koruyan, sağlıklı düşünme yeteneğine sahip olan,
– Çalışkan ve kendine güveni olan bir gençlik yetiştirmek, devletin öncelikli görevidir. 
Kendisini en iyi şekilde yetiştirmek için her imkândan yararlanarak var gücü ile çalışmak ise Türk gencinin vazgeçilmez sorumluluğudur. Bunun için gençlerimizin; çalışkan, daha çalışkan ve en çalışkan olmak zorunda olduklarını özellikle vurgulamak istiyorum.
Eğer üzerinde iyi çalışırsak ve gereken asgari milli kültür eğitimini verirsek Türk Gençliği; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün en değerli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini kanında yaşattığı binlerce yıllık tarihinden aldığı milli heyecanı ve milli ruhuyla sonsuza kadar koruyacaktır. Çünkü ben inanıyorum ki; 23 Nisan 1920’lerinMilli Mücadele ve Milli Hakimiyet Ruhu aynen gençlerimizde yaşamaktadır.. 
Gezi olaylarındaki kararlı ve basiretli tutumları ile kendisini Türk milletine tanıtma fırsatı elde eden gençlerimizin Türkiye’nin tam bağımsızlığını koruyacaklarına ve bunu bayrak gibi nesilden nesile aktararak ülkemizi ebediyen hür ve bağımsız kılacaklarına inanıyorum.
Kalben inandığım bu gerçeğe milletimin de inanmasını arzu ediyorum.
 Dr.  Tahir Tamer Kumkale 


İNSANLIĞIN BÜYÜK KAYBI! OKTAY SİNANOĞLU ARTIK YOK,




İNSANLIĞIN BÜYÜK KAYBI! OKTAY SİNANOĞLU ARTIK YOK,


Dr.Tahir Tamer Kumkale
Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkartmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1936)
Sadece Türkiye’nin değil insanlık aleminin yetiştirdiği değerli alim, mümtaz fikir ve düşünce adamı, büyük Türk milliyetçisi Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Türk milletinin ve insanlık aleminin başı sağ olsun.
Mekanı cennet olsun.
Allahın rahmeti üzerinde olsun..
Oktay Sinanoğlu; ömrünün son birkaç yılına özellikle Türk dilinin kullanılmasına, Türk kültürünün yaygınlaştırılmasına, Türk milliyetçiliği kavramının içinin doldurulmasına ve Türkiye üzerinde oynanan emperyal oyunların tüm açıklığı ile ortaya çıkarılmasına ilişkin pek çok eser sıkıştırarak milletimize karşı vicdani görevini tamamlamanın huzuru ile aramızdan ayrılmıştır.
Türkiye’nin yönetim kadroları her nekadar O’nun yol göstericiliğini anlamamakta dirense de Atatürk gençliği; Oktay Sinanoğlunun adını ve eserlerini iyi bilmektedir. Türk Üniversitelerinde kendisinden yeteri kadar istifade edildiği söylenemez, ama dünyanın en saygın üniversiteleri bu olağanüstü bilim insanına layık olduğu değeri her zaman vermişler ve Sinanoğlu ismine büyük bir kadirşinaslık göstermişlerdir.
Oktay Sinanoğlu, Türk milletinin yüz akıdır ve Türk insanının beyin gücünü dünyaya tanıtan milli bir semboldür. Yeri zor doldurulacak bir değerimizdir.
Emeklilik dönemimde kendisini yakından tanımak ve birebir sohbetlerini çokça dinleme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı hissediyorum.
Nur içinde yat büyük insan . Adın insanlığın fikir aleminde daima en yüksekte kalacaktır.


18 Mart 2015 Çarşamba

Örgüt Ceza ve Tutukevleri




Örgüt Ceza ve Tutukevleri


10 Temmuz 2000 Pazartesi 

"BANA BENDEN OLUR NE OLURSA, BAŞIM RAHAT OLUR DİLİM DURURSA..."

T.B.M.M. yasama yılını tamamlayarak yaz tatiline girdi. Milletvekillerimiz görevini yerine getirmenin huzuru ile tatil yörelerine ve seçim bölgelerine dağıldılar. Meclis gündeminde sıra bekleyen pek çok acil konunun görüşülmesi ancak bu uzun tatilden sonra mümkün olabilecek. Gündemde sıra bekleyen önemli konulardan biride MAHKUMLARIN AFFI ile ilgili olanı idi. Büyük bir ümitle verilen AF sözünün tutulmasını bekleyen mahkum ve tutuklular meclisin tatilini müteakip yine Türkiye'nin gündemine oturdular.
 Gündemimiz yurdun çeşitli yerlerinden gelen isyan ve başkaldırı haberleri ile doldu. Bu gidişle daha da dolacağa benzer. Konu ile ilgili olarak bir başkaldırı haberide İnfaz Koruma Memuru olarak çalışan hapishane görevlilerinden geldi. Gardiyanlar yaptıkları basın açıklamasında; " can güvenlikleri olmadığını anlattılar ve çok az para aldıklarından" yakındılar. Demekki hem içeridekiler ve hemde dışarıdakiler dertli.
 Acilen çözüm bulunması gereken bu önemli konu hakkında bundan 5 ay önce kaleme aldığım fikir ve düşüncelerimi güncelliği dolayısıyla yeniden yayımlamayı uygun buldum. İnşallah yetkililer ve ilgililer sağduyunun sesine kulak verirler ve bu yara kangren olmadan ve bütün ülkeyi huzursuz etmeden iyi bir sonuca bağlarlar. Bekleyelim ve görelim.( T.T.K )

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

TARİH : 26 OCAK 2000.

Jandarma özel timleri Metris Ceza ve Tutukevindeki İBDA-C örgütünün kaldığı koğuşlara ŞAFAK BASKINI adı altında bir operasyon düzenliyor.

Operasyonun hedefi; bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğu halde üç seferdir koğuşundan alınamadığı için mahkemeye götürülemeyen ve her mahkeme günü isyan eden örgüt lideri bir sanığı hakim önüne çıkarmak. İfadesinin alınmasını sağlamak. Operasyon başarı ile sonuçlanıyor, isyan bastırılıyor. Bu defa sanıklar koğuşundan alınıp hakim önüne çıkartılıyor.

Basın ve yayın ordumuzun fedakar çalışanları önceden mevzilenmişler. Bu büyük ve son derece önemli olayı canlı olarak kamuoyuna duyurmanın telaşı içindeler.Adalet sisteminin, yakalayıp tutukladığı 65 İBDA-C örgüt üyesi karşısındaki aczini sergilemeye gelmişler sanki.

Bu kaçıncı isyan bilmiyoruz. Örgüt; lideri Salih MİRZABEYOĞLU'nu vermiyor. Onlar vermeyince de biz alamıyoruz. Onlar isyan ediyor. Ceza ve Tutukevi bir kere daha yakılıyor, yıkılıyor. Cezaevi çalışanları yine rehin alınıyor. Karşılıklı silahlı mücadele yapılıyor. Devletle pazarlığa oturuyorlar. Saatler süren pazarlıklardan sonra verilen tavizleri beyler lütfen kabul edip lütfederek isyanı bitiriyorlar. Tabi çoğunlukla onların dediği oluyor. Adalet Bakanımız " malesef hapishanelerde yönetimi tam olarak sağlayamadık" diyerek seminerlerde ve basın karşısında açıklama yapıyor. İşte kendi çok küçük fakat neticesi devlet otoritesine indirilen darbe olarak çok vahim olan bu olaylar basınımız tarafından kamuyu oluşturmak için çok güzel fırsatlar olarak değerlendiriliyor.

İsyanlar bastırıldıktan sonra tutuklu koğuşlarına girerek arama yapan kolluk kuvvetlerimiz basını çağırarak ele geçirdikleri bir cephaneliği dolduracak çap ve vüsatteki silah ve cephaneyi göstererek başarılarını vurguluyorlar. Bu haber malzemesini alan tecrübeli basınımız bu görüntüleri ballandıra ballandıra yayınlıyor. Her isyanda ayni yakma, yıkma, silah, cephane ve hapishanede bulunması yasak bir yığın malzemenin sergilenmesine herkez alıştı. Artık bu görüntüler haber niteliğini yitirdi.

Adaleti sağlayamayan bir adalet sistemi ile devlet işlerinin sağlıklı yürüdüğünü iddia etmek mümkün değildir. Efendim;" hapishaneler koğuş sistemi olarak inşa edilmiş. Ondan böyle imiş. Hücre sistemi olsa imiş bunlar olmazmış."

Özür; kabahatinden büyük. Yapmak istedinizde kim size engel oldu.? Paranız mı yoktu ?, Demiriniz mi yoktu ?, Çimento mu bulamadınız? Yoksa bugünlerde Türk müteahhit ve mühendisleri yurtdışında dünyayı inşa ettikleri için elde inşaatçımız mı kalmadı?

Yapmıyorsunuz, veya yapmak istemiyorsunuz. Bu millet sizin 3 ayda 35000 ev yaptığınızın şahididir. Dünyaya karşı haklı kasılıyorsunuz. Japonların altı ayda yaptığını biz 3 ayda yaptık diye. Mazeretiniz bu olamaz sayın yetkililer. Lütfen devletimizi; Türk ve dünya kamuoyunda güçsüz gösterecek olayların gerçek sebebini açıklayınız. Gücünüz yoksa istediğiniz gücü bu millet size verir. Anlamak ve vatandaşın anlamasını beklemek mümkün değil.

Gelelim işin esas yanına, BU GÖRÜNTÜ ASLINDA DEVLET OTORİTESİN'İN ÇÖKTÜĞÜNÜN GÖRÜNTÜSÜDÜR. HUKUK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR. 65 milyonu temsil eden ve Cihan İmparatorluğunun mirası üzerine inşa edilen koca bir sistemin getirildiği yerin resmidir. Devletin koyduğu yasaları dinlemeyerek,yakalanıp cezalandırılmak için Ceza ve Tutukevine kapatılan 65 kişi; 65 milyonun gözünün içine baka baka " Biz senin yasalarını kabul etmiyoruz. Mahkemeni tanımıyoruz. Tanımadığımız bir sistemin mahkemesine de gelmiyoruz." diyorlar ve gelmiyorlar. Getirilemiyorlar.

Aslında kendi çok küçük ama yansıması çok büyük olan olayı, cezaevlerinin koğuş sistemi şeklinde inşa edilmesine bağlamanın yanlış olduğu görüşümü bir daha vurgulamak istiyorum. Olayların meydana gelmesinin sebebi devletimizin ve hukuk sistemimizin aczi ve sistemin bozukluğu değildir. Yetersiz ve yeteneksiz kadroların cezaevlerinde görevlendirilmesidir. Adam gibi adamların yokluğundandır. Bu sistemde , bu yönetmelikler ve kurallarla devletin gücü en iyi şekilde gösterilebilirdi. Gösterildi de. Bu cezaevleri yeni inşa edilmedi . İlk defa cezaevlerimize sanık ve suçlular getirilmiyor. Biz bu sistemle yıllarca hukukumuzu tatbik ettik. Bu derece acz içinde olduğumuz hiç bir dönem olmadı. Sorunun başı ve aslı personel zaafiyeti ve eğitim noksanlığıdır. Buradaki görüntünün asıl sebebi; gücünü gösteremeyen, yetkisini kullanamayan, basiretsiz ve cesaretsiz cezaevi yöneticileridir.

Binlerce yıllık köklü gelenekler üzerine inşa edilmiş devletimiz güçlüdür. Hiç kimse, hiç bir örgüt veya kuruluş devletten daha güçlü olamaz. Olmamalıdır. Fakat bugün devletimiz örgütler karşısında güçsüz durumda gösterilmiştir. Cezaevlerimiz devletin kontrolundan çıkmış ve ÖRGÜT CEZA VE TUTUKEVLERİ haline dönüşmüştür. Kanun ve kural dışı herşey buralarda yönetimin gözü önünde açıkça yapılabilmektedir. Buna ait haberler basınımız tarafından adeta dizi proğram halinde yayınlanmaktadır. Her türlü anarşi ve terör olayları buradan yönetilebilmekte, yeterince yetişmemiş militanlara buralarda akademik ve silah eğitimleri verilmektedir.

Burada mahkumlardan ziyade , onlara göz yuman, bilerek veya bilmeyerek cezaevlerini bu hale getiren yönetim başlıca sorumludur. Kanunları uygulamak yerine kanunsuzlukları destekler durumdaki sıralı yöneticilere bugüne kadar hiç hesap sorulmamıştır. Veya sorulamamıştır. Halkımız bu sorumsuzlardan hesap sorulmasını bekliyor. Üzülerek ve içi kan ağlayarak gelinen vahim durumu seyretmekle yetiniyor.

İsyan eden koğuşta ele geçen malzemeyi utancımızdan saklayacağımıza özenle bir araya toplar, gururla basını çağırır," işte biz bunları hapishanenin içinde ele geçirdik" diyerek takdir bekleriz. Gülelim ağlanacak halimize. Girmemize ramak kaldığımız avrupalı komşularımız bunları gördüğü zaman gülüyor halimize....

 - Kim bunlar ?
 - Kim bunları bu sorumlu mevkilere getirdi ?
 - Görevini bilmeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz, asli sorumluluklarını yerine getiremeyen bu yönetim kadrolarını kimler atadı?
 - Hangi hak ve selahiyetle bu insanlar hala ayni görevlerinde tutuluyorlar?
 - Bu memlekette nice yetişmiş beyinler, "merkez valisi, merkez emniyet müdürü, APK Uzmanı" gibi uydurma isimlerle boş oturup hizmet beklerken bu millet bu yeteneksiz kadroları beslemeye mecburmu?

Birkaç gün önce Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz'ün talimatıyla polis Sivil Havacılık Genel Müdürü Beyefendiyi 50.000 dolar rüşvet alırkan suç üstü yakaladı. Tutuklanan genel müdürün bürosunda yapılan aramada daha pek çok rüşvet olayının belgeleri çıktı. Balık baştan kokar. Genel Müdür, bunu bu kadar açık ve serbestçe yaptığına göre kimbilir aşağısı ne yapıyor.

Kızılay, Türk Hava Kurumu, anlı şanlı devlet ve özel sektör bankalarımız, Turban gibi en büyük turizm kuruluşumuz ve daha nice kuruluşun sayın yöneticileri, batırdıkları kuruluşları için bugün yargı önündeler. Yani hep yönetim , yönetici ve insan hatası.

Suçluya hesap sormayan ve ona ceza veremeyen bir ülkede adalet tesis edilemez. Adaleti tesis edemeyen devlet, devlet olma vasfını muhafaza edemez. Atamız Osmanlı Devletinin 3 kıt'ada, 24 milyon km.kare topraklarda, 600 sene süren hakimiyetinin tek özelliği; her hal ve şartta adaleti mutlaka uygulaması olmuştur.

Devletimizin birinci ve temel görevi; devletin gücünü yeniden tesis etmek ve bunu dosta-düşmana göstermektir. Suçluya kendini saydıramayan devlet; normal yurttaşına hiç saydıramaz. Avrupalı olmak gayret gösteren sayın büyüklerimize duyurulur.

Lütfen gücünüzü bilin ve kullanın. KENDİ MİLLETİNİN SAYMADIĞI BİR DEVLETİ BİLİN Kİ BAŞKALARI HİÇ SAYMAZ VE DİKKATE ALMAZ.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
10 Temmuz 2000 Pazartesi
http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=55

Sivil Toplum Örgütleri ve TESUD



Sivil Toplum Örgütleri ve TESUD


4 Temmuz 2000 Salı 

"SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ" kavramı çok yeni olmasına rağmen toplumumuz tarafından benimsendi ve yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Sendikalar, dernekler, vakıflar, üniversiteler, barolar, meslek kuruluşları, esnaf kuruluşları, hareket ve grup adı altındaki birliktelikler gibi geniş halk kitlelerini temsil eden organizasyonların faaliyetlerine sıkça şahit olmaktayız. Bu kuruluşlar işlevlerini yönetimin beğenmedikleri yaptırımlarına karşı çıkarak veya destek vererek yerine getirmektedirler.

"Kamuoyu tepkisi" batı demokrasilerinde çok etkilidir. Bu tepkiler yönetim tarafından yeterince ciddiye alınmaktadır. Çünkü bu kuruluşlar temsil ettikleri kitlelerin oylarını etkileyebilecek güce sahiptirler ve bu güç sonunda siyasi tabloyu belirlemektedir.

Batıda yönetim kolaylıkla ve acımasızca eleştirilmesine rağmen ülkemizde yönetimin ve devletin dokunulmazlığı vardır. Eleştirilemez ve eleştirilmesi kamuoyunda normal karşılanmaz ." O her zaman halkı için en iyiyi ve güzeli düşünür. O'nun izni ve iradesi olmadan hareket etmez bizlere yakışmaz. " İşte bu hususlar binlerce yıllık köklü Türk Kültürü içindeki devlet geleneğinin günümüze yansımalarıdır. Doğrudur. Bizim farkımız ve ayrıcalığımız burdadadır.

Bu fark ve ayrıcalığın tek ve en önemli kötülüğü tepkisiz ve her şeyi almaya hazır bir kamuoyu yaratmasıdır. Tepkisiz kamuoyu yöneticilerini daima yanıltır. Onları, olayları derinliğine incelemeden ve irdelemeden karar vermeğe zorlayarak yanlışlara yöneltir. Tepki beklenmediğinden yanlış ve geri dönülmez kararlar alınması daima beklenmelidir. Bu son derece doğal bir sonuçtur.

Oysa etkili bir kamuoyu tepkisi; yönetimin alacağı kararlarda bilimsel, tutarlı, dengeli, ve uygulanabilir olmasını sağlamak için titiz ve detaylı bir çalışmayı zorunlu kılar. Meydana gelebilecek istenilmeyen durumlara karşı önceden tedbir alınması zeminini hazırlar. Diğer bir deyişle KAMUOYU TEPKİSİ YÖNETİCİLERİN EN ÖNEMLİ VE VAZGEÇEMEYECEKLERİ BİR ÖN DENETLEME MEKANİZMASIDIR.

Türk yöneticileri SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ'ni yeni yeni tanımaya ve az da olsa etkilerinin farkına varmaya başlıyor.

Mensubu olmakla gurur duyduğum Türkiye Emekli Subaylar Derneği (TESUD) en önemli ve etkin sivil toplum örgütlerinin içinde yer almaktadır. Mevcut yapısı, potansiyeli, bilgili, şuurlu, kültürlü ve Atatürk Milliyetçiliği ile yoğrulmuş dinamik kadroları ile bu kutsal görevi en iyi bir şekilde başaracak güce sahiptir.

Coğrafi konumumuz ve jeopolitik özelliğimiz Türk Milletinin Türkiye ve Türk Dünyasının düşmanlarına karşı daima uyanık bulunmamızı gerektiriyor. Bu gerçeği bilerek, ülkemiz üzerinde milli menfaati olan şer güçlerinin yıkıcı ve bölücü faaliyetlerine karşı kutsal vatan topraklarını ve milli çıkarlarımızı korumak görevini sadece yönetimden beklemek kanaatimce doğru değildir.

Bugün TESUD kadrolarına düşen en önemli görev; tecrübe, bilgi birikimi ve yeteneklerinden yararlanarak her alanda ve her platformda sesini duyurmaktır. Bu şekilde atıl kalan potansiyel harekete geçirilerek dostlarımıza güven duygusu, düşmanlarımıza ise daha dikkatli olmaları mesajı verilebilecektir.

Planlı, proğramlı ve zamanlı çalışmaya alışkın asker kişilerden oluşan TESUD kadrolarının yapacakları sivil toplum hareketlerinin her alanda diğer sivil toplum örgütlerine örnek olacağı açıktır. Bu şekilde Türk yöneticileri atacakları adımlarda ve verecekleri kararlarda milletin istek ve düşüncelerini ve desteğinide alarak daha somut ve doyurucu hizmetleri gerçekleştireceklerdir.

Ben böyle düşünüyorum ve başarılı olunacağınada inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Temmuz 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=54

15 Mart 2015 Pazar

Fahrî Doktora



Fahrî Doktora



19 Haziran 2000 Pazartesi 

Bilimadamları dünya insanlığının emniyet süpabıdır. Onlar devamlı araştıran, mevcut ile yetinmeyip bilgisini geliştiren, bilgisini bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerle sonuçlandırıp, bunları önce ülkesinin ve sonra bütün insanlığın hizmetine sunan çok özel kişilerdir. Geçmişten ve halden gelecek için yenilikler ve güzellikler üretirler. Fikir ve düşünceleri ile çevrelerine huzur ve güven verirler. Bilinmeyenleri ve anlaşılamayanları açıklayarak insanların gelecek ile ilgili korkularını yokederler.

Onlar bizim herşeyimiz. Onlar çölde birer vaha, onlar heryerde yetişmeyen nadide çiçeklerdir. Onlar eli öpülesi yüce insanlardır. Ülkelerin gücü ve kuvveti yetiştirdikleri bilimadamlarının sayısı ve kalitesi ile ölçülür.

Biz Türkler tarihimizde bilim adamlarımıza toplumdaki en yüce mevkileri vermiş olmaktan haklı ve büyük bir kıvanç duyarız. Cihan İmparatorluklarına hükmeden Türk Hakanlarının en yakınındaki kişilerin bilimadamları olduğunu dünya tarihçileri gururla kaydetmektedir.

Bütün bu tarihi olguya rağmen Türk bilimadamlarının son yıllarda Türk kamuoyu nezdinde yeterli rağbeti gördüğü ve itibarını hala koruduğunu söylemek çok zordur. Hele 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi sonrasındaki çok sayıdaki bilimadamımızın medyatik tutum ve davranışları halkımız nezdinde puan kaybetmelerine ve güven yitirmelerine sebep olmuştur. Bu bilinen bir gerçektir. Ayrıca maddi bakımdan çok zor durumda bırakılmaları sonucunca onların pekçoğu yeni geçim kaynakları aramaya zorlanmış ve buda bilim dışı alanlara kayılmasına sebep olmuştur. Buda kamuoyumuzca yakından bilinmektedir.

Bilim adamı camiasına 35 yaşından sonra katıldım. Son derece zor ve özveri isteyen çalışmalardan sonra "ATATÜRK'ÜN EKONOMİK GÖRÜŞLERİ" konulu tezimi vererek "DOKTOR" ünvanını kazandım. 4 yıl boyunca bütün tatillerim ve izinlerim bu büyük neticyi alabilmem için harcandı. Aileme ve çocuklarıma ayıracağım bütün vaktimi bu güzel neticeyi alabilmek için araştırma ve çalışma ile geçirdim. Ayrıca aile bütçeme de çok büyük bir ek yük getirdim. Ama sonunda başardım ve kazandım. Bilimde alınabilecek en büyük rütbeye eriştim. Bu benim ve ailem için son derece önemli ve gururlandırıcı bir sonuç idi.

Bilindiği gibi " DOKTOR" ünvanı bir insanın kazanabileceği en önemli rütbelerden biridir. Önce üniversiteyi bitireceksiniz. Sonra MASTER imtahanını kazanıp, bu alanda TEZ vereceksiniz. Tez' iniz o güne kadar hiç kimsenin yapmadığı bir alanda insanlık alemine yeni fikirler, düşünceler ve buluşlar getirecek. İlgili Bilimadamları bunu değerlendirecek ve sizin TEZ'inizi kabul edecekler. Bu aşamadan sonra bir imtahan daha kazanacaksınız ve Doktora için yeni bir eğitim ve öğretim alacaksınız. Yeterlilik imtahanlarını kazanacaksınız ve bunu müteakip yine bir TEZ hazırlayacaksınız. Bu da yine kendi alanında ilk defa olan bir konuyu içerecek ki bilimadamları sizi de BİLİM ADAMI saflarına katsın. Son derece zor, yorucu, fakat elde edildiğinde ise çok gurur verici bir netice.

Bunları niye yazdım?

Doktora'nın nasıl verildiğini birilerine öğretmek için mi? Hayır.

14.6.2000 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan bir haber beni bu konudaki hissiyatımı açıklamaya adeta teşvik etti. Haberi aynen yazıyorum.

"EGE ÜNİVERSİTESİ SENATOSU, İLETİŞİM SEKTÖRÜNE VERDİĞİ DESTEKLER NEDENİYLE DOĞAN HOLDİNG YÖNETİM KURULU BAŞKANI AYDIN DOĞAN'A "FAHRİ DOKTORA " ÜNVANI VERİLMESİNİ KARARLAŞTIRDI. PROF.DR.IŞIK ÖZKAN, PROF.DR. NURİ BİLGİN, PROF.DR. SUAT ÖKSÜZ, PROF.DR. ÖZCAN ÖZAL VE PROF.DR. AHMET BÜLENT GÖKSEL'DEN OLUŞAN KOMİSYON'UN HAZIRLADIĞI TEKLİFİ ÜNİVERSİTE SENATOSU OYBİRLİĞİ İLE KABUL ETTİ."

Haber aynen böyle. Hayırlı olsun Sayın Aydın Doğan'a verdiğiniz doktora payesi.

Gazetelerimizde bilim adamlarımıza gereken önemin verilmediği ve pek çoğunun maddi sıkıntı içinde olduklarına dair haberlerin adeta süreklilik kazandığı bir ortamda böyle uluorta bilimadamlığı payesi dağıtmanın anlamını ve sebebini kestirebilmek çok zor. Bu rütbeyi bakkallar kurulu değil, koca bir üniversitenin en yetkili profesörlerinden oluşan en büyük kurulu dağıtıyor.

Bu ne güzel bir ikram. Kimin malını kime dağıtıyorsunuz. Sizi böylemi bilim adamı yaptılar sayın hocalarım..? Halen elinizin altındaki yüzlerce vatan evladı binbir zorlukla ve adeta yokluklar içinde büyük masraflar yaparak, inanılmaz özveriler göstererek sizlerden bilimadamı payesi almaya çalışmaktadır. Onlara ne diyeceksiniz. Sizde zengin olun gazete kurun. Sizede verelim diyebilirmisiniz?

Kusura bakmayın sayın hocalarım. Sizin artık ağlayıp sızlanmaya hakkınız yok. Siz kendi kendinizi kabullenmedikten, kendi değerinizi bizzat kendiniz değerlendiremedikten sonra, başkalarına bir şey söylemeye hiç hakkınız yoktur.

Başkalarını kendi bulunduğunuz bilimin bu en son noktasına çekeceğinize, siz başkalarının yanına iniyorsunuz. Size bu makam ve mevkileri veren yetkilileri ve kamuoyunu tatmin edici makul bir sebebiniz mutlaka vardır. Fakat ben aranızdan biri olarak bu davranışınızın meslek kuralları açısından son derece sakıncalı ve bilimsel seviyemizi küçültmesi yönünden çok yanlış bir davranış olduğunu değerlendiriyorum.

Bu konunun bir diğer yanıda var. Sayın Aydın Doğan bu ülke insanının ufkunu açan ve onlara gerçek bir girişimcinin ne derece başarılı olabileceğini isbat etmiş örnek alınacak mümtaz bir iş adamıdır. Onbinlerce vatandaşımıza iş ve ekmek vermiştir. Sözlerim kendisinin tamamen dışındadır. Her türlü övgüyü fazlasıyla haketmiştir. İsminin hatırlatılması ve değerlerinin gösterilmesi için bilim adamı payesi almasına hiç ihtiyacı yoktur.

Sayın Aydın Doğan'ın ülkemizin en zengin iş adamlarından biridir. Türkiye'nin diğer 72 üniversitesinden birinden değilde özellikle EGE ünivesitesi tarafından Fahri Doktor yapılma isteğinin arkasında bu üniversiteye önemli maddi katkıları olduğu değerlendirilmektedir. Bunun mükafatının ise Üniversitenin kampüslerine, binalarına, caddelerine, kütüphane veya spor salonları gibi herkezin görebileceği yerlere isminin konulması ile daha iyi verilebileceğini değerlendiriyorum.

Kendilerinden sonra gelen nesillere kötü örnek olduklarını değerlendirdiğim sayın hocalarımın bu tarz girişimlerinin artık son bulmasını diliyorum. Yoksa bir nesil sonra bilimadamları olarak saygınlığımızın hiç kalmayacağını vurgulamak istiyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
19 Haziran 2000 Pazartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=50


NOT;  TÜRK SİYASİ TARİHİNE VE  GENÇ NESİL  TÜRK GENÇLERİNE BİLĞİ BİRİKİM VE GÖRÜŞLERİNİZLE  REHBER OLDUGUNUZDAN DOLAYI  BU MUTLU GÜNÜNÜZÜ BENDE KUTLARIM .. SAYGILAR SUNARIM..
DUATEPE  POLATLI, ( TANER  ÇELİK )


Cumhurbaşkanı İran'a Gitmelidir




Cumhurbaşkanı İran'a Gitmelidir


7 Haziran 2000 Çarşamba 

Ülkeler arasındaki ilişkilerde karşılıklı dostluk ve kardeşlik konusu genellikle ön planda tutulan bir kavramdır.Fakat esas olan karşılıklı menfaatlerin sağlanması bu ilişkilerde önemli unsur olmaktadır..

Komşumuz İran'la uzun süren savaşlardan sonra 1639 tarihinden itibaren çizilen sınırda hiç bir değişiklik yapılmadan ve oldukça huzurlu denilebilecek yüzyıllar dostça geçirilmiştir. Türk -İran sınırı halen bölgenin bilinen en eski sınırıdır. Dünyada sınırların en çok ve süratle yer değiştiren bölgelerinin başında gelen Ortadoğudaki bu 361 yıllık istikrar tesadüfi değildir. İşte burada karşılıklı dostluk, kardeşlik ve işbirliği kavramı ile birlikte her iki ülkenin binlerce yıllık devlet gelenek ve tecrübeleri devreye girmektedir.

Evet. Türk ve İran halkları kardeş halklardır. Türk ve Fars kültürleri kardeş kültürlerdir. Sınırlarımızın ötesinde yaşayan İran nüfusunun yarıya yakını Türk kökenlidir. Bu halk; binlerce yıllık Türk kültür öğelerini aynen muhafaza etmektedir ve Türkçe konuşmaktadır. Fars kültürü ile binlerce yıldır içiçe yaşamaktadırlar. Bu iki kültür adeta birbirlerini bütünlemiştir. İki ülkenin yönetim farklılıkları hiç bir zaman ülke insanlarının birbirlerine karşı olan yakınlığını ve kardeşliğini bozamamıştır.

Bunun çok canlı misalini 1977 yılında Şah yönetiminin en görkemli olduğu bir dönemde Harp Akademileri ile Tahrana yaptığımız gezi esnasında bizzat şahit oldum. Kafilemizin kaldığı Tahran yakınlarındaki Olimpiyat köyünün merkezi yayın sistemi yeni güne Emel Sayın şarkıları ile başlamakta idi ve yayın Barış Manço şarkıları ile kapanmaktaydı. "Acaba bizim kafile için mi böyle davaranılıyor." demek lüzumunu dahi hissetmedik. Çünkü bizimle beraber ayni köyde Asya gençler Olimpiyatları dolayısıyla 38 ayrı ülkeden gelen daha binlerce kişi kalıyordu. Tahran sokaklarında insanlarla Türkçe konuşarak anlaştık. Merakımızı mucip olan hadiselerden biride Tahran sinemalarında oynayan filimlerin tamamına yakını Türk filimleri idi. İşte burada" acaba bunlar neden filim çevirmiyor" sorusunu sorduğumuzu hatırlıyorum. Bu yakın dostluğu yakından yaşayan bir kişi olarak şah sonrası Humeyni İle başlayan yeni dönemin iki halk arasındaki bu tarihi yakınlığı bozabileceğine de ihtimal vermiyorum.

İki ülkenin ilişkileri Atatürk döneminde en en üst düzeyine erişmiştir.16-25 Haziran 1924 tarihinde İran Şahı Rıza Pehlevi'nin ziyareti münasebetiyle ulu önder Atatürk'ün söylediği şu sözler bunun önemli bir kanıtıdır.

"Büyük dostumuz ve Aziz Biraderim Şehinşah Hazretleri;
Kardeş İran milletinin Ulu Reisi'ni Türkiye'de selamlamakla duyduğum sevinç büyüktür. Ziyareti şahaneniz bütün Türk milletini bahtiyar etti. Türkiye-İran münasebetlerinin tarihi gözden geçirilirse bu iki milletin dostluktan ayrıldıkları zamanlar en müşkül devreleri yaşadıkları görülür. Halbuki milletlerimizin tabii temayülleri ve yüksek menfaatleri icabı olan dostluk bağları kuvvetlendikçe her iki millet kuvvetli hale geldi ve refah buldu. Türkiye Cumhuriyeti, bu hakikati tamamen idrak ederek İran dostluğunu siyasetinin en esaslı amaçlarından biri haline getirmişti. Nasıl ki Zatı Şahanelerinin kudretli idaresi altında komşu ve kardeş memlekette de aynı duygulara, ayni görüşlere kıymet ve ehemmiyet verilmiş ve böylece sarsılmaz ve silinmez bir Türkiye-İran dostluğu kurulmuştur. Türkiye ve İran binlerce yıldan beri deruhte etmiş oldukları yükselme ve yükseltme rolünde bugünde kuvvetli ve kudretli adımlarla ilerliyorlar..."

İranla son yıllarda önemli sorunlarımız olduğu doğrudur. Fakat sorunlar tek taraflı çözülmez. Karşılıklı diyalog ve işbirliği ile çözülür. Bu diyalog hiç bir sebep ve bahane ile kesilmemelidir. Türkiye ile İran arasında sıcak bir çatışmanın çıkmasını isteyen dış mihraklar vardır.

Bunlar bu şekilde bölgede güven ve istikrarın temel dayanağı olan bu iki büyük ve güçlü devleti birbirine kırdırarak asrın stratejik maddesi petrole daha kolay erişebileceklerinin hayalini kurmaktadırlar. Bilindiği gibi; bölgenin süper gücü olacağını görkemli törenlerle açıklayan İran Şahı en kudretli olduğunu sandığı bir anda tahtını ve ülkesini Humeyni taraftarlarına emanet edip ülkeyi terketmiştir. Yıllar süren kardeş kavgasının ardından yüzbinlerce İranlı kardeşimiz rejim adına çok sıkıntılı günler geçirmiş, milyonlarca aydın İranlı ülkesini terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu zaiyat komşumuza az görülmüş 1979 da başlatılan İran-Irak harbi kesintisiz 10 yıl devam ederek milyonlarca insanın ölümüne ve bir neslin tamamen yokolmasına neden olmuştur. Ayni dönemde ülkemizin İrana komşu olan bölgelerinde 20 yıla yakın bir süre ile tamamen dış destekli PKK terör örgütü faaliyetlerini sürdürmüştür.İran ve Irakı tamamen güçsüz kılan bu savaştan silah ve askeri malzeme satıcıları son derece büyük kazançlar elde etmişlerdir.

Tam 10 yıl süren bir savaş ile İran her alanda nekadar geriye götürüldü ise aynı oyunların benzeri bugünde oynanmak istenmektedir. Fakat bugün oyunun bir tarafında süper güç adayı Türkiye vardır. Son günlerde Türkiyede birbiri arkasına çözülen faili meçhul cinayetlerin uzantılarına İranın içinde rastlanması da bir tesadüf değildir.İRAN'ın Şah yönetiminin yıkılmasından sonra kendisini islamın koruyucusu olarak gören ve bu yöndeki fikirlerini Türkiye başta olmak üzere komşusu islam ülkelerine yayma politikası açıkça bilinmektedir.Bunu kendiside gizlememektedir.

Şah yanlılarına karşı verilen mücadeleyi takiben Irakla süren 10 yılı aşkın savaş ve yeni rejimi yerleştirmek için yapılan bütün çabalara rağmen İran'da istikrarlı ve her tarafı kontrol edebilen bir yönetim olduğunu bugün söylemek zordur. 20 yıldır yönetimde ağırlığı olan Mollalara karşı büyük bir zafer kazanarak yönetimde hakim duruma geçen Cumhurbaşkanı Hatemi yanlılarının demokratikleşme yolunda büyük çabalar harcandığı görülmektedir.

İran yakın komşumuzdur. Her alanda ikili ilişkilerimizin geliştirilmesi hem iki ülke ve hemde bölge barışı açısından hayati önemi haizdir. Her fırsattan istifade ile ilişkilerimizi geliştirmenin yollarını aramalıyız. Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in ilk yurtdışı seyahatini bu ülkeye yapmasında ülkemiz açısından ve bölge barışı açısından sayısız yararlar vardır. Basının anlamsız yaygaralarına aldanıp mevcut diyalog ortamından uzaklaşmak ve cepheleşmek Türkiye'ye yarar değil zarar getirir. Varsa.Ki vardır. Sorunlarımızın, iki ülke Cumhurbaşkanları tarafından başbaşa konuşulup sonuçlandırılması gerekmektedir.

Atatürk Türkiyesi'nin İran rejimini benimsemesi mümkün değildir. Zaten İran halkı da bunu değiştirebilmenin sancılarını çekmektedir. Rejimler farklı da olsa ortak dostluk ve kardeşlik paydasında biraraya gelinmelidir. Bize düşen Atatürk'ün belirttiği şekilde mevcut olan binlerce yıllık dostluğumuzu bozabilecek engelleri ortadan kaldırmaktır.

Sayın Cumhurbaşkanımızın duygusal değil, devlet adamı mantığı ile hareket etmesinin gerekli olduğuna inanıyorum. Bu ziyaretin iki ülke arsındaki ilişkileri gerginleştirmek isteyen tarafların oyunlarını bozacağınıve bölge barışına büyük katkıları olacağını değerlendiriyorum. Bu ziyaretin mutlaka yapılmasının gerekliliğini vurgulamak istiyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
7 Haziran 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=45