31 MART İSYANI.., BÖLÜM 2
Önemli olan bir nokta da, şudur ki, Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları Osmanlıcılığı ön planda tutarlar, bu bakımdan Prens Sabahattin Bey'e karşı olurlar.
A. Rıza Bey'deki Osmanlıcılık anlayışı gerçekte hâkim sınıf anlayışıdır, fakat ismi değişmiştir. Meseleye bir başka açıdan bakılırsa görülür ki, Jön Türkler heyecan
adamlarıdırlar. Kafaları Fransız İhtilâlinin hikâyeleri ile dolmuştur. Üstelik İngiltere'nin eriştiği merhaleyi Jön Türkler tamamen başka biçimde değerlendirmişlerdir.
Öte yandan Auguste Comte, o günlerde pozitivizmi ile Batı'yı etkilemekteydi. Ahmet Rıza Bey Osmanlıcılığı Comte felsefesiiçinde önce doğrudan doğruya, sonra da panislâmizm ve pantürkizmden bir şeyler katarak hamur etmek is temiş fakat pek te becerememiştir. Ahmet Rıza Bey'in de asıl savunduğu fikir Abdülhamid'in halli ile meselenin de halledileceğidir. Ama bu ünlü Jön Türk za manla bu fikrini de değiştirecek Abdülhamid devrilmediği halde İstanbul'a gelip politikaya katılacaktır.
Genç Türklerden bir ilgi çekici kişi daha şüphesiz Mizancı Murat Bey'dir. Murat Bey, Ahmet Rıza Bey'in karşısmdaydi, pantürkist olmak yerine hızlı bir panislamistti. Halife vasıtasıyla bütün Müslümanları ya bancı nüfuz ve esaretten kurtarıp, bir araya getirerek bir İslam imparatorluğu kurmayı düşünürdü. Murat Bey'e göre İslam imparatorluğu kurulacaktı ama, yönetimi Türkler elinde kalacaktı. Bu parlak fikirleri sa vunan Murat Bey sonunda Abdülhamid'le anlaşıp İs tanbul'a dönecek ve ilerde 31 Mart hareketlerinde gericiliği destekleyecektir. Fikir akımlarmdaki çeşitlilik elbetteki memleket içinde etkisini yapacak, çıkarlarla birlikte kamplaşmalar genişleyecekti.
İttihat ve Terakki Cemiyetleri o zaman devrimci hüviyette idi. Karşısında Prens Saba hattin ve Murat Bey'in temsil ettikleri fikirlerle birlikte tutuculuğun da rol oynadığı bir "Ahrar" Partisi kurulmuşum. Başta, o zamana göre, ulema kabinesi yürütme görevini yapıyor, parlamentoda memleket içinde ise sınırsız bir hürriyet düzeninin çatışması de vam ediyordu.
BASINDAKİ ÇATIŞMA
İkinci Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart Olayı'na kadar geçen dönemde basının durumu ve içindeki ça tışma önemlidir. İlerde aynı basının Hareket Ordusu'nun gelişinden sonraki tutumuna temas ettiğimiz zaman öyle sanıyoruz ki, durum daha iyi anlaşılacaktır. Gerçekten bu dönem, "tozdan dumandan ferman okunmaz" bir dönemdir. Dolayısıyla basın, toz kaldırmada önemli rol sahibidir. Önüne gelen gazete çıkartmakta, hürriyete susamışlığm, kinin, ihtirasın velhasıl her şeyin edebiyatını yapmaktadır. İkinci Meşrutiyet'in belirli gazeteleri, İttihat ve Terakki'yi, yönetimi destekleyen "Tanin", "Şûrayı Ümmet" ile, muhalefetin destekçisi, "Serbesti", "Ye ni Gazete", Murat Bey'in yayımladığı "Mizan", yine büyük tiraj yapan ve Ahrar Partisi'nin sözcüsü kabul edilen " İ k d a m " Ahmet İhsan Bey'in "Serveti Fünun"u ve "Volkan"dır. Kıbrıslı Derviş Vahdetî'nin seçim günü çıkardığı Volkan, şeriat savunuculuğu ile bu karışık dönemin özellikle karakterini yapan gazetelerden biri olarak sivrilmiş ve sonunda memleketi 31 Mart'a kadar götürmüştür. ' İkinci Meşrutiyet'in 10 Temmuz'dan 31 Mart'a kadar olan döneminde ağırlık, muhalif basındadır.
BESLEMELİK
Meşrutiyet basınının niteliklerinden biri ve belki de başlıcası, bu gazetelerden çoğunun bir yerden bes lenmesi idi. Saraydan beslenirler, dış çevrelerle temasta olan Şerif Paşa gibi, Amiral Sait Paşa gibi kişiler den beslenirler, ya da İngiliz Gizli Servisi tarafından desteklenirlerdi. Beslenmeler ise birtakım çıkar çarpışmalarını gazetelere aksettiriyor, o günlerde pek mo da olan "kirli çamaşır" yayınları halk tarafından ib retle okunuyordu. Bu kirli çamaşır yayınlarından mesela Ahmet Cevdet Beyle Ahmet İhsan Bey arasında ki tartışma meşhurdur. Hele Tevfik Fikret'le Hüseyin Cahit'in Tanin yüzünden giriştikleri çirkin kavga, kamuoyunun güven duyduğu kişiler tarafından yapıldı ğı için, büyük ilgi toplamış, fakat aynı zamanda bir güvensizlik, bir inanç yoksunluğu hissinin yayılmasına da büyük ölçüde yardım etmiştir. 31 Mart'ı meydana getiren nedenlerden biri ve başlıcası belki bu hissin yerleşmesi, şeriatçıların da ortamdan faydalanmak ko nusunda kamuoyu karamsarlığını ustalıklı olarak sö mürmeleridir.
KAMUOYU TAHRİK EDİLİYOR
İttihat ve Terakki'nin Meşrutiyete rağmen devlet yönetimine doğrudan doğruya katılmaması, bir yan dan Cemiyete karşı halk yığınları arasındaki tepkiyi geliştirirken, öte yandan söylentiler yoluyla, olayları birbirine bağlama yoluyla kamuoyu tahrik ediliyordu. Mesela Çırçır yangını bir mesele haline getirilmişti. Şeriat hükümlerinin uygulanmaması yüzünden İstanbul'un başında belaların dolaştığı söyleniyordu. Hele yangınların sıklaşması bu söylentileri büsbütün arttırıyordu.
Cemiyetçi propaganda, yangınları eski hafi yelerin kundaklama faaliyetine bağlamaya çalışıyor sa da halk, daha çok bunları kıyamet gününün yaklaşması olarak kabul ediyordu. Yine bu sıralarda rejim de ğişikliği, dolayısıyla, birtakım çıkarlara set çekmiş, işten çıkarılan memurlar tabii olarak yeni düzenin karşısına geçmişlerdi.
Üstelik Meşrutiyet, sürgünlerden dönenlerin bir kısmını da tatmin etmiş değildi. Onlar daha büyük imkânlara kavuşmak istemekteydiler. Hatta aralarında kurdukları bir cemiyetle nimetlerden faydalanmak için saraya kadar da başvuruyorlardı.
ORDU İÇİNDE
1908 Devrimi'nden önce ordu içinde gelişen po litikacılık İkinci Meşrutiyet'ten sonra bir süre durul muş fakat subaylar çoğunlukla İttihat ve Terakki'nin destekçiliğini bırakmamışlardır. Şu var ki, yavaş ya vaş saray ve softa takımı çeşitli yollarla silahlı kuvvet lerin içine girmiş, Selanik'teki 3. Ordu'nun, Trakya'daki 2. Ordu'nun fikri dayanışması İstanbul ve Erzurum'da hayli çözük hale getirilmiştir. Ayrıca, o dönemde bir de alaylı subaylar meselesi vardır. Yeni yö netim, alaylı subaylardan çoğunu açığa çıkarmıştır ve bunlar boş durmamış lar, canlarını dişlerine takarak düzeni yıkıcı propagandalara girişmişlerdir. Alaylılık 1908 sonrasında gerçekten halledilmesi gereken bir meseleydi.
Gelişmiş harp teknolojisi bil gi istiyordu. Bilginin erlere aktarılması gerekiyordu. Oysa alaylıların çoğu kendilerini yenileyemedikleri için, eğitim işleri iyi yürümüyor, bu yüzden mektepli subaylarla alaylıların arası her geçen gün açılıyordu. Bu arada ordunun gençleştirilmesi, piramidin kurul ması bir önemli konu olarak ortadaydı. Fakat gençleştirme için tensikat gerekiyordu. Ancak gariptir ki, tensikat fikri Selanik dışındaki mektepli subayların bazılarında bile tepki yapmış, bunlar propagandaların da etkisi altında, ayıklamanın "tedrici" olmasını savunmağa başlamışlardı.
Bütün bu karşı propagandalar özellikle 3. Ordu tarafından Rumeli'den gönderilen Meşrutiyet koruyucusu üç avcı taburu üzerinde yo ğunlaştırılmıştı.
Taşkışla ve Topkapı'da bulunan avcı taburları yoğun propagandalardan kendilerini kurtaramamışlar, hele şapka giyilecek, namaz kaldırılacak söylentileri, cahil erleri büsbütün şeriatçı güruhuna yaklaştırmıştır.
İKİ HİKÂYEDEN BİRİNCİSİ
Erlerin "namaz kılmayacakları" meselesi, Hassa Ordusu için verilen bir günlük emirden çıkmıştır. Günlük emirde, "Namaz kılmak bahanesiyle askerin talim ve
terbiyeden geri kalmalarına meydan verilmemesi" istenmekteydi. Gerçekten o günlerde eğitimin hızlandırılması gerekliydi. Yeni yönetimin Harbiye Nezareti
3. Ordu'da hazırlanan eğitim programının uygulanmasını istiyordu. Şu var ki, hem eğitim programı normal olarak yüklüydü, hem de bazı subaylarda modernleşmeye karşı bir tepki devam edip gidiyordu. Bu yüzden ibadet, adeta yüklü eğitimden kurtuluş gibi bir garip biçime sokulmuştu. Sadece namaz değil, nasihat adı altında vaazlar da sürdürülüyor, asker mesela gece tatbikatına çıkarılmıyordu. İşte Hassa Ordusu'na gelen bu emir, ordu içindeki, güya ilmiye sınıfına bağlı, din adamları tarafından mükemmel şekilde istismar edildi. Daha emrin geldiğinden birkaç saat sonra, "kâ firler idaresinin ordudan namazı kaldıracakları", sadece asker arasına değil, İstanbul'un ücra köşelerine kadar yayıldı. İlmiye sınıfına mensup hocalar, subayların kâh müsamahasından, kâh kışlalarda eğitim yerine siyasi faaliyette bulunmalarından faydalanarak asker içine girdiler ve namazın kaldırılacağı temasını işlediler. 31 Mart Olayı'na İttihat ve Terakki'nin sebep ol duğunu, hatta 31 Mart'ı İttihat ve Terakki'nin tertip ettiğini iddia edenler, namaz meselesini sonradan bir başka şekle sokacaklar ve emrin ordu içinde isyan çıkarmak için hazırlandığını, hocaların da İttihat ve Te rakki ajanları olduğunu söyleyeceklerdir. Onlara göre, İttihat ve Terakki'nin amacı Abdülhamid'i devirmekti.
Bütün bunlar Selanik'te tertiplenmiş, İstan bul'da sahneye konmuştur.
İKİNCİ HİKÂYE
Şapka ya da serpuş yine 31 Mart'ta etki yapan meselelerden biridir. Gerçekten o günlerde asker elbi sesinin değiştirilmesi konusu üzerinde duruluyor, daha
pratik bir elbise için etütler yaptırılıyordu. Bu ara da başlıkların değiştirilmesi de düşünülen işlerin arasında idi. Ancak, başlıkların güneşlikli olması, yabancı
müşavirlerin isteklerine rağmen, kabul edilmiyordu. Ne var ki, değişiklik hazırlıklarına, meşrutiyet mu halifleri, şeriatçılar tarafından sıkıca yapışılmış ve
propagandalarla bundan faydalanmak için bütün gerici ler adeta seferber olmuşlardır. Namazın kaldırılması gibi serpuş meselesinde de sonradan polis
romanlarına taş çıkaracak hikâyeler uydurulmuştur ki, bunlardan biri şudur: 31 Mart günü Taşkışla'ya bir takım sarıklı, sakallı hocalar dolarlar. Bu hocaların hepsi İttihat Terakki Cemiyeti'nin ajanlarıdırlar. Ödevleri, askeri şapka aleyhine kışkırtmak, isyan çıkartmaktır. Mütemadi yen din telkinatmda bulunurlar. Bu sırada kışlaya bir paşa ile subaylar gelirler. Asker borazanla avluya top latılır. Paşa, padişah fermanını okumaya başlar. Fer manda düşmanla çarpışırken güneşten korunmak için askerin siperli başlık giyebileceği hakkında Şeyhülis lamdan fetva alındığı yazılıdır. Paşa elindeki siperli başlığı askere gösterir, arkasından kafasmdakini çıkarıp yeni başlığı giyer. Heyet oradan Topçu Kışlası'na gider ve aynı merasim orada da yapılır. Heyet, ayrıl dıktan sonra askerleri tahrik için çavuş kılığına girmiş ajanların Müslümanlık elden gidiyor, diye bağırmaya başlamaları galeyanı arttırır, askeryürüyüşe geçer. Meğer gelen paşa ve subaylar İttihat Terakkimin liderleriymiş, ferman sahte imiş; üniformalar da öylesineymiş. Hatta 31 Mart hakkında yayımlanan bir ki tapta bu sahte heyet hakkında bilgi de verilir ve denir ki:
" Heyet Bahattin Şakir, Mithat Şükrü, Ömer Naci gibi İttihat Terakki Cemiyetimin ileri gelenlerinden kuruluydu. Amaçları da isyan çıkartıp yönetime el koymak idi."
HAZIRLIK: SARAY - İLMİYE SINIFI - ORDU
Yeniçerilere karşı girişilen eski ıslâhat hareketleri genellikle sarayla ilmiye sınıfının üst tabakasını bir leştirerek yapılmıştır. Ordu yenilendikten sonra çıkan isyanlarda ise ilmiye sınıfının alt tabakası ile Yeniçe ri anlayışı işbirliğine gitmişlerdir. Saray ise bu işbirliğinde açıkça değil, fakat gizli gizli yardımcı olmuştur.
31 Mart öncesindeki işbirliğinde sarayın tutumu anarşik havanın geliştirilmesi o yolla meşrutiyetin kendi kendini yemesidir. Saray çevresi düşünmüştür ki; meşrutiyete karşı isyan muvaffak olursa sonunda ipler yine halifesultanm elinde kalacak, böylece otori teyi rahatsız eden politikacıların, yeni akımcılarm tasfiyesi sağlanarak tek merkezli yönetim yeniden kurulacaktır.
DERVİŞ VAHDETİ VE GAZETESİ
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi 31 Martin' olu şunda Derviş Vahdeti ve onun çıkardığı Volkan gazetesinin yeri önemlidir. Volkan, kısa sürede kamuoyunu
etkisi altına almış, halkı planlı bir yayınla İttihadı Muhamedi Cemiyetime kadar götürmüştür. Vahdeti, 1870 yılında Kıbrıs'ta doğmuştur. Asıl adı Derviş'ti. Hıfzını
tamamladıktan sonra Hafız Derviş adını almıştı. Derviş, padişah Abdülhamid'e yazdığı bir mektupta hayatını şöyle anlatır: " Padişahım ben nasıl doğdum, büyüdüm?
Pederim, papuççu esnafından Kıbrıslı Mahmut ağa idi. Babam bütün gün çalışır, bir lokma ekmek parası kaza nır, ufak bir evcikte hepimiz bir yorgan altında kışın soğuktan titrerdik, bir sıcak çorba bile içemezdik. Gördün mü hayat nedir? Dört yaşında mektebe girdim, beş yaşında Kuranl hatmettim. Ondört yaşında hafız ol dum. Bir miktar Arapça dil bilgisi, biraz İslam huku ku öğrendim. Nakşibendi tarikatına girdim. Yaşım yirmiyi buldu. Çalıştım, biraz daha okudum. Ecnebi dil öğrenmek lazım geldiğini hissettim... Ancak basımdaki sarıkla, ve Kuran okumakla meşgulken din düşmanı bir kavmin lisanını nasıl öğrenebilirdim ki?.. O sı ralarda İstanbul'a geldim. İki ay sonra Kıbrıs'a döndüm. Gözüm açıldı. Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Kıyafet değiştirip hükümet memuru oldum. Kraliçe adına verilen balolarda redingotlu, eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş sene hoca mesleğinde, hoca itikadında, hoca kıyafetinde medrese köşelerinde bir Müslüman şimdi medeni...
Her yüksek gördüğüm dereceye ayak bastıkça gözlerim daha ilerilere çevriliyordu..." Derviş Vahdeti'yi İngiliz idaresindeki memuriyet de tatmin etmez, İstanbul'a gelir.
Amacı Saraya kapı lanmaktır. O sırada Dahiliye Nazırı Memduh Paşa va sıtasıyla göçmen komisyonuna atanır. Aynı zamanda Paşa'nm yalısında imamlık eder.
Fakat Saraya yanaşmak isteği onu jurnalciliğe kadar iter. Nihayet Memduh Paşa'yı da padişaha jurnallar. Dahiliye Nazırı jur nali padişahtan öğrenir ve
Derviş Diyarbakır'a sürülür.
Diyarbakır'da Vahdeti bir yandan İstanbul'a af di lekçeleri yazarken öte yandan rakı sofralarında ud çalmakta, yanık sesiyle şarkılar söylemektedir.
Gözü "ileride" olan Derviş, bu hayata da tahammül edemez. Bir gün Kıbrıs'a gitmek için Diyarbakır'dan kaçar. Fakat Bektaşi babası kılığında Birecik'te yakalanır.
BALTAYA SAP OLMAK
Meşrutiyetin ilanından sonra salıverilen Vahdeti İstanbul'a gelmiştir. O zamanın özgürlük havası içinde bir şeyler yapmak, hele çatışmalar yüzünden geli şen
şeriatçılıktan faydalanıp ileriye fırlamak niyetin dedir. Gerçekten ümmetçilik ve şeriatçılık akımı hızla yürümektedir. Nitekim 7 Ekim'de Fatih Camii'nde Kör Ali ve İsmail Hakkı adındaki iki hoca, "Ey ümmeti Muhammet, din elden gidiyor! Sokaklarda alenen oruç yiyorlar, kadınlar yüzleri açık geziyorlar" diye halkı kışkırtmışlar, arkalarına takılan binlerce kişiyle birlikte Yıldız Sarayı'na kadar gidip Meşrutiyet aleyhinde atıp tutmuşlardır. Kör Ali ile İsmail Hakkı, Yıldız'dan sonra Sadrazam ve Şeyhülislam'la da çatışmışlardır. Gerçi elebaşı hocalar bu " Şahlanış " denemesi sonunda kellelerini vermişlerdir, ama akım durmamıştır. Mesela olaydan birkaç gün sonra Beşiktaş'ta Todori adındaki Rum bahçıvana kaçan bir Müslüman kadın yüzünden olaylar çıkar. Karakola götürülen Todori için halk ayaklanır, bahçıvanı polisin elinden alarak linç eder. UYGUN ORTAM Kurnaz Derviş'in bütün bu olaylar gözünden'kaçmamaktadır. Üstelik Bulgaristan'ın istiklalim ilan Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi hem orduyu, hem de halkı huzursuzluğa sevk etmiştir. Alaylı mektepli çekişmesi, subayların politika içine bilfiil girişi, ordudaki eğitim problemi, yobazların etkili propagandaları şeriatçı akımın örgütlenmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. Vahdeti artık gazete yoluyla öncülüğe girebileceği, aynı zamanda Saray'la da ilişkilerini geliştirebileceği kanısındadır. Nihayet 28 Kasım 1908'de "İnsaniyete hadim, dini ve siyasi" Volkan gazetesi yayın hayatına girer. Vahdeti'nin yazıları, bir anlamda, vaazın, hutbenin gazeteye aktarılışıdır, denilebilir. Gerçekten Volkan, incelendiği zaman görülmektedir ki, Derviş Vahdetî'nin bütün amacı Meşrutiyet aleyhinde gelişen ortamı şeriatçılığa kanalize etmek ve şeriatçılığı örgütleyerek siyasi bir topluluk haline sokabilmektir. Derviş'in kanısına göre, ulema ileri gelenlerinin kurdukları Cemiyeti İlmiye'yi ele geçirip aksiyona sevketmek gerekiyordu. Vahdeti ilk zamanlarda bunu düşünmüş, fakat beraberindekilerle birlikte, uygulanamayacağını anlayınca başka bir örgüt kurma yoluna girmiştir. İşte "İttihadı Muhammediye Cemiyeti" şeriatın aksi yona geçirilmesi için hazırlanmış
olan örgüttür.
ÖRNEKLER
İttihadı Muhammediye Cemiyeti'nin kuruluşu ve diğer olaylara girmeden önce Volkan'm o zamanki ya yınlarında sadeleştirilmiş örnekler verelim:
27 Ocak 1909 tarihli Volkan'da İ. Sahabettin imzasıyla şu yazıya rastlanır: "Din, yüksek ahlaka dayanır. Dinsiz olanlardayüksek ahlakbeklenemez.
Din dünya ve ahiret için ça lışır. Dinsizler ise sadece dünya için çalışırlar. Cenabı Hak dinsizlere düşmandır. Biz nasıl olur da bir dinsi ze emniyet edebiliriz?
Bugün Avrupa'da birçokları dinsizliklerini ilan ediyorlar. Bunun içindir ki, kadınların birçoğu çıplak denecek şekilde umumi yerlerde gezi yorlar. Erkekler ise kumarhanelerdedir. Ayrıca birbirlerinin servetlerine göz dikiyor, ocaklarını söndürüyorlar. Birçoğunun ömrü meyhanelerde geçiyor. Mahvoluyorlar. Velhasıl bu gibi İslamiyetçe memnu olan durumlara isterse İslam adı altında bulunanlardan olsundüşenlere emniyet olunmamalıdır. Zira nefsine acımayan etrafındakilere mi acıyacak? Şu Avrupa ile temasa başlıyalı beri onların müstehcen adetleri memleketimizde koleradan çok tahribat yapmaktadır. Bizin en kestirme sözümüz dindar olalım demekten ibarettir." Burada sözü edilen dinsizler, Jön Türkler ve özellikle Ahmet Rıza Bey'dir. Başka bir yazı; derviş Vahdeti tarafından yazılmıştır, başlığı da "İstanbul'da farmason locası "dır: "Uzun zamandan beri meydana çıkmayan Türk farmasonları dün Müşir Fuat Paşa'nm evinde toplan mışlardır. Toplantıda Adliye Nâzın ile birçok Ayan üyesi ve milletvekilleri hazır bulunmuşlardır. Türkiye'de bir büyük loca kurmak maksadıyla girişilen teklif uygun karşılanmıştır.
Locanın 15 gün sonra açılacağı zannediliyor. Bu durumda bütün İslam âlemi elele vererek dünyamızı, ahiretimizi yapmaya çalışalım, hürriyetin ağacı yeşerdiğinden beri başarıya giden İt tihadı Muhammedi Cemiyetimde birleşelim." Yine Volkan'da imzasız bir yazı; başlığı "Tiyatrolar ahlakımıza nasıl tesir ediyor?" "...bir İslam kadını ile bir Avrupalı madamı göz önüne getirirsek görürüz ki, birisi çarşıda pazarda açık saçık, elinde bir bastonla gezer. Birisi, baştan tırnağa kadar örtünmüş, ya komşusunu, yahut akrabasından birisini bile görmekten bezer. Biri sokak süpürgesi, biri ev kadını..." Yukardaki örnekler asrileşme dedikleri akıma karşı daha doğrusu bir aksiyon karşı "tertiplenen reaksi yonun" hazırlığıydı. Bu reaksiyonu Vahdeti, İttihadı Muhammedi Cemiyeti yoluyla gerçekleştirmeye çalı şacaktır.
İTTİHAD-I MUHAMMEDİ CEMİYETİ
Derviş Vahdetî'nin Volkan'ı hız aldıktan sonra sı ra örgütlenmeye gelmişti. Vahdeti, Emirîzade Ömer Lütfi adında biriyle birleşerek cemiyeti kurdu. Aslın da bu cemiyet sonradan sıkıyönetim mahkemelerinde verilen ifadelerden anlaşıldığına göre 10 yıl önce baş ka ülkelerde teşekkül etmiş ve Emirîzade de İngiliz Gizli Servisimin desteğiyle İstanbul'da örgütü yerleştirmek için çalışmaya başlamıştı. Derviş Vahdetimin Ömer Lütfi ile nasıl anlaştıklarını bilmiyoruz. Şu varki, ikisinin daha gazete çıkmadan önce böyle bir kuruluşu kararlaştırdıkları, Saray'la temasa geçip Abdülhamid'den yardım alan Emirîzadenin ise gözü yükseklerde olan Vahdetî'yi kullandığı yine 31 Mart olayından sonraki tahkikattan anlaşılmaktadır. Cemiyet kurulduktan sonra başkanlık konusunda Ömer Lütfi ile Vahdeti arasında kavgalar da çıkar, fakat Derviş, elin deki gazete vasıtasıyla şöhret de yaptığı için, Emirîzade'yi geri plana itmesini becerir. Enderunlu Lütfi adındaki başka birisiyle beraber cemiyeti yönetmeye başlar. Yayımlanan bildiriye göre cemiyetin başkanı Hazreti Muhammet'tir. Bu yolla İttihadı Muhammedi doğrudan doğruya Müslümanlığa dayanan bir siyasi ce miyet halindedir. Başkam İslam peygamberi olan, yine Volkan'm yazdığına göre, "İnsanların yaptığı kanunlara değil, Kuran'a dayanan" bu cemiyet kısa za manda binlerce üye kaydeder. Üstelik devrimden zarar görenler de İttihadı Mu hammedi Cemiyeti'ne kurtarıcı gibi yapışmışlar ve kuruluş kısa sürede büyümüştür. Nasıl büyümesin ki, üye kaydı için çeşitli yerlere koydukları kayıt masalarında yaptırdığı propaganda şöyle idi: "Ey Muhammet şeriatının düşmesini istemeyen müminler! Allah-u Zülcelâl aşkına Peygamberimiz Muhammet Mustafa adına bu cemiyete giriniz, kayıt kâğıdını imzalayınız!"
CEMİYETİN BİLDİRİSİ
İttihadı Muhammedi Cemiyeti bir yandan halkı kışkırtırken bir yandan karşı gazetelerin hücumlarını da önlemeye çalışır ve bildiriler yayımlar.
İşte 21 Şu bat 1909 günü yayımlanan bir bildiri: "Hiçbir din ve cemiyet kuruluşu yoktur ki, başın da rekabet sebebiyle taarruzdan masun bulunsun.
Bu gibi gürültülerin baş göstereceğini zaten biliyorduk. Fakat (İttihadı Muhammedi Cemiyeti) öyie dedikodu larla yahut hücumlara hedef olmakla,
hatta düşmanla boğaz boğaza gelip şiddetli bir istilaya bile maruz kal makla ittihadından vazgeçmeyecektir. Toprağın ne önemi var. Bu asırda artık
insanlar esir olamazlar. Muhammedîlerin nerde olursa olsun çoğunluk teşkil edecekleri aşikâr. Bu gerçek bilindikten sonra yapacağı mız işi elele verip
bugünkü ilerlemiş durumdan (yani özgürlük ortamından) İslamiyete layık bir surette faydalanmaktır." Bu hazırlık dönemi sırasında İttihadı Muhammedi
süratle örgütlendiği gibi ordu ile bağlantılarını ku rar görünmektedir. Vahdeti askerlerden gelen mektupları yayımlamakta, o mektuplara cevap verme
vesilesiyle hem propagandasını arttırırken, hem de subayla askerin arasını iyice açmaktadır. Mesela 5. Alay namına yazılmış ve 28 Şubat ta rihli Volkan'dan
çıkan mektuba bakalım: Mektup, "Ey bütün iman ehlinin teveccühünü kazanan Derviş Vahdeti" diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: "Bizi arkadaşlarımızdan
ayırıp istedikleri yerlere atabilirler. Fakat bunu usule uygun yapmaları gerekmez mi? Bizi. Eski askerler mi sanıyorlar? Hamdolsun şimdi çoğunluğumuz okuyup
yazma öğrendik, icap ederse derdimizi anlatabiliyoruz. Demek istiyoruz ki bizi arkadaşlarımızdan ayırdılar, acaba sebebi nedir? Arkadaşlarımız kanuna mı riayet etmediler, şeriatı mı tanımadılar? Allah bizi şeriata kanuna karşı gelen askerler haline getirmesin. Amirimize itaatin borç olduğunu biliriz. Lakin ruhumuza sıkıntı verecek, cevrü cefaya da mahal yoktur. Beşinci alayın tamamen İttiha dı Muhammedi Cemiyetime iştirak edeceğini kendi ifadelerine uyarak arz ederim.
" Bu mektuba Vahdeti şu cevabı vermektedir: "Siz askersiniz. Asker ki vatanının biricik koruyucusudur. Din için yaşar, vatan için çalışır, din uğrunda ölür...
İttihadı Muhammedi Cemiyetine zaten dinen dahilsiniz. Kimin haddi vardır ki sizi bu cemiyete ka bul etmesin." Derviş Vahdeti tarafından kaleme alman ilgi çekici
bir yazı yine 26 Mart 1325 günü bir subayın tehdit mektubuna cevap diye yayımlanmıştır. Vahdeti şöyle diyor: "Ey zabit! Sana ihtar edeyim ki siyah sakalımla ela gözlerimle, münevver yüzümle ara sıra göğsüne çö keceğim. İntikamımı kendi elimle alacağım. Seni mecnunlar gibi sokak ortalarında bağırtacak, dağ başlarında süründüreceğim... Ey zabit! Cemiyetiniz bir kaç kişiden ibarettir diyorsun! O halde niçin bizden korkuyorsun. Fakat korkan sen değilsin Ahmet Rıza Bey'dir, Baha Şâkir Bey'dir. Dr. Nâzım Rahmi ve Cavit Bey'lerdir ve daha bir kaç haris anarşisttir... Bugün sen ey zabit, millete büyük hizmet ettin zira bütün duygularımı açıkça söyledim."
AÇILIŞ
İttihadı Muhammedi artık ağırlığını gösterebile cek kuvvete erişmiştir. Üstelik bu cemiyetin davranış larına karşı İttihat Terakki Cemiyeti de harekete geçmiş,
hürriyet şehitleri için Ayasofya'da tertiplenen mevlitle bir karşı gösteriye girişmiştir. O halde cemi yetin açılışı hem çok gösterişli olmalı, hem de gelecek
günlerin hareketini hazırlamalı idi. İttihadı Muhammedi 3 Nisan Rumi tarihle 21 Mart günü yine Ayasofya'da mevlitli bir açılış töreni düzenler ve aşağıdaki bildiri
yayınmlanır. (Dili sadeleştirildi). "Cemiyetimiz birçok hücumlara, hücumlardan doğan buhranlara maruz kaldıktan, hepsini yenmeye muvaffak olduktan sonra
bugün bir sükunet ve ilerleme devrine ayak atmıştır. Cemiyetimiz artık özel kişi liğinden çıkmış tüzelkişi halinegelmiştir. Cemiyetimizin her hali İslamiyetin
meydana çıkışım andırıyor. Bir taraftan kötülemeler, ayıplamalar, bir taraftan çalışmalar, ilerlemeler. İslamiyete akm akın aşiretler, ka bileler can atıyordu.
Cemiyetimize de kafile kafile köyler, ilçeler katılıyor. İslamiyetin kuvvet bulduğu na emniyet hasıl olduğu zaman ezan-ı Muhammedi aşikar olarak okunmuştur.
Cemiyetimizde kuvvet bulduğu için mevlit oku nuyor, İslamiyet 18 yıl içinde bir yandan Maveraünnehire, Kafkasya sınırlarına, bir yandan' Mısır ülkesine,
Kıbrıs adasına, İstanbul civarına kadar gölge saldığı gibi, cemiyetimiz de 18 ay içinde bütün İslamiyet âlemini içine alacaktır. O, yoktan var oluyordu.
Bu, var olanı yerleştirecek... İşte bu kadar zorluklardan sonra kurulan ve yerleşen mukaddes cemiyetimiz tarafından Muhammet'in temiz ruhuna hediye olmak üzere gelecek cumartesi günü ki peygamberin doğum gününe rastlıyor, Ayasofya Camii'nde mevlit okunacak, sonra da cemiyet mer kezinin önüne kadar gidilerek kurbanlar kesilip açılış töreni yapılacaktır. Cemiyetimiz fertlerinden bir çokları ellerinde yeşil sancaklarla gelmek istediklerinden bu hususta ida re meclisimiz tarafından aşağıdaki karar alınmıştır: 1. Arzu edenler birer yeşil sancak yapmalı. Sancağın üzerine (Lâilâhe İllallah Muhammedün Resulullah) yazdıktan sonra altına İttihadı Muhammedi cümlesini eklemeli... 2. O gün İslamlardan başka bütün Osmanlı vatandaşları seyre gelebilirler.
Vatandaşlarımız maddi haklarda zerre kadar bizden farklı olmadıklarını ve her kes dininde istediği gibi harekete serbest olduklarını bilirler. 3. Bundan dolayı cemiyetimiz fertlerinin gerek yolda, gerek camide hiçbir surette ağız açmamalarını tavsiye ederiz. Mevlit yalnız meşhur Ulemâ İkinci Farabî Hafız Osman El Musûlî Hazretleri tarafından okunacak, fasıllar arasında Enderun ilahicileri tarafından ilahiler söylenecektir. Ve cemiyete dair camide bir şeyden bahsedilmeyecektir. Allah muvaffak etsin. Amin."
İSYAN KÖRÜKLENİYOR
Bir gün önce İttihat ve Terakkimin Hürriyet şehitleri için okuttuğu mevlit oldukça sönük geçti. Ama İttihadı Muhammedi'nin kuruluşu pek şatafatlı oldu.
Etkilenmiş halk, akın akın Ayasofya Camii'ni ve mey danını doldurdu. Meydan, yakınlarından bile geçilemez hale geldi. Camide önce mevlit okundu, sonra bilgi
verildi ve Yerebatan'daki Cemiyet (Volkan) binasına gidildi. Cemiyetin kuruluş töreninde kuruculardan Said-i Kürdi de hazır bulunmuş, çıkıp bir de nutuk söylemiştir.
Bakınız, Derviş Vahdeti, 23 Mart tarihindeki Vol kan gazetesindeki törenin bu kısmını nasıl anlatır: "...saat dört raddelerinde medrese talebeleri (talebe-i ulûm) önlerinde Bediüzzaman Said-i Kürdi Hazretleri olduğu halde geldiler. Kendilerini dış kapıda karşıladık. Hazreti Kürdi bizi görünce dayanamadı, sanki iki âşık ve maşuk kavuşur gibi birbirimize sarıldık. Elele verdik ve camiye girdik. Talebe-i ulûmun, başlarındaki sarıklar nur gibi beyaz, çiçek gibi ruha rahatlık veriyordu.
Hele bunlardaki dini terbiye kendilerine başka bir güzellik bahşe diyordu. Hazret, yani Bediüzzaman, Bedi-i âlemi İs lamiyet, o Kürt elbisesiyle, o meşhur
Kürt tavrıyla da ima belinde taşıdığı hançeriyle, inanmış olarak kürsüye çıktı ve bir nutuk söyledi. Nutku zaptedemedik... Daha sonra ben kürsüye çıkarak aşağıda yazılı konuş mayı yaptım." Derviş Vahdetimin konuşması malum şeylerdir ve yine o konuşmada çapraşık ifadesiyle İttihadı Muhammedi Cemiyetimin amaçlarını anlatmaktadır. İttihadı Muhammedi Cemiyetimin kuruluşunun ertesi günü Volkan'daki yazıların dozu biraz daha ar tarak devam eder ve nihayet gazeteci Hasan Fehmi min öldürülmesi ortalığı büsbütün karıştırıp isyanı körük ler.
HASAN FEHMİ NASIL ÖLDÜRÜLDÜ?
Hasan Fehmi " Serbesti " gazetesinin başyazarıdır. İttihat ve Terakki Cemiyetime karşıdır. Yeni yöne time, cemiyete daimi olarak hücum etmektedir.
Hasan Fehmi Bey 6 nisan salı (24 mart) gecesi Galata Köprüsü'nde kaymakamlardan Şakir Bey'le bir likte Karaköy'den Eminönüme geçerken, tam ortada bir el silah patlar ve önce Şakir Bey yaralanır. Bunu üç el daha patlama izler ve Hasan Fehmi yere düşer. Hafif yaralı Şakir Bey, Hasan Fehmi'nin yere düştüğünü görünce, imdat diye bağırarak Eminönü tarafına doğru koşar. Bir polise rasgelir. Polis, Şakir Bey'i katil zannederek karakola götürür. Kaymakam durumu anlatmcaya kadar katil veya katiller kaçar. Ağır yara lı Hasan Bey'le Şakir Bey'i Zaptiye Nezaretine götü rülmek üzere bir arabaya bindirirler. Fakat araba ne zarete varmadan Serbesti başyazarı vefat eder. Şakir Bey, katilin parlak düğmeli kaput giydiğini, yakasında kırmızı işaret bulunduğunu ve ilk ateşten önce " Al mevlân! " diye bir ses duyduğunu söylemektedir.
MUHALEFETİN YAYLIM ATEŞİ
Olay üzerine ertesi gün muhalefet gazeteleri şid detli bir kampanyaya girişirler. Kampanya hem Cemi yet'e, hem de hükümete karşıdır. İki gün sonra katilin İttihat ve Terakki'ye bağlı bir subay olması ihtimali or taya atılır. Bu ihtimal üzerine yazılar yazılır ve "Al Mevlan!" şeklindeki seslenişin Şakir Bey'in Serbesti gazetesi sahibi Mevlânzade Rıfat Bey'e benzetilme sinden ileri geldiği, katil veya katillerin aslında Ser besti'nin hem sahibini, hem de başyazarını öldürmek istedikleri ileri sürülür.Muhalefetin şiddetini ve bu şiddetin gerici ayak lanma ortamının yaratılmasına nasıl fırsat verdiğini gösterebilmek için o günlerin gazetelerinden örnekler alalım: Mesela, 27 Mart 1325 tarihli "İkdam" şöyle ya zıyordu: "Gerçek hürriyetin vatanımıza henüz dahil olma dığını, siyasi esaretin bütün çirkinlikleriyle yerinde durduğunu, bütün fecati ile ispat eden dün geceki vah şi cinayet, ertesi sabah biçare halkımızın temiz yüzün de büyük matemin kederini husule getirdi. Şimdiye kadar felaketten felakete, istibdattan istibdada atılan İstanbul halkı, dün sabah nazarları yeni bir istibdadın kâ busu ile korkuya duçar olduğu halde bir bilinmezliğin ıstırabı içinde dolaşıyor. Serbesti idarehanesinin önü, Hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'e son veda geçitini yapmak ve onu bu perişan duruma sokan gizli kuvve te lanet etmek için akın akın gelen ahali ile dolu bulunuyordu." "Serbesti" gazetesi de yayımladığı protesto mektubunda, olayın İstanbul'un en kalabalık yerinde vuku bulduğunu belirttikten sonra yüksek öğrenim genç liğinin Millet Meclisi'ne giderek, Başkan Ahmet Rı za Bey'i görmek istediklerini, oysa başkanın jandarma çağırıp pencereden de öğrencileri galeyana getirecek sözler söylediğini yazmakta, Ahmet Rıza Bey'i kı namaktadır. 27 Mart'ta "Mizan", hücum dozunu daha da arttırarak şöyle yazar:"...miskinlik içindeki böyle bir hükümete biz Osmanlı Hükümeti adını veremeyiz. Kahraman ordular, askerler, Allahm gayretiyle hürriyeti getirdiler.
Hürriyeti meçhul bir çete, fırsatı ganimet bilerek Yıldız'dan istibdat dolabını çaldı. Babıali'nin böyle bir çeteye ya taklık ettiği tahakkuk ederse, böyle bir
Babıâli'yi biz üzerimize hâkim değil, ayağımıza toz olarak bile ka bul edemeyiz. Artık kâfidir, fazlasına milletin taham mülü kalmamıştır."
DERVİŞ DE ŞAHLANIYOR
Muhalefet gazetelerinin gittikçe sertleşen hücu mundan Derviş Vahdeti elbette faydalanacaktır. Nite kim 28 Mart tarihli "Volkan" da şunları söylemekte dir:
"Hasan! Ey Fatma'nın oğluyla aynı isimde olan Hasan! Onunla senin aranda büyük bir münasebet bu luyorum. O, anadan babadan mahrum olarak şehit edildi.
Sen de onun gibi öksüz, sen de garip olarak şehit edildin. O yezidilere muhalif idi. Sen de aynı fırkaya muarız idin. Yezidiler İslam hükümetini zaptetmişlerdi.
Bunlar da Osmanlı Hükümeti'ni zaptetmek istemiş lerdir. O, (Allahm emri bize biattir) diyordu, sen de (Anayasa şeriattır. Ona itaat şarttır) diyordun.
Nedir aranızdaki münasebet Hasan! Sen o musun, yoksa, o sende mi? Ona İslam âlemi kan ağladı. Sana da bütün insaniyet ağlıyor. Git Hasan, Ebutalib'in
oğluna benden selam söyle! Vahdeti de geliyor de ve kabulünü rica et!" İki gün sonra yine Derviş Vahdeti, "...O istibdada ki Şeref Sokağımın pis, murdar
elleriyle icra edi liyor- boyun eğersek kansız bir millet olduğumuza dünya kani olacak, milli hislerimiz hakarete uğrayacak. Eğmeyelim, bu cinayetlere katiyyen
boyun eğme yelim. Bunun çaresi ümmetin toplanmasıdır" diye dozunu biraz daha ağırlaştırır. Yine Derviş Vahdeti bir başka yazıda şunları söyler: " Ya hürriyet şehidi Hasan Fehmi Bey'in katili bu lunmalı, yahut malûm olan beş kişiyi, İttihatçıları va"tan haricine çıkarmalı. Bu ikisinden başkası milletin galeyanını durduramaz.
" Volkan aynı zamanda muhalefet gazetelerini de, girişeceği harekete davet etmekte ve şöyle demekte dir: "Acele et Mizan! Arş ileri Serbest! İmdat Osman lı!
Sebat et İkdam! Hakperest matbuat, hep hücum edelim! İşte istibdat kalesi, işte hürriyet şehidi zincir lere bağlanıyor, bize imdat! diye kollarını uzatıyor. Kale ise
zayıftır, sihirle kuvvetli gözüküyor. Kale mu hafızları da sihirle bağlı! İşte Volkan... Sancaktarlık vazifesi ilerliyor. Arş ileri! Şehit olursam da siz dönme yiniz. Zira zafer bizdedir. Emin olunuz ki, halk bizim ledir. Müfteriler! Kâmil'in namusu ikmal edilecektir, ikmal!" Artık kamuoyu yeter ölçüde dolmuş, özellikle askerler arasında yapılan propagandalar meyve verecek hale gelmişti. Bu arada "Darülfünun" öğrencileri de yürüyüşe geçip, hükümetten, katilin bulunmasını is temişler di. Üstelik İttihadı Muhammedi Cemiyeti örgütlenmesini tamamlamış gibidir. Önemli yerlerden, İstanbul'un çevresinden, Orta Anadolu'dan Hazreti Muhammed'in başkanı bulunduğu bu cemiyete elbet te bütün softalar katılacak, meseleleri bilmeyen cahil halk cemiyeti, destekleyecekti. Ayrıca muhalif basın nasıl " Volkan "m peşinde gidiyorsa Ahrar Fırkası da, İttihadı Muhammedi Ce miyeti'nin yanındadır. Fırka, Muhammedi'çilerin yapacağı şahlanışla kendisine iktidar ufuklarının açılacağını hesaplar.
İSYAN PATLAK VERİYOR
Rumî tarihle 30 Mart'ı 31'e bağlayan gece, yani 12-13 Nisan 1909 gece yarısı daha önce sözünü etti ğimiz meşrutiyet bekçisi avcı taburları ayaklandılar, subayların bir kısmını ağaçlara bağladıktan, bir kısmı nı hapsettikten sonra fırladılar. İlk hareket Taşkışla'daki 4. avcı taburunda görüldü. Gariptir ki tabur hareke te geçtiği zaman kışlanın önünde ellerinde yeşil bay raklar bulunan bir takım sarıklı hocalar dolaşıyor ve: "Ey kahramanlar, şeriat elden gidiyor, ne duruyor sunuz?" diye pencerelere sesleniyorlardı. Taşkışla'dan öteki kışlalara da sirayet eden isyan kısa zamanda bü yüdü, asker gece yarısı "şeriat isteriz, padişahım çok yaşa" avazeleriyle ve önlerinde hocalar olduğu halde yürüyerek Sultanahmet'teki Millet Meclisi binasının önüne geldi. Bir kısmı ise Ayasofya'ya yöneldi. Ayasofya yakınındaki Millet Meclisi çevresinde ki askerin miktarı sabahın erken saatlerinde 5-6 bini bulmuştu. Ayasofya meydanında ise yüzlerce hoca tekbir getiriyor, medrese öğrencileri de yavaş yavaş bu ayaklanmaya katılır görünüyorlardı. Ayasofya Meyda nı'nda hocalar ve askerler birer sandalye üzerinde nu tuk atmaya başlamışlardı. Konuşmalar genellikle di nin elden gittiği, şeriatın hâkim olması gerektiği şek lindeydi. Bu arada mektepli subayların orduyu frenkleştirmeye çalıştıkları, bütün bunların İttihat ve Terak ki Cemiyeti'nin başı altından çıktığı, din hükümleri nin ayaklar altına alındığı durmadan söyleniyordu.
İlk bakışta dağınık gibi görünen isyanın aslında hiç de ani bir feveran sonucu olmadığı, günlerce, haftalar ca örgütlenmeye gidildiği, başkumandanın, hatta bölük bölük askerlere kimlerin kumanda edeceğinin tes pit edildiği vakit geçtikçe anlaşıldı. Ortada dolaşan, Başkumandan Hamdi Yaşar isminde bir çavuştur. Hazım Çavuşla, Bölükemini Mehmet ve tüfekçi ustası Arif Hamdi'ye yardım etmektedirler. Ayrıca kadro dı şı kalmış subayların sivil elbise ile isyanı yönettikleri görülmektedir.
İsyancıların hesaplı ve tertipli olduk ları şuradan da anlaşılmaktadır ki, yabancı elçiliklerin kapılarına derhal nöbetçiler dikilmiş, özellikle Hıristiyanlara, kendilerine dokunulmayacağına dair temi natlar verilmiştir. İsyancılar saatler ilerledikçe işi azıtıyorlar ve "Şe riat isteriz" diye bağırmanın yanında Meclis binasına girip salonu adeta işgal altında tutuyorlardı. Padişah, isyancıların amaçlarını öğrenmek için Şeyhülislam Ziyaettin Efendi'yi memur etmişti ama, Şeyhülislam'm gürültü patırtı arasında ayaklananlara nasihat verme si mümkün olamamıştı. Sadece istekler anlaşılabil mişti, o kadar.
İSTEKLER
Meb'usan Meclisi binasını çeviren isyancıların is tekleri şunlardı: 1. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Harbiye Na zırı Ali Rıza Paşa çekilecekler. 2. Milletvekil lerin den Meclis Başkanı Ahmet Rı za Bey'le, İkinci Başkan Talat (Talat Paşa), Hüseyin Cahit, Rahmi ve Dr. Bahaeddin Şakir beyler sınır dışı edilecekler. 3. Şeriat hükümleri olduğu gibi uygulanacak. 4. Mektepli subaylar ordudan uzaklaştırılacak, hiç değilse yerleri değiştirilecek. Alaylılardan açığa çıka rılanlar yeniden orduya dönecekler.
5. Bunlar yapıldıktan sonra isyan duracak ve ayak lanma dolayısıyla hiç kimse hakkında takibata girişil meyecek. Aslımda bunlar isyancıların ön istekleriydi. Görünüşe göre Meşrutiyete dokunmayacaklar, ama bir partiyi ortadan kaldırıp şeriat sınırlan içinde tek sesli bir Meclis'le güya Meşrutiyeti devam ettireceklerdi. Nitekim, homurtularla karışan seslerin arasında Meşrutiyetin milletvekillerinin istenmediğini gösteren işaretler de vardı. Ancak Meşrutiyete karşı duranlar as kerin içine girmiş sivil kıyafetli yöneticiler tarafından hemen susturuluyordu. Ziyaeddin Efendi istekleri tespit ettikten soma, isyancılara hitaben kısa bir konuşma yaptı ve gariptir ki, isteklerinin haklı ve yerinde olduğundan söz edip, durumu kabinedeki vekillere nakledeceğini, sonucu bildireceğini söyledi. Şeyhülislam'm bu şekilde konuş ması ise isyancılan büsbütün azdırdı. Hatta padişah tan af fermanının çıkmasına rağmen bu azgınlık daha da arttı.
ORTADA HÜKÜMET KALMAMIŞTI
Ortada artık hükümet diye bir kurul kalmamıştır. Sabah Babıâli'de yapılan toplantıda Hüseyin Hilmi Paşa istifa etmeyi ileri sürmüş, diğerleri de bu teklifi
benimsemişlerdir. Ayrıca Babıâli'ye gelen ve kellesi istenen Ahmet Rıza Bey de Sadrazamın teklifi üzeri ne istifayı basmıştır. Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi'nin
Sadaret maka mına gelişi sırasında Babıâli'de Hüseyin Hilmi Paşa, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Bahriye Nazırı Rıza Pa şa ve Adliye Nazırı Nazım Paşalardan
başkası yoktur. Onlar da biraz sonra saraya ve Meclis'e gitmek üzere ayrılacaklar, yolda asiler tarafından çevrilen Ali Rıza Paşa ancak arabadan atlayıp canını kurtaracak, yaka lanan Rıza ve Nazım paşalardan ise biri (Nazım Paşa) öldürülecek, diğeri yaralanacaktır.
İSYANCILAR MECLİS'TE SİLAHLI VE SÜNGÜLÜ DOLAŞIYORLARDI
İsyancılar Meclis içinde silahlı süngülü dolaşır, bağırıp çağırırlarken 20 kadar milletvekili de salonda ne yapılacağını konuşuyorlardı. Sarıklılar, başta Ho ca Vasfi Efendi, bütün isteklerin yerine getirilmesini savunuyorlar, bunlara karşılık birkaç genç milletveki li direniyorlardı. Direnenlerin başında Hasan Fehmi Bey'le Babazade İsmail Hakkı Bey gelmekteydi. Mil letvekillerinin telgrafla davet edilmelerine rağmen Meclis'e gelenler azdı. Hele Lazkiye Meb'usu Aslan Bey'in Meclis'e girerken Hüseyin Cahit Bey'e benze tilerek öldürülmesi, Meclis üyelerinin gözünü büsbü tün korkutmuştu. Maamafih ısrarlı davet üzerine Meclis'te 40 kadar milletvekili toplandı. Bunlar kendileri ne Halep Milletvekili Mustafa Efendi'yi başkan seç tiler. Böylece güya meşru olarak müzakerelere girdi ler. Karşılıklı konuşmalar devam ederken Meclis sa lonuna askerlerin koruyuculuğunda bir ilmiye heyeti (!) girdi. Heyette "Fetva Emini" de vardı. Ancak söz cülüğü Beyazıt Camii hocalarından Ahmet Rasim Efendi üzerine almıştı.
HOCANIN SÖZLERİ
Meclis'teki milletvekillerinden çoğu heyetin geli şini sevinçle karşıladılar. Zaten bu mizanseni de ken dileri hazırlamışlardı. Yine onların ve fetva emininin desteğiyle Hoca Rasim'e söz verildi. Rasim Hoca is yancı askerin ne istediğini anlatacak. Meclis de ona gö re karar alacaktı. Askerler adına konuşan Rasim Hoca: " Bunlar, bu askerler " diyordu, " Meşrutiyetin aleyhinde değillerdir. Kanunu Esasi dahilinde istekle rinin kabul edilmesini istiyorlar..." Hoca bunu söyledikten sonra şeriatın izahına gi riyordu: "İslam şeriatının iki çeşit hükmü vardır, biri şa hıslara, diğeri içtimaî heyete aittir. Fertler kendilerine ait olan şeri vazifeleri her yerde, her zaman kendi ken dilerine ifa edebilirler. Namaz, oruç, hac, vs. gibi di ni farzların yerine getirilmesiyle içtimaî hükümler uy gulanıyor denemez. Fıkıh'm (Ukubat) kısmı ve (hadd-i şer'i) uygulan madıkça, diğer hükümleri tanınmadıkça kanunlar fı kıh kitaplarından alınmadıkça bu askerler sükûnet bu lamazlar. Hıristiyanlar da bizim ancak fıkıh esasların dan alarak çıkaracağımız kanunlara uyacaklardır. Çün kü bu memlekette çoğunluk Müslümandır. " Rasim Hoca coşmuştu. Karşısında Osmanlı milletvekilleri vardı, etrafında 15 silahlı asker duruyordu. Dışardan sesler geliyordu. Üstelik Halep Milletvekili Mustafa Ağa gibi, Arnavut milletvekillerinden İsma il Kemal Bey gibi taraftarlar, Hoca Vasfi Efendi gibi dişliler kendisine güvenle bakıyorlardı. Devam etti: " Yeni yetişme bazı kimseler var. Maalesef millet vekilleri içinde de var. Bunlar, Hıristiyanlara kuvvet li görünmek için memleketi gâvurlaştırmak istiyorlar. Yeni kız lisesi bu maksatla açılmıştır. Mektepte Fransızla İslam kızı bir arada okuyacak, kardeş olacak mış... Bu fikir İslam Hıristiyan, Hıristiyan da İslam ol sun demektir. Şeriata aykırıdır böyle okuma. Bunlar İslam birliği yerine Osmanlı birliği koymak istiyorlar. Halbuki fikirlerde uygunluk olmazsa birlik olmaz. Os manlılık nasıl olur da çeşitli unsurları birleştirebilir? Asker tarafından söylüyorum: Meclis'i Meb'usan ve Vekiller Heyeti dindar adamlardan meydana gelmeli diyorlar ve isimler de söylüyorlar. Bu askerlerden hiç birisinin
cezalandırılmaması lazımdır. Böyle şeye katiyyen gidilemez." Hoca Rasim'in konuşması etkisini öylesine yap mıştır ki, derhal kabineye güvensizlik oyu verilir. Zaten istifa etmiş olan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi düşer.
HÜKÜMETİN TUTUMU
Asilerin büsbütün azıttığı 15 Nisan Perşembe gü nünün olaylarına geçmeden önce kabinenin tutumu hakkında kısaca bilgi vermek faydalı olacaktır. Ayaklamşı o gece haber alan Merkez Kumanda nı, derhal durumu Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'ya bil dirir. Paşa, çabuk davranıp Harbiye Nezareti mdeki bir likle harekete geçse, ya da Hassa Ordusu mu harekete geçirse mesele belki de hemen halledilecek, isyancı lar meydanları doldurmadan katılmalar önlenecek, böylece 31 Mart, kısa zamanda bastırılabilecek. Oysa Ali Rıza Paşa, önce askerlerin ne istediğini öğrenme ye çalışmış, ayrıca, Hassa Ordusu Kumandanı Mah mut Muhtar Paşa'ya haber yollayarak görevi başına gelmesini istemiştir... Gerçi vaktin geçmesine rağmen Hassa Ordusu yi ne de o sabah isyanı bastırabilirdi. Çünkü elinde kuv vetli süvari birlikleri vardı. Asker iyi eğitim görmüş tü. Ancak, ordunun harekete geçmesine Sadrazam Hü seyin Hilmi Paşa mani olmuş, kurtuluşu isyanın has talısında değil, isitfada görmüştür. Nitekim, Hassa Ordusu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa'nın sonradan Atina gazetelerine verdiği demeç durumun böyle olduğunu göstermektedir.
Mahmut Muhtar Paşa demiştir ki: "İsyan başladığı sırada bastırmak çocuk oyunca ğı kabilindendi. Ancak hükümet şiddetli harekete ke sinlikle karşı koydu. İsyan gittikçe genişledi. İhtilal cilere bu kadar cesaret veren şey padişah tarafından yı kıcı hareketlerinin hoş görüleceği teminatıdır." Hükümet neden ağır davranmıştır?
Bu konuda gö rüşler çeşitli. Bir kısım tarih yorumcularına göre, uzun süre devam eden gerici yayınlar hükümetin üzerinde etki yapmış ve hatta patlak veren
ihtilalin bastırılamayacağı kanısı daha baştan yerleşmiştir. Bu arada hü kümetin tehlikelere göğüs gerecek kadar canlı olma dığını, İttihat Terakkimin baskısından da zaten bıkıldığını söyleyenler vardır. Başka bir yorum ise sadra zamın Abdülhamid'in yetiştirmesi olduğu ve tutumu nu bu yüzden ağırlaştırdığı şeklindedir.
Bunların içinde akla en yakın geleni herhalde hü kümetin gerici yayınların etkisi altında kaldığı, ayrıca başta Dahiliye Müsteşarı Âdil Bey olmak üzere kilit
noktalarını işgal eden bazı memurların istihbarat ve uy gulama bakımından hükümeti yanlış yola sevkettiğidir. Ne var ki bütün bu yorumların arasında hiçbiri (bazı hatıralardaki dolayı belirlemeler hariç) dış etki lere dokunulmamakta ve dışla iç arasında bir köprü ku rulmamaktadır. Olsa olsa bu eksiklik o günlerde
meselelerin sadece yüzeydeki görünüşlerine bakmak, derinliğine inmemek alışkanlığından gelmektedir. Oysa bugünkü incelemeler gösteriyor ki içerdeki çekişme kadar Osmanlı İmparatorluğu üzerinde İngiliz-Alman rekabetiyle, Avusturya gibi, Fransa gibi ülkelerin çe şitli yönlerde giriştikleri gizli açık baskılar önemlidir. Hatta belki de iç çekişmeler, bu baskı ve etkiler yü zünden sertleşmekte, genişlemekteydi. * Olayın patlak verdiği salı günü daha önce de yaz dığımız gibi Adliye Nazırı Nâzım Paşa, Lazkiye milletvekili Aslan Bey, katledildiler. Ayrıca, süvari müf rezesinin başında Divanyolu'na doğru ilerleyen Yüzbaşı Romülüs İpatari, bir avcı neferi tarafından öldü rüldü. Köprü üzerinde İlyas isminde bir mektepli subay vuruldu, cesedi 24 saat.ortada kaldı. Arabacılar ya korkudan, ya da taassuptan zavallı subayın cesedini ta şımayı bile reddettiler. Şerif Sadık Paşa ve katibi Esat Bey, süvari teğmeni Selâhaddin Mümtaz ve üsteğmen Yusuf Nurettin yine öldürülenler arasındadırlar. Yine, olay günü Tanin, Şûrayı Ümmet gazeteleri nin idarehaneleri yağma edilir, İttihat ve Terakki mer kezi basılır.
Artık İstanbul'a yağmacılar ve isyancılar hâkimdirler. Akşama doğru Hassa Ordusu'nun asker leri de onlara katılır.
YENİ HÜKÜMET KURULUYOR
Hüseyin Hilmi Paşa'nm istifasıyla boşalan sadra zamlığa Abdülhamid, Tevfik Paşa'yı tayin etmiş, Har biye Nezaretine de Gazi Ethem Paşa getirilmiştir. Ne var ki, bu değişikliğik ve affı şahane isyancıları yola getirmiş değil,aksine biraz daha azdırmıştır. Neticede bir gün sonra Asarı Tevfik harp gemisinin kumanda nı Binbaşı Ali Kabulî Bey, Yıldız Sarayı'nm önünde delik deşik edilerek öldürülecek, saraya sığman subay lar ise kendilerini güçlükle kurtaracaklardır.
ALİ KABULÎ BEY'İN ÖLDÜRÜLMESİ
Asân Tevfik kumandanının katli 31 Mart olayın da özel bir önem taşır. Zira ne kadar tevil edilirse edil sin Ali Kabulî Bey'in öldürülmesinde Abdülhamid'in tutumu büyük rol oynamıştır. Binbaşı Ali Kabulî Bey, isyanın başlangıcında kendi askerlerinin asilerle birleşmesini önlemişti. Hat ta konuşmasında demişti ki: "Padişah, ancak, millet olursa vardır. Milleti mah vetmek isteyenleri bu toplarla kahretmek boynumuzun borcu olmalıdır." İşte bu söz Kabulî Bey'i linç edilmeye kadar götürdü. Tahrikçiler asker üzerinde işlediler ve binbaşının sözü döndü dolaştı, sarayın topa tutalacağı şekline gir di. Sonunda asilere katılan deniz erleri, Ali Kabulî Bey'i yakalayıp kafesli bir erzak arabasının içine sok tular. Başlarına geçecek bir de imam buldular, bando yu da alarak sarayın önüne götürdüler. ** Hikâyenin bu kısmını, Mabeyin Başkâtibi Ali Cevat Bey, anılarında özetle şöyle anlatıyor: "Sarayın önünde bağnşmalar oluyordu. Padişah gürültünün sebebini Başyaver Şakir Paşa ile Veli Paşa'dan sordu. Şakir Paşa da pencerenin önüne iki as ker çağıdı. Askerler, İstanbul'u topa tutacağı için Bin başı Kabulî Bey'i getirdiklerini söylediler. Binbaşınınkötü adam olduğundan söz ettiler. Padişah dinledi ve (O adamı bana teslim edin, ben tahkik ederim) dedik ten sonra oradaki paşalara Ali Kabulî Bey'in mahfuzen karakola götürülmesini emretti, çekildi. Ben pa dişaha istirahat etmesini tavsiye ettiğim zaman ise şu cevabı aldım: "Maşallah bizi topa tutacak diyorlar, sormayalım mı?" Görülüyor ki vehimlipadişah da Kabulî Bey'in sa rayı topa tutacağına inanmış ve her olayı ince ince hesapladığı halde binbaşının iki yaverle karakola götü rülemeyeceğini tahmin edememiş, ya da tahmin etmek istememiştir. Nitekim Ali Kabulî Bey, daha birkaç adım atma dan asilerin hücumuna uğrar. Yaverler kaçışırlar, za vallı binbaşı orada delik deşik edilerek öldürülür. Şe riat kurbanı olarak cesedi de
saray ağaçlarından biri ne asılır.
İSYANIN GELİŞMESİ
31 Mart hareketinin merkezi İstanbul'dur. Ama kısa zamanda kıtaların bulunduğu bütün bölgeleri sar mak istidadını göstermiştir. Özellikle Doğudaki gelişme önemlidir.
Çünkü Erzurum ve Erzincan askeri birliklerin yoğun olduğu il ler idiler. Oradaki ayaklanma büyüdüğü takdirde bü tün Doğu asilerin kontrolüne girecek, zaten idareyi ele almak için bekleyen İttihad-ı Muhammedi Cemiyetiteşkilatına Osmanlı devletinin kaderi,teslim edilmiş olacaktı. 13 Nisan (31 mart) günü Erzincan'da bulunan birlikler sancaklarına Kuranıkerim'i bağlayıp silahlarıy la kışlalardan fırladılar, koşu alanında toplandılar. Bin lerce erin silahlı olarak şehir içinden geçişi bütün Erzincanlıları heyecana vermişti. Gerçi birkaç gündür fısıltı yoluyla mektepli subaylara karşı askerin ayak lanacağı yayılmış, silah zoruyla şeriatın isteneceği duyulmuştu. Ne var ki Erzincanlılar yine de binlerce as kerin subaylarına karşı isyan bayrağını çekeceğini tah min etmemişlerdi. İsyancıların kumandanı bir süvari başçavuşuydu. Fakat geriden Erzurum Tümen Kumandanı Yusuf Pa şa tarafından destekleniyordu. Erzincan'daki 4'üncü Ordu Kumandanı
Müşir İbrahim Paşa, olayın patlak verişinden daha önce tertip leri duymuş, Yüzbaşı Kemalettin Sami Bey'i (ilerde pa şa), yobazların arasına sokabilmişti.
Kemalettin Sami Bey, şeriatçı geçiniyor ve güya askeri destekliyordu. 4'üncü Ordu'nun isyancılara katılmaması, daha doğrusu isyanın kısa sürede bastırılmasında İbrahim Paşa ile Yüzbaşı Kemalettin Sami Bey'in rolleri bü yük olmuştur.
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.
***