1 Ağustos 2017 Salı

12 MART 1971 MUHTIRASI BÖLÜM 1

12 MART 1971 MUHTIRASI 


12 MART 1971 MUHTIRASI 

Demokrasiye yönelik tehditlerin başında hiç kuşkusuz doğrudan veya dolaylı yollarla meşru otoriteyi etkisiz kılmayı veya ortadan kaldırmayı hedefleyen darbe veya muhtıra teşebbüsleri yer alır. İnsan topluluklarının ve yönetimlerin cevap aradığı kadim sorulardan biri sivil-asker ilişkilerinin dengeli ve meşru otoriteye bağlı olarak nasıl kurulacağı ve uygulanacağıdır. Tarihin farklı dönemlerinde belli grup veya güçler yönetimler ele geçirme ve kendi istedikleri biçimde o mekanizmayı ve süreci biçimlendirme arzusu taşımışlardır. Bu nedenledir ki, 
örneğin büyük düşünür Aristoteles, bir toplumda askerlerin sayı ve güç bakımdan içinde yaşadığı halkla orantılı olması gerektiğini, ne ülke savunmasını zaafa uğratacak bir durumda ne de kendi toplumlarını baskı altına alacak bir büyüklük ve güçte olmamaları konusunda hatırlatmalarda bulunmuştur. Yönetimlerin güçlü olduğu dönemlerde kurumlar arası güç ve otorite ilişkilerinin de kamu yararını gözetecek biçimde kurulduğu, olağandışı koşullarda ise 
meşru otorite dışında aktörlerin güç devşirdikleri görülmüştür. 

Her ne kadar farklı zamanlarda ve farklı toplumlarda askeri darbeler, muhtıralar, anti demokratik yönetimler ve diktatörlükler görülmüş olsa da, bu tür patolojik durumların hangi şartlarda ortaya çıktığına ilişkin araştırmalar ve elde edilecek cevaplar tüm insanlık için olduğu kadar ülkemiz için de hayati bir önemi haizdir. 
TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Türkiye’de darbelerin nedenlerini, süreçlerini, sonuçlarını araştırmak; darbelerin nasıl önlenebileceğine ilişkin incelemelerde bulunmak ve elde ettiği bilgi ve bulguları Meclis Genel Kurulu’nu ve kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla kurulmuştur. Komisyon bünyesinde 27 Mayıs 1960 darbesi ile 12 Mart 1971 muhtırasını araştırmak üzere kurulan alt komisyonumuz darbe girişimlerinin nedenlerini, aktörlerin kendilerini nasıl meşrulaştırdıklarını, hangi koşulların darbe ve muhtıralar için elverişli 
olduğu, darbe ve muhtıraları önleme konusunda ne tür yasal, toplumsal, eğitsel, sosyal, ekonomik tedbirler alınabileceği gibi hususlar üzerinde durmuştur. 
Araştırma çerçevesinde, kapsamlı arşiv, belge ve literatür taramaları gerçekleştirilmiş, konu hakkında bilgi sahibi olan çok sayıda kişinin tanıklığına müracaat edilmiştir. 

1. 12 Mart Muhtırası Öncesi Gelişmeler 

12 Mart Öncesi Genel Durum 

27 Mayıs sonrasındaki gelişmeler takip edildiğinde, ülkede, askerin kışlasından çıktıktan sonra, yeniden kışlasına dönmesinin ne kadar zorlaştığı görülmektedir. Milli Birlik Komitesi içindeki bölünme ve sonucunda 14 MBK üyesinin ihracı; 21 Ekim Protokolü ve 1961 seçimlerinin iptali ile yeniden müdahale tasarıları; Talat Aydemir tarafından girişilen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihli darbe teşebbüsleri, bu tespiti doğrulayan gelişmelerden bazılarıdır. Aydemir ilkinde affedilmiştir. İkincisinde ise TBMM’nin kabul ettiği 480 Sayılı Yasa ile haklarında ölüm kararı onaylanan Süvari Binbaşı Fethi Gürcan 26 Haziran 1964 
günü ve Kurmay Albay Talat Aydemir 5 Temmuz 1964 günü idam edilmişlerdir.851 
Diğer tutukluların cezaları 1966’da çıkarılan Af Yasası ile kısmen veya tamamen kaldırılmıştır. 
Bununla birlikte müdahale girişimleri sürecinde Aydemir’e destek çıkan bir kısım tabii senatörlerin (Mucip Ataklı, Kadri Kaplan, Muzaffer Yurdakuler, Sezai Okan) ise hiçbir adli soruşturmaya tabi tutulmamıştır. Anılardan anlaşılan; bu kişiler darbe girişimine önce destek vermişler daha sonra da darbenin zor olacağı düşüncesine kapılıp bundan vazgeçmişlerdir. 
Darbe sürecinden sonra da makamları ve konumları sarsılmadan siyasete devam etmeyi sürdürmüşlerdir. 

Siyasi hayatın bu dönemde dalgalı bir seyir izlemesinin temelinde yatan neden 
istikrarsızlıktır.852 İnönü’nün 13.12.1964’te Parti Meclisinde yaptığı konuşmada “Sizin bildiğiniz iki darbe girişimi var ancak biz on beş darbe girişimini daha hazırlık aşamasında engelledik”853 sözleri dönemin siyasi havasını anlamak için manidardır. 1961–1965 yılları arasındaki koalisyon hükümetleri döneminde gündeme getirilen ve 1966’da sağlanan, eski DP’lilerin affıyla tahliyelerinin, kısa bir müddet sonra bu kez siyasi haklarının da iadesi tartışmalarını yaratması, yeni müdahale gerekçelerinin üretilmesine zemin hazırlamıştır.854 Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel bu hususta şunları söylemektedir: 

Siyasi haklar tartışması var, siyasi haklar 69’da iade edilecek ve Cumhurbaşkanı 
diyor ki “Sakın ola bunu şimdi yapma.” bana diyor. “Niye?” “Çok kötü haberler 
alıyorum, yapma şimdi bunu.” Ben kalkıp bir yere gidivereyim. Şimdi ben ne 
yapayım? Efelik yapıp yapsam, bir şey olsa “Kardeşim biz seni idareci diye 
getirdik oraya. Üç gün sonra olsaydı, yani idare etseydin bunu, yani onu diyecek. Bir şey olmasa, yani yapmasam “Bak yapamadı, korktu.” filan. Efeliğe gelen bir iş değil bu. İhtilal şartlarından sonra bir ülkeyi yönetmek gayet zordur ve her istediğiniz olmuyor, bugüne şükretmek lazım. Gene bugüne şükretmek lazım.855 

Demirel’in bu sözlerine karşı Hasan Celal Güzel’in cevabına da dikkat çekmek gerekmektedir: 

Sayın Demirel, 1969’da Celal Bayar’ın, rahmetli Celal Bayar’ın siyasi affı için 
senatodan geçmiş kanun tasarısı çünkü Hükümet hazırlamış ve Meclise gelmiş, o sırada öğreniyor, kendi ifadesine göre, Amerikalılardan, şuradan buradan ki 
bunlar eğer bu kanun çıkarsa müdahale edecekler yani bir darbe ihtimali var. 
“Ben Türkiye’yi darbeden kurtardım.” diyor Sayın Demirel. Sayın Demirel şunu 
yapmış: Bunu, kanun tasarısını geri çekmiş. Darbeden böyle kurtarmış. Hani, 
meşhur çapkın kaptan hikâyesini bilirsiniz. Güzel kadın, açık deniz, birtakım 
ahlaksız tekliflerde bulunuyor. Birinci gün, ikinci gün… Kadın da yazıyormuş 
günlüğüne bunu. Günlüğün sonunda işte “Kaptan, açıkça eğer kabul etmezsen 
gemiyi batırırım.” dedi. Son sayfası şöyleymiş: “Gemiyi kurtardım.” Yani Sayın 
Demirel gemiyi kurtardığı zaman bile vermiş, kurtarmış hem de milletin iradesini satmış, kurtarmış. Böyle birisinden darbe konusunda kalkıp da şey almanız, affedersiniz, çok özür dilerim ama görüş almanız benim çok tuhafıma gitti. Hele 28 Şubatın faili, plancısı, destekçisi, koltuk değneği olan bir zatın bu şekilde kalkması, hem de hiç sıkılmadan “Yarın sizi de sorgularlar.” diye size de tehditte bulunması gerçekten çok tuhaf olmuştur.856 

1961 Anayasasıyla ülke, çeşitli siyasi akımların bir önceki döneme kıyasla kendilerini daha özgürce ifade edebilecekleri bir döneme girmiş bulunuyordu.857 Kuşkusuz bu durum, ülkenin demokrasi geleneğinin desteğinden mahrum bir şekilde yürümekteydi. Ülke, dış dinamiklerin belirleyiciliğinde858 çok partili siyasi hayata geçmiş ancak iktidar olan partinin bir askeri darbeyle yönetimden uzaklaştırılmasına mani olunamamıştı. 1950–1960 arasındaki DP’li yıllarda hâkim olan güçlü yürütme olgusuna verilmiş sert tepkinin eseri olarak yeni anayasada; yürütmenin yalnızca yasama organı tarafından kontrolünün kifayetsizliğine tedbir olmak üzere, kimi organlar anayasal kuruluşlar haline getirilmiş, bu organların yürütmenin elini zayıflatan yetkilerle teçhizi sağlanmıştır.859 Yürütmenin, yasama organındaki gücüne paralel 
olarak iktidar olmasına karşı Anayasa Mahkemesi kurulmuş, yasamanın ihdas edeceği anayasaya aykırılık arz edebilecek kanunlarının hem esastan, hem de usul açısından denetlenmesi yetkisi bu mahkemeye verilmiştir.860 Milli Güvenlik Kurulu ilk kez anayasal bir kuruluş olarak sistem içinde yerini almıştır.861 Bu noktada şu tespitin haklılığını ortaya koymak gerekiyor: “Milli Güvenlik Kurulu (…) sivil otoritenin bir parçası değil, aksine askerlerin sivil otoriteyi kontrol edebilmeleri için donatılmış bir aygıttır”. 862 Milli Güvenlik Kurulunun, askeri vesayetin kurumlaşmış ifadesi olduğundan bahisle, bu organın neden 
kaldırılmadığı konusunda Demirel, şunları söylemektedir: 
Bizim siyasette uzun seneler geçen ömrümüzün bir kısmında biz sizin 
düşündüğünüz kadar güçlü değiliz çünkü biz 1971’de tek başına hükümeti 
bırakmışız, ondan sonraki dönem hep koalisyonlardır ve koalisyonlarda da biz 
zor dönemler yaşamışız. Devletin birinci meselesi, devleti ıslah etmek, düzeltmek değil, birinci meselesi anarşi olmuş, birinci meselesi terör olmuş, birinci meselesi güncel meseleler olmuş, bizatihi idarenin kendisi olmuş. Yani koalisyonlar gelmiş, koalisyonlar gitmiş hep bu olmuş. Üç-dört partiyi bir araya getirip koalisyon kurmuşuz, 70’li yıllar öyle. Burada o kadar devletin bünyesine tekabül edecek meseleleri ele almak, düzeltmek, halletmek falan imkânı olmamıştır. Biz ancak kırılanı, döküleni topladık. Sonra, 80’li yıllar, zaten 80’li yıllarda biz yokuz. 1980 darbesinin yaptığı en kötü şeylerden bir tanesi Türkiye’de siyasi partileri kapatmak ve siyasetçilere on sene yasak getirmektir. Bu, siyasetin damarını kurutmuştur. Yani 1983 seçimlerine ne Cumhuriyet Halk Partisi ne Adalet Partisi kendi isimleriyle girebilmiş değil, hatta onlara yakınlar varsa veto yemiş. Ondan sonraki zaman içerisinde toparlanma olabilmiş, zaman almış. Yani siyasetin içine sürüklendiği kargaşadan keşmekeşten siyasi partiler kendilerini çıkarabilmek, kurtarabilmek, ayakta durabilmek, yürüyebilmek için bütün zamanlarını sarf etmişler. Onun için, sizin dediğiniz sualle biz meşgul olmadık. Yani Millî Güvenlik Kurulunu hiçbir zaman düşünmedik, yani bunu kaldıralım, yüceltelim, vesaire çünkü Milli Güvenlik Kurulu ihtilallere karşı alınmış bir tedbir olarak ortadaydı. Şöyle bir tedbirdi: Yani Türkiye’de birtakım işler cereyan ediyor, askerin üst kademesi bunu bilsin ve taşın altına elini soksun ve sivil idare bir şey yapmaya kalktığı zaman buna itiraz etmesin, onu sağlayan bir mekanizma olarak almışızdır Millî Güvenlik Kurulunu. Onu düzeltmeyi hiç düşünmedik.863 

Yasama organının iki meclisli olması sağlanarak bir tür akil adamlar ya da güzîdeler meclisi olması hedeflenen Cumhuriyet Senatosu kurulmuştur. Kırk yaşını bitiren ve yüksek tahsil yapanlardan oluşan bu meclisle, yasamanın millet meclisi boyutunun kontrol altına alınması amaçlanmıştır. Cumhuriyet Senatosu, genel seçimle gelen 150, Cumhurbaşkanının atadığı 15 ve tabiî (eski DP’lilerce ölesiye) senatörlerden oluşuyordu.864 Eski Cumhurbaşkanları da tabiî 
üyeler arasındaydı. Sadece Celâl Bayar bu haktan mahrum bırakılmıştı.865 İki yılda bir, üçte biri yenilenen senatoda, Cumhurbaşkanının atadığı senatörlerde, yüksek öğrenim yapma şartı aranmıyordu.866 

Bunun yanı sıra DP iktidarı döneminde iktidarın borazanı olmakla suçlanan devlet radyosu 867 ve üniversite özerk hale getirilmiştir. Netice itibarıyla, idarenin yasamadaki etkinliği karşısında, yasama yetkilerinin çift meclis, anayasa mahkemesi ve MGK tarafından sınırlandırılması hedeflenirken, yürütmenin her türlü eylem ve işlemleri yargı denetimine tabi 
tutuluyordu. DPT’nin kuruluşu ise devletçi sosyalizm denilebilecek üçüncü dünyacı bir akımın tesirinde kalan, ihtilale destek veren kimi aydınların etkisiyle gerçekleştirilmiştir.868 

Hepsinden önemlisi ilerleyen yıllarda çokça şikâyet edilecek ekseriyeti esas alan seçim sistemi değiştirilerek, yönetimde istikrardan çok temsilde adalet ilkesini gözeten bir seçim sistemi benimsenmiştir.869 Yeni seçim sistemi, temsilde adaleti azamî oranda sağlıyordu ancak siyaset arenasında, bölünmeyi de teşvik etmiştir. Yetmişli yıllarda Milliyetçi Hareket Partisi, Milli Selamet Partisi, Cumhuriyetçi Güven Partisi, Demokratik Parti gibi partiler bu sistemin     kendilerine sağladığı az sandalyeyle çok tesir etme imkânını bulmuşlardır. Örneğin MHP, birinci Milliyetçi Cephe hükümetinde, 3 sandalyesine karşılık iki bakanlıkla temsil edilmiştir.870 

Askeri darbelerin hepsinin bir kefeye konulamayacağını belirten Bedii Faik, 27 Mayıs başka, 12 Mart’ın başka, 12 Eylül’ün ise bambaşka müdahaleler olduğunu belirtmektedir. Bedii Faik’in sözleriyle: 

27 Mayıs ne yapmıştır? Hükümeti feshetmiştir. Yalnız bir şey yapmıştır, partileri 
kapatmamıştır. Neden kapatmamıştır? Çünkü bir parti daha fazla dayanağını 
teşkil ediyordu, Cumhuriyet Halk Partisi. O daha fazla bir dayanaktı onun için, 
onu da kapatmamıştır. Hatta bir şey söyleyeyim mi: Demokrat Partiyi 27 Mayıs 
hareketi kapatmadı, Demokrat Partiyi sulh hukuk mahkemesi kapattı, vaktinde 
kongresini yapmadı diye, vaktinde parti görevlerini ifa etmediler diye mahkeme 
kapatmıştır… Birinci darbenin dersini 12 Mart almış gibidir, Meclisi 
kapatmamıştır, herhangi bir parti liderini içeri almamıştır. Reisicumhurun 
seçilmesi gibi bir problemi vardır, vesairedir, falandır, onların öyle büyük meselesi olmamıştır. Ama Mahir Çayan vesaire hareketleri olunca sertleşmek zorunda kalmışlardır ve ondan sonra mecbur olmuşlardır çünkü oraya bir defa girdiniz mi artık burnunuzu çıkaramazsınız. Bundan sonra gelen 12 Eylülün çok daha aşağıda olması lazım geliyor. Öne inmiştir. Yani 27 Mayıs şu sevideyse, 12 Mart bu seviyededir artık, daha hafiftir o, parlamentoludur, vesairelidir, iyiye gidiyoruz sözde, birdenbire 12 Eylülde iş değişmiştir, 12 Eylül birdenbire ötekinin de tepesine çıkmıştır.871 

1965 Seçimleri ve Sonrası Başlıca Gelişmeler 

1965’de Türkiye’de yeni bir döneme girilmiştir. 10 Ekim 1965 genel seçimleri, milli bakiye sistemine göre yapılmıştır. 1965 yılında yapılan genel seçimler öncesinde Siyasal Partiler Kanunu ve yeni Seçim Kanunu yasalaşarak Türkiye'de ilk kez nispi temsil sistemine eklenen "milli bakiye" sistemi uygulanmaya başlamıştır. Bu, küçük partilerin parlamentoda temsilini olanaklı kılan bir sistemdir. Böylece her bir oyun hesaba katılması amaçlanmış, seçim 
çevrelerinde değerlendirilemeyen oyların ulusal bir seçim çevresinde birleştirilmesi öngörülmüştür.872 

27 Mayıs darbesinden sonra, 1961, 1965, 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinden sadece 1965 ve 1969 seçimlerinden tek başına iktidar olacak meclis aritmetiği çıkmıştır. Nitekim 1965 seçimleriyle 450 kişilik TBMM’de, aldığı % 52,87’lik oy oranıyla AP’nin, salt çoğunluk olan 226 rakamını ancak 14 sandalyeyle geçerek 240 milletvekilliği kazanabildiği düşünüldüğünde, seçim sonuçlarıyla, temsilde adaletin olabildiğince sağlanırken; yönetimde istikrarı sağlayacak 
güçlü hükümetlerin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Aşağıdaki tabloda 1965 seçimleri sonucu oluşan parlamento aritmetiği gösterilmektedir. 

1965 Yılı Genel Seçim Sonuçları 

PARTİ LİDER ALDIĞI OY (%) MİLLETVEKİLİ 

AP Süleyman Demirel 52,87 240 
CHP İsmet İnönü 28,75 134 
MP Osman Bölükbaşı 6,26 31 
YTP Ekrem Alican 3,72 19 
TİP Mehmet Ali Aybar 2,97 14 
CKMP Alparslan Türkeş 2,24 11 
Bağımsız Çetin Altan 3,18 1 

Kaynak: http://www.konrad.org.tr/secim/ayrinti.php?yil_id=5 (Erişim: 03.10.2012) 

Görüldüğü gibi, toplam geçerli oyların yarısından fazlasını alan bir partinin bile mecliste çok az farkla çoğunluğu ele geçirmesi, parti içi demokrasinin güçlenmesini sağlarken, parti disiplininin tesisini güçleştirmiştir.873 
1965 seçimlerine giderken CHP siyasal yelpazedeki yerini "Ortanın Solu" olarak belirlemiştir. Bu nedenle CHP seçim öncesinde komünistlikle suçlanmış, "Ortanın Solu Moskova'nın Yolu" diye sloganlar yazılmıştır. CHP ise AP'yi gericileri korumak ve dini siyasete alet etmekle suçlamıştır.874 CHP, Demirel'in mason olduğunu da işlemiştir. Bunun üzerine AP Genel Başkanı, locadan mason olmadığını gösteren bir belge almak durumunda kalmıştır.875 
1965 seçimlerinin en önemli sonuçlarından ilki; DP’nin devamı olarak takdim edilen AP’nin tek başına iktidara gelmesidir. Dönemin AP lideri Demirel, zamanın ruhunu ve partisinin başarısını şu cümlelerle özetlemektedir: 

Adalet Partisi Avrupa’nın en iyi teşkilatlanmış, en güçlü, halka en iyi 
kenetlenmiş partilerinden biriydi, Avrupa’nın, yalnız buranın değil. Yani tam bir 
kütle partisiydi, her çeşit insanın bulunduğu bir kütle partisiydi ve Türkiye'nin 
bütün her tarafını kucaklayan bir partiydi, bütün insanı kucaklayan bir partiydi. 
İçerisinde kimseyi incitecek bir şey yoktu; vatandaşlık kavramı çok iyi yerleşmiş, herkes birbirini kardeşi sayan bir şeyin içerisindeydi; doğulusu, batılısı, vesairesi hepsi bir ocağın içindeydiler ve 65 seçimlerinde yüzde 53 oy aldık. Türkiye’de Demokrat Partinin aldığı yüzde 56’dan sonra en büyük oydur, bu zamana kadar alınmadı henüz.876 

Söz konusu seçimlerin en önemli ikinci sonucu ise: Türk solunun TBMM’de 14, Cumhuriyet Senatosunda ise 1 sandalye877 kazanarak ilk kez parlamentoya girmiş olmasıdır. Mecliste; Ali Karcı (Adana), Rıza Kuas (Ankara), Muzaffer Karan (Denizli),878 Tarık Ziya Ekinci (Diyarbakır), Yahya Kanbolat (Hatay), Sadun Aren (İstanbul), Mehmet Ali Aybar (İstanbul), Cemal Hakkı Selek (İzmir) Adil Kurtel (Kars), Yunus Koçak (Konya), Şaban Erik (Malatya), Kemal Nebioğlu (Tekirdağ), Behice Boran (Urfa), Yusuf Ziya Bahadınlı (Yozgat). Senatoda ise Fatma Hikmet İşmen (Kocaeli), Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya soktuğu isimlerdir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

28 Temmuz 2017 Cuma

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 2


 İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 2


II. Dünya Savaşı sona ermeden önce Genelkurmay Başkanlığı'nın özerkliğine son verilmesi ve Başbakan'a bağlanması ile açılan yeni dönem, TSK'nin Yüksek Kumanda Heyeti'nin gençleştirilmesi, tıkanan terfi kadrolarının açılması ve Yüksek Kumanda Heyeti ile subay heyeti arasında ki bağın güçlendirilmesi için bir fırsat yaratmıştır. Fakat siyasi iktidarın askeri ihtiyaç değil, siyasi değerlendirmelerle yaptığı tercihler, bu fırsatın kullanılmasını engellemiştir.

Nitekim, savaşın sona ermesi ile orduda yapılacak emeklilik ve terfi işlemleri için sağlık durumlarının ele alınması gerekmiş, fakat siyasi iktidar emekliye sevk edilmesini istediği subayların adlarının hastahane tabiplerine bildirmiş. Bu haberin TSK'de duyulması Belen'in ifadesi ile "Orduda bomba gibi patlayarak karışıklıklara meydan vermiştir."28 Yüksek Kumanda Heyeti'nin gençleştirilmesi için çaba harcanmadığı, 1944-1950 arasında sadece Genelkurmay Başkanlığı'na yapılan atamalara bakınca ortaya çıkmaktadır. Çakmak'dan boşalan Genelkurmay Başkanlığı görevine Org. Kazım Orbay getirilmiş, Org. Salih Omurtak Genelkurmay Başkanlığı görevini 1946'da devir almış, 8 Haziran 1949'da emekliye ayrılmıştır.29 Org. Omurtak'ın yerine 10 Haziran 1949'da Org. Abdurrahman Nafiz Gürman atanmıştır.30

Mareşal Çakmak'ı 1944'te 68 yaşında iken görünürde yaş haddi nedeni ile emekliye sevk eden yönetimin31 1949'da 67 yaşındaki Org. Gürman'ı Genelkurmay Başkanlığı'na getirmesi, askeri nedenlerle açıklanamaz32

Belen ordudaki atamaların, Yüksek Askeri Şura kararlarına, komutanların terfilerinde sicile önem vermeyen, İnönü'nün şahsi tercihleri doğrultusunda yapıldığı ve orduda tepki yarattığını ileri sürer.33 Yüksek Askeri Şura'nın İnönü'ye karşı bir direniş içine girmesi pek mümkün değildir. Yukarıda değinildiği gibi, 4580 sayılı kanunun 5. maddesi ile Yüksek Askeri Şura'nın oluşumunu belirleyen 636 sayılı kanunun üçüncü maddesinin 4580 sayılı kanuna aykırı hükümleri 1945 tarih ve 4764 sayılı "Askeri Şura'nın teşkilat ve vazifeleri hakkındaki 636 sayılı kanuna ek kanunun34 1. maddesi gereği Hava Kuvvetleri Komutanı Yüksek Askeri Şura'ya üye olmuştur. Fakat 31 Ocak 1944'de kurulan Hava Kuvvetleri Komutanlığı ancak 1947'de Ordu komutanlığı düzeyine çıkarılmış35 ve ancak 1950'de bütün hava destek ve birliklerini emri altında toplayarak kuvvet komutanlığına dönüşmüştür.36 Kısaca Yüksek Askeri Şura'nın yeni üyesi etkisizdir.

Bu dönemde Yüksek Askeri Şura'ya son şeklini veren kanun, 4764 sayılı kanunu yürürlükten kaldıran 30.05.1949 tarih ve 5400 sayılı "Yüksek Askeri Şura'nın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 636 Sayılı Kanunun 2. ve 3. Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun"dur.37 Bu kanuna göre şuranın tabii başkanı Başbakandır. Başbakanın bulunmadığı toplantılarda Milli Savunma Bakanı, bakanın bulunmadığı toplantılarda Genelkurmay Başkanı şuraya başkanlık ederler. (md. 2) Şura üyeleri Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, Hava, Kara ve Deniz Kuvvetleri komutanları ve ordu müfettişleri ile Milli Savunma Yüksek Okulu Genel Sekreteri ile komutanlar arasından seçilen altı ve ilk on beş kişiden oluşmaktadır. (md. 3)

Subayların terfilerini düzenleyen 12.07.1943 ve 4460 sayılı kanunun 10. md.38 15.06.1947 tarih ve 578 sayılı "Subaylar Heyetine Mahsus Terfi Kanunun 4460 Sayılı Kanunla Değişen 10. Maddesinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"39 ise yeniden düzenlenmiştir. Bu kanuna, göre subaylar, terfi için rütbelere göre en az Astğm. 6 ay, Tğm. 3 yıl, Üstğm. 3 yıl, Korg./Koram. 3 yıl, Org/Oram. üç yıl beklemek zorundadır. Kanunun tek ilginç yanı 4460 sayılı kanunda 6 yıl olarak belirlenen Yzb'lığın da görev süresini 9 yıla çıkarmasıdır. Böylelikle 10.07.1945 tarih ve 4795 sayılı kanunun40 belirlediği Astğm., Tğm, Üsttğm., Yzb., rütbelerinden oluşan "astsubaylar" grubunda kalma süresi 3 yıl uzayarak toplam 15 sene 6 aylık bir süreye ulaşmıştır. Yukarıda değindiğimiz 4765 sayılı kanunla emeklilik süreleri gelmiş generallerin Bakanlar Kurulu ile görevlerine devam edebilecekleri hükme bağlanırken, genç subayların 4795 sayılı kanunun "üstsubaylar" diye tanımladığı Bnb., Yrd. Alb. rütbelerine yükselmeleri süresi uzatılmıştır. Düzenlemenin genç subaylar tarafından olumlu karşılandığını söylemek zordur. Etkisinin subay heyetini CHP iktidarından daha da uzaklaştırıcı nitelikte olduğu söylenebilir. 20.03.1950 tarih ve 5611 sayılı kanunla Atğm. ve Tğm.'likte bekleme süresi 6 ayı Astğm.'lik süresi olmak üzere 4 yıla çıkmış, Üstğm.'lik 6 yıla çıkarılmış, Yzb. rütbesinde bekleme süresi ise 9 yıldan 6 yıla indirilmiştir. Böylece astsubaylar kategorisinde bekleme süresi 6 ay artarak 16 seneye çıkmıştır. (Hava Kuvvetlerinde 14 yıl, Deniz Kuvvetlerinde 15 yıl üstsubaylarda ise terfi bekleme süreleri ise Bnb.'lar için 4 yıldan 6 yıla, yarbaylar için 3 yıldan 6 yıla çıkarılmıştır. Albay ve generallerin terfi sürelerinde bir değişiklik yapılmamıştır.

Genelkurmay Başkanlığı'nın 1944'de Başbakanlığa bağlanması Yüksek Kumanda Heyeti'nin siyasal etkisinin azaltılmasından sonra, Genelkurmay Başkanlığı 30.05.1949 ve 5396 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun"41 Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır (md. 1). Bakanlık, personel, haber alma, harekat, eğitim, seferberlik ve ikmal işlerini Genelkurmay Başkanlığı aracılığı, bunların dışındaki işleri bakanlık Müsteşarlığı aracılığı ile yürütmektedir (md. 2). Genelkurmay Başkanı Milli Savunma Bakanı'nın teklifi ile Bakanlar Kurulu tarafından atanır (md. 3), kuvvet komutanları ile Ordu Komutanları ve Orgeneral ve Oramiraller Genelkurmay Başkanı'nın görüşü alınarak, Milli Savunma Bakanı'nın teklifi, Bakanlar Kurulu'nun kararı ile tayin edilirler (md. 4).

1949 yılına kadar TSK'nin emir komuta zinciri Genelkurmay Başkanlığı ile Ordu komutanlıkları arasında kurulmuştur. 1949 yılında bu yapıda değişikliğe gidilmiş ve kuvvet komutanlıkları oluşturulmuştur.42

Dönem itibarıyla Genelkurmay Başkanlığı'nın devlet kurumu içindeki konumunun değiştirilmesi için ABD'nin baskı yaptığını ileri süren görüşler vardır.43 Bu nedenle Türk tarihinde ordunun ilk kez sivil yönetimin emrine girdiği ileri sürülmektedir.44

Bu, aynı zamanda, Amerikan askeri yardımın koşula bağlandığını göstermektedir. ABD askeri yardımı askeri işlerin kendisinde toplandığı bir makamın kurulmasının da gerekli kılmıştır. Bunu sağlamak için bütün savunma birimlerini Milli Savunma Bakanlığı'na bağlayan ve savaş halinde ülke kaynaklarını eşgüdümle yönetecek olan "Milli Savunma Yüksek Kurulu" 1949'da kurulmuştur.45

1946 yılında Genelkurmay Başkanlığı'nın bir tasarı hazırlayarak topyekün bir savunma için sivil ve askeri yetkililerin beraber çalışacakları bir organın kurulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Daha sonra Yüksek Askeri Şura konu üzerinde çalışmış ve Milli Savunma Yüksek Kurulu Kanunu tasarısını hazırlamıştır. Milli Savunma komisyonunda ki çalışmalara Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Bakanlık temsilcileri, Genelkurmay Başkan Vekili, Genelkurmay İkinci Başkanı ve askeri uzmanlar katılmışlardır.46

Kanuna göre kurul, topyekün savunma işlerini yürütecektir. Kurulun tabii başkanı Cumhurbaşkanıdır. (md.1). Kurul Başbakanın başkanlığında Başbakanın teklif edeceği ve Bakanlar Kurulu tarafından seçilen bakanlar ile Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı tarafından oluşur. Gerektiğinde askeri şura üyeleri ve her türlü uzmana danışılabilir (md. 29). Kurulun görevleri a) Hükümetin izleyeceği savunma politikasının esaslarını hazırlamak, b) Devlet kurumlarına, özel kurumlara ve yurttaşlara düşen görevleri tespit ederek, yerine getirilmesi için gerekli kanuni ve idari önlemleri almak, c) b fıkrasında yazılı önlemlerin uygulanmasını denetlemek, d) Yurt savunması ile ilgili işlerde Başbakanın lüzum gösterdikleri inceleyerek görüş bildirmek (md.3).

Kanuna göre, kurul ayda en az iki kez toplanacaktır. (md.5) Kurulda siviller çoğunluğu oluşturmaktadır.47 Kanunun diğer dikkati çeken yanı 5398 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun" ile aynı gün kabul edilmesidir. 1944'te Genelkurmay Başkanlığı'nın Başbakana bağlanması ile başlayan süreç, bu iki kanun ile kapanmış ve TSK'nin rejim içindeki kurumsal ve bir ölçüde hukuki ağırlığı tamamen ortadan kaldırılmıştır.

Dönemi ordu açısından karakterize edilen süreçlerden biri de, ordu içindeki gizli örgütlenmelerdir. 1944-1950 aşamasına ordu içindeki gizli örgütler, 1941-1944 aşamasındaki örgütlerin devamıdır. Bu örgütlerin 1941-1944 aşamasında İnönü ve Yüksek Kumanda Heyeti'ne karşı girişmeyi amaçladıkları tasfiye operasyonu, 1944-1950 aşamasında bir ölçüde terk edilmiştir. 1944­1950 aşamasında gizli örgütlerin temel amacı, özellikle DP kurulduktan sonra, bu partinin mümkün olan en kısa zamanda iktidara gelmesi olmuştur.

1946 seçimlerinde yapılan hileler, örgütlerin önüne iki seçenek koymuştur. CHP'yi zorla iktidardan uzaklaştırmak veya 1950 seçimlerinde tekrar bir seçim hilesinin yapılması karşısında DP lehine müdahalede bulunmak. Gizli örgütlerin neden 1950'ye kadar müdahale etmedikleri sorusunun cevabı bir çok yerde aranabilir. Gizli örgütlerin bir darbe için yeterince güce sahip olmaması, İnönü'nün yükselen siyasi tansiyonu zamanında yaptığı müdahalelerle düşürmesi ve ihtilal ortamının doğmasına izin vermemesi, DP'nin kuruluşu ile gizli örgütlerde iktidarın demokratik yollardan değişebileceği inancının belirmesi bu dönemde bir darbeyi engellemiş olabilir.

Gizli örgütlerin CHP'ye karşı aldıkları tavrı ve DP'yi desteklemeleri, kanaatimizce TSK'nin demokrasi idealine içten inancından çok, ordunun rejim içinde ki ağırlığının kaybolmasına bir tepki, genç subayların DP'nin iktidara gelmesi halinde kemikleşmiş yüksek kumanda kademelerini değiştirerek alt kademelere yükselme imkanı sağlayacağı ümidi, ordunun daha hızlı modernleştirileceğine olan inancın bir sonucudur.48 Ayrıca artık rejim için eski prestiji kalmayan TSK'nin CHP lehine muhalefet üzerinde kullanılması subay heyetini rahatsız eden bir davranış olarak değerlendirilebilir.

Bir CHP ileri geleni "1945'ten sonra TSK'de CHP'nin Atatürk ilkelerinden ayrıldığı kanaati yerleşmiş bulunuyor ve bu tutum tasvip edilmiyordu."49 şeklindeki yorumunda TSK'nin CHP'ye karşı aldığı tavrı bir ölçüde açıklayabilir. Yukarıda değinildiği gibi ordu içindeki gizli örgüt, takriben 1944 senesinde ikiye ayrılmıştır. Bu iki örgütten birincisi Kur. Alb. Seyfi Kurtbek'in savaş yılları içinde kurduğu ve "Hücum Ordusu" ismini verdiği örgüttür.50 165 diğer örgüt ise Kur. Yrb. Cemal Tural'ın başkanlığını yaptığı örgüttür.
İki ekibin ayrı çalışmaları olduğu gibi, ortak çalışmalarının da olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle 1946 seçimlerinde yapılan hilelere ordu tepki göstermiştir. Türkeş, 1946 seçimlerinden sonra orduda gizli örgütlerin sayısının arttığını ileri sürer.51 Bazı subayların CHP'ye karşı ihtilal hazırlığı içinde olduklarının bilindiğini belirten Doğan, 1946 seçimlerinden sonra İnönü'nün Hadımköy ziyareti sırasında komutanlarla görüştüğünü ve "tehlike çanlarının çaldığını ve memlekette asayişin ve emniyetin bozulmak üzere olduğunu" söyleyerek, ordunun desteğini istediğinin söylendiğini kaydeder.52


1947 senesinde Harp Akademisi'nde öğretim görevlisi olan ve bir kısmı II. Dünya Savaşı sırasında kurulan örgüte mensup olan subaylardan Cemal Yıldırım, Cevdet Sunay, Cavit Çevik, Memduh Tağmaç, Sıtkı Ulay, Kani Gürhan, Şerafettin Konuralp, Kenan Esengin, Cemal Erginsoy, Saip Caner ve Milli Emniyet İstanbul Bölge ikinci başkanı Naci Aykun, Necip San, Refik Yılmaz, ve Kadri Erkmen örgüt başkanlığına Milli Emniyet Teşkilatında yaptıkları toplantıda başkanlığa Sunay'ı seçmişler, Sunay'ın kıta görevine çıkması bu görevi kabul etmemesi üzerine Kur. Alb. Cavit Çevik'i getirmişlerdir.53 Ayrıca örgüt 1947 senesinde İstanbul'da Korg. Fahri Belen ile evinde ve Harp Akademisi'nde temas etmiş ve ihtilal fikrini açmıştır. Belen ile II. Kolordu Komutanı iken (1947) örgüt adına kendisi ile görüşen üç albay örgütleri hakkında bilgi vermişler ve destek istemişlerdir. Belen, örgütün teklifini reddetmiştir.54

Bayar'ın yakınlarından avukat Selahattin Güvendiren'in örgütten haberdar etmesi üzerine Bayar, Cemal Yıldırım ile görüşmek istemiştir. Yıldırım Bayar'la görüşmesinde 1950 seçimlerinde hile yapılırsa, müdahale edeceklerini ve müdahale edecek güçte olduklarını belirtmiştir.
Kurtbek örgütü ise, hem İnönü hem de Bayar ve Menderes ile ilişki halindedir. Kurtbek Çankaya'da İnönü ile görüşmüş, İstanbul'da Bayar ve Menderes ile ilişki kurmuş ve örgütlerin çalışmaları ile örgüt üyeleri hakkında bilgi vermiştir.

Hikmet Özdemir, Yüksek Kumanda Heyeti içinde de bölünmelerin olduğu ve DP'nin iktidara geldikten hemen sonra, 6 Haziran 1950'de Yüksek Kumanda Heyeti içinde yaptığı emekliye sevk operasyonunun "CHP ve DP'li general hizipleri arasında birkaç yıldır devam eden" mücadelenin CHP'nin hem de TSK'nin desteğini aradıkları konusunda bilgi vermektedir ve TSK'nin DP'nin yanında yer aldığı görülmektedir. Bu DP'nin orduyu kendi tarafına çekmesi değil, ordunun yukarıda izah edilen nedenlerden dolayı DP'nin yanında yer alması olarak değerlendirilmektedir.55 Bu da 1950 seçimlerinde DP'nin iktidara gelmesi ile bürokrasinin yenildiği veya tasfiye edildiği keza dikkatle değerlendirilmektedir.56 DP'nin iktidara gelmesi, sivil ve asker bürokrasinin yenilgisi değil, bürokrasinin sivil kanadının yenilgisidir. Ortak bir yenilgiden söz edebilmek için DP iktidarından önce asker ve sivil bürokrasisinin rejim içindeki ağırlığının dengede olması gerektiği gibi, siyasal elitin askeri bürokrasiye, sivil bürokrasiye verdiği önemi vermesi gerekirdi. Fakat siyasal elit, 1944'ten itibaren askeri bürokrasinin rejim içindeki ağırlığını kırmıştır.1950'de askeri bürokrasi artık, iktidar ortağı değildir. Bu açıdan yenilgi, CHP'li siyasal elit ve sivil bürokrasinin yenilgisidir. Diğer bir değişle, 1950 seçimleriyle tasfiye edilen iktidar ortaklığı, asker, sivil bürokrasi ve CHP ortaklığı değil, sivil bürokrasi CHP ortaklığıdır.

Anılan yılların önemli özelliği, bürokrasinin (Yüksek Kumanda ve Subay Heyeti) Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında içinde bulunduğu siyasi iktidar ortaklığının dışında bırakılmasıdır. Böylelikle tek parti yönetimi, en önemli güçlerinden birisini kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda bu güç, kendisine muhalif bir tavır almıştır.

Mayıs 1950 seçimlerinin arefesinde TSK, iktidar değişikliği istediğini belirgin bir şekilde hissettirmiştir. Aydın kesimin, halkın büyük bir bölümünün ve artık DP içinde örgütlenmiş olan özel sermayenin desteğini yitiren CHP'nin ve sivil bürokrasinin, siyasi iktidarın demokratik bir yolla belirlenmesine boyun eğmekten başka bir şansı kalmamıştır.

1 Bu alanda etkili olmuş çalışmalar arasında, John J. Johnson, The Role of The Military in Underdeveloped Countries, Princeton: University Press, 1962; S. E. Finer, The Man On Horseback: The Role of The Military in Politics, New York Praeger, 1962; S. P. Huntington, Changing Pattern of Military Politics, New York, 1962; S. P. Huntington, The Soldier and the State: The Theory and Politics Of Civil-Military Relations, Cambridge, Mass., Harvard University Press, 1957; Ergun Özbudun, The Role of the Military in Recent Turkish Politics, Cambridge, Mass, Harvard University Center for İnternational Affairs, 1966 sayılabilir.

2 Aktaran: Ümit Cizre, Elizabeth Pickard, "Arab Military in Politics: From Revolutionary Plot to Authoritarian State", Adeed Dawisha ve I. William Zartman (der.), Beyond Coercion and Durability içinde (londra: Croom Helm, 1988), 121; Karen Remmer, "The Politics of Military Rule in Chile, 1973­1987, " Comparative Politics, (21 January 1989), s. 152-56.
3 Aktaran Ümit Cizre Nicole Ball, "The Military in Politics: Who Benefits and How?" World Development, 9 (1981), s. 575.
4 Aktaran Metin Heper, Davit C. Rapoport, "A. Comparative Theory of Military and Political Types" Samuel P. Hungtington. (Der.) Changing Patterns of Military Politics, New York: The free Press of Glencoe, 1972, s. 73.
5 Aktaran Metin Heper, Samuel P. Huntington, Political Order in Changing Societies, New Haven: Yale University Press, 1968, s. 196-197
6 Aktaran Metin Heper, Ordunun Batı ve Osmanlı Türk siyasal gelişmesinde sahip olduğu değişik roller şu çalışmada etraflı olarak incelenmiştir: Marcie Patton, Turkish Civil-Military Relations-Praetorianism? basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Chicago Üniversitesi, Haziran 1977.
7 Yusuf Akçura, Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri (XVIII. ve XIX. Asırlarda), Ankara, 1985, s. 41.
8 Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought, Princeton, 1962, s. 134-135.
9 Gencay Şaylan, "Ordu ve Siyaset", Kanun-u Esasi'nin 100. Yılı Armağanı içinde Ankara, A. Ü. SBF Yayınları 1978, s. 398.
10 Harb Akademilerinin 132. Yılı, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul 1980., s. 69.
11 Mümtaz Soysal, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, Altıncı Baskı, İstanbul 1986, s. 56.
12 fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde CHP'nin Mevkii, Cilt 1 Ankara 1965, s. 122.
13 Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş, 1946-1950, Kaynak Yayınları, İstanbul 1982, s. 25.
14 Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973, Bilgi yayınevi, İstanbul, 1990, s. 48.
15 Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, Afa Yayınları, İstanbul, 1989, s. 93-94.
16 H. Özdemir, Rejim., s. 242.
17 Alpaslan Türkeş, 1944 Milliyetçilik Olayı, İstanbul, 1968 s. 10-11.
18 Muammer Taylak, 27 Mayıs ve Türkeş, Ankara 1976, s. 6.
19 Sadi Koçaş, Atatürk'ten 12 Mart'a Anılar, Cilt: 1 İstanbul, 1977, s. 147-148.
20 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 148-151.
21 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 148-151.
22 Sadi Koçaş, Atatürk'ten., 155-156.
23 Burada sivil siyasal elit ile kastedilmek istenen, siyasal elit mensuplarının sivil kökenli veya asker kökenli. olmalarından öte sivilleşmiş olmalarıdır. Diğer bir ifade ile, bu siyasal elit savaşçı niteliğini yitirmiş, muhafazacı bir tutum almıştır. Normları savaşçı devrimci normlar değil, sivil bürokrat normlardır.
24 Zafer Üskül, Siyaset ve Asker Cumhuriyet Döneminde Sıkıyönetim Uygulamaları, Afa Yayınları, İstanbul, 1989, s. 51.
25 Zafer Üskül, Siyaset ve., s. 51.
26 Harb Akademilerinin., s. 69.
27 Fahri Belen, Ordu ve Politika, İstanbul, 1971, s. 28.
28 Harp Akademilerinin., s. 69.
29 Harp Akademilerinin., s. 69.
30 21. 12. 1936 tarih ve 3079 sayılı "Subay ve askeri memurların tekaüdü için rütbe ve sınıflarına göre tayin olunan yaşları bildiren kanun Kavanin Mecmuası, Cilt: 17 Devre; V, -İçtima 2, s. 110 anılan kanunun 2. maddesi Mareşallerin 68 yaşında emekliye sevk edileceğini belirler.
31 Org. Gürman 1882 doğumludur. Bkz. Harp Akademilerinin., Bölüm 2, s. 43 25. 11. 1945 tarih ve 4765 sayılı "Subay ve askeri memurların tekaüdü için rütbe ve sınıflarına göre tayin olunan yaşları bildiren 3079 kanuna ek kanunun 1. maddesi ile Bakanlar Kurulu'nun seferberlik savaş veya savaş ilanı gibi durumlarda, yaş haddini dolduran komutanların görevinde bırakabileceği hükmü getirilmiştir. (Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 754) Bu da göstermektedir ki, Çakmak'ın emekliye sevk edilmesinde siyasi elitin geleceğe yönelik planları vardır. Ayrıca bu kanun ile siyasi elit ve özellikle İnönü Yüksek Kumandayı şekillendirmek için hukuki dayanakta eklemiştir. 3079 sayılı kanunun 2. Maddesine göre 1947'de emekli olması gereken (65 yaşında) Org. Gürman 1949'da Genelkurmay Başkanlığı'na atanmıştır.
32 F. Belen Asker ve., s. 30.
33 Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VIII-Toplantı: 2 s. 753.
34 4998 sayı ve 13. 01. 1947 tarihli "kanunlarda Geçen Başkumandan, Başkomutan ve Başbuğ tabirleri yerine kaim olacak unvan hakkında kanun" Kanunlar Dergisi, Cilt 29 Devre: VIII-Toplantı: Olağanüstü ve 1, s. 49.
35 Cemender Aslanoğlu, İsmail Kayabalı, Türk Kültürü Aylık Dergisi, Sayı: 116, Yıl X, 8 Haziran 1972, "Hava Kuvvetleri Özel Sayısı", 474.
36 Kanunlar Dergisi, Cilt 31 Devre: VIII Toplantı: 2, s. 714.
37 "Ordu İç Hizmet Kanununun 3387 Sayılı Kanunla Değişen 2. Maddesinin Değiştirilmesine Dair Kanun" Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 181.
38 Kanunlar Dergisi, Cilt 29 Devre: VIII-Toplantı: Olağanüstü ve 1, s. 713-714.
39 Kavanin Mecmuası, Cilt 27, Devre: VII-Toplantı: 2 s. 841.
40 Resmi Gazete, 03. 06. 1949, Sayı: 6223.
41 Böylelikle, TSK'nin hiyerarşisinde gerçekleşen değişiklik sonucu, Ordu Komutanlıkları, Kara Kuvvetlerine bağlanmış, Hava Deniz Kuvvetlerine bağlanmış, Hava ve Deniz kuvvetlerinde de örgütlenme kuvvet komutanlığı esasına göre düzenlenmiştir.
42 Oral Sander, Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, AÜSBF., Yayınları, Ankara, 1979, s. 39. Farklı bir görüş H. Özdemir Rejim., s. 78.
43 Bahri Savcı, "Türkiye'de Devlet Hayatında askeri Mahiyetin ve Tesirin Seyrine Bir Bakış" AÜSBF. Dergisi, Cilt: XVI, Eylül 1961 No. 3, s. 43.
44 O. Sander, Türk Amerikan., s. 40.
45 H. Özdemir Rejim., s. 95.
46 H. Özdemir Rejim., s. 96.
47 Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, Cilt: II, Kervan yayınları, İstanbul, 1975, s. 567-568.
49 N. Ilıcak, 15 Yıl Sonra., s. 428.
50 Güneş, 2 Aralık 1986.
51 Yeni İstanbul, 17 Şubat 1962 a.g.y. d.
52 Avni Doğan, Kurtuluş ve Kurtuluş Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1966, s. 302.
53 Güneş, 2 Aralık 1986.
54 Osman Metin Öztürk, Türkiye'de Silahlı Kuvvetler ve Siyaset, (Yayımlanmamış Doktora Tezi) SBF, 1987., s. 75-78.
56 Gencay Şaylan, Türkiye'de Kapitalizm Bürokrasi ve Siyasi İdeoloji, TODAİE Yayınları, Ankara, 1974, s. 81

https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=354616


***

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1

İnönü Döneminde Ordu-Siyaset İlişkileri BÖLÜM 1



TÜRKİYE CUMHURİYETİ SİYASİ TARİHİNDEN ORDUNUN ÖZELLİKLERİ
Prof. Dr. Ümit Özdağ  
Çetin Güney

Giriş

Ordunun siyasetle ilişki düzeyi, ülkeler arasında farklılıklar göstermekle beraber siyasal yaşamın bir gerçeğidir. Ülkelerin siyasal gelenekleri, siyasal kültürleri ve tarihleri, ordunun siyasetle ilişkisinde tayin edici rol oynamaktadır. Siyaset teorisi, ordu siyaset ilişkisine geniş bir yer vermiştir.1 Genel eğilim, hükümetlerin olağan bir süreç içinde kurulamamaları veya kurulduktan sonra meşruiyetlerini demokratik olmayan süreçlerle sürdürmelerinin yarattığı kaosun sonuçlarının trajediye dönüşmesi kaygısı, ordunun siyasete müdahalesini teşvik etmekte, ordunun yasal araçlarla siyasete aktif katılımının yolunu açmaktadır. Soğuk Savaş döneminde iç güvenliğe dönük endişelerin etkisiyle ordunun mesleki becerilerinde görülen niteliksel ve niceliksel gelişmenin, onun savunmada olduğu gibi siyasi konularda da etki alanını genişletmiştir.2 Gelecekte etnik sorunların yoğun yaşandığı ülkelerde, ordunun siyasetle daha içli dışlı olması ve hükümetleri etkilemesi muhtemel görünmektedir.3 Bu çerçeve gelişmekte olan ülkeler için genel olarak benimsenebilir. Fakat demokratik kurumların yerleşip gelenek hale geldiği ülkelerde de ordunu rolü azalmamış işlevselleşerek daha da artmıştır. Ordu siyasetle belli noktalarda kesişmektedir. Ancak bu kesişme noktalarını demokratik gelenekler belirlemektedir.

A. Türkiye'de Ordu Siyaset İlişkisinin Tarihsel Arka Planı

Ordu siyaset ilişkisi üzerine Batı'da üretilen terminoloji, "Roma İmparatorluğu deneyiminden beri ordunun siyasi hayata müdahalesini meşru otoritenin yozlaşması ile eş anlamlı olarak ele almıştır. Yine bu çizgide ileri sürülen bir teze göre ordunun siyasal hayatta önemli bir yeri olması oranında ülkede siyasal istikrarsızlık artar.4 Bu yaklaşımlardan çıkan sonuç şudur: Sıhhatli bir siyasal sistem sistemin kurumlaşmasına ihtiyaç gösterir; söz konusu kurumlaşma ise siyasal partiler bazında oluşmalıdır.5
Batı orijinli bu kavramsal çerçeveden mülhem analizler Osmanlı Türk siyasal modernleşmesinde ordunun rolünü açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Çünkü Osmanlının kuruluş ve kurumlaşma dönemleri, ordunun siyaseten etkin olduğu dönemlerdir. Ordu siyasal rejimin parçası olmasının ötesinde rejimin kendisidir. Yönetici sınıfın "askeri" olarak anılması bu yüzdendir.6

Osmanlı'nın modernleşmesinde yeniliklerin kaynağı ordudur. III. Selim'e verilen 17 ıslahat layihasının hepsinde vurgulanan üç nokta, asker tanzimi, asker maaşları, topçu kumbaracı ve sair ocakların ıslahı gibi maddeleri ihtiva ediyordu.7 İlk Batılılaşma hareketleri ordudan başlamış olup daha sonra diğer kurumlara yansımıştır. Örneğin eğitim alanında gerçekleşen modernizasyon ilk önce Askeri Tıbbiye'de başlamış daha sonra diğer eğitim kurumlarına yansımıştır. Yenileşme ve ıslahat düşüncesinin temeli askeri yenilgilerdir. Batı'nın askeri gücüne askeri araçlarla karşı koyabilmek için modernizasyon gerekmektedir.8 Osmanlı askeri bürokrasisi toplumsal değişmenin gereklerini çok iyi kavramıştır. 1876 Anayasası'nın oluşumu, 1908 Meşrutiyeti Osmanlı ordusunun devrimci ve dönüştürücü özelliği açısından önemli örnekler arasında sayılabilir.

Cumhuriyet'in oluşumunda ordu önemli bir role sahiptir. Cumhuriyet'i kuran kadronun yaklaşık %80'i ordu kökenli olup diğer %20 mülkiyeli ve diğer kesimlerden oluşmaktadır. "Mustafa Kemal Atatürk'ün karizmatik önderliği altında ordu geleneksel işlevinin ötesinde çok daha ötesini yüklenmiş modernleşme yolunda önemli reformları desteklemiştir."9 Başka bir deyişle Mustafa Kemal devrimler için orduya güvenip dayanmıştır.

Ordunun rolü, siyasetle ilişkisi ancak Türk tarihinin özgüllüğü doğru olarak kavranarak anlaşılabilir. Türk ordusunun Türkiye'nin kurumlaşma düzeyi en yüksek kurumu olması ordunun tarihsel rolü ve bu rolü gerçekleştirirken göstermiş olduğu performansla ilgilidir.

B. İnönü Döneminde OrduSiyaset İlişkilerinin TemelNiteliği (1938-1950)

Ordu siyaset ilişkisi açısından siyasal gelişmenin evrelerini iki aşamada ele alabiliriz. Bu iki aşama 1939-1944 ve 1944-1950 yıllarına tekabül edeceği gibi 1939-1946 ve 1946-1950 aşamaları olarak ifade edilebilir. 1939-1944 aşaması gibi bir zaman kesitinin ileri sürülmesini haklı kılan sebep, Genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevkini takiben10 7 Haziran 1944 tarih ve 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın vazife ve salahiyetleri hakkında kanunun yürürlüğe girmesi ile Genelkurmay Başkanlığı'nın başbakanlığa bağlanması sonucunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin devlet kurumu içindeki bağımsız konumunu yitirmesidir. Fakat diğer yandan 1946'da çok partili düzene geçiş Türk siyasal yaşamında olduğu kadar TSK'nin yaşamında da önemli bir mevki işgal eder. Çok partili düzen ve 1950 seçimleri bağlamında, TSK'nin genel sistem içinde ki gözardı edilemeyen ve kendisini ortaya koyan etkisi de, 1946 yılını bir aşamanın bitişi ve yeni bir aşamanın başlangıcı olarak ele almamız için önemli bir neden oluşturmaktadır. Fakat TSK'nin sistem içinde ki konumu göz önüne alındığında 1939-1944 aşaması daha çok önem kazanmaktadır.

1939-1950 arasında önemli gelişmelerden biri 1939 tarihinde Fransa ve İngiltere arasında yapılan anlaşmalar neticesinde Türkiye Batı eğilimli politika seçeneklerine yönelmiştir. Batı eğilimli politika Batı sistemi içinde süper güç konumuna yükselen ABD ile sürdürülmüş, TSK, "Truman Doktrini" çerçevesinde ABD güvenlik sisteminin içinde yer almaya başlamıştır.

Diğer yandan II. Dünya Savaşı'nda Türkiye savaşa girmemesine rağmen TSK'nin eksikliklerinin çok belirgin olarak ortaya çıkması, genç subayların yüksek kumanda heyetine ve İnönü'nün şahsında somutlaşan devlet yönetimine karşı güvenlerini sarsmış, ordu içinde gizli örgütlerin kurulmasına neden olmuştur. Keza 1946 seçimlerinde CHP'nin yaptığı ileri sürülen seçim hileleri11 subay heyetini özellikle genç subayları 1950 seçimlerinde de aynı hilelerin yapılacağı endişesine sürüklemiş DP'nin iktidara gelmesini engelleyecek muhtemel bir CHP lehine yapılacak hükümet darbesini engellemek amacı ile II. Dünya Savaşı sırasında kurulan gizli örgütlerde yeniden bir dirilme gözlenmiştir.

C. 1939-1944 Aşaması: Kemalist Devrimin Bekçisi Olarak Ordu

Dönemin genel karakteristiği dünya açısından II. Dünya Savaşı'nın başlaması Türkiye açısından II. Dünya Savaşı'na her an hazır konumda olmanın sıkıntıları ve Kemalist devrimlerin yerleşme sürecidir.
Konumuz açısından önemli bir başlangıç Mareşal Çakmak'a rağmen TSK 1. Ordu'daki "Paşalar Meclisi"nin aldığı karar uyarınca İnönü'nün cumhurbaşkanlığına seçilmesini desteklemiştir. 8 Kasım 1938'de yapılan Bakanlar Kurulu toplantısına İnönü'nün katılması12 eski Başbakan'ın yeni cumhurbaşkanı olması için gereken hazırlıkların tamamlandığı yönünde bir işaret olarak değerlendirilebilir.

TSK yeni cumhurbaşkanına bağlılığını bildirmiş ve İnönü iç siyasal düzenlemelere yönelmiştir. Bayar geçici olarak başbakanlık görevinde bırakılırken13 eski muhaliflerle uzlaşma sağlanmıştır.14

1 Eylül 1939'da II. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla beraber Türkiye için yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye savaşa hazırlanma süreci ordunun siyasetle ilişkilerinde belirleyici olmuştur.

Savaş hazırlıklarını yürütmekle görevli olan organ 24 Nisan 1933 tarih ve 194443 sayılı İcra Vekilleri Heyeti kararnamesi ile oluşturulan "Yüksek Müdafaa Meclisi"dir. Başbakan'ın başkanlığında, Genelkurmay Başkanının da katıldığı Bakanlar kurulundan oluşan "Yüksek Müdafaa Meclisi"nde seferberlikte bakanlıklara düşen görevler belirleniyordu. Milli Savunma Bakanlığı'nda kurulan bir büroda genel sekreterin yönetiminde seferberlikle ilgili işler önceden hazırlanıp, gerek görülen dairelerden görüş alınmaktadır. Alınan görüşler genel sekreterlikçe "Yüksek Müdafaa Meclisi"ne iletilir ve "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin aldığı kararlar genel sekreterin bürosu tarafından uygulanmaktadır.15

"Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmaları hakkında detaylı bilgiye sahip olmamamıza rağmen, gerek Çakmak'ın askeri konulara hiçbir makamı karıştırmamaya olan eğilimi gerekse Ali Askeri Şura'nın yetkilerinin "Yüksek Müdafaa Meclisi"nin çalışmalarını verimsiz kıldığı düşünülebilir.

Sorun 1924 Anayasası'nın savaş hazırlığı konusunda hiçbir düzenleme getirmemesinden kaynaklanmaktadır. "Bakanlar Kurulu'nun hükümetin genel politikasından birlikte sorumlu olduklarına dair 46. maddesindeki genel hükümden sonra gelen" bakanların her biri kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden tek başına sorumludur ifadesi, 5398 sayılı yasadaki tanımla birleşince ortaya Milli Savunma Bakanının "Cumhuriyet ordusunun hazırlanması"ndan tek başına sorumlu tutulabileceği şeklinde bir durum çıkmaktadır.16 Milli Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı ilişkileri göz önünde tutulursa, son kertede savaş hazırlıklarından Genelkurmay Başkanı Çakmak'ın sorumlu olduğu söylenebilir.

Ordu siyaset ilişkileri açısından II. Dünya Savaşı'nın önemi Kurtuluş Savaşı askerlerinin devamı olan "Yüksek Kumanda Heyeti" ile genç subaylar arasındaki çelişkidir. Çekilen zorlukları ve ordunun kötü durumunu dile getiren genç subaylara verilen cevaplarda "Biz İstiklal Savaşı"nda diye başlayan ve genç subayları bu zorlukları dile getirmekten dolayı kınayan yüksek kumandanın bu hareketle iki amacı olduğu düşünülebilir. Genç subaylara inanç ve güven vermek17 ve yapılan hatalara karşı tepkiyi bastırmak.

Yüksek Kumanda Heyeti'nin ve sivil yönetimin orduyu savaşa yeterli derecede hazırlayamaması ve savaş içinde karşılaşılan güçlükler genç subayları İnönü yönetimi ve Çakmak'a karşı cephe almaya itmiş ve ordu içinde gizli örgütler kurulmaya başlamıştır.

Savaşın başlangıcında Alman ordularının üst üste kazandığı galibiyetler, savaşa girmediği halde Türk subay heyetinin üzerinde şok etkisi yaratmıştır. TSK, ile özellikle Alman ordusunu kıyaslayan genç subaylar, içinde ki durumun sorumlusu olarak gördükleri İnönü yönetimini ve ordunun yüksek kumanda heyetini devirmek için oldukça geniş bir kadroya sahip olan ve ordunun birçok birliğine yayılan gizli örgütler kurmuşlardır.

1942-43'te Çorlu'da bir grup subay İnönü yönetimini devirmek amacı ile birleşmişler ve General Muzaffer Tuğsavul'a başvurarak ordunun yöneticileri tutuklayarak idareye el koyması harekatına başkanlık yapmasını istemişlerdir. Tuğsavul bu teklifi ülke için "intihar" olacağı gerekçesiyle geri çevirmiştir.18

Ordu içinde 1941 -42'lerde de kurulan ve 1950'ye kadar çalışmalarını sürdüren örgütlerden birisi "Seyfi Kurtbek ekibi"dir. Kurtbek ekibi 1943'te ikiye ayrılmıştır. Kurtbek ekibi ile ilişkisini kesenlerden Kurmay Binbaşı Necip San ve Cemal Tural yeni bir örgüt kurmuşlar, 1943'te Erzurum'da Ahmet Yıldız ve A. Kadir Meram, San ve Tural'ın da bulundukları yemin töreninden sonra bu göreve girmişlerdir.

Gizli örgütlerin ordu içinde yaygınlık derecesi ve çalışma tarzları hakkında Koçaş'ın verdiği bilgiler oldukça açıklayıcıdır. 1944 Nisanı'nda Sarıkamış'da görevli olan Üstğm. Koçaş Alay Komutanı Alb. Nazmi Dora tarafından Erzurum'da ordu ikmal şubesi Müdürü Kur. Bnb. Cemal Tural'a bir mektup iletmekle görevlendirilmiştir. Erzurum'da mektubu Tural'a veren Koçaş, Tural tarafından yönlendirilen, birliklerin, komutanların, silahların, eğitiminin durumu ile ilgili soruları cevaplandırmıştır.19

Birliğine dönen Koçaş, Alay komutanı Alb. Dora'ya Kur. Bnb. Tural ile aralarında geçen görüşmeyi nakletmiştir. Alb. Dora Türkiye'nin savaşa girmediği halde savaşın sıkıntılarını çektiğini, sıkıntının sadece ordunun değil, ülke ve milletinde sıkıntısı olduğunu belirterek, Cumhuriyet'in ilk on beş yılında girişilen büyük kalkınma hareketinin durduğunu ileri sürmüştür. Koçaş'ın kalkınmanın durmasında savaşın rolü olup olmadığı sorusuna, savaşın etkisinin olması ile birlikte yapılması gereken şeylerin yapılmadığı cevabını vermiştir.20 Zorlukların ömrünü doldurmuş kişiler tarafından çözülemeyeceğini ileri süren Alb. Dora, Çakmak'ın yirmi yıldan beri Genelkurmay Başkanı olmasını eleştirerek, Cemal Tural ve Necip San gibi subayların hak ettikleri görevlerde olmadıklarını iddia etmiştir.21

Koçaş, bir örgüt ile konuştuğunun farkına vararak, üç subayın ismini vermiş ve bu subayların da Alb. Dora'nın üyesi olduğu örgütten olup olmadığını sormuştur. Alb. Dora'nın olumlu cevap vermesi ve Koçaş'ı da örgüte davet etmesi üzerine Koçaş bu teklifi reddetmiştir.22

Koçaş'ın verdiği bilgilere göre, Alb. Dora örgütün Sarıkamış lideridir. Örgüt diğer alaylara da yayılmıştır. Örgüte alına subaylar kural olarak Erzurum'da ki örgüt tarafından Alb. Dora'ya yollanmaktadırlar23

Mevcut bilgiler savaş içinde İnönü ve Çakmak'a karşı aktif çalışma içinde olan yaygın gizli örgütlerin varlığını kanıtlamaktadır.

1939'da başlayan Milli Şef döneminin karakteristik özelliklerinden birisi de bu dönemin siyasal elitini "devrimci savaşçılardan" çok bürokrat aydınların veya bürokratlaşmış devrimcilerin oluşturmasıdır. Atatürk'ün çevresinde kümelenmiş ve etkinliklerini Atatürk'ten alan 1923-1938 döneminin resmi gayriresmi eliti büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Sivil bürokrasinin yönetici ve temsilcisi İnönü'nün her ne kadar ordu içinde ki gücüne dayanarak da cumhurbaşkanı olması, Çakmak'ın cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında belirginleşen güç zaafı, zamanla Yüksek Kumanda Heyeti ile sivil siyasal elit24 ve bürokrasi arasında ağırlığı sivil siyasal elit ve bürokrasiden yana basan bir dengenin oluşmasına neden olmuştur. Yeni dengenin bu tür bir eğilim kazanmasında ordu tabanının Yüksek Kumanda Heyetini desteklememekten de öte anılan heyete karşı bir tutum içerisine girmesinin rol oynadığı söylenebilir.

25 Mayıs 1940 tarih ve 3832 sayılı Örfi İdare Kanunu sivil siyasal elitin TSK veya daha doğru bir ifade ile Yüksek Kumanda Heyeti'ne vurduğu en ağır darbelerden birisi olarak nitelenebilir. Anılan kanunda örfi idare komutanlıklarının genel güvenlik ve asayişe ilişkin olan ve polise tanınan yetkileri kullanabilmesi için Bakanlar Kurulu'nun bir kararnameyle komutanlığa aktarılacak yetkileri belirlemesi
gerekiyordu.25

Bakanlar kurulunun 2/14780 sayılı ve 4 Aralık 1940 tarihli kararnamesiyle örfi idare komutanlıkları alacakları kararları doğrudan uygulamadan alıkonuluyordu. Örfi idare tarafından alınan kararlar mahalli zabıta tarafından uygulanabiliyordu.26

Böylece savaş tehdidinin büyük olmasına rağmen, ordunun hareket sahası daraltılmış ve sivil bürokrasi, TSK'nin savaştan faydalanarak bağımsız eylemde bulunmasını, bağımsızlaşmasını büyük ölçüde engellemiştir.
Çakmak'ın 12 Ocak 1944'te emekliye sevk edilmesinden sonra27 çıkarılan 4580 sayılı "Genelkurmay Başkanlığı'nın Vazife salahiyetleri hakkında kanun" ile Genelkurmay Başkanlığı başbakana bağlanmış ve başbakana karşı sorumlu tutulmuştur. (md. 1) Genelkurmay Başkanı Başbakan tarafından teklif ile Bakanlar Kurulu tarafından atanacaktır. (md.2) Genelkurmay Başkanı'nın bakanlıklarla yapacağı doğrudan görüşmelerin önceden başbakan tarafından belirlenmek ve gerektiğinde değiştirilmesi hükmü getirilmiştir. (md.3) 4580 sayılı kanunun 5. maddesi ile 429 sayılı "Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye vekaletlerinin ilgasına dair kanun"un 9, 10, 11 ve 12. maddeleri ve 636 sayılı "Şurâyı Askeri Kanununun 3. maddesinin anılan kanuna aykırı hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Böylelikle, Genelkurmay Başkanlığı'nın müstakil konumu ortadan kaldırılmış, Genelkurmay Başkanı'nın cumhurbaşkanı tarafından teklif ve başbakan tarafından atanması hükmü iptal edilmiş, bakanlıklarla doğrudan ilişki kurma yetkisi kaldırılmış, askeri bütçenin TBMM'ye Milli Savunma Bakanlığı tarafından getirilmesi uygulamasından vazgeçilmiştir. Ayrıca, "Şurayı Askeri Kanun"un 3. maddesinin aykırı hükümlerinin iptali ile, Ali Askeri Şura'nın oluşmasında Genelkurmay Başkanlığı'nın etkisi ortadan kaldırılmıştır.

1939-1944 aşaması konumuz açısından üç başlık altında özetlenebilir. 1) Sivil Siyasi elitin TSK üzerinde egemenlik sağlaması, 2) Yüksek Kumanda Heyeti ile subay kadroları arasında çelişki, 3) TSK'ye gizli örgüt geleneğinin yerleşmesi.

D. Kemalist Devrimin İktidar OrtaklığındanÇıkarılan Ordu (1944-1950)

1944-1950 yılları arasında dünya haritası yeniden şekillenmiş, nüfuz ve etki bölgeleri el değiştirmiş, yeni paylaşıma gidilmiştir. Anılan yıllar Türkiye'de iç ve dış siyasette değişikliklerin yoğun ve hızlı yaşandığı yıllardır. 
Değişikliklere koşut olarak, TSK'nin rejim içinde ki konumunda ve bünyesinde de bir dizi değişiklik gerçekleşmiştir.

TSK'nin yapısındaki ve rejim içinde ki konumunda gerçekleşen değişiklikleri şu başlıklar altında toplamak mümkün gözükmektedir;

a) Milli Savunma anlayışında milli-bağımsızlıkçı tutumdan uzaklaşılarak, A.B.D'nin ve Batı'nın savunma sisteminde yer almak için ön hazırlıkların yapılması,

b) Alman askeri doktrininin tedrici terki ve Amerikan askeri doktrininin benimsenmesi,

c) CHP-DP arasında ki siyasi çatışmada subay ve heyetinin ağırlıklı olarak CHP karşıtı bir tutum alması ve bu bağlamda ordu içindeki gizli örgütlerin tekrar çalışmaya başlaması; Yüksek Kumanda Heyeti'nde CHP ve DP'li hiziplerin belirmesi,

d) 30.05.1949 tarih ve 5398 sayılı "Milli Savunma Bakanlığı'nın Kuruluş ve Görevlerine Dair Kanun"un kabulü ile TSK'nin rejim içinde ki siyasal ağırlığının bir kurum olarak kesin bir şekilde ortadan kalktığının onaylanması.

Anılan aşamada, kanaatimizce önemli olan değişiklik anları ve TSK'nin geçirdiği yapısal değişim genel olarak aynı eğilimi muhafaza ederek devam etmiştir. Bunların içinde tek istisna, TSK'nin sivil siyasal elit tarafından kendisine devlet kurumu içinde verilen rolü benimsememesi ve bu konumu 1960-1961'de değiştirmesidir.

Yukarıdaki özetin asker siyaset ilişkisi yönünü açarsak CHP kurulduğu günden itibaren II. Dünya Savaşı sonuna değin, parti, aşamalı olarak, asker-sivil devrimci bürokrasinin ordu destekli sivil devrimci bürokrasinin ve nihayet devrimci niteliğini yitirmiş donuklaşmış, ordu desteğini yitirmiş, bürokrasinin parti içindeki diğer gruplara egemen olduğu bir süreci yaşamıştır.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


27 Temmuz 2017 Perşembe

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ

İSLAM DÜNYASI VE KATAR MESELESİ



Yazar: Muhittin Ziya Gözler
30 HAZİRAN 2017 CUMA



2010 yılında George Washington Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünün hazırladığı ve bilahare Global Economy Journal Dergisi’nde yayınlanan (volume 10, Issue 3. S.S Rehman, H.Askari) ’’An Economic Islamicity Index’’ başlıklı makaleye göre İslami ideallere en uygun yönetilen ilk üç ülke İrlanda, Danimarka, Lüksemburg olarak tespit edilmiştir. Bu akademik çalışmadaki ölçümler ekonomik ilerleme, devlet yönetimi, insani ve politik haklar ve uluslararası ilişkiler ile ilgili konulardaki İslami öğretiler temel olarak alınmış ve değerlendirilme de 208 ülkeyi kapsamıştır. Sıralamada Malezya 33, Kuveyt 42, BAE 64, Türkiye 71, S.Arabistan 91, Katar 111, İran 139. sırada yer almaktadır. Hollanda ve ABD 15, Japonya 21, Almanya 26, Yunanistan 43, Rusya 45, Kazakistan 54, Çin 62, Azerbaycan 80.sırada bulunmaktadır. Bu araştırmanın niteliksel sonuçlarını yazımızın son bölümünde aktaracağız.

Katar’daki siyasi, askeri ve iktisadi gelişmeleri dünya siyasetine yön verenlerin insafına bırakarak, ülkemizde Arap dünyasına hayranlık duyanları ve bu dünyaya methiyeler düzülmesini uzaktan seyrederek, neler olup bittiğini bir üst akıl edasıyla dillendirenlerin yüzyıllardır şu Arap dünyasının niçin silkinip kendine gelmediğini dile getirmemelerine şaşmamak elde değil. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı toprakları üzerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in kurmak istediği Arap Krallığını destekleyen İngiltere ve Batılıların bu dünya üzerindeki etkileri Müslüman Türkiye’nin etkilerinden çok ama çok fazladır. Müslümanların bu batı hayranlığına akıl sır erdirmek mümkün müdür?

Dünya Enerji İmparatorluğu kurma yönünde önemli adımlar atmış olan Çok Uluslu Şirketler İngiltere, ABD ve Fransa’nın destekleriyle Ortadoğu, Arap dünyası ve İran’a el atmayı uzun zamandır kafalarına koymuş bulunmaktadır. Öyle ki, Hıristiyan Batı dünyası tümüyle bu duruma destek vermekte ve bu âlem önüne ne çıkarsa yakıp, yıkarak zaten biçare durumdaki Arap devletlerini yer ile yeksan edip diz çökertmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar. Birinci Dünya Savaşının üzerinden geçen 99 yıl içinde Batı iktisadi yönden güçlenmiş, daha güçlü ittifaklar kurmuş, enerji kaynakları hemen her alanda kullanılmaya başlanmıştır. Ülkelerindeki iktidarlar değiştiği halde sürekli yeni yıkım planları hazırlayarak önce Türkleri sonra da kendilerine her yönden bağlı ve şaşaa içinde yaşamaya alıştırılmış Arapları yok etmek için ciddi bir kalkışma içine girişmişlerdir. 11 Eylül 2001 sonrası İslam Dünyası’nın baskı altına alınması, devletlerin parçalanması, milyonlarca suçsuz insanın öldürülmesi, mezhep çatışmalarının körüklenmesi, terör örgütlerinin kurdurulması, Arap Baharı gibi kandırmacalar Batı emperyalizminin İslam dünyasına reva gördüklerinden bazılarıdır. Irak’ı, Suriye’yi parçaladılar, Mısır’ı halletliler, Türkiye’ye el attılar ancak Türklüğü geçemediler, şimdi sıra Katar’da…

Peki, Arap dünyası ne kadar masumdur? Arap dünyasının ortasına bomba koyulduğunu fark edemeyen Suudi Arabistan ABD ile 110 milyar dolarlık silah anlaşması (10 yıl içinde bu rakam 350 milyar dolara çıkacak), Katar ise 12 milyar dolarlık F-16 savaş uçağı alma anlaşması imzalıyor. Peki bu silahlar kime karşı kullanılacaktır? Bu silah alımları ve el konulacak petrol sahaları ABD’nin 19 trilyon dolarlık borcunu kapatmak için mi yapılmaktadır? Ya da İran’a yapılacak bir müdahale için hazırlık mıdır? Arap dünyası Sünni ve Şii Araplar olarak ikiye mi bölünecektir? Velhasıl Arap dünyası İslam adına hiç de iyi işler yapmamaktadır. Ortadoğu ve Arap Yarımadasında yaklaşık 340 milyon kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun  % 95’i Müslüman, %3,4 ‘ü Hıristiyan, %1,6’sı da Musevi’dir. Müslümanların da yaklaşık % 70’i Sünni, % 30’u da Şii’dir. Ayrıca daha küçük etnik ve inanç toplulukları da bulunmaktadır.

Enerji kaynakları zenginliğiyle dünyaya kafa tutması gereken Arap ülkelerinin bu hali pür melali nedir Allah aşkına? Krallık ya da monarşi ile idare edilen ülkelerin hemen hepsinde yönetenler lüks ve debdebe içinde yaşarken, halk fakir, fukara, aciz ve perişan durumdadır. Halk biat etmekten başka bir anlayışın dünyada var olduğundan habersiz yaşamaktadır. Osmanlı’nın 1517’den beri nakış nakış işlediği eserleri Türk düşmanlığının bir sonucu olarak teker teker yok edilmiştir. Osmanlı Kışlası, Kâbe’yi koruyan Ecyad Kalesi, Kâbe çevresinde üç sıra halindeki revaklar (sökülüp yeniden yerine konmuştur), Medine’de Hz. Muhammed’in Türbesi’nin yanındaki tarihi eserler yıkılmıştır. İslam’ın kılıçdarlığını yapan Türkler Hıristiyan Batı kültürüne ve emperyalizmine tercih edilmiş ve halen de edilmektedir. Öyle ki, Suudlar ABD ile her daim ittifak halindedirler. Katar’da ABD üssü ve on bin askeri, Bahreyn’de ABD deniz üssü, BAE beş bin civarında asker, Ürdün’de askeri üs, Irak, Suriye ve Körfez sularında da önemli sayıda ABD gücü bulunmaktadır. Mukaddes ve aziz sayılan topraklarda Müslümanların birbirine kırdırılması tuzağına düşenler insan hakkını, İslam ahlakını, İslam terbiyesini ve İslam adaletini savunabilirler mi? Hac gelirlerini hayır işlerinde mi kullanmaktadırlar acaba? Yoksa bu gelirleri silah almak, zenginliklerine zenginlik katmak, mezhepler arası çatışmayı körüklemek, terör örgütlerine yardım etmek maksadıyla mı kullanılmaktadır?

İslami kurallara göre yönetilen Arap dünyasında (S.Arabistan anayasası Kur’an ve Hz. Peygamber’in hayatı temel olarak hazırlanmıştır. Şeriat hükümleri uygulanmaktadır) asırlardır huzurlu, adil, insan haklarına önem veren, temiz, çağdaş bir nizam kurulamadığı gibi, İslam, günümüzde kişilerin düşüncelerine göre adeta yeniden şekillendirilmeye çalışılmıştır. ’’İnsanlara merhamet etmeyen Allah’a merhamet etmez’’ diyen Hz. Peygamber’in sözünü kendilerine rehber edinmeyenlerin dünyası haline geldi bugünlerde İslam dünyası. Petrol ve doğalgaz ticareti Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda yaşayan 300 milyon Müslümanı sürekli karşı karşıya getirmekte, mezhepler, terör örgütleri, ticari ilişkilerden çıkar sağlamak isteyenler, zengin yaşamanın sırrını çözenler durdurulamaz bir savaşın içinde yer almaktadırlar. Müslümanları terör örgütleri vasıtasıyla birbirine kırdıran Hıristiyan Batı bu durumdan son derece memnun görülmektedir. Zira onlar istediklerini bu yolla almanın çok kolay olduğunu asırlardır bilmektedirler. Arap dünyasının cahiliye devrini yaşadığını gür bir ses haykırarak artık dile getirmelidir. Sayın Cumhurbaşkanının 14 Eylül 2011’de Mısır’da yaptığı konuşmada dile getirdiklerini Arap Dünyası ciddi bir şekilde dikkate almalıdır. Konuşmada dile getirdiği şu ifadeler çok önemlidir: ’’Türkiye'de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayip Erdoğanolarak Müslümanım ama laik değilim… Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. Ben Mısır’ında laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın.’’ İşte birbirine düşen Arap dünyasının kurtuluşu yüzü dünyaya dönük, yürekten de dinine yakışır bir biçimde yaşamak olmalıdır. Yüce Allah’ın insanoğlunun doğru ve dürüst iş yapması dünyadaki olayları anlayabilmesi için gönderdiği ilk emir ’’OKU’’dur. Yani insanoğlunun cehaletten uzaklaşmasını emrediyor Yüce Allah. Ayrıca ’’Hucurat Suresi 6. Ayet’te Yüce Tanrı şöyle buyuruyor: ’’Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu etraflıca araştırın. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.’’ Müslüman dünyasını yaşanamaz hale getiren bu kavganın en önemli yerinde Hıristiyan emperyalizmi bulunurken diğer yanında da İslam’ın kendi değerleri ve aktörleri bulunmaktadır. Özellikle asırlardır devam eden Sünni-Şii kavgası İslam’ın belkemiğini adeta çatırdatmaktadır. Diğer taraftan birçoğunun Hıristiyan emperyalizmi tarafından kurulduğu ve desteklediği terör örgütleri İslam’ın bayraktarlığını yapabilirler mi?

Terör örgütlerine destek vermemesi (Müslüman Kardeşler, Deaş, El-Kaide, vb.), Yemen’de Şii Husi’leri desteklememesi, İran’la işbirliği yapmaması, El-Cezire televizyonunun yayın politikasını değiştirmesi ve Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) tarafından varılan anlaşmaların yerine getirilmesi konusunda 2,5 milyonluk KATAR’a bu uyarı niçin yapılmıştır? Katar emperyalizme soluksuz bir şekilde karşı mı çıkmaktadır? Katar Devlet’i halkına zulüm mü yapmaktadır? Halkı kurtarmak için ABD-İngiliz birlikteliğinde, S.Arabistan, İran, Katar ve diğer Arap ülkelerini içine alan yeni bir bahar mı gelmektedir? Bu konuyu da uluslararası ilişkileri değerlendiren akademisyenlere ve siyasetçilere bırakarak Katar nasıl bir ülkedir kısaca göz atalım:




Bu tablonun kısa özeti şudur: 

Dünya petrol rezervlerinin % 47,7’si, doğalgaz rezervlerinin de % 42,5’i Ortadoğu ve Arap Yarımadasında bulunmaktadır. Katar dünya petrol rezervlerini % 2,6’sına, doğalgaz rezervlerinin de % 13’üne sahiptir. Dünya sadece Ortadoğu ülkelerinin petrol ve doğalgazını kullanmaya kalksa yaklaşık 30-35 yıl (yeni rezerv bulunmazsa) bu rezervleri kullanabilir.

İran’ın giderek artan gücü karşısında telaşa düşen Arap ülkeleri Katar’ın, Türkiye ve İran’la yakınlaşmasını bahane ederek ABD ve İngiltere desteğini alarak Katar’a 5 emir vermeyi uygun görmüşlerdir. Zira Katar’da S.Arabistan’a yakın bir anlayışın iktidar olması Selefi Arap’ların Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda daha rahat bir iktidarın sahipleri olmalarını sağlayacaktır diye düşünmektedirler. Katar, 156.734.000.000 dolar GSYH’sı, 127.659 dolar kişi başına düşen milli geliri, 2.578.000 nüfusu (bu nüfusun tahminen % 20-25’i Kuveytli, diğerleri göçmen), dünya genelinde 335 milyar dolar, ülke içinde 170 milyar dolarlık yatırımı ve 2022 dünya kupasına ev sahipliği yapmayı hedeflemiş bir ülkedir. Diğer taraftan Katar’ın Türkiye yatırımlarının da 2002-2017 arasında yaklaşık 18 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. Katar, Kuzey Doğalgaz sahasındaki projeyi İran’la birlikte geliştirme çalışmalarına başlamıştır. Zira bu saha İran’a ait Güney Pars sahasında bulunmaktadır. Üretime başlandığında günlük 56.000.000 m3’lük ek bir üretim gerçekleşecektir.

Katar nüfusu itibariyle selefi bir anlayışa sahip olmakla beraber S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin takip ettikleri iktidarda kalmak için radikal İslami örgütlerin yanında yer almamaktadır. El-Kaide gibi örgütleri yıllardır destekledikleri bilinen S.Arabistan ve BAE’leri selefi anlayışı kendilerinin iktidarlarının devamını sağladıkları için bütün İslam Dünyası’nda yaygın bir hale getirmek istemektedirler. Bu ülkeler diğer taraftan herhangi bir silahlı örgütleri bulunmayan Müslüman Kardeşler Hareketine karşı çıkmaktadırlar. Mısır en canlı örneğidir.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Arap Baharı ile bazı Müslüman ülkelere demokrasi, insan hakları ve hürriyet getireceğini dillendirenler acaba o tarihlerde S.Arabistan ve diğer Arap ülkelerindeki monarşik yapının yaptıklarını nasıl görememişlerdir? ABD’nin çok yüzlü siyaseti şimdilerde kendini S.Arabistan ile birlikte göstermektedir. Obama döneminde İran ile yakınlaşma, iktidar el değiştirdikten sonra yüzünü S.Arabistan’a çevirmiştir. İslam’ın böylesine terör örgütleri ile anılır hale gelmesi ve Hıristiyan Batının bitip tükenmeyen İslam düşmanlığı sonucunda acaba Ortadoğu ve Arap Dünyası’nda sonunun nasıl biteceği belli olmayan bir mezhep savaşına hazırlık mı yapılmaktadır? Katar acaba merdivenin ilk basamağı mıdır?Yıllardır Arap dünyasına çok mesafeli olan Türkiye, son dönemlerde de çok sıkı fıkı bir politik yakınlaşma içine girmiştir. Arap ülkelerinin meseleleriyle uğraşmak tarihin bize bıraktığı bir miras olarak kabul edilmelidir. Ancak modern dünyada ülkeler arasında belli bir mesafeyi koruyarak münasebetlerin sürdürülmesi gerekmektedir.

Türkiye sadece şu soruyu sorarak Araplara doğru yolun ne olduğunu göstermelidir. Silahlanan Arap ülkeleri bu silahları kimlere karşı niçin kullanacaktır? Birbirlerine karşı kullandıklarını cümle âlem bilmektedir. Peki niçin? Türk insanı İslam’ın terör örgütleriyle birlikte anılmasına çok tepkilidir. 
Şu radikal grupların isimlerinden insanlar ürkmektedirler. ’’ El-Kaide, Hamas, Hizbullah, El-Fetih, IŞİD, ÖSO, El-Nusra, Haşdi Şabi, Bedir Tugayları, Haşdi Vatani, İslam Cephesi (Harekât Ahrar eş-Şam, Sukur eş-Şam, Ensar eş-Şam…), vb.  

Nahl Suresi 90. Ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:’’Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor:’’ Yüce Allah’ın bu ve diğer buyruklarını acaba kaç Müslüman hatırlamaktadır? Bu güzel ve özel öğütleri biz Türkler ve Araplar başka başka mı anlamaktayız? Ya da bu ve diğer ayetler Arapça’da başka anlama mı gelmektedir? Savaş, kan, gözyaşı, azgınlık, hayâsızlık, adaletsizlik, fakirlik, kalleşlik, iftira, Yönetenlerin Hıristiyan ülkelerle dost geçinerek lüks ve şatafat içinde yaşamak, daha neler neler… İşte Arap âleminin geldiği nokta. Sonuçta milyonlarca Müslüman kanı bir damla petrol, bir metre küp gaz için feda edilmektedir. Hanefiler, Malikiler, Şafiler, Hanbelîler, Şiiler, Hariciler, Mu’teziler, Maturidiler, Eş’ariler, Tarikat ve Cemaat mensupları Allah’ın doğruları yolunda yaşamak için bir araya gelebilir misiniz?

G.Washington Üniversitesinde yapılan çalışmanın niteliksel sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse: 1. KUR’ANI KERİM öğretileri batı kültüründe daha doğru uygulanmaktadır. 2. Müslüman ülkelerin çoğu İslam’a uygun hareket etmemektedirler. 3. Petrol yatakları bakımından Avrupa’nın zengin kaynaklarına sahip Norveç’te (yaklaşık bir milyar ton rezerv) petrol zengini kişi ya da aile bulunmamaktadır. Zira petrol gelirleri devlet tarafından yönetilerek halkın refahı için değerlendirilmektedir. Petrol zengini Müslüman ülkelerde petrol gelirlerinin tamamı Kraliyet Ailesine ya da Monarşi yönetimlerine aittir. Bu tarz bir çalışmayı aynı kıstasları alarak Müslüman bilim adamları yapsa acaba aynı sonuçlar elde edilebilir mi?

Netice itibariyle bu meselenin aslı, ABD ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’ya ve Arap Yarımadasına sahip olmak ve enerji kaynaklarını ele geçirmenin yanı sıra, genişletilmiş bir İsrail de onların en büyük arzusudur. Hazır kıta bekleyen Rusya ve Çin’e sömürü alanı bırakmamak için Türkiye dâhil bütün Ortadoğu ve Arap Yarımadası ve Müslüman ülkeleri karıştırmak ve birbirlerine düşürmek için ellerinden gelen her türlü desisenin peşindedirler. Ayrıca bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye, Batı'nın Doğu'ya açılımında güçlü bir engel olarak durmaktadır. Türkiye’nin bu gücünü kırmak için hem içerden hem de dışarıdan her türlü mânianın önüne konulması gerekmektedir. Sahnelenen oyun budur.

Son günlerde ülkemizin gündemini meşgul eden dört konuya çok kısa değinmek istiyorum: 1. Türk Devleti’nin sınırları içinde ileride resmi dil olarak Kürtçe ve Arapça kullanılmayacağına göre; Tek Millet, Tek Dil, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet daha milli ve daha birleştirici olmaz mı? Malzeme arayan siyasiler sürekli eleştiri yapıyorlar ve diyorlar ki, bu 4 parmak Mursi’nin Rabiası mı? Yoksa Hz. Ali’yi şehit eden Muaviye’nin 4. Halife olduğunun işareti midir? 2. Adalet yürüyüşü Türkiye’nin içinde bulunduğu şu kaotik ortamda uygun mudur? Diğer taraftan CHP’nin adalet anlayışı CHP’nin Adalet eski Bakanının şu sözlerinde yıllarca önce yerini bulmuştur: ’’…1995 İstanbul Kongresi'nde? Ben CHP'lileri işe almayacağım da MHP'lileri mi alacağım? Demiştim.’’ (o dönem 2000 civarında hâkim ve savcı alındığını gazeteler dile getirmişti) Ne demokratik, ne özgürlükçü ve de insan haklarına yakışır bir ADALET anlayışı değil mi? Adaleti önce fikirlerde sonra yürümekle aşınmayan yollarda arasak daha iyi olmaz mı? 3. Sayın Başbakan Fetöcü’lerden Yunanistan’a kaçanları isteyerek diplomatik bir ikazda bulunmuş ve çok doğru bir yaklaşım sergilemiştir. Ne var ki, bu arada da Adalar Denizi’nde (Ege) işgal edilmiş adalar, adacıklar, kayalar, kayacıkları da isteseydi daha da güzel olmaz mıydı? Kırılan gururumuzu kurtarmamız için işgal edilen yerleri mutlak surette geri almalıyız. Kıbrıs’ta sakın ola bir karış yer verilmeye Millet üzülür, Devlet sarsılır. 4. 1992 yılından beri madencilik sektörü zeytin meselesini gündeme taşır ve gereksiz tartışmalar yapılır bir sonuç alınamadan toplantılar dağılırdı. Aradan geçen 25 yıl zarfında değişen bir şey yok. Zeytinlikler yine yok edilmeye çalışılıyor. Birçok zeytin bölgesinde yazlıklar, taştan yapılmış çirkin binalar almış başını gidiyor. Türkiye dünyada 170 milyon zeytin ağacı ile (27 milyonu meyve vermeyen ağaç) 2. sırada, 397 000 ton sofralık zeytin üretimiyle 3. sırada, 143.000 ton zeytinyağı üretimiyle 5. sırada yer almaktadır. 
Zeytincilik sektörünün ihracatı 171.100.000 dolardır.

Tanrı’nın bile kutsal saydığı zeytin ağacını İslamiyet’e inanmış maddeyi sadece şekil olarak gören Müslümanlar; Kur’an-ı Kerim’de zeytin ve ağacından bahseden 7 ayet olduğunu biliyor musunuz? En’am 99 ve 141, Nahl 11, Mü’minûn 20, Nur 35, Abese 29, Tin 1 Ayetlerini okumak insafınızı dile getirebilir mi? Bilemem.Nur Suresi’nin 35.Ayeti’nin meali aynen şöyledir: ’’Allah, göklerin ve yerin Nûru’dur. O’ nun nûru, şöyle bir misalle anlatılabilir: İçinde lamba bulunan bir fanus; lamba kristal bir cam içinde; kristal de sanki inciden bir yıldız. Lamba, doğuya da batıya da ait olmayan kutlu, pek bereketli bir zeytin ağacından yakılıyor; öyle ki, yağı daha ateş değmeden hemen kendiliğinden ışık veriverecek. Nur, yine nur. Allah, kimi dilerse onu nûruna iletir. Allah, (gerçeği anlamaları için) insanlara böyle misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.)’’

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/enerji-ve-enerji-guvenligi-arastirmalari-merkezi/2017/06/30/8670/islam-dunyasi-ve-katar-meselesi

***