2 Ekim 2015 Cuma

Suriye’ye Düşman Çağırmak; AHMAKLIK MIYDI, AJANLIK MIYDI?




Suriye’ye Düşman Çağırmak; AHMAKLIK MIYDI, AJANLIK MIYDI? 


Ahmet Akgül




Başbakan Ahmet Davutoğlu Avustralya’daki G-20 Zirvesi sonrasında yaptığı açıklamada nüfusunun yarısından fazlası ya ülke dışına ya da ülke içinde göç etmek durumunda bırakılmış, 200 bin kişinin hayatına kıyılmış olan Suriye’de Esad’ın gitmesi konusunda ABD ile görüş birliği oluşturduğunu vurgulamış ve bu çerçevede Suriye’de ılımlı muhalifleri ve ÖSO’yu güçlü biçimde destekleme noktasında buluşma sağlandığını hatırlatmıştı. Yani, Başbakan Davutoğlu’nun ifadesiyle bu mutabakat; IŞİD ile Esad arasında üçüncü bir güç oluşturarak Suriye’yi bu iki güçten birine mahkûm etmemek biçiminde belirlenmiş olmaktaydı. Oysa Obama ABD’ye döner dönmez “Esed’in devrilmesiyle ilgili bir amaç ve planlarının bulunmadığını” açıklamış ve Davutoğlu’nu yalancı çıkarmıştı. Bu talihsiz gelişmeler üzerine aylar önce yazdığımız bir yazıyı tekrar yayımlamamız bir ihtiyaç halini almıştı: Suriye’ye saldırmak ve Büyük İsrail Projesi kapsamında bu ülkeyi de parçalamak üzere yıllardır sürdürülen tahribat sürecinde sona yaklaşılmıştı. Ülke baştan başa yakılıp yıkılmış, çıkarılan iç savaşla on binlerce masum cana kıyılmış ve artık Suriye’yi fiilen işgal etmek için bütün şartlar hazırlanmıştı. 

O sırada Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu Suriye’ye saldırı için oluşacak bir şer koalisyonuna koşulsuz katılacaklarını herkesten önce açıklamıştı. Mısır’daki darbeyi teşvik edip destekledikleri için ABD ve AB ülkelerine atıp tutan AKP iktidarı, tam bir gaflet ve dalaletle, şimdi aynı zalim ve kâfir ülkelerle birlikte ve İsrail’in işine gelecek şekilde Suriye’ye saldırmaktan şeref duymaktaydı. Elbette Beşşar Esed de babası kadar olmasa da, birçok zulümlere bulaşmıştı, ama bunlar hem dış güçlerce kışkırtılmıştı, hem de zaten bahane yapılmaktaydı. Ve artık büyük bela Türkiye sınırına gelip dayanmıştı. Şahsi ikbal ve iktidar hırsları uğruna, düşmanlarını harimi ismetine çağıracak kadar azıp sapıtanların da, dünyayı cehenneme çeviren Siyonizm’in güdümündeki Amerika ve Avrupa’nın da; Allah’ın kahrına uğramaları ve müjdelendiği gibi Amik ovası civarında ve Akdeniz sularında büyük bir hezimetle yıkılmaları inşallah yakındı. 

Libya’daki AB Füzeleri Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınacaktı! 

Batı basınında CIA’nın; Libya’da bulunan karadan havaya füzelerinin Türkiye üzerinden Suriye’ye kaydırılması için Türkiye ile temasta olduğu yazılmıştı. CIA bu yolla güya Esad yönetiminin muhalefeti yenmesini önlemeye çalışacaktı. CNN International, “özel” logosu ile bir haber yayımlamıştı. Haberde, Kongre üyelerinin, Amerikan Haber Alma Merkezi’nin (CIA) Libya’nın Bingazi kentinde ne gibi faaliyetlerde bulunduğunun araştırmasını istedikleri vurgulanmıştı. Bingazi’de faaliyet gösteren CIA’nın, Libya’daki karadan havaya füzelerin Türkiye üzerinden Suriye’ye taşınması için örtülü operasyonlar gerçekleştirdiği konusunda bilgiler bulunduğu basına sızmıştı. 
Haberde füzelerin Suriye’de Esad yönetimine karşı mücadele eden muhaliflere teslim edileceği üzerinde durulmaktaydı. ABD hükümetlerinin akıl danışmanlarından Edward N. Luttwak’ın itirafı: “Türkiye ile Suriye’yi savaştırmalıyız!” İslam dünyasının parçalanmışlığı ve yöneticilerinin korkaklığı yüzünden Suriye’de iyice derinleşen zulmün çözüm adresi olarak ABD müdahalesi gösteriledursun, ABD hükümetlerinin akıl danışmanlarından Edward N. Luttwak, “ABD’nin kan emici vampir zihniyetini tescilleyen” açıklamalarda bulunmaktaydı. Luttwak’ın açıklamaları ABD’nin her tavrının “Batı’nın tek gıdasının Müslüman kanı” olduğunu; barış ve huzur için gâvurlardan medet umulamayacağını ortaya koymaktaydı. 

Ama ne yazık ki Türkiye’yi yönetenler, siyasi ihtirasları uğruna Batılıların her türlü hakaretine katlanmaktaydı. 

Önce yalanlama ve azarlamalardan sonra Sn. Recep T. Erdoğan’ın, ABD Başkan Yardımcısı Yahudi Joe Biden’i ülkemizde ağırlaması ve Genelkurmay’ın olumsuz yaklaşımına rağmen, İncirlik Hava Üssü’nü Amerikan kullanımına açmaya yanaşması gafletten de öte bir vurdumduymazlıktı. Türkiye böylece Suriye ve Irak batağına çekilip boğulmaya çalışılmaktaydı. “Uzun süreli çıkmaz” ABD’nin yararınaymış! Müslüman ülkelerin büyük bir kısmının basiretsiz ve işbirlikçi yöneticileri ve din tacirleri hâlâ “Büyük Şeytan” ve avenesinden medet umarken, Müslüman kanıyla beslenen emperyalist kafalar “daha kanlı planlar” yapmaktaydı. 

ABD’deki Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nden Siyonist uzman ve ABD hükümetlerinin akıl danışmanı Yahudi Edward N. Luttwak, ABD’nin Suriye politikasına ilişkin, bizce zaten bilinen, ancak çok sayıda Müslüman ülke yöneticisinin kulağına küpe olacak cinsten açıklamalar yapmıştı. Luttwak, New York Times’a yazdığı makalede, Suriye’de derinleşen krizle ilgili olarak “ABD’nin çıkarlarına zarar vermeyecek tek sonucun “Durumun uzun süreli bir çıkmaza dönüşmesi” olduğunu vurgulamıştı. “Suriye’deki savaşın, silah tüccarları ve Büyük İsrail hedefinin Siyonist Baronları tarafından sürdürüldüğünü” söyleyen Luttwak “Amerika’nın hedefinin, bu açmazı sürdürmek olması gerektiğini ve bunu mümkün kılabilmek için tek yolun, Esad güçleri öne çıkar gibi göründüğünde isyancıları silahlandırmak, isyancılar kazanır gibi olduğundaysa onlara verilen desteği kısıtlamak olduğunu” hatırlatıp “Bu strateji, Obama yönetiminin şimdiye kadar uyguladığı politikaya yakındır” tespitini yapmaktaydı. Luttwak’ın Türkiye ve Suriye gerginliğine ilişkin yaptığı değerlendirmeler adeta iki komşu ülkenin biran önce savaşa girmesi temennisi üzerine kurgulanmıştı. Luttwak, “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye’deki isyanın ortaya çıktığı ilk zamanlarda, tüm bunlara son verilmesi çağrısında bulunması üzerine Esad’ın sözcüsünün Erdoğan ile alenen alay ettiğini, bu arada Esad’ın silahlı kuvvetlerinin bir Türk jetini vurduğunu, Türk topraklarının defalarca top ateşine tutulduğunu ve Türkiye sınır geçişinde bomba yüklü araçların infilak ettiğini” savunarak tüm bunlara rağmen “Herkesin, belirgin bir misilleme yapılmamasına şaşırdığını” söyleyip Türkiye’yi kışkırtmaktaydı. Afganistan, Sudan, Irak ve Mısır’dan sonra şimdi de Suriye’yi işgal için Batılı Barbarların ittifakı: İslam ülkelerinin ferasetten yoksun yöneticilerinin politikalarıyla Esad’ın zulmüne terk edilen masum ve mazlum Suriye halkı, şimdi de aynı İslam ülkelerinin basiretsiz, çaresiz, işbirlikçi yöneticilerinin davetiyle küresel zalimlerin insafına bırakılmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in bizzat kendilerinin halletmesi gereken bir sorun, zulmün küresel efendilerine havale edilerek Barbar Batı’ya ve NATO’ya meşruiyet kazandırılmak tadır. 

Afganistan ve Irak’a çoluk-çocuk, yaşlı-kadın, sivil-masum demeden milyonlarca Müslümanı katlederek “kutsanmış özgürlük” götüren ABD ve İngiltere başta olmak üzere Haçlı zihniyeti Suriye için de işgal planlarını deklare etmeye başlamıştır. Batı’dan “Adalet” Beklemek ahmaklıktır! Asırlar boyu İslam alemine liderlik yapmış olan Osmanlı torunlarının devleti Türkiye olmak üzere, bütün İslam ülkelerinin yöneticilerine hatırlatmak lazımdır: Artık gafletten uyanın, bırakın BM’yi, boş verin NATO’yu… Kapatın artık ABD ile kırmızı hatlı görüşme zırvalıklarını. Kerry ile telefon trafiğinin, zalimlerin ekmeğine yağ sürmek olduğunu artık anlayın. Diplomatik mezhep savaşlarını bir kenara bırakın. Müslümanlar için söz konusu olunca adaletlerine “zulüm, kan ve işgal”den başka bir anlam ifade etmeyen haçlı elbisesi giydiren Batı’dan ‘adalet’ beklemekten utanın. Ne olur bir an önce bütün dünyaya Müslümanların kendi meselelerini kendisinin çözeceğini gösterecek olumlu ve onurlu bir tavır takının. Zira zalimleri daha büyük zalimlere havale ederek zulümden kurtulacağını sanmak ahmaklık değilse, alçaklıktır. Arsız ABD ve Haçlı Batı Suriye'de kimyasal silah kullanıldığı iddialarının ardından bu ülkeye askeri müdahaleyi tartışırken AKP Hükümeti, geçen yıl Suriye konusunda Meclis'ten aldığı bir yıl süreli yetkiyi yeterli saymaktaydı. 

CHP ve MHP, Suriye'ye yapılacak olası bir müdahalede Türkiye'nin yer alabilmesi için alınan bu iznin yenilenmesi gerektiğini savunmaktaydı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise Suriye'ye olası bir müdahale konusunda, "Elimizde Suriye'den gelen güvenlik risklerine karşı silahlı kuvvetlerimizin ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin her türlü tedbiri alması yönünde çok güçlü bir tezkeresi var ama ihtiyaçlar daha başka bir durum gerektirirse TBMM'ye başvururuz" açıklamasını yapmıştı. Meclis'in, Hükümet'e Suriye konusunda, TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine ilişkin verdiği iznin süresi, 4 Ekim’e kadardı. “NATO’nun sözde Suriye’deki iç savaşın bölgeye yayılmaması için müdahale kararı alması durumunda İncirlik üssünün operasyona açılması gündeme gelir” iddiaları da ortalığı karıştırmıştı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Milliyet’ten Fikret Bila’ya “Suriye’deki iç savaşa müdahale amacıyla Birleşmiş Milletler kararı olmasa da harekete geçecek bir ‘Gönüllüler Koalisyonu’nun kurulabileceği, Türkiye’nin de burada yerini alabileceği” yolundaki açıklamalarından sonra bu gelişme askeri müdahale ihtimalinin çok da uzak olmadığının işareti sayılmıştı. 

ABD gizli teşkilatı CIA’nın Saddam Hüseyin'e kimyasal saldırıya destek verdiği gizli belgelerle ortaya çıkmıştı. Skandal 1984 yılında yaşanmıştı. 
Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) 1980’li yıllarda İran'a yönelik kimyasal saldırıda Saddam Hüseyin rejimine destek verdiğini gösteren belgeler ve gizli tutulan bazı raporlar Foreign Policy dergisi tarafından yayınlanmıştı. Bu belgelere göre; Amerikan istihbaratı 1984’ten itibaren o dönemdeki ittifakı olan Irak’ın, 1980’den 1988’e kadar süren İran’a karşı savaşta kimyasal silah stokuna sahip olduğunu biliyordu ve ses çıkarmamıştı. Sarin ve hardal gazından oluşan bu kimyasal maddelerin kullanımı Cenevre Protokolü ile yasaklanmıştı. İşte bugün her melanetine keramet uydurup destek çıktığı Amerika böyle bir tıynet taşımaktaydı. Suriye'deki Kürtler Haçlı saldırısını bir fırsat sayacaktı! Suriye'de savaş için geri sayım sürürken, PYD eşbaşkanı Asya Abdullah, 'müdahaleyi ilhak sayarız" açıklamasını yapmıştı. 2 gün sürmesi planlanan harekât, Suriye'nin kuzeyindeki Kürtleri heyecanlandırmıştı. PYD'nin kadın eşbaşkanı Abdullah, 10 ülkenin gönüllü koalisyonu tarafından yapılması gündemde olan operasyonla ilgili olarak "saldırı nereden gelirse gelsin, kendi bölgelerine yönelik müdahalelere karşı meşru savunma haklarını kullanacaklarını ve gerekirse ilhak seçeneğine başvuracaklarını” açıklamıştı. “İslam Dünyası” diye bir şey var mı sahiden?” diye küstahça bir başlık atan Ruşen Çakır: “İslam dünyasının var olup olmadığı?” konusunda net bir cevap verilmeyişinin temel nedeni, Müslümanların önemli konularda birlikte hareket edemiyor olması, zaten buna imkân sağlayacak mekanizmalara sahip bulunmaması; mevcut kurumların da son derece zayıf ve etkisiz kalmasıdır. Bu birlik olmama hâlinin mezheplerle, etnik kökenlerle, ekonomiyle vb. ilgili bir dizi nedeni vardır” dedikten sonra Ahmet Davutoğlu’nun şu itiraflarını aktarmıştır: “Hiçbir zaman Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler arasındaki rekabet, küresel güçler hesaba katılmadan anlaşılamayacaktır. Yani rekabetleri kendiliğinden oluşmamaktadır. Bir uluslararası sistem vardır ve onun şartları ve dayatmaları içerisinde rekabet yapılmaktadır.”[1] 

Bu sözler dış güçlere teslimiyetin ve milli hedefleri terk edişin bir itirafıdır. Evet, İslam Dünyasını canlı, irtibatlı ve caydırıcı bir vücut haline getirmek için Erbakan’ın başlattığı tarihi ve talihli adımları bırakıp, Siyonist güdümlü Haçlı Batının kuyruğuna yapışan AKP iktidarı sayesinde Ruşen Çakır gibiler maalesef zahiren haklı çıkmaktaydı. ABD El-Kaide ile aynı saftaydı! Independent için makale yazan ünlü gazeteci Robert Fisk sıra dışı bir yorum yapmıştı. Robert Fisk, Barack Obama'nın Suriye hükümetine saldırması durumunda Amerika Birleşik Devletleri'nin tarihinde ilk defa El Kaide'yle aynı saflarda savaşacağını yazmıştı. Bu arada Türkiye ile İsrail de gizlice yakınlaşmaktaydı! Financial Times gazetesi, Suriye'deki savaştan dolayı Ürdün'e gidecek Türk mallarının artık Suriye değil, İsrail üzerinden taşındığını haber yapmıştı. Bu rotanın öneminin artmasını İsrail ve Türkiye arasında 'filizlenen ekonomik bağlara' bağlayan gazete, yine de ikili ilişkilerde garez kaldığını hatırlatmıştı. 
2012 Kasım ayından beri açık olan rotadan 2 bin Türk tırının geçtiğini aktaran Financial Times. Gazetenin haberine göre İsrail'in Hayfa limanına feribotla gelen kamyonların buradan Ürdün'e geçtiğini aktarmıştı. Washington Post Suriye tezgâhını şöyle açıklamıştı! “Başkan Obama, Suriye’ye karşı sınırlı boyutta ve sürede bir askeri darbe vurulmasını hesaplıyor. Bu darbe, hem Suriye’nin kimyasal silah kullanmasına bir ceza ve Suriye için bir caydırıcı olacak hem de ABD’yi ülkenin iç savaşına daha derin biçimde dahil olmaktan uzak tutacak... Böyle bir saldırı, muhtemelen iki günden daha uzun sürmeyecek ve denizden atılan cruise (seyir) füzeleri ile -büyük ihtimal- uzun menzilli bombardıman uçaklarıyla yapılacak ve Suriye’nin kimyasal silah arsenaliyle doğrudan bağlantılı olmayan askeri hedefleri vuracak.” O sırada Doğu Akdeniz’de dört savaş gemisi, 430 adet Tomahawk füzesi taşımaktaydı. Her birinin menzili 1500 mil, yani 3000 kilometreden fazlaydı. Bunun yanı sıra 20 bin kiloya kadar bomba taşıma kapasitesine sahip Stealth uçakları, Missouri’deki üslerinden kalkıp bir kez yakıt alarak Suriye’deki hedeflerine ulaşabilir durumdaydı. Yani Suriye’ye yönelik operasyon, esas olarak, bir ABD-Fransa-İngiltere hava operasyonu olacaktı. Tüm operasyon, 1995’te Bosna’da, 1999’da Kosova’da olduğu gibi ‘havadan’ yapılacak ve bu sayede, ne Amerikalılar ne Fransızlar ve İngilizler ‘Suriye Bataklığı’na batmış olacaklardı. Ama anlaşılan bu bataklığa saplanma kahramanlığı Türkiye’nin sırtında kalacaktı. Evet, “Suriye merkezli yeni bir krizin en fazla zarar vereceği ülkelerden birinin Türkiye olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla dün Irak için tekrarlanan ve tam bir yalan olan ‘bir koyup üç alacağız’ cümlesinin bugün Suriye söz konusu olduğunda hiç ama hiçbir inandırıcılığı olmayacaktır. Öyle ki kendimizden ne kadar koyarsak koyalım, Suriye konusunda herhangi bir şey kazanma şansımız bulunmamaktadır.” Çünkü Suriye’ye saldırmak bir şekilde İran’a da saldırmak anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla muhtemel Batı saldırısı hakkında Tahran’dan gelen uyarıları yabana atmamak lazımdı. Nitekim şu ana kadar medyaya yansıyan senaryolarda, Irak ve Afganistan gibi bütünlüklü değil, Bosna sorununda Sırbistan’ın başkenti Belgrad’a yönelik hava saldırısı gibi sınırlı bir müdahalenin öne çıktığı anlaşılmakta ve Türkiye’nin başına büyük belalar sarılmaktaydı. Bu arada İsrail’in acı akıbetini sezen Siyonist beyinlerin Ruşen Çakır’ın kulağına bir şeyler fısıldadıkları anlaşılmaktaydı. Suriye müdahalesinden kuşkulanmalarını böyle okumak lazımdı. Beşar Esad’ın İran’a sürpriz ziyaret yaptığı açıklanmıştı! ABD'nin öncülüğünde Suriye'deki askeri hedeflere operasyonun gündemde olduğu dönemde ilginç bir iddia ortaya atılmıştı. İran resmi televizyonu söz konusu haberi son dakika olarak aktarmıştı. Siyonist İsrail eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Suriye’ye yönelik muhtemel işgal ile ilgili olarak “İsrail bu kez Körfez Savaşı’nda Saddam’ın saldırılarına (güya) sessiz kaldığı gibi davranmaz” diyerek savaş çığırtkanlığı yapmaktaydı. Suriye’ye yönelik muhtemel askeri müdahale, İsrail basınında da geniş yer almıştı. İsrail gazetelerinde ABD liderliğindeki bir koalisyonun Suriye’ye saldıracağına ilişkin kesin ifadeler dikkati çekerken, Şam yönetiminin muhtemel operasyon sırasında İsrail’e saldırmayı göze alamayacağı yorumları öne çıkmıştı. İsrail’in İngilizce basılan önde gelen gazetelerinden Haaretz, “ABD saldıracak” manşetiyle okuyucularının karşısına çıktı. İbranice yayımlanan Maariv gazetesi de aynı şekilde “ABD vuracak” manşetini atarak, müdahaleden emin bir tavır takınmıştı. İsrail’in etkili gazetelerinden Yediot Ahronot manşetine taşıdığı haberinde ABD’nin işgal için askeri hazırlık yaptığını belirtirken, alt başlıkta “Suriye müdahale sırasında İsrail’e saldırmaya cesaret edemez” ifadesini kullanmıştı. Her zamanki gibi dertleri İran’dı! İsrail’in, uluslararası kamuoyunun Suriye’deki kimyasal silah saldırısına gösterdiği tepkinin ardından bu ülkeye yönelik askeri müdahaleye itirazı olmadığı ancak Suriye ve Mısır’daki gelişmelerin, İran’ın nükleer faaliyetlerinin engellenmesine yönelik çabaları gündemden düşürmesinden kaygılı olduğu anlaşılmıştı. 

Türkiye bu kirli savaşa dahil olmamalıydı! 

Tam da bu noktada savaşla ilgili bazı rakamları bilginize sunmak istiyorum; 

• Dünyada 5 bin 600 yılda toplam 15 bin 500’ün üzerinde bölgesel ya da ulusal savaş yaşanmış ve tahminen 3,7 milyar insana kıyılmıştı. 

• 1. Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 14’ü, 2. Dünya Savaşı’nda ölen her 100 kişiden 70’i, 1990’lardaki savaşlarda ölen 100 kişiden 90’ı sivil ve savunmasız halktı. 

• 1945-1992 yılları arasında gerçekleşen 149 savaşta 23 milyondan fazla insan göz göre göre ölüme yollanmıştı. Bunun yalnızca 3 milyonunu askerler oluşturmaktaydı. Bilinen o ki, savaşlarda genellikle 1 askerin ölümüne karşılık 14-15 sivilse bombardımanlar, açlık, susuzluk, bulaşıcı hastalıklar gibi nedenlerden dolayı ölüp telef olmuşlardı. 

• Birinci Dünya Savaşı 50 milyon kişinin ölmesine, 90 milyon kişinin de sakat kalmasına yol açmıştı. 

• Son 10 yıldaki savaşlarda 2 milyon çocuk ölmüş, 6 milyon çocuk sakat kalmıştı. 12 milyon çocuk evsiz, 1 milyondan fazla çocuk anasız-babasız bırakılmıştı. 10 milyon çocuk psikolojik sarsıntı geçirdi ve on binlerce çocuk tecavüz ve işkenceye uğramıştı. 

• Balkan savaşında Bosna’da 20 bin Müslüman kadına tecavüz edenler bugün Suriye’ye saldırmaktaydı. 

• Dünyada bugün 500 bini bilim adamı olmak üzere 15 milyon kişi silah ve silah geliştirme endüstrisinde çalışmaktaydı. 

• Büyük bölümü Rusya ve ABD tarafından olmak üzere silah üreticisi ülkeler toplam 19.1 milyar dolarlık silah satmaktaydı. Rusya ABD’den sonra 6.2 milyar dolarla en fazla silah satan ülke konumundaydı. En fazla silahı 2.4 milyar dolarla Hindistan ve 2.2 milyar dolarla Çin almıştı. Yunanistan 1.4 milyar dolarla üçüncü oldu. Türkiye son beş yılda 1 milyar dolar azaltarak 418 milyon dolara indirdiği silah alımıyla 10’unculukta kalmıştı. 

• Ama şöyle ya da böyle; Savaş eşittir yıkım anlamındadır. Türkiye masum ve Müslüman Suriye halkının katledileceği böyle bir ittifakın içinde yer almamalıdır. Şunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım; savaşlardan kazananlar yalnızca Siyonist silah baronları ve savaş patronlarıdır. Kaybedenler ise tüm bir insanlık ve özellikle Müslümanlardır.[2] 

ABD ve İngiltere’nin Planı Hazır: Füzelerle saldıracaklardı! İngiliz Sunday Times gazetesi, İngiltere ile ABD’nin Suriye’ye yönelik füze saldırısına hazırlandığını yazmıştı. Gazete “Müttefikler, Suriye’de hava saldırısına doğru ilerliyor” başlıklı haberinde, “İngiliz ve Amerikan askeri planlamacıları Suriye’de füze saldırıları için olası hedefleri belirliyor” ifadelerini kullanmıştı. Gazete İngiltere Başbakanı David Cameron ile ABD Başkanı Barack Obama’nın Suriye’ye ilişkin 40 dakika süren bir telefon görüşmesi yaptığını özellikle vurgulamıştı.

ABD Suriye’ye müdahalede bulunursa kim kazanacaktı? 
Maalesef Müslüman ülke yöneticilerinin çaresiz, aciz ve teslimiyetçi oldukları bir zamandayız. Böylesine onur kırıcı bir davranış ile düşmanından medet ummak, kurtuluş için ona sığınmak, bir çözüm değil yıkımdır. 

Suriye’de masumların katlini kimler yapmıştı? 

Sorumluları kimdir, bir başına Beşar Esad mı? 

Bütün sorumluluğu onun üzerini atarsak kurtulunmuş mu olunacaktı? 

Servis edilen haberler ne kadar sağlıklıydı? 

Irak örneğinde olduğu gibi, yıllar sonra servis edilen ve günlerce dünya kamuoyunu geren haberlerin ne kadar yalan olduğu anlaşıldı. Bu olaylar da yıllar sonra bir başka çarpıklığı ortaya koymayacak mıydı? 

Mısır darbesinin ardından yaşanan kafa karışıklığı ve karmaşa yüzünden birbirlerine düşman kesilip saldırmaları sonucu Müslümanlar darmadağın olmuşlardı. Arap Krallıkları Mısır darbecilerinin yanındaydı. İsrail ve ABD’nin yıkmaya çalıştığı Beşar Esad da Mısır darbesini alkışlamıştı. İsrail istediği zaman Suriye içlerine uçak ve tanklarıyla girip bomba yağdırmaktaydı. Suriye halkını zehirleyen, katleden hangi odaklardı? 
Bu soru zihnimizi iyice kurcalamaktaydı. Suriye içinde fink atan servisler, muhaliflere silah verenler, ya da Beşar Esad’ı destekleyen güçler birbirinden farklı mıydı, yoksa aynı mıydı? 

Suriye’deki katliam ve vahşetleri servis eden kaynakların hepsi batılıydı. 

Ya İngiliz ya ABD kaynaklıydı. Peki, bu olayların sonuçları kime yarayacaktı?” diye soran Milli Gazete yazarı Ali Haydar Haksal elbette haklıydı. Hapisten kaçırılan yüzlerce intihar bombacısı Suriye sınırımızdaydı! Türkiye büyük bir riskle karşı karşıyaydı. El Kaide 15 günde Irak, Libya ve Pakistan’da hapishaneleri basıp 2 binden fazla militanını hapisten kaçırıp, Suriye’ye taşımıştı! İşte bilanço: 
Irak: Bağdat/Ebu Gureyb ve Taci cezaevlerinden 800’den fazla. 
Libya: Bingazi Kuveyfiye cezaevinden 1200 kadar. 
Pakistan: Dera İsmail Han cezaevinden 250 kadar. Bunların çoğu intihar bombacısıydı. Iraklı bir kaynak, Ebu Gureyb baskınını anlatmıştı: 

Irak’ın en büyük cezaevi sayılıyor, mahpus sayısı birkaç 10 binle ifade ediliyordu. Bağdat’ın hemen kenarında en iyi korunan cezaevi sayılıyordu. 100’den fazla eylemci dışarıdan geliyor, ayrıca, 3 arabaya binmiş 9 intihar bombacısı, 200’den fazla roket ateşleniyordu. Kapıları parçalamak, duvarları yıkmak için. Çatışma 2 saat sürüyordu. Libya ve Pakistan baskınları da Irak’ın kopyası. 

Böylece binlerce militan hapisten çıkarılıp Suriye’ye taşınıyordu. Oysa bu eylemlerin çapı büyük ve profesyonelce, El Kaide’yi aşıyordu. 

Büyük operasyonları büyük güçler yaptırıyordu. Devlet imkânları devreye girmeden yapılabilecek gibi görünmüyordu. Bu operasyonlar tek merkezden planlanıyor; merkezi plan, merkezi amaç anlamına geliyordu. Hapishanelerden boşaltılan militanların ortak özelliği: Eylem tecrübesi yüksek, ölümü göze almış, yüzlercesi intihar bombacısı Suriye’ye taşınıyordu. Büyük bir kısmı Suriye’nin Türkiye sınırına, Halep bölgesine gönderiliyordu. Yani bütün bunları stratejik müttefikimiz ABD planlıyordu. Müslüman yöneticiler arasındaki dostlukları da, düşmanlıkları da Batı ayarlamaktaydı! Hatırlayınız, tam ismi Harakat Al-Muqawamah Al-iSlamiyyah (HAMAS), “İslami Direniş Hareketi” diye ortaya çıkmıştı. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) başlattığı 1. İntifada zamanında, 1987 tarihinde; laik, sol ve “ılımlı Müslüman ve Hıristiyan” Filistinlilerin meşru temsilcisi olan, birden fazla siyasi örgütü barındıran FKÖ’ye karşı yapılandırılmış tı. İsrail tarafından bir suikast sonucu öldürülen Şeyh Ahmet Yasin, HAMAS’ın manevi lideri ve kurucusu konumundaydı. HAMAS Uluslararası İhvan hareketinin (Müslüman Kardeşler Örgütü) bütün karakteristik özelliklerini taşımaktaydı. 

2006 parlamento seçimlerini kazanan HAMAS, iktidara gelir gelmez kendisi dışındaki bütün siyasi-askeri oluşumları tasfiye etmeye başlamıştı. Bu nedenle onlarca Filistinlinin hayatına kıyılmıştı. “Üretmeyen tüketir” prensibinden hareketle, maalesef Filistin, sadece emperyalizme ve Siyonizm’e karşı şanlı devrimci direniş unsurlarının ve toprağı, ağacı, hatıraları, umutları ve varlığı için top yekûn savaşan “kahraman” bir halkın sahası olmamıştır. Bu arenada entrikalar, ihanetler, komplolar, tasfiyeler, öz evlatlarına karşı düşmanla işbirliği ve fitne daima yaşanmıştır. 

İsrail, “Filistinli” ihbarcıları sadece Filistinlilere karşı kullanmıştı. Hizbullah’ın en etkin askeri komutanı İmad Muğniyye İsrail’le son yapılan 2006 yılındaki Temmuz Savaşı’na da komutanlık yapmıştı. “İsrail’in yenilmezlik efsanesine son veren Arap komutan” diye ün kazanmıştı. İmad Muğniye, 12 Şubat 2008’de Şam’da uğradığı bombalı saldırı sonucu şehit olup bu dünyadan ayrılmıştı. Şam’daki hareketlerini İsrail’e uydu telefonu ile bildiren bir “Filistinli” bu cinayetteki suçunu itiraf edip açıklamıştı. Filistin, genelde dış destekle hayatını sürekli “tüketen” bir toplum olmaya mahkûm bırakılmıştır. Bu diyarda, daha çok ödeme yapana, daha çok yardım sağlayana “meyil gösterme” şeklindeki menfaatçilik ve çaresizlik psikolojisinden CIA ve MOSSAD sürekli yararlanmıştır. Suriye Meşal’e sahip çıkmıştı HAMAS’ın en önemli liderlerinden olan Halit Meşal’in Suriye macerası 1999’da başlamıştı. 

İsrail istihbaratı 25 Eylül 1997’de Meşal’i Amman’da zehirleme girişiminde bulunmuş, ama başarısız kalmıştı. İki İsrail ajanı olay yerinde yakalanmış, baskılar karşısında MOSSAD şefi Danny Yatom, panzehir götürmek için Ürdün başkentine uçmak zorunda kalmıştı. Olayın ardından Ürdün devleti Meşal’i ülkeyi terk etmeye zorlamış, hiçbir ülke Meşal’i kabul etmeye yanaşmamış, Suriye devreye girip O’na ve yakınlarına sığınma imkânı tanımıştı. 

Pek çok HAMAS yetkilisi Suriye ve Esad iktidarının genelde Filistin halkına özelde ise HAMAS’a yaptıklarını bir babanın oğluna dahi yapmayacağını açıklamışlardı. 

Halit: Meşal, “Esad, Arap ve İslam âleminin en büyük halk kahramanıdır, gerçek tek lideridir. Allah’ın İslam âlemine gönderdiği bir lütuftur. 
Hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz” açıklamalarını abartılı bulanlara bazı Hamas yetkilileri: “Esad ve Suriye olmasa biz bugün hiçtik. Her şeyimizi ona borçluyuz. Suriye anayasasına göre Suriye vatandaşları gibi eşit haklara sahibiz. Suriye ve Esad bizden dolayı büyük baskılara maruz kaldı. Meşal az bile söylemiş” diye çıkışırlardı. Meşal saf değiştirmeye zorlanmıştı Ve sonunda Suriye malum kirli savaşa maruz kalmıştı. Her Suriye ziyaretinde özellikle Halit Meşal ile bir araya gelmeyi talep eden Ahmet Davutoğlu ve Katar eski Emiri, Meşal’in ya hemen Suriye’yi terk etmesini veya “muhalefete” katılmasını şart koşmuşlardı. 

Oysa bir zamanlar, Sn. Recep T. Erdoğan da, Halit Meşal gibi, koyu bir Esad hayranıydı ve ikisi kankaydı. Şimdi bazı gerçekleri ve kişilikleri sorgulamak zamanıydı: Rakipliğini veya tarafgirliğini, düşmanların ve Siyonist odakların talimat ve tavrına göre belirleyen; dün kucaklaştığı arkadaşlarını bugün bıçaklamaya yeltenen kaypak insanlar Allah aşkına, kukla mıydı, yoksa kahraman mıydı? Bir zamanlar Beşar Esad’a övgüler dizen Halit Meşal de, aynı sözleri bu sefer Recep Erdoğan için tekrarlamaya başlamıştı. 

“Esad’ın er ya da geç devrileceğini” belirten Katar Emiri, HAMAS’ın oluşan bu şartlarda kaybeden taraf olmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Hamad bin Halife, Meşal ve beraberindeki heyeti Yaser Arafat’ın kaderi konusunda uyararak, “Beşşar Esad devrildiğinde onunla birlikte olan herkes devrilecek. Size ait olmayan bir savaşta yenileceksiniz” diye uyarmıştı. “İran’a yönelik bir savaş yakın, İran’a yapılacak saldırı Tahran’ın zannettiği çerçevede olmayacak” diyen Katar Emiri, HAMAS’a İran’a ihtiyaç duymayacağı ölçüde destek sözü verip aldatmıştı. Sonunda Meşal Suriye’den ayrılmıştı. Ancak vicdanı cüzdana satmak istemeyen bazı “yoldaşları” Meşal’i çok ağır eleştirmiş; Usame Hamdan, İmad El İlmi, Mahmud Zahhar, Muhammed Nezzal ve Kassam Tugayları Komutanı şehit Ahmed El Caberi gibi önde gelen HAMAS liderleri, Meşal ve beraberindekilere karşı çıkmıştı. Meşal, HAMAS içerisindeki tüm bu ihtilaflara rağmen, Suriyeli muhalifleri desteklemek üzere HAMAS’ın Şam’daki askeri komutanlarından Kemal Hüsni Ganace’yi atadı. 

Ama Ganace’nin, bu teması Hizbullah’a ve Suriye istihbaratına bildirdiği anlaşılınca kaldığı evi bombalanarak ortadan kaldırılmıştı. 

Suriye’yi karıştıran Yahudi Ford’a Kahire hazırlığı! 

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, “Suriye’yi karıştıran adam” diye tanınan ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Robert Ford’u Kahire Büyükelçiliği’ ne atayacağı ortaya çıkmıştı. 

ABD Başkanı Barak Obama öneriyi kabul ederse, atama Senato’nun onayına sunulacaktı. Amerikan basını, Ford’un atamasının büyük olasılıkla engel görmeden onaylanacağını yazmıştı. 
ABD yönetiminin, Kahire temsilcisini değiştirmek istemesinin nedeni, şimdiki Büyükelçi Ann Patterson’un Mısır’da tepki çekmiş olmasıydı. 
Mısır geçici Cumhurbaşkanı Adli Mansur'un dış politika danışmanı, Patterson’un sınır dışı edilmesi çağrısı yapmıştı. 
ABD Dışişleri Bakanlığı’na yakın Foreign Policy dergisi, Muhammed Mursi’nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan eylemler sırasında göstericilerin, Patterson’u Müslüman Kardeşler hareketine desteklemekle suçlayan pankartlar taşıdığını yazmıştı. 
Forergn Policy’ye göre, Mursi’nin Patterson sayesinde cumhurbaşkanı koltuğuna oturmayı başardığı söylentileri vardı. Bu dergi Obama’nın Mısır özel temsilcisi Frank Wisner Jr. ile Patterson’un 2011 yılı başlarında Mursi ile yaptığı anlaşmanın ayrıntılarına ulaşmıştı. Patterson’un, Mısır cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında, oy sayısına göre o an rakibin önünde bulunduğu düşünülen Ahmed Şefik ile görüşerek, kendisine şahsi güvenliği için cumhurbaşkanlığı yarışından çekilmesi gerektiğini ima ettiği yazılmıştı. Mısırlılar Patterson’un görevden ayrılmasını olumlu karşılamakla birlikte, yeni büyükelçi adayı Ford’a karşıydı. Twitter’de açılan “#NoTo-RobertFord” hesabı tavan yapmıştı. 

Mısır’daki bir dizi parti ve hareket, Ford’un Kahire’ye atanma önerisine karşı çıkmıştı. Böylesine sert tutumun nedenini Mısırlı siyaset uzmanı Kerim Kemal şöyle yorumlamıştı: “Sorun sadece büyükelçinin kişiliğinde değil, ABD’nin Mısır’a ilişkin politikasındadır.'' 
Çünkü Büyükelçilerin, kendi görüşleri doğrultusunda ve kişisel nedenlerle hareket etmesi yanlıştır. 

30 Haziran olaylarının ardından ABD birden bire demokrasi savunucusu olduğunu hatırlayarak, neredeyse Müslüman Kardeşler’den yana tavır almıştır. Öte yandan, Amerikalılara ve Avrupa Birliği’ne şunu sormak lazımdı. 
Mursi yeni anayasa bildirisini çıkardığı zaman neden kimse demokrasiyi savunmamıştı? 
 '' Bildirinin kabul edilmesi İslamcıların keyfi eylemlerini yasallaştırmıştı. Neden ABD ve AB önce önünü açtıkları ihvan’ı, şimdi tehlike saymaya başlamıştı?” 

Rus siyaset uzmanı Viyaçeslav Matuzov ise, Ford’un Kahire Büyükelçiliğine atanması önerisinin nedensiz olmadığını belirterek şunları hatırlatmıştı: “Ford, tecrübeli diplomattır ve Arap dünyasıyla yakından alakalıdır. Büyük ihtimalle sadece dışişleri bakanlığı okulundan değil, istihbarat servisleri ve Pentagon üzerinden de özel eğitim almıştır. 

Ford, ülkelerde kargaşalar ve siyasi değişim uzmanıdır. 

Buna en iyi örnek, ABD’nin Şam Büyükelçiliği’ndeki görevi sırasında yaptıklarıdır. Bu diplomat hakkında ilk bilgiyi, WikiLeaks sitesinde yayımlanan yazışmalardan edindim. Ford, “merkeze” mektubunda, Suriye’de iktidardaki rejime bir alternatif olabilecek muhalefetin olmadığını yazmış ve Şam’daki hükümete sadece Müslüman Kardeşler’in rakip olabileceğini vurgulamıştı. Aslında Ford, fiilen bir büyükelçinin görevi olmayan faaliyetlere karışmıştı. Muhalif güçlerin eğitimi ve bir örgüt çatısı altında birleşmesi ile uğraşmıştı. Robert Ford, Kahire’ye atanırsa başlıca görevi, '' Müslüman Kardeşler’i  Mısır’ı parçalama politikasına alet etmeye çalışmak olacaktır.” 

[1] 27-08-2013 vatan 
[2] Milli Gazete- Adnan Öksüz 

KAYNAK: 

http://www.necmettinerbakan.net/haberler/-suriye-ye-dusman-cagirmak-aahmaklik-miydi-ajanlik-miydi.html 


ALINTI;

http://www.social-peek.com/Keywords-Month/S%C4%B1ras%C4%B1nda,%20Tarihi,%20Dolay%C4%B1/12-2014



..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder