SURİYE’DEKİ ETNİK VE DİNİ YAPININ SİYASİ YAPININ OLUŞMASINDAKİ ROLÜ
BÖLÜM 2
Prof. Dr. Salih AKDEMİR*
AVRASYA DOSYASI
II. Bağımsızlık Öncesi Dönem
A. Genel olarak:
Suriye, jeopolitik konumu nedeniyle, son derece stratejik bir konuma sahiptir. Suriye üzerindeki çalışmaları ile meşhur olan Patric Seale, bu gerçeği çarpıcı bir biçimde şöyle ifade eder: "Suriye üzerinden doğrudan hakimiyet sahip olunmadıkça hiç kimse Ortadoğu’yu kontrolü altında tutamaz."15 İşte bu stratejik konumu nedeniyledir ki, tarih boyunca, sürekli bir biçimde, uluslararası nüfuz mücadelesinin yoğunlaştığı odak noktalardan birini oluşturmuştur. Suriye bölgesinde, önceleri, Fenikeliler, Sûr şehri ile İskenderun arasında sahil üzerinde bir devlet kurmuşlardı. Halep’in kuzeyinden güneye doğru Arâmiyyîn devleti kurulmuştu. M.Ö.14. yüzyıllarda Fenikeliler ve Arâmiler vardı.
Yine ilk çağlarda Asurlular, Bâbilliler, Fârisîler hüküm sürdüler. Makedonyalı Büyük İskender Suriye’yi Fârisîlerden M. Ö. 333 yıllarında devralmıştır. Ondan sonra Silifkeliler M. Ö. 64 senesine kadar yönettiler. Daha sonra ise Suriye toprakları Roma İmparatorluğu hükmü altına girmiştir.16
Roma İmparatorluğu, Kostantin zamanında Hıristiyanlığı, devlet dini olarak kabul edince, Katolik Kilisesi’nin yorumlarını benimsemeyen Doğu Kiliselerine karşı sık sık soy kırım faaliyetlerine girişmiştir. Bu soy kırım faaliyetleri, Doğu Roma İmparatorluğu tarafından da sürdürülmüştür.
Bu soy kırımlar, Müslümanların, 634 yılında bölgeyi ele geçirmeleriyle sona ermiştir. Sonraları, bölge, ortaçağda, haçlıların istilasına uğramıştır.
Haçlılar, sahil şeridi ve Kudüs’te bir süre tutunmayı başarmışlardır; ama iç bölgeleri ellerinde tutan ve Atabeğiler diye bilinen Müslüman Türk beylikleri karşısında daha fazla ilerleyememişlerdir. Suriye’de 1187 yılında yönetimi ele alan Eyyübîler, bölgede idareyi Atabeğler’den alarak Haçlılara karşı eskisinden daha çetin bir mücadele sürdürmeye başlamışlardır. Böylece Kudüs ve çevresi haçlılardan geri alınmıştır. Bir süre Mısır ve bölgenin yönetimini Eyyübîler’den devralan Mısır Memlûkları (1258-1517), Eyyübîlerin bıraktıkları yerden itibaren ileri harekata devam etmişlerdir. Nihayet Memluk hükümdarı Sultan Baybars (1233-1277) son haçlı kalıntılarını da 18. yüzyıla kadar bir daha buraya dönmemek üzere ortadan kaldırarak, Müslümanların bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırmıştır.17
15 Patric Seale, The struggle for Syria: a study of Post-War Arab Politics 1945-1958, London: 0cfort University Press, 1965, s., 1. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, Suriye Dosyas›, İst. 1985, s., 21.
16 Remzi Kılıç, Irak ve Suriye’nin tarihi cografyası ve XIX. Yüz yıl sonu itibarıyla idari konumu, Türk Kültürü, sayı: 441, yıl: 2000, s.,26.
17 Sabahattin, Samur, Suriye vilayetinin idari ve sosyal yapısı, (Basılmamış doktara tezi), Ank., 1989, s., 1-2. Zikreden: Remzi Kılıç, a.g.e. s., 26.
Osmanlı devleti, bölgeyi, 1516 yılında ele geçirmiştir. Bölge, 1918 yılında kadar Osman Devletinin egemenliği altında, huzur ve güven içinde yaşamıştır. Bu bölge, İslam’dan sonra ve Osmanlı döneminde, Bilâdu’ş- Şâm olarak biliniyordu ve bugünkü Suriye toprakları dışında, Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarını da içeriyordu. Ancak, Fransız ve İngiliz Manda döneminden itibaren, bölgenin dört bölgeye ayrıldığını görüyoruz. Suriye’deki dini ve etnik azınlıkların Mandat döneminde büyük bir önem kazandıklarını görüyoruz. Bu bakımdan, bu dönemdeki azınlıkların durumu ile ilgili gelişmeler üzerinde durmak, daha sonraki gelişmelerin açıklığa kavuşturulması bakımından büyük bir önem
taşımaktadır.
B. Fransız Mandası dönemi (1920-1946):
Emperyalist güçler, Ortadoğu’daki petrolü kontrol altında tutabilmek için, çok önceleri Osmanlı Devleti toprakları içinde bulunan bu topraklar üzerine göz dikmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı esnasında, bu toprakları, Osmanlı Devleti’nin kontrolünden çıkarmak için, Arap milliyetçiliğini körüklemişlerdir. İngilizler, amaçlarını gerçekleştirmek için, kendilerine yardımcı olacak aktörleri bulmakta zorlanmamışlardır. Bu iş için, Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile, oğulları Prens Faysal ile Abdullah’ı kullanmışlardır. Bu iş karşılığında, Osmanlı Devleti’nin yenilgisinden sonra, burada kurulacak olan ve Büyük Suriye’yi de içine alacak olan Birleşmiş bir Arap Krallığının yöneticiliklerini onlara vereceğini vaat
etmişlerdi. Oysa, Büyük Suriye’nin toprakları Fransızlar ile İngilizler arasında, daha Birinci Dünya savaşının başlarında çoktan paylaşılmıştı bile. Gerçekten de Büyük Suriye’nin paylaşılması, ilk defa, 1916 yılının Nisan ayında İngiliz Mark Sykes ile Fransız Georges Picot arasında yapılan gizli bir toplantında ele alınmıştır. Tarihe "Sykes-Picot" anlaşması olarak geçen bu anlaşma, aynı yıl, 16 Mayıs 1916’ da Rusya, Fransa ve İtalya tarafından imzalanmıştır. Bu anlaşma, İngilizlere, Ürdün, Irak ve Filistin üzerinde egemenlik hakkı tanırken Fransızlara da Suriye ve Lübnan üzerinde egemenlik hakkı tanıyordu.18
Buna göre, eski Bilâdu’ş- Şam’da, bu gün bile varlıklarını sürdüren, Suriye, Lübnan, Filistin ve Ürdün aslında emperyalist yapay politik devletlerdir ve
1919’da Amerikan King-Crane komisyonunda kullanılan ifadeyle bu devletler "hiçbir anlamı olmayan parçalardır" ve Fransızlar ile İngilizlerin bölge, üzerindeki egemenliklerini kolaylaştırmak için Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçlerin paylaşma planı içinde yaratılmışlardır.19
Richard F., Nyrop, Syria: A Contry Study, Washington. 1979, s.,54. ; Tabitha, Petran, Syria, London, 1972, s., 21. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.33.
Bolşevikler, 1917’de Çarlık Rusya’sını devirdiklerinde, arşivlerde ele geçirdikleri "Sykes- Picot" anlaşmasının tam metnini yayınlamışlardı. Bu anlaşmadan rahatsız olan Şerif Hüseyin’i İngilizler rahatlatmakta pek zorlanmamışlardı. Sonuçta Şerih Hüseyin ve oğulları emperyalist güçlerin emellerini gerçekleştirmelerine büyük ölçüde yardımcı olmuşlardı. Ancak, Müttefikler, Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmalarına rağmen, İngilizler, Şerif Hüseyin’e ve oğullarına verdikleri sözü tutmamışlardı. Suriye kralı olan Faysal’ın ve
başkanlığındaki Suriye Milli Meclisi’nin karşı çıkmalarına rağmen, 1920 yılında San Remo’da toplanan Yüksek Müttefik Meclisi, "Sykes-Picot" anlaşmasının yürürlüğe konmasını kararlaştırdı. Böylece, Suriye’de 1920 yılının Haziran ayında, 1946 yılına kadar devam edecek olan Fransız Mandası dönemi, fiilen başlamıştır. Bu durum karşısında Suriye kralı Faysal ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.20
Fransız mandası, Birleşik Arap krallığı içinde yaşamak isteyen Suriye halkına çok ağır geldi. Bu yüzden Fransızlara karşı şiddetli bir tepki gösterdi.
Ancak yapılacak fazla bir şey yoktu. Ancak tepkiler, bağımsızlığa dek devam etmiştir. Bununla birlikte, Fransız mandasına çok sıcak bakanlarda eksik değildi; özellikle etnik ve dini azınlıklar, bu durumu, Sünnilerin baskısından kurtulmak için, büyük bir fırsat olarak görmüşlerdi. Bu yüzden, gecikmeden, Fransızlar ile işbirliğine giriştiler.
Burada, Fransızların, Suriye’de manda döneminde izledikleri siyaset ile ilgili çok önemli gördüğümüz bir olguya özellikle dikkat çekmek istiyoruz. Daha önce, İngilizlerin, Ortadoğu’yu Osmanlı Devleti’nin elinden çıkarabilmek için, Arap milliyetçiliğini körüklediklerini ve bunda da başarılı olduklarını görmüştük. Ancak Fransızlar, İngilizlerin aksine, milliyetçilik akımlarının güçlenmesinden korkuyorlardı. Hatta Fransızlar, İngilizlerin, Arap milliyetçiliğini kendi aleyhlerine bile kullanmasından kuşku duyuyorlardı. Bir araştırmacı, bu konuyla ilgili olarak şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Fransızlar, İngilizlerin, Arap milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına neden olmasalar bile, onu teşvik ettiklerini ve Doğu’da Arap ülkelerinde Fransızların etkisini azaltmak ve muhtemelen onları bölgen uzaklaştırmak için, onu siyasi bir harekete dönüştürmeye yardımcı olduklarını kabul etmekteydiler." 21
19 Johannes, Reissner, Ideologie und Politik der Muslimbrüder Syriens: Von den Wahlen 1947 bis zum Verbot unter Adip Sisakli 1952 (Islamkundliche Untersuchungen, vol. 55) Freiburg im Breisgau: Klaus Schwarz Verlag, 1980, s. 1. ; Nyrop, a.g.e., s.3. ; Petran, a.g.e., s. 17. Zikreden: Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.33.
20 Bu konuda bkz; Daniel Pipes, Greater Syria, The History of an Ambition, New York- Oxford, 1990, s. 13-33. ; ayr›ca bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.35-42.
21 P. Khoury, Syria and the French Mandate: The Politics of Arap Nationalism 1920-1945, Prineton, 1987, s.53. Zikreden: Neil Quilliam, a.g.e., s. 33.
Bu yüzden, Fransızlar, Arap milliyetçiliğinin gelişmesini engellemek için, "böl ve yönet" siyasetini izlemişlerdir.22 İşte, Fransızların, etnik ve dini azınlıkları teşvik edip güçlendirmesinde, bu siyaset yatmaktadır. Bu siyaset, etnik ve dini azınlıkların ziyadesiyle mutlu etmiştir; çünkü, böylelikle, kendilerini, asırlar boyu kafir ve mürted gören Sünnilerin baskılarından kurtulacaklarını düşünmüşlerdir. Nikolas van Dam,23 Fransızların, Arap milliyetçiliğine karşı giriştikleri faaliyetleri şöyle özetlemektedir:
"Fransız mandası altında, Arap milliyetçiliğinin yükselişini engellemek veya bastırmak için, mezhep bağları bilinçli olarak körüklenmiştir.24 Öte yandan, dini ve etnik farklılıklar, özellikler, bu azınlıkların yerel nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yerlere özerklik statüsü verilmek suretiyle kamçılanmıştır. Bu politikanın bir uzantısı da, Alevilerin çoğunlukta olduğu Lazkiye bölgesi ile Dürzilerin çoğunlukta bulunduğu Cebel el-Dürüz bölgesinin, manda yönetiminde uzunca bir süre kendi hükümetleriyle yönetilmesiydi. Bu bölgeler, resmen özerk
idiler ve Suriye devletinden bağımsızdılar. Fransız manda döneminde, Hıristiyanların ağırlıklı olarak temsil edildikleri ve Kürtler’in yerel çoğunluğu oluşturdukları kuzeydoğudaki Cezire eyaletine resmen özerklik tanınmamışta olsa, bölge doğrudan Fransız yönetimi altına girmiştir. Buradaki Kürtlerin özerklik arzuları da teşvik edilmiştir. Fransızlar, böl ve yönet siyasetinin bir parçası olarak Aleviler, Dürziler, Kürler, Çerkezler ve diğer azınlıklardan oluşan özel birlikler kurmuşlardır. Bunlar, sonraları, "Troupes Speciales du Levant" adı
altında toplanarak, asayişin sağlanmasında ve yerel ayaklanmaların bastırılmasın da kullanılmışlardır. Bu birliklerin temelde azınlıklardan oluşması, Arapça konuşan Sünniler’in duyduğu kini kamçılamıştır. Ayrıca dini ve etnik azınlıklar arasında meydana gelen anlaşmazlıklar ve çatışmalar, Fransızların, bir aşiret reisini diğerine karşı kışkırtması ile daha da körüklenmiştir."25
Açıkça görülmektedir ki, Fransızlar, Sünniler’in bağımsızlık ve büyük Suriye arzularını yok etmek için, " böl ve yönet" siyasetini benimsemişler ve bu siyasetin gereksinmesi olarak ülkede yaşayan etnik ve dini azınlıklara bağımsız devlet kurdurmuş ve onları her zaman ekonomik ve siyasi bakımdan desteklemişlerdir. Bu bağlamda, Fransızların, kendi dinlerinden olan, Maronitler’e daha da özel bir ilgi gösterdiklerine tanık oluyoruz.
22 G. Antonius, The Arab Awakening: The Story of the Arab Nationalism, London: Hamish Hamilton, 1961, s. 43. Zikreden: Neil Quilliam, a.g.e., s. 33.
23 Nikolas van Dam, a.g.e., s.21-22.
24 Zaki al-Arsuzi, al-Tajribah al-Siyasah fi liwa’ al-Iskenderun, al-Mu’allafat al Kamila, fiam, 1974, III, 341-62,
25 Munir Mushabik Mousa, Etude sociologique des Alaoutis ou Musairis, (These principale pour le doctorat d’état, Paris, 1958), s. 924-6.
Bu özel ilginin bir sonucu olarak, 1926 yılında, Lübnan’ı Suriye topraklarından ayırmışlar ve orada Maronit egemenliğine dayalı bir devlet kurdurmuşlardır. Böylece Birleşik Arap krallığını, Büyük Suriye,yi gerçekleştirmek ümidiyle, emperyalist güçlerin oyununa gelerek Osmanlı Devleti’ne isyan edenler, geç de olsa aldatılmış olduklarının bilincine varmışlardı.
Bir araştırmacı,26 emperyalistlerin Ortadoğu ile ilgili gerçek amaçlarını çarpıcı bir biçimde şöyle özetlemektedir: Müttefiklerin I. Dünya Savaşı’nda galip çıkmalarından, Osmanlıların yenilgisinden sonra, İngiltere Hüseyin ve ailesine olan vaatlerini hemen bir kenara itmişti. Hüseyin’in oğlu, Suriye Kralı Faysal’ın protestoları ve Faysal başkanlığındaki Suriye Milli Meclisi’nin karşı çıkmalarına rağmen, Yüksek Müttefik Meclisi, 1920’ de San Remo’da İtalya’nın Sykes-Picot anlaşmasını yürürlüğe koymasını kararlaştırdı.27
Böylece Arap bağımsızlığı "yalanını" Fransızların Suriye içişleri üzerindeki direkt kontrolü ve Fransız mandasının başlangıcı takip etti. Bu sıralarda İngiltere’nin Araplara ihanetini teminat altına alan dünya iktidar politikalarının üç temel amacı vardı. İlk olarak İngiltere, Irak üzerindeki egemenliğini pekiştirmeye kararlıydı. Çünkü, Sykes-Picot anlaşmasının kendisine bıraktığı Irak petrol yönünden oldukça zengindi ve İngiltere Irak’ın kuzey bölgesinden gelebilecek bir Rus nüfuzundan korkuyordu. İkinci olarak, İngiltere, Siyonistler’in Filistin’de milli
bir devlet kurma planlarını destekliyordu. 1917’de Balfour Beyannamesi Siyonistler’e bu hakkı ihsan etmişti; bununla birlikte, anlaşmanın kendilerine bıraktığı Filistin’in ve Ürdün’ün İngilizler’in doğrudan kontrolü altına sokulması oldukça büyük önem taşıyordu. Son olarak Fransa, bir "Akdeniz Gücü" olarak kalmaya ve Ortadoğu’daki çıkarlarını korumaya kararlıydı. Bu yüzden Levant (Doğu Akdeniz) bölgesinin tümünün İngiliz kontrolüne bırakılamayacağında ısrar etmiş ve Sykes-Picok anlaşmasındaki şartlara göre, henüz ortaya çıkmış olan
Suriye ile Lübnan’ın kendi payına düştüğünü ısrarla savunmuştur." 28
Gerçekten de emperyalist güçler, bu üç amacı gerçekleştirmek için, Ortadoğu’ya yerleşmişlerdir. Fransa, bölgedeki amaçlarını gerçekleştirebilme konusun da kendine en büyük tehlikeyi milliyetçi akımlarda görmüştür. Bu nedenle, amaçlarına ulaşabilmek için, "böl ve yönet" siyasetini özenle uygulamıştır. Böylece, daha öncede ifade ettiğimiz gibi, çoğunluğu oluşturan, Arap kökenli Sünniler’in gücünü, azaltmak için, etnik ve dini azınlıkları desteklemiş ve onlara, Sünnilere bağımlı olmayan bağımsız devletler kurdurtmuştur.
26 Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.34-35.
27 Petran, a.g.e., s. 55-56 ; Nyrop, a.g.e., s. 21-22.
28 Reisnner, a.g.e., s. 1-3 ; Nyrop, a.g.e., s. 3, 21-22 ; Petran, a.g.e., s. 55-56.
Bu yüzden bağımsızlığını kazanmasından sonra, Suriye’nin en önemli sorunlarından biri, bu bağımsız devletleri tekrar kendine bağlamak olmuştur;
çünkü, bu devletler, Suriye’ye bağlanmamak için, uzun zaman diretmişler ve onunla savaşmışlardır. Manda dönemi, özellikle azınlıklar açısından
çok yararlı olmuştur.
Fransızlar, azınlıklara, siyasi destekleri dışında, maddi yardımlarını da esirgememişlerdir. Böylece, azınlıklar, Manda döneminde, maddi ve kültürel açıdan çok yararlı bir dönem yaşamışlardır. Bu yüzden, Aleviler, Fransızların bölgeden hiç bir zaman ayrılmalarını istememişlerdir. Çünkü Fransızların bölgeden ayrılması onlar için yeniden Sünni kontrolüne girmeleri anlamına geliyordu. Oysa onlar böyle bir şeyi asla istemiyorlardı. Dönemin bir alevi siyasetçisi, Fransız yüksek komiseri Henri de Jouvenel’e konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:
"Biz, üç ya da dört yılda üç ya da dört asırdan daha fazla gelişme gerçekleştirme yi başardık. O halde bizi şu anda durumumuzda bırakınız"29
Azınlıklar, özellikle, Aleviler, Fransızlara kendilerine göstermiş oldukları bu yakın ilginin karşılığını vermekte gecikmemişlerdir. Aleviler, giriştikleri hemen bütün faaliyetlerde Fransızları desteklemişler ve özellikle onlara, bölgede kontrolü sağlamak için azınlıklardan yararlanarak kurdukları "Troupes Spéciales du Levant"’a en önemli asker desteğini sağlamışlardır. Burada, ileride, Suriye siyasetinde en önemli belirleyici bir faktör olarak karşımıza çıkacak olan bir olguyu özellikle vurgulamak gerekir: Siyaseti askeri gücün belirlemesi. Sünniler, özellikle zengin toprak sahipleri, emperyalistlere destek çıkmış, onlara hizmet etmiş olmamak için, askeriyeye önem vermemişler ve dolayısıyla oğullarını askeri okullara göndermemişlerdir. Buna karşılık, ekonomik bakımından daha fakir olan Aleviler ve Dürziler, oğullarını isteyerek askeri okullara göndermişler dir. Elbette ki, bu durum, azınlıkların, ordu içinde Sünniler aleyhine çoğunluğu sağlamalarına yol açmıştır. Azınlıkların orduda giderek yoğunlaşmala rı, Bağımsızlık sonrası Suriye’sinde birazdan inceleyeceğimiz başka nedenlerin de yardımıyla, Alevilerin, iktidarı Sünnilerin elinden almaları ile sonuçlanmıştır.
III. Bağımsızlık Sonrası Dönem: Genel düşünceler
II. Dünya Savaşı, Suriye’ye yeniden bağımsızlığını kazanma şansı tanımıştı. Her ne kadar Fransa böyle bir şeye yanaşmak istememişse de savaş sonrası ortaya çıkan yeni konjektür, onu bu gerçeği kabul etmek zorunda bırakmıştı.30
Daniel Pipes, a.g.e., s. 167.
Çünkü, savaş sonrasının Fransa’sı artık savaş öncesinin güçlü Fransa’sı değildi. Bütün bunlara ilave olarak, İngiltere ve Amerika, bundan böyle bölgede kendi planlarını gerçekleştirme niyetinde oldukları için, "Sykes-Picok" anlaşması doğrultusunda Doğu Akdeniz’de emperyalist bir kontrol uygulamak isteyen Fransa’ya daha fazla müsaade vermeye pek istekli görünmüyorlardı. Bu yüzden Amerika ve Rusya, 1944 yılında, Suriye’yi bağımsız bir devlet yaptılar;
ancak Suriye’nin tam olarak bağımsızlığına kavuşması, Fransız birliklerinin, 5 Nisan 1946’da ülkeyi terk etmesiyle gerçekleşmiştir.31
Daha öncede ifade ettiğimiz gibi, azınlıklar, Suriye’nin bağımsızlığına hiç bir zaman hoş bakmamışlardır. Özellikle Aleviler, Sünnilerin 1946 yılında iktidarı ellerine geçirmelerinden sonra bile, merkezi hükümete karşı çıkmayı sürdürmüşlerdir. Süleyman el-Mürşid adlı bir Alevi, 1946 yılında bir isyan başlatmış, ama başarılı olamamıştır 1952 yılında elMürşid’in oğlu da merkezi hükümete baş kaldırmıştır. Ancak o da, babası gibi başarısız olmuştur. Böylece Alevilerin, bağımsız kalma istekleri sonuçsuz kalmıştır. Sünniler, iktidara gelir gelmez, Alevilerin en yoğun olarak bulundukları Lazkiye ilini Suriye’ye dahil etmek istemişlerdir; çünkü, Suriye’nin denize açılabileceği tek yer burasıydı.32
Suriye, Fransızların bölgeden uzaklaşmasıyla birlikte görünüşte bağımsızlığına kavuşmuş oluyordu. Aslında her şey bundan sonra başlayacaktı. Bunda böyle Suriye, yeni emperyalist güçlerin çekişme alanı olacaktı: İngiltere, Amerika ve Rusya. Çünkü, Suriye, emperyalist güçler için, Suriye halkına bırakılamayacak kadar stratejik bir öneme sahipti. Seale’nin de açıkça belirttiği üzere, Suriye’nin iç politikası bölgedeki ve dünyadaki süper güçlerin çıkarlarını yansıtır. Bu nedenle, Suriye’nin içişleri bu güçlerin politikalarına bağlı kalmadıkça hiç bir
anlam taşımaz. "Suriye, süper güçlerin Ortadoğu politikalarını izlemek için mükemmel bir gözetleme kulesidir. ..Çünkü Suriye, hem batılı ülkelerin hem de Rusya’nın muazzam diplomatik karargahlar kurmaya çalıştığı oldukça elverişli bir zemindir."33 Süper güçlerin, çıkarlarını gerçekleştirmek için başvurdukları en etkin yöntem, darbe yoluyla askeri cuntaları iş başına getirmekti. Birazdan göreceğimiz üzere, bu konuda genelde başarılı oldukları söylenebilir.
30 Suriye’nin ba¤›ms›zl›¤› konusunda bkz; Salma Mardam Bey, Syria’s Quest for Independance, 1935-1945, Beyrut, 1994.
31 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.48-49.
32 Daniel Pipes, a.g.e., s. 168.
33 P. Seale, a.g.e., s. 1-3. Zikreden: ; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.52.
A. Sunni Darbeler dönemi:
İşte bu emperyalist güçlerin bölgede nüfuz sahibi olabilmek için aralarında çekişmeleri sonucu, Suriye’de Esad’ın iktidara gelmesine dek, on tane başarılı bir o kadar da başarısız askeri darbe yapılmıştır. Bu askeri darbelerin ilki, CIA tarafından desteklenen General Hüsnü Zaim’in 30 Mart 1949 yılındaki gerçekleştirmiş olduğu darbedir. Ancak bu darbenin, Suriye ve dünya siyaseti bakımından ortaya koyduğu bir takım gerçekler vardır. Suriye açısından ortaya koyduğu gerçek şudur: Bu darbe, bağımsızlık sonrası Suriye’sinde siyasetin yegane belirleyici etkenin silahlı kuvvetler olduğunu açıkça gözler önüne sermiştir. Dünya siyaseti açısından vurguladığı gerçek ise şudur: Suriye’de ve hatta üçüncü dünya ülkelerinin hemen hepsinde, emperyalist güçler, bölgedeki çıkarlarını, darbe ile iktidara getirttikleri askeri rejimler, sayesinde gerçekleştirmektedirler. Bunun en açık kanıtı, General Hüsnü Zaim’in, kendisini iktidara getiren Amerika’nın çıkarları için, Arap-Amerikan Şirketi Aramko’nun çıkardığı petrolün, Suriye üzerinden Akdeniz’e pompalanmasına imkan verecek olan Tapline anlaşmasını onaylamasıdır. Yine Amerika’nın isteği üzerine İsrail ile ateşkesi kabul etmesidir. Ancak, Zaim’in iktidarı, aynı yıl, 14 Ağustos 1949’da General Sami el-Hinnavi tarafından sona erdirilmiştir. General Zaim de idam edilmiştir. General Sami el-Hinnavi’in destekçiler ise İngilizler olmuştur.
O da kendini iktidara taşıyan İngilizleri memnun etmek için,bir kaç aylık iktidarı döneminde, Suriye’yi İngiliz yanlısı Haşimi kampına çekmeye çalışmıştır. Fakat bu arada Amerikalılar boş durmamışlardır.
Amerikan desteğini alan Albay Edip eş-Şişakli,19 Aralık 1949’da karşı bir darbe ile General Sami el-Hinnavi’yi iktidardan düşürmüştür. eş Şişakli de 25 Şubat 1954 yılında askeri bir darbe ile devrilene dek Amerikan çıkarlarına uygun politikalar izlemiştir.34 Askeri darbe sonucu, eş-Şişakli, 26 Şubat, 1954’de Beyrut’a kaçmak zorunda kalmıştır. Ancak, askeri darbe, bu defasında, askeri yönetim yerine sivil yönetim getirmişti; çünkü, 1954 yılının Eylül ayında, seçimler yapılmıştır. Bu seçimlerde, Baas Partisi, 142 kişiden oluşan mecliste 17 sandalye kazanmıştır. Bu tarihten itibaren, Baas Partisi artık Suriye tarihinde etkin bir rol oynaya başlamıştır. Bazı çevreler, bu darbede Ba’s Partisinin de parmağı olduğunu ileri sürmüşlerdir.35
B. Birleşik Arap Cumhuriyeti [1958-1961]: 1954 yılından sonra, dengelerin Ba’s Partisi lehine değiştiğine tanık oluyoruz. Ba’s Partisi, başlangıçta sol eğilimli partiler ile birlikte çalışıyordu.
34 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.51-52.
35 David Roberts, The Ba’the and the Creation of Modern Syria, London, 1987, s. 38-39.
Bu partilerin başında, Hama’lı el-Havrani’nin yönettiği Arap Sosyalist Partisi ile, Şam’lı bir kürt olan, Sovyet destekli Komünist Partisi geliyordu. Özellikle, Komünist Partisi ile sürdürülen iş birliği meyvesini vermekte gecikmedi. Böylece, her iki parti, 1957 yılında iktidara geldiler. Ancak, çok geçmeden iki partinin arası birden bozuluverdi. Komünist Partisinden kurtulmak isteyen, Ba’s Partisi, Mısır ile İttifak kurmaya çalıştı. Çünkü, Nasır, Mısır’daki Komünist Partisini kapatmıştı.
Nasır’ın aynı şeyleri, Suriye’de yapmasını da ümit ediyordu. Bu yüzden, Ba’s Partisi 1957 yılının Aralık ayında, Mısır’ın başkanı Nasır ile, ittifak konusunda görüşmeleri başlattı ve 1 Şubat 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Ancak, Mısır ile yapılan bu birleşme, Suriye’de umulan sonuçları vermemiştir. Bu yüzden, anlaşmadan memnun olmayan askerler, 28 Eylül 1961 yılında bir darbe gerçekleştirerek, ülkede yönetimi ele geçirmişler ve Mısır ile olan birlikteliğe son vermişlerdir.36
C. Ayrılıkçı dönem [1961-1963]:
[Azınlıkların Ba’s Partisinde ve Silahlı Kuvvetlerde Yükselmesi]
Bu birlikteliğe bir darbe ile son veren askerler yine Sünnilerdi. İçlerinde özellikle Şam’lı olan subayların çokluğu dikkat çekiyordu. Liderleri de Şamlı yarbay Abdu’l-Kerim en-Nahlavi idi. Mısır ile gerçekleştirilen birliktelikten ayrılındığı içindir ki, bu döneme ayrılıkçı dönem denmiştir. Takındıkları ayırımcı tavırları dolayısıyla çok geçmeden Şamlı subaylar ordu içinde gözden düşmüşlerdir. Yarbay en-Nahlavi, konumunu güçlendirmek için, 28 Mart 1962 yılında yine bir darbe girişimde bulundu. Ancak başarılı olamadı. Kan dökülmesini önlemek için, 1 Nisan 1962 yılında bir askeri kongrenin toplanması kararlaştırıldı. Humus Askeri kongresinde, Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri ve Şam bölgesi Askeri Komuta Temsilcisi olan yarbay Muti el-Samman, en-Nahlavi ile beş Şamlı meslektaşının sınır dışı edilmesi karşılığında , 28
Mart 1962 olayları sırasındaki tutumlarının ne olduğuna bakılmaksızın Şamlı olmayan altı subayın Suriye’den çıkarılmasını talep etmişti. Ancak, çok geçmeden Şamlı subayların büyük bir bölümü kademeli olarak görevlerinden uzaklaştırdılar.
Burada vurgulanması gereken olgu şudur: Sünniler, Bağımsızlıktan bu yana, aralarındaki bitmek bilmeyen iktidar hırsı sonucu birbirlerini öylesine tüketmişlerdir ki, boşalan yerlerini azınlıklara mensup olan subaylar doldurmuşlardır. Azınlıklara mensup olan subayların, genelde geri planda kaldıkları için, yıpranmadıklarını ve dolayısıyla temiz kaldıkları görülmektedir.
36 Bu konuda bkz; Ömer Faruk Abdullah, a.g.e., s.53-54.
Bu özellikleri de onların Sünnilerden boşalan önemli mevkilere gelmelerine zemin hazırlamıştır. Suriye’deki etnik ve dini azınlıklar ile ilgili araştırması ile meşhur olan araştırmacı-siyasetçi Nicolas van Dan37 bu çarpıcı gerçeği şöyle ifade etmektedir:
"Çoğu Sünni olan üst düzey subayların kendi aralarındaki iktidar mücadelesi çerçevesinde gerçekleşen sayısız "temizlik operasyonu", ordunun üst kademelerinde Sünnilerin temsil edilme oranını önemli ölçüde azaltmıştır.38 Arapça konuşan dini azınlıklara mensup subaylar, 1950’lerde siyasi alanda pek fazla faaliyet göstermedikleri için daha az yıpranmışlardı. 1960’ların başında bu subaylar, Sünnilerin, birbirlerini ordudan tasfiye etmeleri üzerine, onlardan boşalan önemli kademelere getirilmişlerdir.39
D. Ba’s Partisinin İktidarı ele geçirmesi [1963]:
8 Mart 1963 yılında, Ba’sçı, Nasır’cı ve Birlikten yana olan subaylar, askeri bir darbe ile "Ayrılıkçı döneme" son vermişlerdir. Böylece Ba’s Partisi, ilk kez iktidara gelmiş oluyordu. 9 Mart’ta , parti kurucularından Selahaddin el-Bitar, başbakanlığa atandı, ama tüm yetkileri elinde toplayamadı. Bu yüzden, bir müddet sonra, General Emin el-Hafız, rejimin en güçlü adamı haline geldi ve devlet başkanı oldu. Emin elHafız da Sünni idi ve Ba’s Partisinin üyesi idi.
Diğer partiler gibi, Ba’s Partisi de "Mısırla Birleşme" döneminde dağılmıştı. Bu yüzden, parti üyeleri, 1962 Mayısında Partiyi yenide kurmuşlardı. İleri de daha ayrıntılı bir şekilde görüleceği üzere, Yeni Ba’s ile Eski Ba’s arasında ideolojik bakımında önemli farklılıklar gündeme gelmişti. Bu nedenle, Parti darbeden sonra artık "Neo-Ba’s" olarak adlandırılmaya başlandı. İşte bu ideoloji farklılıklarıdır ki, Partinin iki kanada ayrılmasına yol açmışlardı. Bir yanda, Mişel Eflak, Selahaddin el-Bitar ve Devlet Başkanı Emin el-Hafız başını çektikleri, Pan Arabist olan Eski Ba’sçılar, diğer yanda ise, Hafız Esat, Salah Cedid ve Muhammed Umran’ın başını çektikleri Neo-Ba’sçılar... Bu gurub daha ziyade azınlıklardan oluşmaktaydı.
Bu iki gurup arasındaki rakabet ve çekişme, Emin el-Hafız’ın iktidarında giderek arttı. Çünkü, Emin el-Hafız, azınlıkların ordu içinde çoğunlu ele geçirdiklerini ve bu durumun da büyük bir tehlike oluşturduğunu düşünüyordu.
37 Nicolas van Dam, a.g.e., s. 67, çev., s.63.
38 Münif er-Rezzaz, el- Tecribatu’l- Murra, s.159.
39 Be’eri, Army Officers in Arap Politics and Society, s337. Muti es-Samman, Watan wa Askar, s. 63. es Samman’a göre Ba’sçıların o sırada orduda sadece bir Şamlı subayı, Albay Sadı Başir vardı.
Bu yüzden, azınlıkların gücünü ve etkisini azaltabilmek için bir takım girişimlerde bulundu. Bu durum ise mevcut gerginliğin daha da artmasına neden oldu. Bu gerginlik, 23 Şubat 1966 tarihinde, askeri bir darbe ile sona erdirildi. Salah Cedid, Hafız Esat ve Muhammed Umran grubu kanlı bir darbe ile Emin el-Hafız’ın iktidarına son verdi ve onun yerine kendilerine yakın olan Sünni General Nureddin el-Atasi’yi getirdi. Bu darbe ile birlikte, artık Sünnilerin ordu içinde etkin güç olma dönemleri sona ermiş oldu.40
E. Hafız Esat ve Salah Cedid çekişmesi [1966-1970]: Hafız Esat, Muhammed Umran ve Salah Cedid alevi mezhebine mensup subaylardandı. Bu subaylar, Mısır ile birleşme yıllarında, Mısır’da bulundukları sırada, 1959 yılında Ba’s Partisinden habersiz olarak İsmaili mezhebine mensup iki subay ile beş kişiden oluşan gizli bir askeri komite kurmuşlardı. İsmaili mezhebine mensup olan iki subay Abdu’l-Kerim el-Cundi ile Ahmed el-Mir İsmaili idi. 23 Şubat 1966 darbesinden sonra, iktidarı ele geçiren iki etkin Alevi subayı Hafız Es’ad
ile Salah Cedid arasında iktidar mücadelesi başladı. Bu mücadele, Hafız Esat’ın 13 Kasım 1970 tarihinde gerçekleştirdiği darbeye kadar sürdü. Hafız Esat, o gün Cedid ile Devlet Başkanı Nureddin el-Atasi de dahil olmak üzere, Partinin bütün ileri gelenlerini tutuklattı. Böylece Suriye tarihinde, darbelerin bir daha tekrarlanamayacağı yeni bir dönem, Hafız Esat dönemi başlamış oldu.41
3 CÜ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder