AB Türkiye İlişkileri
Erol Manisalı
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri hakkında bir özet verebilmek için, öncelikle konuya nasıl baktığımı ortaya koyacağım.
1. Türkiye, AB'ye tabi olursa buradan kazanacak bir tek taraf vardır: Türkiye kazanır.
2. Türkiye'nin AB'ye, Fransa veya İspanya gibi normal koşullarda bir aday olması, fazladan bir bedel ödememesi gerekir.
3. 1969 yılından beri Türkiye-AB ilişkileri üzerine çalışan bir öğretim üyesi olarak, AB'nin, Türkiye'yi içine almayacağını savunuyorum.
4. Türkiye-AB ilişkilerinde mevcut ilişki düzenimizi ele aldığımızda, normal, uygar bir ülkenin ilişki düzeni içinde olmadığını görürüz. Tek yanlı bir ilişki biçimindedir. Türkiye tam üye yapılmadan, şu anda kurulmuş olan ilişki düzeniyle, uzun süre ilişkilerini götüremez.
AB'ye girmek bir futbol kulübüne girmek, sinemaya girmek gibi değildir elbette. AB'ye tam üye olmak demek, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde yer almak demektir. Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nin yöneticilerinden biri olmak demektir. Neden Türkiye'nin AB'ye girmesinin bu kadar ağır bedelleri olduğunu anlatabilmek için birkaç teknik bilgi vermek istiyorum.
AB Üyeliğinin Getirdikleri
AB'ye tam üye ülkeler içinde nüfus büyüklüğüne göre temsil statüsü, yapısı, mekanizması vardır. Nüfusu kalabalık olan ülkeler, AB Parlamentosu’nda daha fazla milletvekiline sahiptirler. Aynı zamanda yönetimde, idarede, icra dairesinde daha fazla müdürlüklere sahiptirler. Bugün Almanya'nın, Fransa'nın, örneğin Hollanda'ya, Yunanistan'a, Portekiz'e oranla sahip olduğu müdür sayısı, yönetici sayısı çok daha fazladır.
Bu Türkiye'yi neden ilgilendirir?
Girdiği zaman, hele nüfus artış oranımızın diğer ülkelere oranla çok daha yüksek olduğunu hesaba katarsak, yirmi-otuz yıl sonra Türkiye, Almanya ile beraber Avrupa'nın en büyüğü olarak yönetimde; siyasi, ekonomik, idari, mali yönetimde direksiyonun başındaki ülke konumuna gelir.
Tam üye ülkeler açısından işgücü dolaşımı serbesttir, sınır yoktur. Buradan Ankara'ya gider gibi, Roma'ya, Paris'e, Viyana'ya gitme durumu söz konusudur.
Bu, ne sonuç doğurur?
İstihdam olanakları, ücret düzeyinin farklılığı ve orada yaşamanın çekiciliği, cazibesi göz önünde tutulursa, hele genç nüfus oranı yüksek olan Türkiye'de 15-20 milyon insanın Avrupa ülkelerine gitmesi söz konusudur. Çok doğaldır bu da. Bundan dolayı da AB, Türkiye'yi alamıyor. Çünkü her giden Türk genci, bir Avrupalıyı, AB'liyi işsiz bırakır.
Türkiye, Bengal'le veya Sudan'la tam bir bütünleşmeye gitse, meclislerini de birleştirse, hükümetleri de birleştirse Türkiye-Sudan Federasyonu, ya da Türkiye-Bengal Federasyonu kursa, işgücü dolaşımı da serbest olsa, herhalde Türkiye'den Sudan'a veya Bengal'e değil, oralardan Türkiye'ye insan gelir. Çünkü orada işsizlik oranı çok daha yüksektir ve ücretler Türkiye'den çok daha düşüktür.
Aynı şey Türkiye-AB ilişkileri için de söz konusudur.
AB sistemine göre, zenginler fakirlere -tam üye olduktan sonra- içeriden sürekli gelir transferi yapmak durumundadırlar. Mesela Yunanistan bugün, AB'den yılda 4,5 milyar dolar gelir elde ediyor. Türkiye için yapılan hesaplara göre ise, bunun alt sınırının 12 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Bunu da Avrupalı vergi ödeyen insanlar ödeyecek.
Türkiye, AB içinde yer alması durumunda Avrupa'nın yönetimine katılması, mali yardım alması ve işgücü dolaşımının serbestliği dolayısıyla Avrupa'ya yükleyeceği sosyal sorunlar olağanüstü yüksektir.
Ülkeler kendi halklarının çıkarını, refahını göz önünde tutmak zorundadırlar. İki tarafta da uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları dengeleyen anlaşmalar, birleşmeler, evlenmeler söz konusu olur. Sadece bir tarafa yarar sağlıyorsa öbür taraf bunu hiçbir zaman kabul etmez. Bu da çok doğaldır.
Gümrük Bırlığı Ve Tek Yanli Bağlilik
İşte bu nedenle 1987'deki tam üyelik başvurumuzu 1989'da geri çevirdiler. O zaman, -Avrupa'nın gözüyle bakıldığında- Türkiye'de demokratikleşme gibi bir sorun yoktu, Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs, Ege sorunu yoktu, Güneydoğu Sorunu diye bir şey yoktu, Ermeni Meselesi diye bir sorun yoktu. Bunlar hep 1990'ların sonrası sorunlardandır.
Bu sorunlar AB'nin listesinde yokken bile, Türkiye'ye 1989'da ‘Biz seni alamıyoruz’ dendi. Ondan sonra Türkiye büyük bir hata yaptı. AB ile yan yana ve ekonomik esaslı bir ilişki düzeni kurmak yerine, siyasi sonuçları olan, yani Türkiye'nin dış politikası açısından da siyasi sonuçları olan bir kapanın içerisine girdi. Ve 1995'de tek yanlı bir belge imzalandı. Gümrük Birliği Belgesi.
Türkiye, AB'nin Gümrük Birliği sistemine dahil oldu. Bir şeye dahil olduğunuz zaman dahil olduğunuz yerdekiler kadar sizin de oy hakkınızın olması gerekir. Bir derneğe dahil olsanız bile yılda bir kez oturup herkes kadar oy verme, yönetim kurulunu seçme, başkanı seçme hakkınız vardır, yönetim kuruluna seçilme hakkınız vardır.
Bizim dahil olmamızda böyle bir şey söz konusu değil. Tek yanlılığı buradan kaynaklanıyor. Türkiye, Gümrük Birliği sistemi içine girdi ama bütün kararları Gümrük Birliği’ni yöneten diğer tam üyeler belirlemekteler. Gümrük Birliği sadece gümrük tarifeleri ve malların serbest dolaşımı meselesi değildir. AB, özellikle Maastrich Anlaşması’ndan sonra, 1993'de yürürlüğe giren dış ekonomik ticaret politikasını, bütünleştirilmiş tek bir politika olarak ortaya koydu. Yani AB'nin Çin politikası, AB'nin ABD politikası, AB'nin Latin Amerika politikası olarak, tek bir devletmiş gibi dünyaya bakmaya başladı.
Türkiye 1995'de bunu AB'ye tek yanlı bağlanmak için yapmadı. 1963'de altı tane AET üyesi vardı. Onlardan biri gibi olmak için yaptı. Bir Fransa, bir İtalya, bir Hollanda gibi olmak için yaptı. Dolayısıyla işin şekline ve ruhuna baktığımız zaman, hukuki ve siyasi açıdan 1995 anlaşması, Türkiye'nin hükümranlık haklarını tek yanlı elinden alan bir anlaşmadır.
Türkiye'nin AB'ye tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmesi şu sakıncaları doğurmaktadır:
1. Gümrük Birliği demek, üye ülkelerin, kendi alanlarında gümrük birliğini sağlaması ve tek pazar oluşturarak ekonomik entegrasyona gitmesi ve;
2. Gümrük Birliği dışındaki ülkelere karşı (ABD, Japonya, bütün diğer ülkeler) tek ve ortak ticaret tarifesi, ticaret politikası, ekonomik ve mali politikalar uygulaması demektir. AB örneğinde bu ortak politikalar, yalnızca ekonomik ve ticari alanlarla sınırlı kalmamakta, uzun vadede tek bir devlet gibi bütün dış ilişkilerin ortaklaşa ve tek bir politika olarak yürütülmesini öngörmekte ve gerektirmektedir.[1]
Onların içinde değilseniz, onların alacakları kararlara tek yanlı uyma yükümlülüğünü kabul ederseniz siz kendi meclisinizi, moda bir deyimle, baypas etmiş olursunuz. Dolayısıyla ulusal dış ticaret politikanızı da baypas etmiş olursunuz. Brüksel'den yönetilir hale gelirsiniz. Uluslararası hukuk uzmanlarının, politika uzmanlarının 1995 belgesiyle ilgili yazdıkları bütün rapor ve değerlendirmelerde bu tek yanlılık açık bir şekilde görülüyor. Zaten konuyu biraz bilen ve orta zeka düzeyindeki bir insan da 1995'de imzalanan 64 maddelik belgeyi okuduğu zaman, onun içinde en az 20 dolayında maddenin nasıl tek yanlı olduğunu görecektir.
İpler AB’nin Elinde
Türkiye, Gümrük Birliği sistemi uygulamasında AB ile ihtilafa düştüğü zaman hakem müessesesi, AB'nin Yüksek Adalet Divanı'dır. Divan’ın vereceği kararlar kesindir ve Türkiye uygulamakla yükümlüdür. Ancak Divan’da tam üyeler bulunmakta, Türkiye bulunmamaktadır. Kısaca, ihtilaflı konularda AB hem hâkim hem de taraf durumundadır. Bu gerçek hem siyasi hem de hukuki bakımdan Türkiye'yi vesayet altına sokan bir durum yaratmaktadır.[2]
Bu yüzden Gümrük Birliği Belgesi
Türk kamuoyunda tartışılmamıştır. Tartıştırılmamıştır. Kamuoyundan gizlenmiştir. Öğretim üyelerinden gizlenmiştir. Siyasilerden gizlenmiştir, bürokrasiden gizlenmiştir. Medyanın bir kanadı, özellikle arkasındaki bu tek yanlı bağımlılığı destekleyen bir grup dolayısıyla böyle bir pazarlama harekâtına girişti. İnsanlar da bir iki yıl içinde AB'nin tam üyesi olacağız zannetti. İki yıl sonra serbest dolaşım olacak, gidip Almanya'da, Hollanda'da, Fransa'da çalışma olanağına sahip olacak zannetti. Büyük para yardımı gelecek zannetti. Türkiye'nin AB'ye ihracatı patlayacak, büyük bir kazanç sağlanacak zannetti. Oysa, çok ilginçtir, 1995'den 2000'e kadar, 5 yıllık süre zarfı içinde bütün gelişmelere baktığımız zaman, tek yanlı sistem bütünüyle AB lehine, Türkiye aleyhine çalışmıştır.
Dış ticarete baktığımız zaman 01.01.1996'dan itibaren Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalat oranı patlamıştır. İhracat artmamıştır. Bugün de aynı trend devam etmektedir. Bugün Türkiye'nin AB ile dış ticaretinde 10 milyar dolar gibi olağanüstü bir açık söz konusudur.
Uluslararası uzman arkadaşım Dr. Andrew Mango birkaç yıl önce şöyle demişti: ‘AB, Yunanistan'a verdiği parayı sizden çıkardığı için çok mutlu. Yunanistan'a 4,5 milyar dolar verdikleri için çok kızıyorlardı ama sizden yılda 10 milyar dolar kazandılar.’
Bu bir gerçek. Sermayeye de yatırım gelmedi. Yatırım niye gelir? Yatırım, sınırları aşamadığı zaman gelir. Ekonomik sınırlar varsa, üzerinden atlamak için malı sokamıyorsa fabrikayı sokar içeri. İçerde üretmeye başlar. Halbuki siz kapıları tamamen açtığınız zaman Almanya'da ürettiği hatta Çin'de ürettiği malı tırlarla, gemilerle, uçaklarla açık kapıdan içeriye doldurur. Bugün büyük mağazalara gittiğiniz zaman yabancı mallara bakın. Bunlar 1995'e kadar Türk mallarıydı. Aynı kalitede veya birbirine çok yakın kalitelerde mallardı. Artık yerli defter bulunmaz hale geldi. Türkiye'de gıdadan, zara kadar her şeyi Avrupa malları ele geçirmiş halde.
Bugün cari işlemler açığımız 8-9 milyar dolarlara kadar yükselmiştir. Cari işlemler açığı şu demektir aslında: sizin sürekli dışarıdan borçlanma gereksiniminiz demektir. Dış ticaret açığınız olur, onu kapatırsınız. Biz bunu 5-6 yıl önce kapatabiliyorduk, ya da başa baş gidiyordu. Bugün 8-9 milyar dolarlık cari işlemler açığımız oldu.
Yazdığım kitaplarda Türkiye'nin AB'ye alınmayacağını bildiğim için şunu demiştim: Türkiye imalat sanayii ürünlerinde serbest dolaşımı kabul etsin. Ama Norveç modelini uygulayalım.
Farklı Modeller
Norveç halkı da AB'ye girmek istemedi. Petrolü bulduktan sonra çok zengin oldular. AB bütçesine zengin bir ülke olarak fazladan bir katkıda bulunup, diğer ülkelerin vatandaşlarını zengin etmek istemedikleri için katılmak istemediklerini belirttiler. İsviçre de katılmadı. Ama Avrupa Ekonomik Bölgesi çerçevesinde, bir nevi serbest ticaret bölgesi olarak, AB pazarıyla bütünleşme içindeler. Tabii ki bizim gibi tek yanlı bir bütünleşme değil. Avrupa Ekonomik Bölgesi Anlaşması dengeli, Norveç'in ulusal çıkarlarını 15'ler karşısında koruyan bir anlaşmadır.
Biz 1995'de tam üye yapılmadan, bir tam üye gibi yükümlülük aldık. Şu anda Türkiye'nin AB karşısında ekonomik, ticari vb yükümlülüğü bir tam üyeymişiz gibi elimizi taşın altına sokmaktadır. Buna karşılık tam üyeliğin hiçbir artısından yararlanamıyoruz. Kurumlarda yer alamıyoruz, mali yardım verilmiyor, işgücü serbest dolaşımından insanım yararlanamıyor. Tamamen tek yanlı bir düzenleme. Zaten Aralık 1999’daki Helsinki Doruğu'nda Türkiye'nin aday yapılmasının arkasında iki neden var. Bunlar:
1. 1995'te kurulan tek yanlı ve AB yararına çalışan statüyü sürdürebildiği kadar sürdürmek. 20, 30, belki 40 yıl.
2. Türkiye üzerindeki bazı hesapları ve dayatmalarıyla önemli konularda bazı ödünler almak. Ege, Kıbrıs, Güneydoğu hatta Ermeni Meselesi…
Dolayısıyla Türkiye'nin 1999'da aday yapılması, Türkiye'nin AB'ye alınmasını amaçlamıyor. O, yakamıza takılan göstermelik bir rozettir. Çünkü Türkiye'nin aday yapılması, AB için yükümlülük getirmemektedir. Bizi aday yapmadan 2-3 ay önce, Ekim 1999'da AB'nin genişleme politikasını değiştirdiler. Genişleme politikasında AB, dışarıdaki ülkelere karşı, adaylara karşı inisiyatifi tamamen Brüksel'e veren bir mekanizma kurdu. Bu yeni genişleme politikasının ilkeleri de şunlardır:
1. Bir ülkenin aday olması ileride mutlaka tam üyelik görüşmelerine geçileceği sonucunu doğurmaz.
2. AB'ye hiçbir mali yükümlülük getirmez.
3. Aday, bütün ev ödevlerini yapsa, AB'ye girmeye hazır olsa bile o ülkenin girişi AB içinde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yaratıp, dengeleri bozuyorsa, AB o ülkeyi almaz.
Sanki Türkiye için yazılmış bir yeni genişleme politikası metni. Olayın bir de başka bir yönünü inceleyelim. 12'ler diye adlandırılan ülkeler vardır. Bunlar yakın zamanda AB'ye alınabilecek ülkeler. Başta Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya… Zaten onlar entegre olmuş durumdalar. Bulgaristan ve Romanya onlardan evvel aday oldular ama ‘onların durumlarını da 10 yıl sonra bir daha değerlendiririz’ diyorlar. Moralleri bozulmasın diye de ‘6-7 sene sonra tam üyelik görüşmelerine başlarız’ diyorlar. Bu görüşmelerden 5 sene de çıkabilir, 25 sene de…
Kim Daha Avrupalı?
Türkiye bugün 65 milyon ve genç bir nüfusa sahip. Nüfus artış oranı onlara göre çok yüksek. AB, Türkiye'yi alacak da Ukrayna'yı dışarıda mı bırakacak, Rusya Federasyonu'nu dışarıda mı bırakacak? Herhalde Rusya Federasyonu, Türkiye'den çok daha Avrupalıdır onların gözünde.
Buna bir de Türkiye'de yetişmiş bir insan olarak, Erol Manisalı olarak bakmayalım. Kitaplara bakalım. Tarih, sosyoloji, siyaset kültürü olan kitaplara şöyle bir baktığımız zaman, Türkiye'yi Avrupa'nın nasıl algıladığına baktığımız zaman Türkiye, Rusya'dan da, Ukrayna'dan da, Beyaz Rusya'dan da çok daha gerilerdedir. Türkiye Asya'nın, Doğu'nun, Avrupa'nın dışında, Avrupa'ya yabancı kabul edilen bir ülkedir. Bu konu hakkında Avrupa'da iki tane ciddi araştırma yayınlandı.
On bin denekli, Türkiye-AB ilişkilerini inceleyen bu araştırmalardan birinde; AB üyesi ülkeler içinde sokaktaki insanın %21'i Türkiye içeri girsin derken, %79'u Türkiye Avrupa'nın dışında kalsın diyor. %80 dolayında Türkiye karşıtlığı var. Bu araştırmanın sonuçları medyada özel olarak yer aldı. Araştırmayı yönlendiren kurum yanlış yönlendirme yaptı. O oranları nasıl değiştirmişse %30 -70 oranında değiştirmişler.
Giriş özetini okuduğum kapsamlı araştırmada da 5 Avrupalıdan 4'ü Türkiye'nin AB’ye girmesine karşı. Üstelik bu sokaktaki insanlar, genellikle Türkiye'nin AB'ye üye olduğu zaman katlanacağı yükleri bilmez. İşgücü dolaşımının serbest olacağını, yardımları, bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. ‘Girsin canım, ne olacak’ diye bakanlar da Antalya, Bodrum, Marmaris'e gelip turistik gezi yapanlar. AB'nin Avrupa'ya getireceği gelir transferi açısından yükümlülüklerini tam olarak bilmediği için bunu iyimser bir şey olarak görmekte. Türkiye'nin tam üyeliği durumunda Avrupa'nın ödeyeceği bedel çok daha keskin olurdu. %5, %95 gibi bir noktaya çekilebilirdi.
‘Gelecek Sene’ Diye Diye...
Türkiye gelecek sene tam üyelik görüşmelerine başlayacak ve bunu politikacılar söylüyor. 1995 yılında da bu ifadeleri duymuştuk. 1995 yılında Gümrük Birliği Belgesi imzalanırken o zaman şunu söylemişlerdi. ‘Bir veya en fazla iki yılda AB'nin içindeyiz’. Gazetelerde bunlar yer aldı, politikacılar söyledi. Dinleyenlerin yanlış yönlendirilmiş olmasından ve doğal olarak konuyu teknik olarak iyi bilmemesinden dolayı insanlar bu şekilde istismar edildi. Bazı siyasi liderlerle bu konuyu son 6-7 yıl içinde baş başa konuştum. Yalnız konuştuğum zaman bana hak verdiklerini gördüm. 3-5 ay sonra veya bir iki sene sonra bana haklısın diyen siyasiler başka şeyler söylemeye başladılar.
Kıbrıs’ın Kaderi
Kıbrıs'ta iki devlet var. Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC). AB Türkiye'yi on veya sekiz sene sonra alacak olsa şunu demesi gerekmez mi? ‘Ben şimdi Türk Devleti'ni de alayım, Rum Devleti'ni de… On sene sonra üçünü birlikte alırım. Nasıl olsa sınırlar kalkacak, işgücü dolaşımı serbest olacak, tek vatandaşlık olacak o zaman. Zaten içeride kendiliğinden çözülmüş olur’. Öyle demiyor, ‘Kıbrıs meselesini benim istediğim gibi çözeceksin’ diyor ve bunu da dayatarak söylüyor. ‘Aksi halde seninle ilişkilerim gelişmez’ diyor. ‘Aynı ülkenin içinde gibi sınır kalkınca sorunu içeride çözelim’ demiyor, önce AB kanalıyla Yunanistan'ı dolaylı ilhak etmek istiyor. Çünkü yarın Türkiye'nin AB'ye alınması kesinlikle söz konusu değil.
Kıbrıs Rum yönetimi AB'ye tam üye olursa, bunun doğuracağı sonuçlar şunlardır:
1. Kıbrıs Rum yönetimi, Yunanistan'a ilhak edilmiş olur. Yerleşim serbestliğinden, dış politika, dış savunma, dış ekonomik ilişkilerde, AB şablonu içine giren Kıbrıs Rum yönetimi, "öncelikle Yunanistan ile ekonomik, sosyal, politik ve askeri entegrasyona" gitmiş olur.
2. Tüm adayı temsilen, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyesi durumuna gelen Rum yönetiminin talebi üzerine, KKTC üzerinden artık yalnızca Rum yönetimi değil, tüm AB, bir bütün olarak baskı yapar ve Türkleri, aynen Batı Trakya Türkleri gibi herhangi bir azınlık durumuna getirir.
Bu bakımdan, Türkiye, Rum yönetiminin AB üyeliğine kesinlikle karşı çıkmalıdır. Ankara ancak, adada iki devletin varlığı kabul edilir ise sadece Kıbrıs devletinin AB'ye üyeliğine evet diyebilir.[3]
Şu da düşünülebilir; Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ileride, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde neden olmasın? Türkiye'de, Rusya'da, Ukrayna'da, Beyaz Rusya'da topladığımız zaman, Rusya 150 milyon, Ukrayna 50 milyon, Türkiye de bugün 65 milyon, Beyaz Rusya'yı da koyun 10 -15 milyon nüfusa sahip. Bunlar Batı Avrupa'nın nüfus ağırlığına sahip çok fakir ülkeler. Avrupa'nın kendi refah seviyesini bir kalemde silmesi gerekir. Batı Avrupa bir refah topluluğu, insanlar bir işçisinin, insanının işsiz kalmasını istemiyor. Kendi rahatına ulaşmış, kendi sağlık eğitim vs’ den özveride bulunmak istemiyor. Ne diye kendisini bir bakıma ezecek olan bu ülkeleri içine alıp da kendi refahını aşağıya indirsin.
Dünyanın gelişmesi açısından ne yapıyorlar diye ülkelere bakıyoruz. Kendi toplumlarının refah seviyelerini yükseltebilmek için tank gönderiyorlar, top gönderiyorlar, uçak gönderiyorlar. Petrolü ben kontrol edeceğim, diyor. Neden? Kendi toplumu ondan refah sağlasın. Biz de öyle olmayacak diyoruz. Ne yapacak? Onlar gönüllü olarak kendi refah seviyelerini yarı yarıya indirip bizi içeri alacaklar. Bunun hiçbir mantığı yok. Ne siyasal, ne ekonomik, ne kültürel, ne de sosyal…
Hıristiyan Kulübü
AB, açık olarak söylemese de bir Hıristiyan kulübüdür. Artık televizyonları buradan çok rahat seyredilebiliyor. Açtığınız zaman Avrupa'nın kanallarını, uydu yayınında kanalların 4/3'ünde ne vardır: Kilise ve ayin… Avrupa kozmopolit değildir. Hatta iki yıl önce Avusturya'da aşırı sağ muhafazakâr parti koalisyona girdi. Hayder'in partisi. Doğu tehdidi kalktıktan sonra Doğu’dan tehdit gelmesin diye, kendi içindeki bu kimlik meselelerini bir kenara itmişler. SSCB tehdidi kalkınca artık kendi doğal tarihsel gelişimlerine kültür de dahil olmak üzere daha farklı bakmaya başladılar. Dışarıya farklı bakmaya başladılar. Yukarıdakiler ve aşağıdakiler, içeridekiler ve dışarıdakiler diye.
Bugün AB açısından Türkiye'nin yeri 'meda' içindedir. Yani Akdeniz ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri; Fas, Cezayir, Mısır, Tunus, Lübnan, İsrail onlar içinde. Mesela Fas'a ne kadar gıda ve teknik yardımı yapacaksa Türkiye'ye de o kadar yapıyor.
Ab, Kanun Tanımaz
Üniversitede veya dışarıdan insanın, ‘bu koşullar altında ve ne pahasına yararlanırım’ diyerek bunu bir özeleştiriyle algılaması gerekir. Ne pahasına kısmı göz önünde tutulmuyor, bilmem ne projesi gelirse -10, 15, 20 bin dolar- üniversitemizde yapılır hale geliyor. Geçenlerde bir gazetemizde Kıbrıs Doruğu’nda çıkan bir sonuçtan çok rahatsız olmuş, "Kurumlarımıza ne söyleyeceğiz?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Avrupa, Kıbrıs sorununun 1993'e kadar dışındaydı, 1993'te devreye girdi. Üstelik Akdeniz politikası değişerek ve uluslararası anlaşmalara aykırı olarak devreye girdi. AB'nin Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan ilişki kurması uluslararası hukuk açısından geçersizdir. Çünkü Güney Kıbrıs Rum yönetimi fiili bir durumdur.
1960 antlaşmalarında iki ayaklı bir devlet söz konusuydu. Ayaklardan sadece biridir Rum ayağı, bunun bir de Türk ayağı var. Rum ayağının adanın tümünü temsil ediyormuş gibi Brüksel'le görüşmesi 1959-60 Londra, Zürich Antlaşmaları'na tamamen aykırıdır. Bu teknik bir şeydir. AB karar alıyor ve Ankara'ya dayatmada bulunuyor. Ankara da dayatmaya karşı durumu dengelemek için pozisyon alıyor. Ankara'nın Türkiye'nin çıkarlarını üstün tutmak değil, dengelemek için yaptığı çıkışı bile ‘Aman çok kızarlar, Brüksel'i kızdırmayalım sonra üstümüze gelirler, sonra biz torunlarımıza ne deriz’ şeklinde Türk kamuoyuna sunmak kadar toplumu küçültücü, aşağılayıcı bir şey olamaz.
Bu, Atatürk 1919'da Anadolu'da bağımsızlık için savaşırken işgal basınının, İngiliz, Fransız basınının Atatürk'ü hain ilan eden yayımlarını hatırlatan tutumdur. Bizler yarın da torunlarımızın Atatürk torunları olmasını istiyoruz. Vahdettin torunları değil. O ayrımı bugün iyi görmemiz gerekiyor.
Türkiye Ne Yapacak?
Türkiye-Avrupa ilişkilerinde Türkiye'nin karşılıklı çıkarlarını koruyacak şekilde bir durum alması gerekir. Ekonomik olarak çok büyük çıkarlarımız vardır, Türkiye Avrupa'ya arkasını dönemez. Bu, Türkiye'nin AB'ye tek yanlı bağlanması ve yarı mandası olması anlamına gelmez. Türkiye'ye bunu yapmak isteyenler ki, bunlar vatan hainidir, niye bunu istiyorlar hiç düşündünüz mü?
Özellikle büyük sermayenin belli bir kesimi şöyle bakıyor hadiseye: ‘Türkiye Ankara'dan mı idare edilecek? Bağımlı olarak, yarı bağımlı olarak, manda olarak Brüksel'den edilirse daha bir huzur içinde olurum’. Ve kendine göre pratik nedenleri de var, gerekçeleri var. ‘Ankaradakilerle uğraşacağıma Brüksel'den işimi daha kolay halledebilirim. Ankara'nın ne olacağı belli olmaz’ diyor. Bakıyor, ‘askeri gelir, şusu gelir, busu gelir işime karışır; senin fabrikan ne oluyor bakalım, danışalım görüşelim’ diyor. ‘Brüksel'e bağlı olduğum zaman, tek yere bağlı olduğum zaman Ankara'dan da Brüksel'den de kurtulurum’ diyor, böyle bakıyor hadiseye.
Sonuç
İçeride bizim bazı sorunlarımız var. Bu dış ilişkilere yansıyor, içeride toplumsal demokrasi yok. Toplumsal demokrasiyi şöyle algılıyorum: Ülke insanının kendi çıkarlarını demokratik yöntemlerle mecliste çıkar grubunun büyüklüğü ölçüsünde yansıtabildikleri ve bana göre hükümetlerin uygulama politikaları belirleyebildikleri bir yapı.
Mecliste tarım kesiminin, işçinin çıkarı korunmalıdır. İçeride bu denge olmadığı için, bazı dar kesimler iç yönetimde hakim oldukları için, özellikle büyük sermayenin sayısı, Türkiye'nin dış ilişkilerine içerideki bu çarpıklık nasıl yansıyor? Türkiye-AB ilişkilerinde 1995'te yaptığımız tek yanlı bağımlı anlaşmalar altyapı şeklinde yansıyor. Yani sosyal demokrasi yoksa, dış ilişkilerde de Türkiye ulusal çıkarlarını dengeleyecek ilişki düzenini kuramaz. Dışarıdaki ilişki düzeni içerideki o dar çevrenin istediği ve onun çıkarları doğrultusunda belirlenir haldedir. O zaman işte 1995 belgesi imzalanıyor, o zaman Ankara'da dengeli bir çıkışa, ‘ne deriz’ şeklinde ifadelerle bakılır hale geliyor.
Özellikle 1995 yılı çok dramatik ve dış politika bakımından talihsiz bir yıl oldu. Bu ibret alınacak olaylar, Türkiye'de bazı çevrelerin, ulusal politikalarda ne tür olumsuz sonuçlar doğurabileceklerini de göstermektedir.
İşin ilginç yanı, Susurluk benzeri olayların da aynı dönem içinde büyümesidir. Ahlaki değer yargılarındaki bozulmaların halkaları politika-ekonomi ekseni üzerinde, bir tarafın çürüme özelliği gösteren ve mafyayı öne çıkaran bir boyut sergilemiş, diğer yandan da ulusal çıkarları ayaklar altına alan dış politika yanlışları yapılmıştır. Ekonomi-politika ekseninde, bu bozulmalar, belli kişi ve gruplar çevresinde odaklanmaktadır. Bu, kesinlikle bir rastlantı değildir.[4]
Dipnotlar
1. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 14, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998
2. Age. sf. 32
3. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 22, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998
4. Age. sf. 191
http://www.turksolu.com.tr/ileri/02/manisali2.htm
..