Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2019 Salı

Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak, ILIMLI İSLAM, UYUMLU İSLAM ! KANDIRMASI,

Avrupa Birliği Çıkmaz Sokak,  ILIMLI İSLAM, UYUMLU İSLAM !  KANDIRMASI,  



  Erol Manisalı, 
  Cumhuriyet Gazetesi,

Erol Manisalı’nın 5 ciltlik ‘Hayatım Avrupa’ (Cumhuriyet Kitapları) dizisi sözün konusu. ‘Ortak Pazar’dan Avrupa’ya’, ‘Askeri Darbeden Sivil Darbeye’, ‘Türkiye’nin Askersiz İşgali: Gümrük Birliği’, ‘Avrupa’nın Askerle Kavgası’ ve ‘Avrupa’yla Derin Bağlar’ başlıklarını taşıyan dizide Türkiye-Avrupa (AB) ilişkilerinin yakın tarihini büyüteç altına alıyor Manisalı.
Gamze Akdemir.,
Cumhuriyet / Kitap – Bunun yanında Türkiye içinde oluşturulmakta bulunan önceki ve yeni dengeleri ve oligarşinin yanar döner kimliğini de sergiliyor. İktisadi, siyasi, askeri ve kültürel faktörlerin nasıl iç içe geçtiklerini ve kullanıldıklarına yakın plan yapıyor. Sermaye çevreleri ve siyasal İslam arasındaki yeni bağların Türkiye’nin iç dengelerinde ve dış (yani yüzde 90 AB ve ABD) ilişkilerinde en önemli belirleyici öğe olmaya başladığını okuyoruz. Ve Türkiye-AB ilişkilerinde kurulan tek yanlı bağların siyasal sermaye ve siyasal İslam için ortak bir ‘kaldıraç işlevi’ gördüğünü… AKP iktidarının kimliğinin tüm ayrıntılarıyla ortaya konulduğu dizide, Manisalı’nın eski öğrencisi Abdullah Gül’ün yanı sıra Tayyip Erdoğan’ın dönüşümü de örnekleriyle sunuluyor. Erol Manisalı ile ‘Hayatım Avrupa’ dizisini konuştuk.
-‘Avrupa’yla Derin Bağlar’ kitabınızda AKP iktidarının ve yönetiminin kendi hesaplarını, AB üzerinden nasıl yürüttüğünü ayrıntılarıyla okuyoruz. Hangi yeni kapıları araladınız?
– AKP üst yönetiminin, Avrupa Birliğini arkasına alarak, Türkiye’de siyasal İslama karşı çıkan odakları ortadan kaldırmak veya zayıflatmak en önemli amaçtı. Bu pencereden baktığımız zaman, ‘AB’nin AKP için sadece bir maşa, bir araç olarak kullanıldığını’ gördüm. Bu durum AB’nin de işine geliyordu, onlar da AKP’ye içerde verdikleri desteğin karşılığında, ‘Türkiye’yi içeri almadan’, her türlü ödünü alabileceklerdi. AKP ile AB arasında böyle bir alış veriş düzeni kuruldu. Vatikan’ın Papa’sı bile AKP’ye yardım etti. 2002-2009 döneminde fiilen yaşananlara baktığımızda, bu alış verişin her iki taraf açısından da başarılı bir biçimde gerçekleştiğini gördük. AB, AKP iktidarından istediği iktisadi, siyasi ve kültürel ödünleri bir bir aldı. Bunu da açık bir biçimde söyledi: AKP iktidarı, bugüne kadar Türkiye’de gördüğümüz en iyi yönetimdir dediler. Bu ifade, AB’nin çıkarları açısından tamamen doğrudur. Türkiye piyasası AB’nin çıkarları doğrultusunda işlemeye başladı. Avrupa tekelleri, ‘sigortacılıktan gıdaya’, her alanda sektörleri ele geçirmeğe başladılar. Siyasal ve kültürel olarak, ‘Türkiye’nin çözüştürülmesine yönelik’ yasalar çıkarıldı, uygulamalar başladı. Bu ‘özgürlük ortamında’, AKP de kendi dinci yapılanması yolunda ilerledi.
Yeni muhafazakârlar ve AKP
– İlerledi ve günümüze gelindi. Şimdi mevcut koşullarda Türkiye içindeki yeni oluşumları ve dış ilişkilerdeki yeni dengeleri de ortaya koyuyorsunuz kitabınızda. Okurlara bir ön rehber olması adına yeni ambalajı nedir bu yeni dengelerin? Teslimiyet sürüyor, ne değişecek?
– Prof. Davutoğlu, Dr. Yalçın Akdoğan gibi AKP danışmanları ve teorisyenleri AKP ile Batı’nın talepleri arasında, ‘ilk defa örtüşmelerin ortaya çıktığını’ vurguluyorlar. AKP’nin Batı Kapitalizmindeki yeni muhafazakârlara iyice yaklaştığını görüyoruz. Yeni muhafazakârların Batı kapitalizmindeki girişimleri Türkiye’de AKP tarafından bir boyutu ile kullanılmaya başlandı. Özellikle devletin küçültülmesi ve serbest piyasa ekonomisinin esas alınmasında büyük bir örtüşme görülüyor. Ancak AB’nin ve AKP’nin niyetleri farklı tabii. Meclis’in ve bürokrasinin AB süreci içinde ‘Batı güdümüne sokulması’ devletin ve Cumhuriyetin ‘alışılmış değerlerinin gevşetilmesi ve silkelenmesi’ anlamına geliyor. AB ve AKP talepleri bu konuda örtüşüyorlar. Bu örtüşme içinde, ‘Türkiye ve Batı’nın karşılıklı çıkarlarının geliştirilmesi ve dengelenmesi’ yoktur. Batı’nın Türkiye’nin ve bölgenin aleyhindeki taleplerinin yerine getirilmesi daha bir esastır. Batı’nın yeni Türkiye politikasında da ABD ve Avrupa birleşmişlerdir. Ve gözlerini daha da karartmışlardır.
Ilımlı islam, Uyumlu islam!
– Ortaklaşa ağız ve gömlek değiştiren Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül lokomotifliğinde AKP’nin ABD’ye biatına, yani ‘ilk ve demirbaş örtüşmeye’ dönersek’ Kitabınızı henüz okumayanlara rehber olması adına ne derece bir örtüşmeydi bu, yani sonuçta zeminleri belli bu insanların, İslamcılar’
– Batı kapitalizminin ve emperyalizminin ‘ılımlı İslam’ dediği aslında ‘uyumlu İslam’dır: Batı’nın her dediğine uyan bir İslam… Bir kere önce metazori sonra gönüllüce hemen her şeyleri değişmişti. Antiemperyalist ve anti Amerikan kimlikleri yerine şimdi ‘onunla işbirliği’ yapan bir duruş vardı. Ama İslamcı ve şeriatçı kimlikleri değişmemişti ki, o değişmez. Benim görebildiğim kadarı ile ‘programlı bir değişim süreci’ başlatıldı. Ne kadarı sahte, ne kadarı gerçek; bunu şimdiden tam olarak kestirmek zor olsa da elde bazı net kanıtlar var! Abdullah Gül’e çok dikkat edin! Abdullah Gül’ün 1995 ve 1996 yıllarındaki söylev ve değerlendirmeleri çok tutarlı idi; kendi içinde bütünlüğü vardı. Kapitalizme ve emperyalizme karşı yapılan eleştiriler siyasal ve iktisadi bütünlük görülüyordu. O tarihte, emperyalizmle yüzleşen; ona meydan okuyan; kendi düşüncelerinin arkasında inatla ve inançla duran bir Abdullah Gül var. ‘İslamcı, muhafazakâr, milli öğeleri emperyalizme ve kapitalizme karşı kullanan’ bir yaklaşım söz konusu. 2000’li yıllara geldiğimizde AKP ve Abdullah Gül’ün tutarsız ve emperyalizmle işbirliği yapan bir konumda olduğunu görüyoruz. Yani 28 Şubat Süreci’ne kadar antiemperyalist kimliğini dimdik TBMM kürsüsünde dile getirme cesaretini gösteren Abdullah Gül 180 derece dönmüştür. 1994-1997 dönemindeki Abdullah Gül ile AKP yönetiminin tepesindeki Abdullah Gül siyahla beyaz kadar farklıdır. Bu farklar, AKP iktidarı döneminin, toplumla çatışmasının nedenlerini de anlatıyor.
Dönüşümün böylesi
– Ya Tayyip Erdoğan?
– Abdullah Gül’ün dönüşüm sürecini Tayyip Erdoğan da gösterdi tabii. 2000-2001 yıllarında birdenbire, ‘ben değiştim’ diyerek ortaya çıktı. Televizyon ekranlarında insanlar Tayip Erdoğan’ın 1990’ların başındaki kasetleri ile 2001’deki konuşma kasetlerini karşılaştırdıklarında şaşkına dönüyorlardı. 27 Ağustos 2001’de Cumhuriyet’teki köşemde ‘Kasetteki İki Yüz’ başlıklı bir yazım çıkmıştı. Bu yazıda ‘1990’lı yılların başında ümmetçi ama Sultan Galiyev’i andıran bir Tayyip Erdoğan var; 2001’de ise boynu bükük, Ensesine vur lokmayı azından al misali, süklüm püklüm; mahcup, utangaç bir Tayyip görüyoruz’ demiştim. Evet, Erdoğan da Gül gibi birdenbire değişmişti. Sanki her ikisi de, bilim kurgu filmlerindeki gibi; onların kılığına giren başka insanlar olmuşlardı. Avrupa ve Amerika diyorlar, başka bir şey söylemiyorlardı. Sanki efsunlaşmışlardı. Tayyip Erdoğan’ın, Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök’ten randevu almak için Paul Wolfowitz’den ricada bulunması nasıl olabilirdi? İnsanın inanası gelmiyordu. Yazıldı, yayımlandı ve itiraz dahi etmediler; olay doğruydu, insanlar şaşkınlık içindeydi. Hale bakın!
– Abdullah Gül ile tanışıklığınız öğrenciniz olduğu yıllara dayanıyor. Hayatım Avrupa dizisinde, Gül ile 1979-1996 döneminde hayatınızın üç noktada kesiştiğini de yazıyorsunuz. Bu kesişmeleri anlatır mısınız?
– Gül ile ilk defa 1979’da Sakarya Üniversitesi’nde karşılaştım. 4-5 aylığına, cuma günleri burada ders vermem için öneri geldi, kabul ettim. Bana geçici bir asistan tahsis edildi. Asistanın adı Abdullah Gül idi. Bana refakat ediyor, işlerimde yardımcı oluyordu. Gül ile daha sonra Ocak 1982’de karşılaştım. Doktora sınavında jürideydim. Benden başka Toker Dereli, Erdoğan Alkin ve Nevzat Yalçıntaş da jürideydiler. Gül, pekiyi derece ile geçti. ‘Türkiye’nin Ortadoğu Ülkeleri ile İktisadi İlişkileri’, tez konusunu oluşturuyordu. Abdullah Gül ile üçüncü karşılaşmamız Temmuz 1996’da oldu. Necmettin Erbakan-Tansu Çiller (Refah Yol) koalisyonunda, Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı idi. Gümrük Birliği konusunda benim görüşlerimi savunuyordu. Antiemperyalist ve milliyetçi bir çizgideydi. Denktaş’a hayrandı. Benim ricam üzerine, Erbakan’ı 20 Temmuz 1996’da, günübirlik de olsa, ite kaka KKTC’ye getirmeyi başardı.
Radikal mi verelim, ılımlı mı?
– AB olayını daha geniş perdeden çözmenizde Gül’ü tanımanızın nasıl bir etkisi olduğu söylenebilir?
– Şöyle, bu kitabımda iki bölüm ayırdığım Abdullah Gül’ün ‘değişen kimliğinde’, AKP’nin oluşumunu ve ABD ile derin bağlarını gördüm. Onun çizgisini mercek altına alıp izlerseniz, AKP’nin kimliğini, misyonunu ve derin bağlarını yakalarsınız. Bir turnusol kâğıdı gibi her şeyi ortaya çıkarır.
– Batı, sadece ılımlısına değil radikaline de mavi boncuk dağıtıyor’ Kimin ne zaman işlerine yaracağı belli olmaz değil mi?
– Avrasya’nın geleceğinde İslam ülkeleri etkili olacaklar. ‘Radikal İslam’ ve ‘uyumlu İslam’ yapay olarak bu nedenle üretildi, zorla oluşturuldu. Usame bin Ladin Amerika’nın, Kaplan Almanya’nın, Mollalar Fransa’nın ürünleri değiller mi? Kendileri beslediler ve geliştirdiler, her şey belgeleriyle ortada duruyor. Onlar Mustafa Kemal’lere, Musaddık’lara ve Nasır’lara karşıydılar. Bugün de Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nin yerine aynı nedenle İslam Cumhuriyeti koymak istiyorlar. ‘Uyumlu İslam’ ile işbirliği içindeler. Yanına da gayri milli sermayeyi ortak etmişler. Onlar bugün de Hugo Chavez’lere, Lula da Silva’lara bunun için karşı duruyorlar. ABD daha tutucu hale geliyor; Avrupa’da tutucu partiler oylarını soğuk savaş sonrasında arttırıyorlar. Batı kapitalizmi kendi içinde yeni Roma İmparatorluğu’nu kurma hazırlığı içinde. Onun için Vatikan’ın Papası Fidel Castro’ya gidip elini öptürüyor. Katolik kimliği sosyalist kimliğinin yanında bir sigorta olarak korunuyor. Ama aynı Papa 2002’de Ermeni Patriği ile birlikte ‘Türkler 1915’1922 arası soykırım yaptı, Hitler Türkleri örnek aldı. İlk soykırımı Türkler yapmıştır’ deklarasyonu yayımlıyor. Ve aynı Papa 30 Kasım 2004’te Fener Patriği’nin daveti üzerine yeni bir ‘ittifak için’ İstanbul’a geliyor. Batı’nın (ve kapitalizmin) ‘Radikal ve ılımlı İslam karşısındaki durumlarını anlayabilmek için’ bütün bu gelişmeleri birlikte değerlendirmek gerekiyor. Ayrı ayrı seyredilen kareler hiçbir anlam taşımaz, en azından Türkiye için… Kurtuluş Savaşımıza Batı’nın verdiği ‘soykırım referansı’ esasında ’emperyalizmin kırımı’ anlamındadır…
Denktaş’a atılan kazık
– Bir Kıbrıs konusunda AKP iktidarının taahhütlerinin arkasında yatan nedenleri de inceliyorsunuz kitabınızda. Yaptığınız özel görüşmelerde en çok neye dikkat çekti, uyardı Denktaş? Neler dönüyordu?
– Abdullah Gül’ün iki farklı Kıbrıs penceresi olmuştur: 1996’ya kadar olan birinci pencerede KKTC’nin sonsuza kadar varlığını ve egemenliğini savunan Denktaşçı bir Gül görürüz. İkinci dönemde ise Mehmet Ali Talat’ı tercih eden, ABD ve AB’nin taleplerine açık bir yaklaşım ve uygulama geçerlidir. Denktaş bu değişim karşısında şaşkındı, bir türlü anlayamıyordu. AKP hükümeti 1 Mayıs 2004’te, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak AB’ye tam üye yapılırken Abdullah Gül, Selanik’te kutlamalara katılıyordu. Bir de Denktaş’a atılan büyük bir kazık vardı: Şubat 2004’te Annan Planı’nı pazarlık etmek üzere New York’a gittiğinde Kofi Annan kendisine, ‘Senin edecek bir pazarlığın yok, Ankara Hükümeti planı zaten kabul etti, bana söz verdiler’ diyordu. >Denktaş bu acı gerçeği bana, Haziran 2005’te, ‘eski’ Kanal Türk’teki söyleşimizde, canlı yayında söylüyordu. Bütün bunları kitaba aktardım, insanlar ne olup bittiğini bilmeli.
– Bu gerçeği sansür eden televizyon ve gazeteler sansür ediyor, sizin ise Cumhuriyet’te ‘Davos ve Kıbrıs’ diye bir yazınız yayımlanıyor. Bir Davos tanımınız yer alıyor dizinin beşinci kitabında. Söyleşimizde mutlaka yinelemeli..
– Davos ilginç bir yerdir. Orada en değerli ‘KİT’ler alınır,’ ‘KİT’ler satılır;’ hatta adalar bile alınır satılır. Hatta hatta insanlar bile alınıp satılırlar. Davos, İsviçre dağlarının yüce doruklarında kurulmuş ‘prömiyer bir piyasadır’. Birileri alır birileri verir. Çok kez kimsenin ruhu bile duymaz. Bazen de biri kalkar, derin bir kuyunun içine haykırır: ‘Midas’ın kulakları, Midas’ın kulakları…’ Aynen Denktaş’ın çığlığı gibi…
İlahi Davos
– ‘Hayatım Avrupa’ dizinizde çarpıcı tespitlerden biri de Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs konulu veryansınlarına ilişkin.. Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs konusunda da esip gürlediği dönemler’- Hem de daha 3 Kasım 2002 seçimleri ertesinde henüz milletvekili bile değilken esip gürlüyor, Rauf Denktaş’ı ve Ankara’nın eski Kıbrıs politikasını adeta yerin dibine batırıyor. Erdoğan’ın söyledikleri Brüksel’in, Washington’un ve İstanbul patronlar kulübünün söylediklerinin aynı idi. 40 yıllık Kıbrıs politikamız değişecek; bu iş Denktaş’la olmaz diyordu. Bunlar; Batı’nın ve Türkiye’nin içinde ‘kimi büyük sermaye çevrelerinin’ söyledikleri ile örtüşüyordu. Hayatında Kıbrıs konusunda teknik meselelere girmemiş bir insan şimdi ‘Kıbrıs için Belçika modeli uygulanabilir’ diyordu. – Zamanlama da müthiş!- Tabii ‘Çözümsüzlük çözüm değildir’ sloganını Batı çevreleri gibi tekrarlamaya başladı bir kere. Erdoğan ‘çözümsüzlük de bir çözümdür’ diyenin Denktaş değil de Klerides olduğunun farkında bile değildi. Zamanlama evet. Klerides bu sözü ta 1970’lerin başında söylemişti. AKP üst yönetiminin daha hükümet bile olmadan 3 Kasım 2002 seçimleri biter bitmez bunları söylemesi dikkat çekiciydi. Bütün bu açıklamalar, ‘Washington ve Brüksel gözlüğünün AKP iktidarında egemen olacağını’ ortaya koyuyordu. Anlaşılan sözler verilmiş, şimdi bunun pazarlanması başlatılmaktaydı. Zaten 2003 Davos doruğunda Cüneyt Zapsu, ‘çözüm için gerekenleri ve istenenleri’ BM ilgililerine veriyordu.- Turgut Özal, S. Demirel, Necmettin Erbakan, Tansu Çiller ve Bülent Ecevit ile görüşmelerinizi de okuyoruz Hayatım Avrupa dizisinde. Her biri için özet tespitleriniz nedir?- Turgut Özal ‘sermaye çevrelerinin siyasette mutlak egemenliğini’ benimsemişti ve Türkiye’nin bu bağlamda, ‘Batı kapitalizminin himayesine sokulmasını’, tek çıkış yolu olar görüyordu. Demirel, konjonktüre göre vaziyet alan bir esneklik içindedir. Gerektiği zaman, Batı’dan alamadığını, gidip Sovyetler Birliği’nden çatır çatır alabilmiştir. Erbakan siyasal İslamı, İslam dünyasını esas alan bir anti kapitalisttir. Tansu Çiller, Amerika’ya biraz fazla bağımlı bir piyasacıdır. İdeal bir kapitalisttir. Politikacı olamayacak kadar dürüst ve idealist bir insandır. İçlerinde sisteme karşı çıkabilen iki kişi vardı: Ecevit ve Erbakan, bu nedenle Amerika her ikisini de devirdi.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Avrupa’ya Derin Bağlar-Hayatım Avrupa 5
 Erol Manisalı - Cumhuriyet Kitapları 316 s.
posted by washington @ 12:42 AM

Saturday, March 21, 2009

“DAVOS ADAMI” Bugra Atsiz

Ankara isimli uzay gemisi kaptanının son Davos toplantısında gösterdiği diplomatik “kahramanlık” rezâleti iki günlük vâveylâdan sonra unutuldu gitti. Yakın gelecekteki seçimlere dönük bu saman alevi parlamasının Türkiyeye ne getirip götürdüğü ileride belli olur. Konumuz da zâten o değil.
“Davos Adamı” tâbiri muhâfazakâr entellektüel Samuel Huntington tarafından ortaya atılan bir yakıştırmadır. Bu tâbir ile Davos Konferansına yâhut da Forumuna katılan özel tip târif edilmek istenmiştir. Huntington’un ifâdesine göre bu katılımcılar, ‘vatanlarına sâdık olma gereği hissetmeyen, millî sınırları şükürler olsun artık ortadan kalkmakta olan birer mânia olarak gören ve millî hükûmetlere de elit tabakanın operasyonlarını kolaylaştırmaktan başka fonsiyonu olmayan eskiye âit birer artık nazarıyla bakan kimselerdir.’ [ Superclass: The Global Power Elite and the World They Are Making. David Rothkopf, 2008, s. 6 ve 275 ].
Bu târifi kime yakıştırırsanız yakıştırın bir gerçek payı olduğu muhakkak. Ben şahsen Davos Forumundan elle tutulur bir sonuç çıktığını hatırlamıyorum. Tabiî yanılıyor olabilirim. Davos, bence dağ havası eşliğinde elit (!) tabakanın yılda bir biraraya geldiği, dostlukların tâzelendiği, yeni dostlukların kazanıldığı ve politik ve ekonomik meselelerin tartışılarak kimsenin uygulamaya gerek görmediği karârların alındığı bir cümbüşten ibâret. Davos 2009 Forumunun sonuçlarını İngilizce bilenler verdiğim linkten okuyabilirler: http://www.weforum.org/pdf/AM_2009/DavosOutcomes.pdf
Sonuçlar arasında sayılan maddelerden biri de global krizin sebeblerini araştırmak. Gülmemek elde değil. Bu forum hakîkaten bir işe yarasaydı, uzmanlar (!) geçen yılki toplantıda krizin geldiğini tesbit ederler ve gerekli tedbirleri alırlardı. Aksini düşünmek mantığa aykırı olurdu gibi geliyor bana. Ama tabiî her fânî gibi yine yanılıyor olabilirim.
Bir Amerikan târihçisi ve Kennedy ve Johnson’un danışmanlığını yapmış olan aynı isimli ve yine târihçi olan şahsın babası olan Arthur M. Schlesinger, ABDnin kurucuları olan politikacılardan bahs ederken onları ‘korkusuz, yüksek prensip sâhibi, antik ve modern siyâsî düşünceye vâkıf, akıllı ve uygulamacı, denemekten çekinmeyen ve insanın, zekâsını kullanarak durumunu düzeltmeye muktedîr olduğuna kanî idiler” diye târif etmiştir. 
    Bu kâbiliyetin sâdece 2,5 milyon kişi arasından çıktığı göz önünde tutulursa bugün 70 milyonluk Nüfûsa sâhib Türkiyeden niçin aynı kalitede adam çıkmadığının araştırılması elzemdir. Sosyologlara iş düşüyor.
Politika değil, Politikacı tıkanır diye bir söz vardır. Ankara bunu mu İspata çalışmakta?
Buğra ATSIZ
25 Şubat 2009,
Kanada




25 Ekim 2017 Çarşamba

Kumpas Kime Kuruldu?


Kumpas Kime Kuruldu?


Erol Manisalı

Başbakan başdanışmanının cemaati, “Ergenekon ve Balyoz aracılığı ile TSK’ye kumpas kurmakla suçlaması” bir milat niteliğindedir. 
Çünkü içinde, TSK’den başka pek çok şeyi de barındırmaktadır. Ergenekon ve Balyoz’u bir kumpas aracı olarak gördüğümüz zaman kurgulanan oyunun hedefinde daha başka pek çok şey vardır; 
-Atatürkçü ve Cumhuriyetçilere karşı kurulan oyun...
-Türkiye’nin güvenliğine ve bütünlüğüne karşı düzenlenen bir operasyon... 
-Demokrasiye ve çağdaş değerlere karşı bir kurgunun da beraberinde düşünülmesi gerekenlerdir.
İktidar ve cemaat, en azından 2003-2009 döneminde, kurgulanan operasyonların aynı tarafında bulunuyorlardı. Bu birliktelik gerek uygulamada, gerekse her iki tarafın söylevlerinde net bir biçimde görüldü ve yaşandı.
Peki ne değişti de Cemaat kumpasçı oldu?

-AKP mi değişti? Otoriter ve totaliter bir yapılanma içine girerek cemaate karşı cephe mi aldı?
-Kürdistan sorunu (ve Kürdistan) üzerindeki iç ve dış hesaplar mı değişti? AKP açısından bu olamaz, açılımlar konusunda ellerinden geleni yaptılar ve bütün kapıları açtılar.
-ABD’nin hesaplarında revizyona mı gidildi?

-Yoksa AKP üst yönetiminin İslami derinliklere saplanmasından rahatsız olanlar mı vardı?
-Ya da bunların hiçbiri geçerli değilse, “ikisini birbirine kırdırıp” daha rahat at oynatmak isteyenler mi ortaya çıktı?
Öyle anlaşılıyor ki “yerel, bölgesel ve küresel aktörler arasındaki etkileşim” tek yönlü çalıştığı için bu tür beklenmedik sonuçların(!) ortaya çıkması kaçınılmazdır.
AKP iktidarı da cemaat de “sistemin edilgen öğeleridir”. Gerektiği zaman işbirliği yaptıkları gibi kavga da ettirilebilirler. Bunları “doğal” karşılamak gerekir.
Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz 

Yalçın Akdoğan’ın bugün “keşfettiği” kumpas aslında çok önceden kurgulanmıştı. Kürdistan, Ergenekon ve Balyoz birbirine endekslenmiş ve birbirini tamamlayan öğelerdir.
“Ergenekon ve Balyoz operasyonları (kumpasları) olmasa Kürdistan’ın oluşmasında bu noktaya gelebilir miydik” değerlendirmesini yapanlar sadece iktidarın kimi yöneticileri değildir; Fırat’ın doğusunda bu ifadeye gönülden inanan çok büyük bir çoğunluk bulunmaktadır. 
Kumpasın mağdurlarından, “Silivri’yi görmüş, kumpas sonucu kanser bile olmuş bir mağdur akademisyen olarak” olayların nasıl kurgulandığını iliklerimde hissetmiş ve yaşamış bir insanım. Halen de yaşamaktayım. 
Aslında Yalçın Akdoğan daha 10 yıl önce, kurulmakta olan kumpası farkında olmadan televizyon kanallarında ifade etmişti. “Bizim Batı ile taleplerimiz 200 yıldan beri ilk defa örtüşüyor” demişti.
Ben de 16 Ocak 2004’te Bıçak Sırtı köşemde kendisine nelerin örtüştüğünü sormuştum(*). Dolayısıyla, Yalçın Akdoğan’ın“Kumpas” ı keşfi yeni değildir; 10 yıl öncesinde bu gerçeği görmüştür! 
Kumpas oyunları bu coğrafyada hep oynanageldi. Önemli olan şudur: Siz oynayan mısınız? Yoksa sizin üzerinizde başkaları mı oynuyor? Bütün mesele budur. 
(*) 16 Ocak 2004, Bıçak Sırtı, Cumhuriyet 


***

3 Ekim 2017 Salı

15 Temmuz ABD’nin ‘ Stratejik Hatası’ mı?


15 Temmuz ABD’nin ‘ Stratejik Hatası’ mı?


Erol Manisalı 

1990 sonrasında, ABD açısından Türkiye ve bölgede her şey yolunda gidiyordu:
- 1991’de Çekiç Güç’le birlikte Ankara ayarlanmış, Irak’ın 2003’te bölünmesi ve iç savaşa götürülmesi görünüyordu. 
-BOP ve Kürdistan projeleri birbirini tamamlar bir biçimde gidiyordu. BOP’ta Ankara işbirliği mükemmeldi. 
-Anti-Amerikan Erbakan 28 Şubat’ta saf dışı edilmiş yerine uyumlu (ve ılımlı) olanlar hazırlanmıştı. 
-BOP’a ve Kıbrıs’a direnen Ecevit, Bahçeli’nin koalisyonu dağıtması ile halledilmiş, uyumlu siyasal İslam iktidara gelmişti. 
-Kürt ve Kıbrıs açılımlarını Ankara ile ABD uyum halinde götürüyordu. Denktaş, Ankara için de istenmeyen kişi olmuştu. 
- 2004’te Ankara, AB müzakere süreci (!) ile, “AB’ye kesinlikle üye yapılmadan, Batı içinde, kapitalizmin bir kuması durumuna getirilmişti”. Moskova’cı Esad’a karşı Ankara, adeta savaş haline sokulmuştu. 
Bütün bu koşullar tıkır tıkır ABD lehine işlerken Türkiye’deki yeni siyasal İslam iktidarın karşısına 15 Temmuz’da, “cepte tutulan FETÖ’yü çıkarıp harekete geçmenin anlamı neydi”? Bu bir stratejik hata değil miydi? 
Yoksa ABD, 15 Temmuz ile, kestirme yoldan Lozan Türkiye’sinden Sevr’e mi geçmek istemişti? 

Rusya’ya itme hatası mı? 

ABD siyasal İslam iktidarını zoraki olarak bölgede, Rusya’nın yanına itmiş olmuyor muydu? Üstelik Suriye’de PYD’ye (PKK) doğrudan destek vererek “Türkiye’ye karşı savaşır konuma gelmenin” ne anlamı vardı? 
ABD Erdoğan’ı, “Erbakanlaşmaya doğru itmişti”. Benim aklıma iki neden geliyor: 
-Türkiye’de Lozan’ı Sevr’e, doğrudan ve kısa yoldan sürükleyeceğini düşündü.
-İkincisi ise FETÖ’nün, dünya ve Türkiye’deki ABD kanalı ile sahip olduğu yapılanma, ABD için çok büyük önem taşıyordu. 15 Temmuz’da sonuç alsaydı küresel kazancı daha yüksek olacaktı, böyle sandı. 
Ancak ABD, 15 Temmuz başarısızlığına karşın işi yine de riske sokmadı ve tekrar zamana yaymaya karar verdi. 15 Temmuz’da sonuç alamasa da Türkiye’de yarattığı iç kargaşa ortamının sonuçta kendisine yarar sağlayacağını düşünüyor. 
Meclis çalışmıyor, kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, içerde kutuplaşma tavan yapmış, her şey tek kişiye bağlı hale dönüşmüş, Avrupa ile gırtlak gırtlağa gelmiş, Yunanistan’dan Körfez’e herkesle kavgalı bir Ankara. 

ABD, bu da benim işime gelir, bu gidişle de Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşabilirim diye düşünüyor olmalı. Erdoğan’ın Batı ve Avrupa ile kavgası, Türkiye’nin Afganistan laştırılması, işine geliyor olmalı. 

İşin trajikomik yanı dün ABD, Türkiye ve Yunanistan’ı kızıştırarak dünya kadar silah sattı. Bugün ise Rusya, S-300 ve S-400’ler konusunda aynı şeyi yapıyor. ABD ve Rusya’nın PKK konusundaki pozisyonları da kısmen buna benziyor. 

Ya bizim halimiz 

Onlar açısından durum böyle iken bizim açımızdan ölümlerden ölüm beğen misali bir durum var. 
Biz Atatürk Türkiye’si olarak Meclisimizle, siyasal partilerimizle, sivil toplum örgütlerimizle, üniversitelerimizle, medyamızla, iş ve işçi çevrelerimizle kendimiz olmak zorundayız. 
Aksi halde pinpon topu gibi ABD ile Rusya; AB ile Çin arasında savrulur gideriz. İçerde ve dışarıda Atatürk düşmanları onu, işte bunun için: Sevr’e ve Kürdistan’a ulaşmak için silmek ve yok etmek istiyorlar: aynen 100 yıl öncesinde olduğu gibi. Ata’nın büyüklüğü, onun Doğu ile Batı arasında kurduğu dengede ve sentezde ortaya çıkmıştır.


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/826655/15_Temmuz_ABD_nin__stratejik_hatasi__mi_.html

***

10 Nisan 2016 Pazar

'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''



'' Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ''




Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
27 Aralık 2008 Cumartesi


Efendim çok yanılıyorsunuz, bunlar vatan haini falan değiller. Hele cehalet, bilgisizlik meselesinde, işlerin ayrıntılarını sizden benden iyi biliyorlar.

Meseleye yanlış yerden bakıyorsunuz bunları suçlarken; onlar suçlu falan değiller görevlerini yapıyorlar, misyonlarını sürdürüyorlar, yani misyonerler gibi…

Kendilerini dine değil Batı’ya, kapitalizme, emperyalizme adamışlar sadece, hepsi bu…

Ey onları suçlayan Türk halkı, yanılıyorsunuz; nerede yanıldığınızı söyleyeyim; onları kendiniz gibi bu ülkenin yurttaşları, vatandaşları sanıyorsunuz. Onlar ne akıl, ne mantık ve ne de ruh hali olarak sizin gibi bakmıyorlar, sizin gibi düşünmüyorlar, sizin gibi hissetmiyorlar, sizden çok farklılar, iş bu kadar basit…

-İki kutuplu dünyada sosyalist olan ya da Sovyetlere yakın duran kimi eski aydınların birçoğu 1990’dan sonra yavaş yavaş Batı’dan esen rüzgârları arkalarına almaya başladılar.“Libero kapitalist” kimliğe, bir bukalemun gibi dönüştüler. Neoliberallerse liberalizmi kapitalizmle özdeşleştiren, Batı kapitalizminin arkasında duran “saldırgan emperyalizmi” görmemezlikten gelen bir tür haline dönüştüler.

Profesör, bilgiç gazeteci, çok bilir romancı ya da işadamı görüntüsü içinde medyatik üne ve Batı desteğine bu kimlik değiştirme ile ulaşmışlardır. Vahşi kapitalizmin yorganının altına hiç çekinmeden dalıp, kendilerini sundular.

-Türkiye’de Batı’nın yönettiği yerli oligarşinin içine yerleşerek “Batı ile çatışma noktalarında” Türkiye’yi ödün için hazırlarlar. Bu çok önemli bir görevdir. Kıbrıs’ta Batı ile çatıştırmadan, işi tereyağından kıl çeker gibi hallettiler. Fener patrikhanesinde ilerleme sağlanması için altyapıyı hazırladılar.

ABD politikasına ters düşen “Türk Ortadokslarının” sesini fiili darbeler ve tecritlerle kıstılar. Kala kala bir “Ermeni meselesi” kaldı. Obama yönetimi ile birlikte talepler art arda gelecek. Şimdi Türk kamuoyunda, “Batı talepleri ve dayatmaları ile çatışmayı engellemek için” imzalar toplanıyor, görevliler görevlerini yerine getiriyorlar.

Amortisör görevi…

Önümüzdeki yıllarda ABD ve AB’nin Türkiye üzerindeki talepleri karar aşamasından uygulama aşamasına sokulacak. Türk kamuoyundan ve TSK gibi kurumlardan “sert tepki gelme olasılıklarını” ortadan kaldırmak gerek.

-Kimi akademisyenler, gazeteciler, sanatçılar hatta politikacılar önce özürle işe başlayacaklar. Kamuoyu “buna da alışacak...” Düşünceleri böyle.

-Türkiye’de halk, kurumlar ikiye ayrıştırılacak; evet diyenler ve hayır diyenler televizyonlarda, gazetelerde tartışmaya başlayacaklar. Batı’nın yeni talepleri böylece toplumda “meşrulaştırılacak”, olağan gelişmeler gibi algılanacak.

Batı Lozan’ı ortadan kaldırmak istiyor. Kimilerimizin hain, akılsız diye adlandırdığı bu insanlar Batı ile birlikte, Lozan’ın tasfiyesini benimsemiş kişilerdir.

ABD ve İngiltere Irak’ta durup dururken yalanlar uydurarak, haksız yere 1,6 milyon insanı katledip insanlık suçu işlerken bu “imzacı aydınlar” kıllarını bile kıpırdatmadılar. Bir imza kampanyası açmadılar, açamazlardı. Çünkü ABD ve AB bundan hoşlanmazdı.

İmzacılar Türkiye’ye ve bölgeye ABD ve AB’nin gözü ile onların penceresinden bakıyorlar. Dolayısıyla hain, cahil demek yanlış, onlardan biri olmuşlar. Kısacası “Batı’ya aitler”…

İlle de bir isim vermek gerekirse “karşı taraftakiler için” kullanacağınız bir tanımlama en uygunu olur. Bunlar, gerçek “ötekiler”.

Büyük Darbenin Öncüleri…

Üç-beş yıl sonra AB ülkeleri ve ABD’nin en yetkili üst kurumları soykırım tasarılarını benimseyip onaylayacaklar. Para talepleri ve toprak ödünleri dayatılacak. Bunların Türkiye’de büyük tepkilere ve Batı karşıtı hareketlere neden olması en korktukları şey.

-İlk etapta öncü olabilecekleri “enterne ettiler”, kapattılar.

-Şimdi kamuoyunun, yeni Batı taleplerine hazırlanması gerekiyor.

İçimizdeki, “bize ait olmayan kimilerinin” ortaya çıkıp, yarın Batı’dan gelecek taleplerin öncülüğünü yapmaları gerekiyor. Aynen, “Yes be annem”, “Hepimiz Ermeniyiz” kampanyalarında olduğu gibi psikolojik savaşın yürütülmesi zorunlu.

Ama lütfen bu imzacılara hain, cahil gibi yakıştırmalarda bulunmayın, onları küçümsemiş olursunuz. Onlar zaten karşı tarafın bir parçası, onlara ait; kullanacaksanız daha yerli yerine oturacak okkalı sözcükler bulun.

Sorunun temelinde Batı emperyalizminin siyasal İslamla kurduğu ortaklık var. Aydın adı altındaki işbirlikçiler, bu ortaklığın “halkla ilişkiler” ayağını yürütüyorlar; görevleri bu...

Bunlara, “ Batı Taleplerini Karşılama Komitesi ” demek en doğrusu...

***

Bir kutlama notu: İki gün önce Muazzez İlmiye Çığ ve Hayrettin Karaca’nın TBMM önünde ulusal çıkarlarımız adına taleplerini övgüyle ekranlarda izledim. “Topraklarımız yabancılara satılmasın” diyorlardı. Bakalım, “milletin vekilleri” kimin tarafında yer alacaklar: Milletin mi, yoksa yabancıların mı?

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/31098/_Bati_Taleplerini__Karsilama_Komitesi__.html


..

'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması,



'Kuralsızlık Kuralı' ve Toplumun Kendine Yabancılaşması



Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
20 Aralık 2008 Cumartesi

Türkiye, kendine yabancılaşıyor.

- Bireyler farkında olmadan, “ Kendilerine Yabancılaşıyorlar ”.

- Aynı şey kurumlarda da görülüyor. Acaba “bu yabancılaşma değişiminin” özelliği ne? “İyileşme yönünde” bir değişim mi? Örneğin teknik konularda ya da insan haklarında bir düzelme mi getiriyor? Yoksa bir iyileşme getirmeden, sadece yabancılaştırıyor mu?

Toplumun kendine yabancılaşmasında “Türkçenin yabancılaştırılarak bozulması” başı çekiyor. Bazı örnekler:

- “Çingene” sözcüğü yerine “Roman”ın sokulması… Roman Çingenenin yerini aldığında eski romanlarımızı, şiirlerimizi, şarkılarımızı gelecek nesiller anlamayacaklar. Bedri Rahmi’nin “Çatal karam, Çingenem…” dizeleri bir anlam taşımayacak.

- “Devre” sözcüğü yerine “seksiyon”un girmesi, Halit Kıvanç’ın kitaplarının okunmasını, radyo kayıtlarının dinlenmesini anlamsız kılacak, gelecek nesiller için.

- Geçenlerde Hürriyet’e verilmiş bir otomobil ilanı (reklamı) gördüm; başlıkta yer alan beş sözcükten dördü yabancıydı. Birinin ne anlama geldiğini ben de bilmiyordum. Diğer bildiklerimin Türkçe karşılıkları vardı. Televizyonda tenis maçı izliyorum, yorum yapan gencin kullandığı sözcüklerin yüzde doksanı İngilizce. Oysa çoğunun Türkçe karşılığı var. Türkçe yerine, sanki İngilizce dinliyorum.

Yine Hürriyet’teki haberde bir olay anlatılıyor. İçinde iki yerde “harika” veya “olağanüstü” yerine “fantastik” sözcüğü kullanılmış. Haberci artık “harika” sözcüğünü unutmuş veya bilmiyor.

İşin uzmanları, benim bu söylediklerimin çok daha vurucu olan binlercesini sıralayabilirler. Ben “esas meseleye” gelmek istiyorum; toplumdaki, “kendine yabancılaşmayı” doğuran öğeler neler? Bunların bireysel ve toplumsal boyutlarıyla ortaya konması gerekiyor. Ben yalnızca bir boyutuna değineceğim.

Toplumsal boyuttaki yabancılaşma

- Toplumda (ülkede, devlette) belirli bir ulusal politikanın bulunmaması en önemli etkendir. Ulusal (bütüncül) ne eğitim, ne kültür, ne iktisat ve ne de sosyal politikamız var. Fransa’nın ya da İsveç’in açık veya yarı açık politikaları vardır.

Ben bunu, “bireysel ve toplumsal özgürlüklerin dengelenmesi” olarak algılıyorum. Otomobil alıp trafiğe çıkma özgürlüğü vardır ama, trafik kuralları içinde kalmak koşuluyla kullanılır. İktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel konularda da iş böyledir.

- Türkiye’de bütüncül (makro) politikalar terk edilirken işler tamamen, kendi haline ve serbest piyasaya terk edilmiştir.

Aynen Amerika’nın mali piyasalarındaki başı boşlukta olduğu gibi, “kuralsızlık kuralı” getirildi.

AKP’nin çelişkisi ve Eygi

AKP iktidarı döneminde toplumun “kendine yabancılaşması” hız kazandı. AKP’nin üst yönetimine göre bu bir yabancılaşma değil, “kendine geliştir”.

Ancak bu “kendine dönüş” şu gayri milli ve yabancı dayanaklar üzerine oturtuluyordu;

- “Piyasalaştırma, özelleştirme ve yabancılaştırma uygulamaları” ulusal kimliği ve sosyal devleti tasfiye ederken yabancıların denetimi altındaki iç ve dış piyasaları, Türkiye’ye egemen duruma getiriyordu.

- Kurumsal olarak da AB ve ABD’nin Türkiye’ye her alanda, doğrudan müdahale edebilme kapılarını açıyordu.

- Milli (ulusal) kimlik yerine Arapçı bir yapılanma ortaya çıktı. AKP üst yönetiminin siyasal İslamı öne çıkaran ve bunu “özüne dönüş” olarak sunan politika ve uygulamaları “toplumdaki kendine yabancılaşmayı” tetiklemiştir.

Bu nedenle, İslamcı kesim arasında en baştan ayrışmalar ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’ün Necmettin Erbakan’dan kapmalarının gerisinde, bu çelişki yatmaktadır.

Son zamanlarda M. Şevket Eygi’nin İslami burjuvaziyi yerden yere vuran eleştirileri, bu yabancılaşmaya ve seçkinciliğe karşı çıkıştır. Daha açık söylemek gerekirse, “emperyalizmle yapılan işbirliği”, toplumun kendine yabancılaşmasını hızlandırdı.

Bir süre önce Canan Barlas ve benzerleri te- levizyon ekranlarında, “türbanı kadının şıklığı ve modernliği” olarak tanımlıyorlardı. Bu tanımlamalar, Eygi’nin söylediği “İslami Burjuvaziyi” yerli yerine oturtmaktadır.

15 Aralık’ta Cumhuriyet’teki yazımda Türkiye’deki dinci oligarşi üzerinde durmuştum. Dinci oligarşiyle İslami burjuvazi Türkiye’de tamamen aynı şeylerdir. Siyasal İslam, kurmak istediği dinci düzende, “kendi oligarşisini de beraberinde getirmeye çalışıyor”.

Batı kapitalizmiyle bağları, dinci oligarşi üzerinden yürütülmek isteniyor. Bu durum Batı’ya uyuyor; ılımlı İslam modelinde dinci oligarşi, Batı’nın taleplerini karşılayan bir zemin oluşturuyor.

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/29502/_Kuralsizlik_Kurali__ve_Toplumun_Kendine_Yabancilasmasi_.html


...


Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi



Kemalist Devrim ve ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ Filmi


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
13 Aralık 2008 Cumartesi


Kemalist devrim, “ Dincilerin ve Sömürgecilerin Egemenliğine karşı bir Savaştır”.

-Bağımsızlık, bunun vazgeçilmez bir parçasıdır.

- “Dinci ve sömürgeci işgale karşı” uygarlık ve aydınlanma, Kemalizmin doğal bir hedefidir.

-Halkın, “dinciye ve sömürgeciye üstünlüğünü sağlamak için”, katılımcı demokrasi gerekir. Bu da, Kemalist devrimin sonunda ortaya çıkmış olacaktı.

1923-1938 dönemi, bu hedeflerinin bir bölümünü, daha doğrusu “ön koşullarını” sağlamıştır. Dinci ve sömürgecilerin egemenliği ortadan kaldırıldı, bağımsızlık sağlandı, çağdaş uygarlık değerleri için dil, kültür, hukuk, iktisat alanlarında altyapı hazırlıklarına başlandı.

Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra Kemalist devrimlerin amaçlarına aykırı uygulamalara dönüldü.

-Kemalist devrimlerin karşısına aldığı “kapitalist ve sömürgeci odaklara, kapılar yeniden açılmaya başlandı”.

-Dinci odaklara yeşil ışık yakıldı, “çağdaş ve laik sosyal hukuk devleti yerine”, bu odaklar filizlenmeye başladılar.

Emperyalist ve dinci odaklar aralarında sürekli işbirliği yaptıkları ve birbirlerini tetikledikleri için, Kemalist devrimlere karşı ortak bir cephe oluşturdular.

Kemalist devrimlere karşı cepheyi oluşturan unsurlar şunlardan oluşuyor:

-Cumhuriyet’i en baştan istemeyen “dinci odaklar”.

-Lozan’a ve Türkiye’nin ulus-devlet kimliğine karşı çıkarak Sevr’i savunan bölücü çevreler.

-Batı ile yakın göbek bağları olan kapitalist çevreler.

Bölücülerin tamamı, dinci ve kapitalist çevrelerin bir bölümü Batı emperyalizminin Türkiye’deki yerel ortakları durumuna gelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açıktan veya örtülü, doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalizmin işbirlikçisi konumundadırlar.

Bir kara mizah yapıtı…

Son yıllarda Cumhuriyet’e, Atatürk devrimlerine ve Lozan’ın kazanımlarına karşı tezgâhlanan saldırıların gerisinde bu odaklar ve onların dışarıdaki destekçileri vardır.

-Medyada, hatta sanat çevrelerinde çoğunlukla Washington’ın, Brüksel’in politikalarına uygun bir hava estirilir. Örneğin “Mustafa” filmi gündeme getirilip her yerde tartışılırken “Osmanlı Cumhuriyeti” yapıtı özellikle saklanır. Çünkü Osmanlı Cumhuriyeti filminde Amerika’nın ve Avrupa’nın Türkiye üzerindeki kirli hesapları, kara mizahın zenginliği içinde seyircinin önüne serilip maskeleri indirilmiştir.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini gündeme getirmek, tartışmak dış odakların ve tabii onların içerideki uzantılarının işine gelmez. Ben okurlarıma bu filmi mutlaka izlemelerini öneriyorum. Cumhuriyet, Osmanlı, ulusallık, sömürü tartışmalarını kara mizahın çarpıcı dili ile sergileyen bir eser. “Mustafa” filmi gibi tartışılmaması, Türkiye’deki örtülü faşizmin varlığının en önemli kanıtıdır.

Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti, “Hayır diyenlerin” tarafındadır. Eğer Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist devrimler olmasaydı, ülkenin başına gelecekleri gözler önüne seriyor.

Filme kimler kızar?

Güncel tartışmaların harika sergilendiği “Osmanlı Cumhuriyeti” filmine kimler kızar? Kimlerin rahatı kaçar? Kimlerin maskesi düşer?

-İşbirlikçi dinciler bundan çok rahatsız olurlar, maskeleri düştüğü için.

-İçimizdeki açık ve örtülü taşeronlar kendilerini aynada görürler.

-Hele hele Amerika’nın ve Avrupa’nın kucağına oturan kimi siyasilerimizin yüreği ağızlarına gelecektir. Kendilerini fırçalayan Batılıların söylediklerini halk birebir duyacaktır, kepazelikleri ortaya çıkacaktır.

Eğer Atatürk ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı Türkiye’nin Amerika ve Avrupa’nın emrinde parçalanmış topraklara nasıl dönüşeceği kara mizahın güldürürken ağlatan zenginliği ile sunuluyor.

Engizisyona karşı direnen Galileo misali yönetmen Gani Müjde ve başoyuncu Ata Demirer insanlık, uygarlık ve sanat adına “Mustafacı” işbirlikçilere karşı bir onur savaşı vermişler.

Film Türkiye’de medyanın ve sanat çevrelerinin içine itildiği ikilemin ortaya konulması yönüyle de büyük önem taşıyor.

-Bir tarafta, “Mustafacı örtülü faşistlerin” uyguladığı karartma,

-Öte yanda bu karartmayı yırtmaya çalışan aydınlanmacı ve devrimci düşünce ve sanat …

“Mustafa” ve “Osmanlı Cumhuriyeti” filmleri, Türkiye’deki ayrıştırma ve bölünmedeki iki farklı cepheyi temsil ediyorlar. Birinde sömürgecilerin hoşlanıp kullandıkları malzeme sunuluyor, diğerinde işbirlikçilerin ve patronlarının kirli yüzü sergileniyor.

Mustafa filmi, Batı’nın yeni Türkiye politikasına “Evet diyenlerin” malzemesidir. Buna karşılık Osmanlı Cumhuriyeti filmi, “Hayır diyenlerin” tarafındadır.

Osmanlı Cumhuriyeti filmini herkes görmeli.


www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/27864/Kemalist_Devrim_ve___8216_Osmanli_Cumhuriyeti__8217__Filmi.html


..

Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri



Türkiye’nin AB ve ŞİÖ İlişkileri

Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 


11 Şubat 2013 Pazartesi


- Bir taraftan “ Türk Uydusu ” Çin’den uzaya fırlatılıyor;

- Öte yandan Türkiye’nin AB ile imzaladığı yoğun anlaşmalar var.
Ve tabii, Ankara hükümetlerinin ABD ile derin, köklü, yoğun bağları ve işbirliği söz konusu.

Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesinde Türkiye öne çıkmış, Arap Baharı’nın öncüsü olmuş, İran’ın bölgedeki nüfuzunu Bağdat ve Şam üzerinden zayıflatmaya çalışıyor. Rusya ile krizin eşiğinden dönülmüş.
Hal böyle iken Başbakan Erdoğan’ın AB’den yakınması ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ile yakınlaşma mesajları vermesi ne anlama geliyor? Ankara’nın yeni Avrasya politikası mı? AB’ye dirsek göstermek mi? Yoksa kamuoyuna yönelik sözler mi?
AB bize ayıp ediyor, biz de yüzümüzü Asya’ya döneriz ” yaklaşımları ne kadar gerçekçi? Ankara’nın böyle bir lüksü bulunuyor mu?
Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’dan biraz farklı bir açıklama yaptı; “ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz” dedi. 


ŞİÖ, AB’nin Tamamlayıcısı olur mu?


Gül’ün değerlendirmesinde gerçek payı var; ŞİÖ, AB’nin alternatifi olamaz ama “ Tamamlayıcısı 0labilir ”.

Önce, ŞİÖ neden AB’nin alternatifi olamaz, onun nedenlerini sıralayalım:

1) Türkiye AB’nin üyesi değildir ama AB’ye ikili anlaşmalarla tek yanlı bağlanmıştır. 6 Mart 1995’ten bu yana iş çevreleri, sendikalar, akademik kuruluşlar, medya, bürokrasi projeksiyonlarını bu doğrultuda yaparak “bir reel politika geliştirmişlerdir”. Hatta, fiili durum yaratmışlardır.
Ben en baştan beri bunu eleştirenlerden biriyim; ancak beğenmesek de, eleştirsek de “fiili bir durum ortaya çıkmıştır”. “Erasmus” burslarından, özgürlükler konusunda Brüksel ve Strasbourg’dan (Avrupa Konseyi) medet umulmasına kadar “yanlış zeminde bazı doğrular fiilen yaşanmaya başlamıştır”.
Medeni haklardan (ve hukuktan) yararlanamayan kumanın fiilen giyiminin ve gıdasının gelişmesi gibi ironik bir durum ortaya çıktı.

2) Gümrük Birliği ve uzantıları ile o kadar iç içe geçtik ki iş hayatında, kültür ve sanat alanlarında fiili entegrasyonlar ortaya çıktı. Gayrimeşru da olsa bir çocuk doğdu, hatta büyüdü. Türkiye ile AB (ve Avrupa) arasındaki bu fiili entegrasyon, ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını ortadan kaldırmıştır. Bugün artık Türkiye ile AB’yi, aşağıdan yukarı birleştiren güdüler oluşmuştur.

3) Türkiye’de çağdaş ve katılımcı demokrasinin gelişmesi açısından, yaşam tarzı ve kültürel olgunluk boyutlarıyla “Türkiye, Avrupa değerlerine yaklaşmak zorundadır”.


İlişki başka bir şey


Bütün bu nedenler ŞİÖ’nün AB’ye alternatif olmasını engeller; ancak Türkiye açısından ŞİÖ, “AB’yi ve Batı’yı tamamlayan ve dengeleyen bir boyuttur”.
- Türkiye’nin ŞİÖ ile iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkileri gelişirse bu durum, hem Türkiye-AB, hem de Türkiye-ABD ilişkilerinin daha sağlıklı bir zeminde seyretmesine katkı sağlar. Türkiye’nin tek yanlı bağımlılıkları azalır.
Öte yandan Asya büyüklerinin de eski ideolojik kutuplaşma noktasından ayrılarak “küresel sisteme uyum sağlamaya başladıklarını” unutmamak gerekir.
Uzun yıllardan beri savunduğum görüşler bu doğrultudadır, okurlarım bilirler.(*) Türkiye iktisadi, siyasi ve kültürel ilişkilerinde “denge politikası izlemek zorundadır”.

- Evet, Avrupa ile ilişkilerimiz olağanüstü köklü bağlardır. Her alanda fiili entegrasyonlar fiilen gelişmiştir.

- İşin demokratik ve çağdaş boyutunda da Avrupa’nın alternatifi bulunmamaktadır. ŞİÖ Türkiye’nin elinde, AB ve Batı’ya, “alternatif değil, tamamlayıcı” bir denge faktörü olarak değerlendirilmek durumundadır.
Siyasilerin AB ve ŞİÖ ile ilgili değerlendirmelerini bu bağlamda ele almak gerekir.

(*) E. Manisalı, “ Batı’nın Yeni Türkiye Politikası ” içinde muhtelif bölümler, Cumhuriyet Kitapları, 2009.


 Batı’nın Yeni Türkiye Politikası 



















ABD ve AB 1990’dan sonra Türkiye’ye nasıl bakmaya başladı; ABD Türkiye’ye "ılımlı İslam" modelini niye uygun gördü; "Batı"nın Türkiye politikası ile AKP’nin "Batı" politikası birbiriyle nasıl örtüşüyor; AKP için "AB süreci" ne anlam taşıyor?  )

http://www.babil.com/batinin-yeni-turkiye-politikasi-kitabi-erol-manisali
..

Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?



Yoksa Uygarlık Eşitsizliğin Türevi mi?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
03 Ocak 2009 Cumartesi


- Acaba uygarlık, dengesizlik ve eşitsizlik üzerinde mi ortaya çıkıyor?

- “Gelişme” adını verdiğimiz şeyin özünde, farklılıkların ve haksızlıkların kaçınılmaz olarak bulunması mı gerekiyor?

- Acaba “ Haksız Rekabet ”, sistemin özünü mü oluşturuyor?

Roma İmparatorluğu, “zenginliğin adaletsizliği ve dengesizliği” üzerine oturmuştu. Roma’nın gücü, “askerlerinin aralarındaki tatbikatta bile birbirlerini öldürebilme özgürlüğünden” kaynaklanmıyor muydu?

Büyük Britanya’nın güneş batmayan topraklarına 19. yüzyılda götürdüğü Batı uygarlığı, özünde “güçlünün güçsüzü yönetmesi ve sömürmesi” üzerine oturmadı mı?

- Yoksa, üstün (ve gelişmiş) bir taraf ve azınlık olmadan uygarlık ve insanlık ilerleyemez mi?

Diğer bir deyişle, bir toplumun katmanları arasında farklar bulunmadan, ülkelerin bir bölümü gelişmiş, diğer bölümü az gelişmiş olmadan “dünyada uygarlık ilerleyemez” gibi bir sonuç çıkarmamız mı gerekecek?

Olaylara bu pencereden bakanlara toplumcu düşünürler, genellikle faşist nitelemesi yaparlar. Daha diplomatik bir dil kullanmaya çalışanlar “emperyal bakış” diyerek her tarafa çekilebilecek ifadelere sığınırlar.

Liberal düşüncede olduklarını söyleyenler ise daha hoşgörülüdürler! Bunun doğal bir toplumsal gelişme olduğunu, bu tür zıtlık ve çatışmaların yeni gelişmelere ve ilerlemelere yol açtığını düşünürler.

Avrupa’nın dayanağı

Avrupa Birliği kendisinin eski Yunan ve Roma’ya dayandığını söyler ve bugün onun devamı olan “bir aidiyet ve kimlik içinde olduğunu” varsayar. Bu kabulleniş, belgelerine geçmiştir.

Atina’da ve Roma’da kurulan eski uygarlıklar, “diğerlerinin ezilmesi ve onlara karşı üstünlük sağlanması sonucu ortaya çıkmıştır”. 

Bir yanda farklılık ve ezilmişlik, diğer yanda ise “uygarlık” vardır. Bu ikisi, birlikte mi yaşamak zorundadır? Avrupa’nın tarihsel dayanaklarında, “sömürü olmadan uygarlık olmaz” sonucu mu çıkıyor?

Esas olan haksız rekabet mi?

Bütün bunları felsefi bir siyasal egzersiz olarak söylemiyorum; buradan piyasa mekanizmasına ve kapitalist düzene gelmek istiyorum. Acaba kapitalist düzenin işlemesi ya da ayakta kalabilmesi için farklılıklar, baskılar ve sömürü düzeni vazgeçilmez bir dayanak mı?

20. ve 21. yüzyılda kapitalizmin işleyebilmesi için sömürü düzeninin devamı kaçınılmaz mı? Olayın teknik dişlilerinden felsefi boyutuna kadar düşünürlerin ve uzmanların binlerce, hatta on binlerce kitap yazdığı bu konuda, elimizde basit ama net bir gerçek var; “kapitalist piyasa düzeni rekabete değil haksız rekabete, yani haksızlığa dayalı bir düzen (düzensizlik) üzerine kuruludur”.

Aynen eski Yunan ve Roma’nın üzerine oturduğu “demokrasi anlayışı” gibi günümüzde kapitalist piyasa düzeni de “haksız rekabet üzerinde yürür”.

- Avrupa Birliği, kendi içindeki on binlerce sayfalık düzenlemeleri (müktesebatı) ile neyi sağlıyor; küresel boyutta kendisine dışarıda üstünlük getirmek için bir düzen oluşturuyor; “içerde rekabetçi, dışarıda ise haksız rekabete dayalı bir mekanizma”. Avrupa kapitalist piyasalarının ayakta kalabilmesi için “sistemi, dışarıya karşı haksız rekabet üzerine oturtmak zorundadır”.

ABD ise daha şanssız; haksız rekabeti oluşturabilmesi için dışarda, “askeri ve siyasi müdahaleler yapmak durumunda”. Kuveyt’i, Irak’ı işgal edip yönetimlerini ve petrolünü tekeline almak zorunda; Hindistan ve Çin’i sıkıştırmak için Afganistan’ı ve Pakistan’ı operasyonlarla denetlemek durumunda. Kısacası, iktisadi mekanizmalar ve paylaşım “serbest piyasa ekonomisi” ile değil, “haksız rekabete dayalı” baskıcı ve tekelci piyasa düzeni üzerine kurulmak zorunda.

Demokratik ülke farkı…

Batı’nın demokratik ülkeleri “haksız rekabeti ve tekelciliği içerde değil, dış ilişkilerinde oluşturuyorlar”. AB içinde İspanya veya Finlandiya için “haklı rekabet koşulları” işlerken “dışarıdaki Türkiye ile haksız rekabet düzeni kuruluyor”.

Gümrük Birliği, Türkiye için, AB ve üçüncü ülkeler lehine tek yanlı çalışan, “kurumsal bir haksız rekabet düzeni oluşturmak zorunda”. Türkiye’deki oligarşi, bunu gönüllü olarak kabullenir.

“Sürdürülebilir üstünlükler kuramı”…

Son on yıldır üzerinde çalıştığım ve kitaplarımda işlediğim sürdürülebilir üstünlükler kuramı, kapitalizmin üstün güçlerinin, “üstünlüklerini ancak haksız rekabet üzerine oturtarak ayakta kalabileceklerinin” mekanizmalarını inceler. (*)

Bu kuram, toplumların tarihsel gelişim süreci ile de örtüşmektedir. Özellikle son üç yüz yıl içinde Avrupa’nın gösterdiği iktisadi, sanatsal ve bilimsel gelişmelerin, “bu bozuk düzenin dışarıdakilere karşı kurulması ile sağlandığını doğrular”.

“ Göreceli üstünlükler ” geçmişte Avrupa devletlerine ve toplumlarına, her alanda getiri sağladı. “ Göreceli üstünlük ” haksız rekabet koşulları sonucu ortaya çıktı.

Haksız rekabet, göreceli üstünlük ve uygarlık zincirinde, akılda hep sonuçlar kalmıştır. Mısır’daki piramitleri hayranlıkla seyredenler, bunların on binlerce kölenin kanları karşılığında inşa edildiğini akıllarına bile getirmezler…

(*) Prof. Erol Manisalı, The Bush Administration’s Policy in the Middle East and Sustainable Superiority, Journal of Middle Eastern Studies (Japan), No. 481, 2002, p. 143

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/32284/Yoksa_Uygarlik_Esitsizligin_Turevi_mi_.html


..


Ortadoğu’da Yeni Dengelere Doğru



 Ortadoğu’da Yeni Dengelere Doğru


Erol Manisalı
8 Temmuz 2013


Mısır’da Mursi’nin gidişinin anlamı ne? Hem de ABD desteği ile.

– Müslüman Kardeşler ağırlıklı bir yönetim sağlanacaktı.

– Ordunun da desteği ile sağlanmıştı da.

– ABD bu girişimleri destekledi.

Tahrir’de o dönemde ortaya çıkan halk gösterisinin estirdiği rüzgâr da kullanılarak bu oluşum sağlandı. Mursi, “ Seçilmiş bir lider ” olarak sahneye çıkarıldı.

Mısır’daki bu gelişmeler “ Fas’tan Körfez’e, Arap dünyası için bir sembol niteliğindeydi; Müslüman Kardeşler iktidarı Arap dünyasına egemen kılınacak ve ‘ılımlı İslam üzerinden’ Ortadoğu Arap dünyası yeniden yapılandırılacaktı.”

Hatta Türkiye de onlara örnek olarak gösteriliyordu. Ancak model tutmadı; Mursi (ve Müslüman Kardeşler) Mısır’daki geleneksel günlük yaşam tarzı üzerinde yeni baskılar getirmeye başladı. Kadınlar üzerinde baskı arttı; ordunun belirlediği koşullar içinde seçilen yeni başkan yetkilerini, neredeyse Mübarek’i aratmayacak düzeye çıkarmaya başladı. Radikal İslamcılar, 10 milyonu aşan Hıristiyanın yaşadığı Mısır’da Hıristiyan din adamlarına da saldırmaya başladılar.

Durumdan vazife çıkaran Darbeciler!

Geniş halk hareketlerinin rüzgârından yararlanan ordu darbe yaptı ve Mursi ve kimi liderleri gözaltına aldı. Ordunun koyduğu kurallarla getirilen (ve seçtirilen) Mursi yine ordu tarafından gönderiliyordu.

– ABD, Mursi’den rahatsız olmaya başlamıştı; radikal ve Batı karşıtı İslami çevreler yavaş yavaş güçleniyorlardı.

– Benzer hareketlerin diğer Arap ülkelerine yayılma tehlikesi vardı. Bu nedenle Mursi’nin ordu tarafından bertaraf edilmesine kayıtsız kaldı ve “darbe” sözcüğünü bile kullanmadı.

Şimdi ne olacak?

– ABD’nin Arap ülkeleri için tercih ettiği Müslüman Kardeşler modeli Mısır’da yürümemiştir. Halk daha özgür, baskı altında kalmadan yaşamak istiyor, milyonlar meydanları dolduruyor. Artık geniş halk kitleleri yeni iletişim araçları ile her şeyi ve her yeri görebiliyor. Gizlilik kalmadı.
– Ancak demokrasiyi getirecek altyapı, örgütlenme ve kurumlaşma yoktu ya da çok yetersizdi.
– “Sisteme, iktisadi ve ticari entegrasyonu” ülkenin sosyal ve siyasal sorunlarını çözmüyordu. Çoğunlukla da ters yönde etkiler yaratıyordu.

Son duruma üzülenler ve sevinenler

– Suriye çok mutlu; çünkü Ortadoğu Arap dünyasının yeniden yapılandırma projesi büyük yara aldı.
– Müslüman Kardeşler’in kendi ülkelerinde egemen olmasından korkan kimi Arap ülkeleri de mutlu; başta S. Arabistan Kralı.
– Ankara ise en mutsuzların başında geliyor; elindeki kartların büyük bir kısmını kaybetmiş durumda.
– ABD biraz sıkıntılı olmasına karşın elinde oynayabileceği daha çok kart var; üstelik her an ortaklarını değiştirme olanağına da sahip. AB ise ABD’nin çizgisinde kaldı.
Müslüman Kardeşler odaklı Batı politikasının Ortadoğu’da terk edilmeye başlandığını söylemek yanlış olmaz. Tabii kimsenin görmek istemediği şeyse Mısır’da iç savaş çıkması olasılığıdır.
Son 48 saatteki gelişmeler bu olasılığı gündemde tutuyor. Cezayir bu felaketi yaşadı. Şayet böyle bir felaket yaşanırsa Mısır’da da Sudan’da olduğu gibi 10 milyonluk bir Hıristiyan devleti ortaya çıkar.

Cumhuriyet
8 Tem, 2013

http://www.ilk-kursun.com/haber/151212/erol-manisali-ortadoguda-yeni-dengelere-dogru/


..