Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiyenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2017 Cuma

Türkiye'nin Geldiği Tehlikeli Dönemeç..




Türkiye'nin Geldiği Tehlikeli Dönemeç..



Doç.Dr.Sait Yılmaz


2002 yılında FETÖ ile birlikte iktidara gelen AKP, Aralık 2015‟te yolları ayrılana kadar başta Atatürkçü kesimler ve Ordu olmak üzere Cumhuriyet rejimizin temel değerlerine ve kurumlarına (hukuk, eğitim, medya vd.) büyük zarar verdi. PKK terör örgütü ile bölünme pazarlıkları yaparken, Sünni mezhepçi gündem ile Irak‟ta Barzani‟ye göz yumdu, Suriye‟de iç savaşın ana sorumlusu oldu. Başta ABD olmak üzere Batılı güçlerin Ortadoğu Projesinin aktörü olayım derken, çevremizdeki terör bataklığının, harita çalışmalarının hedefi olduk. Temmuz 2015‟de Ankara, tekrar PKK terörü ile mücadele sürecine dönerken, ABD‟ye İncirlik açıldı ve IŞİD‟a karşı koalisyona katılındı. O tarihten beri ABD‟nin arkasında olduğu bu iki terör örgütü Türkiye‟yi intihar saldırıları ve iç savaş senaryoları sürekli kaos içinde tutuyor. ABD ve AB‟nin bu iki terör örgütüne verdiğin desteğin arkasında bir yandan içeride Ankara‟yı PKK ile tekrar masaya oturtmak, diğer yandan Suriye ve Irak‟ta devam eden harita çalışmalarına müdahil olmamıza engel olmak var. 

Yakın zamana kadar Esat-Rusya-İran cephesine karşı ABD-S.Arabistan ve Katar ittifakının yanında olan Ankara, ABD‟nin oyununu nihayet görünce taraf 
değiştirmek zorunda kaldı.Hep söylediğimiz gibi ABD‟nin başından beri önceliği Suriye değildi. Türkiye, Halep sevdasında iken onların hesabı Irak ve Suriye arasında yeni ülke inşaları yapmaktı yani adına Kürt koridoru ya da ikinci, üçüncü İsrail dediğimiz devletçikleri kurmaktı. Kasım 2015‟de Rus uçağının düşürülmesi ve Türkiye‟nin Suriye sahnesinin önüne set çekilmesi ABD‟yi çok rahatlatmıştı. Ankara, bir kez daha tüm söylediklerini inkâr edip Rusya‟ya yanaştı ve ona teslim oldu. 

Gelinen aşamada Erdoğan rejimi hem ABD‟nin hem de AB‟nin şantajı ve kuşatması altındadır. Bu merkezlerin Türkiye üzerinde kontrollü kaos yaratmaya 
yönelik kriz yönetimi devam ediyor. Ama Erdoğan‟ı şimdilik düşürme niyetleri yok çünkü şantaja açık hali ile hem Batı hem de Rusya Federasyonu için 
istediklerini yaptırmada çok elverişli bir konumdadır. Kıbrıs görüşmeleri bu şantajın altında yapılmaktadır. ABD ve AB‟nin ne yapmak istediğini biliyorsunuz da, Türk kamuoyu Rusya Federasyonu‟nun neler peşinde olduğunun pek farkında değil. Rusya, ABD ve AB‟den sonra Türkiye‟nin kapısındaki üçüncü şantajcı ülkedir. 

Hesaplarını Türkiye‟ye göre değil, Batı ile paylaşım savaşında çıkarlarını maksimize edecek bir plan üzerinde yürütmekte ve Erdoğan‟ın ne düşündüğü umurunda bile değildir. Bu makalenin konusu da Suriye ve Irak‟taki muhtemel gelişmeler ışığında Türkiye‟nin iç politikasını neler beklediği olacak çünkü dış politikamız bu gelişmelere bağımlı haldedir.

Suriye’de bizi bekleyenler..

Yeni ABD başkanı Trump için özel bir Suriye politikasından önce Rusya Federasyonu ile aralarında küresel seviyede sorunların ele alındığı ve pazarlıkların yapıldığı bir çerçeve anlaşması önce gelecektir. Bu çerçeve, Ortadoğu‟nun kime ve nasıl bırakıldığı üzerinden bir siyasi plan ortaya çıkaracak. Muhtemelen Trump ve Putin arasında; Irak, YPG/PKK ve IŞİD ile mücadele parametreleri üzerinden pazarlıklar yapılacak ve bir anlaşmaya varılacak. Örneğin ABD askerlerinin çekilmesi karşılığı IŞİD ile mücadelenin Rusya inisiyatifine bırakılması, YPG/PKK‟ya özerklik ve Irak‟taki diğer düzenlemeler konusunda çerçeve bir anlaşma yapılacak. Şu aralar gündemde olan Astana Süreci aslında Halep‟in Esat‟ın eline geçmesi sonrası Suriye‟nin batısındaki cephenin yeniden düzenlenmesi, bunun için de ateşkes sağlanması ile ilgilidir. Rusya bir yandan İran‟ı, diğer yandan İdlib‟e toplanan Sünni cihatçıların hamisi konumuna soktuğu Türkiye‟yi gemliyor. İran, Rusya‟nın kendisinden çaldığı Esat‟ın kurtarıcısı rolünden oldukça rahatsız. Türkiye ise Rusya‟ya yanaşırken, Suudi Arabistan ve Katar ile sahada yürüttüğü ittifakı çelişkiye giriyor. Suudi Arabistan ve Katar‟ın elindeki tek koz ateşkesi bozmak ve Astana‟ya çağrılmadıkları için bunu kullanıyorlar. Suudi Arabistan ve Katar‟ı asıl çıldırtan ise Astana‟ya Mısır‟ın çağrılması; Rusya, bölgesel müttefik ağını genişletiyor, Mısır ile Arap cephesini bölüyor.

Astana‟dan bir siyasi çözüm ve harita çıkması mümkün değil. Bu tür beklentiler Cenevre‟de BM gözetiminde yapılacak ve ABD‟nin de katılacağı görüşmeleri 
bekliyor. Astana‟da ise Rusya, Türkiye ve İran‟a kendi dış politikasının 93. Maddesini dayatıyor. Yani konuyu BM çerçevesi içinde ABD ile pazarlığa bırakmak, Türkiye gibi bölge ülkelerinin özel gündemlerini tartışma dışında tutmak. Rus dış politikasının 94. Maddesi ise sırada bekliyor; “bölgedeki Kürtlerin haklarının korunması”. Esat‟ın Astana‟da her şeyi konuşuruz mesajı önemli çünkü bu mesaj Türkiye‟ye “sana güvenmiyorum, seninle YPG/PKK‟yı konuşmam, müzakere etmem” diyor. Esat da Türkiye‟den intikam almak için YPG/PKK‟ya özerklik veren Rusya ve ABD‟nin bulduğu federasyon formülüne sıcak davranıyor. 

Bu Esat için bir zorunluluk çünkü Suriye‟de gelinen noktada ülkenin doğusunu kurtarması için yeterli gücü yok. Önceki yazımızda ABD ve Rusya Federasyonu 
arasında Suriye‟nin geleceği konusunda bir plan olduğunu söylemiştik ama pek inanan olmamıştı. Şimdi sıkı durun; Rusya Federasyonu ve Esat rejimi, 
YPG/PKK‟ya özerklik sözü verdi. Bu uzun zamandır bahsettiğimiz Trump ve Putin arasında yakında atılacak adımların da ön habercisidir.


YPG/PKK için özerklik planı.. 

Önümüzde henüz uzun bir süreç var ve şimdilik federasyon veya YPG/PKK‟nın ne olacağı çok önemli değil çünkü henüz sahadaki farklı öncelikler devam ediyor. Rakka, El Bab ve IŞİD‟in yok edilmesi konuları çözülmeden bir barış anlaşması ortaya çıkmayacak ve YPG/PKK konusu da hep ötelenecek. Peki, bizi bekleyen askeri senaryolar neler? En başta da söylediğimiz gibi Rusya kendi çıkarlarının peşindedir; Türkiye kapısına gelmiştir ve o da bu durumu kullanmaktadır. 

Türkiye, Fırat Kalkanı ile ara bölgeye bir siyasi planı olduğu için girmedi. Rusya istediği için onların vekâlet savaşını yapıyoruz. 

Girdiğimiz bataklıkta şimdilik El Bab çukuruna saplandık ama çıkışımız gene Rusya‟nın işaretine bağlı. El Bab‟ı ele geçirsek de döneceğiz, bölgeyi Esat ve 
Hizbullah‟a teslim edeceğiz. Diğer önemli bir ihtimal ABD ve Rusya anlaştığında bölgenin IŞİD‟tan temizlenmesinde Türkiye‟ye Rakka hedefi gösterilebilir. 

Yani Mehmetçik bu sefer Rakka yollarında şehit olurken, Türkiye‟de de bombalar patlamaya devam edecek ama sonuçta gene ABD-Rusya planına hizmet 
edeceğiz. Erdoğan şu an Putin‟in İdlib şantajında; burada 7 örgüte ait 60 bin İslamcı savaşçı hala Ankara‟nın hamiliğinde. Rusların aklında bunları El Bab 
bölgesine nakledip, IŞİD‟a karşı savaştırmak var 1

Rakka‟nın ele geçirilmesinde ise ya YPG/PKK ya da Türk askeri kullanılacak. Putin başta olmak üzere Rusya‟yı yönetenler, Ortadoğu‟nun siyasi haritasının 
yeniden çizilmesinde sadece kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Rusya, biri Sünnilerin liderliğine oynayan, öteki ise Şiiliğin tartışılmaz lideri olan bölgenin en önemli iki devletini yanına alarak, Irak ve Suriye‟yi de onlara ekleyerek, Mısır‟ı da bu cepheye katarak bölgede cihatçı terörizme karşı kara gücü sorununu çözerken, Batılılar için de bu zemini ortadan kaldırmaktadır. Rusya şimdilik YPG/PKK konusunu görmezden geliyor gibi yapmaktadır. El Bab ve Rakka‟dan sonra sıra YPG/PKK konusuna çözüme gelecektir. 

PKK‟yı terör örgütü olarak tanımayan ve Rojava‟da üsleri olan Rusya‟nın PYD ile Esad arasında „gevşek bir federasyon‟ üzerinden anlaşma sağlamaya yönelik 
çalışması var 2. 

Bu durumun, Türkiye‟nin NATO ile olan ilişkisinin bitmesinden tutalım, Türkiye‟nin görmekten hoşlanmayacağı aktörlerin, mesela PYD‟nin, daha fazla 
güçlenmesine kadar varabilecek sonuçları olabilir. Türkiye artık bölgede bir özne olmaktan ziyade nesne olmaya başlıyor. Özetle, Türkiye‟ye 2012 yılından beri 
Suriye‟de neden olduğu kanlı çatışmaların hesabı pahalıya ödetilecektir.

Irak Cephesi.. 

Ankara‟nın Türkmenler, Kerkük ve Musul sorunu umurunda değil. İç kamuoyuna yönelik Irak‟ın kuzeyindeki PKK varlığı ve özellikle ikinci Kandil olan PKK‟nın Sincar kantonu gündeme getiriliyor. Sincar ile sanki her şey bitecek. Başika‟daki Türk askeri varlığının hedefi zaten PKK değil, İran‟a karşı Sünni İslamcı yetiştirmekti. Barzani ise bize petrolünü satmak için her zamankinden daha fazla bize muhtaç ve memurlarının maaşını Türkiye‟den aldığı para ile ödeyebiliyor. Buna rağmen bağımsız devlet hayali için gün sayan Barzani karşısında Ankara, petrol satışı ve kaçak ekonomi gibi sığ bakışını aşamadı çünkü “Sünni Barzani Şii Türkmenlerden iyidir” kafası değişmedi. Ancak, Rusya ile yakınlaşma Irak ile de ilişkilerde de kendini gösterdi ve artık Erbil‟e gitmek için önce Bağdat‟a gitmek gerektiğini öğrendik. Barzani ile ilişkilerin bölgesel dengeler nedeni ile bozulması çok yakın hatta eli kulağında diyebiliriz. 

Barzani‟yi Irak‟ın kuzeyindeki dengelerde, Şii ve Sünni Araplar ile ilişkilerinde iyi günler beklemiyor. Başbakan Binali Yıldırım ile Irak Başbakanı Haydar el 
İbadi arasındaki görüşmelerde beklendiği gibi; Türkiye ile Irak arasında hiçbir ciddi sorunun olmadığı söylendi ve iki ülkenin terörizme karşı mücadelede 
işbirliğinden, karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesinden söz edildi. Başika, Telafer, Musul vb. konularda hiçbir gelişme yok. Tek olumlu gelişme Bağdat ile diyalog 
kapısının açılması oldu. Irak‟taki gelişmelerde AB-Rusya anlaşmasını bekliyor. Trump, Suriye‟ yi verip, Irak‟a ağırlık verebilir ya da isteklerini söyleyip iki 
ülkeyi ve IŞİD‟ı Rusların inisiyatifine bırakabilir. Irak ile ilgili önümüzde önemli gelişmeler olacak. En önemlisi, ABD ve İran arasında gerilim artacak,  
bunun için özellikle İsrail‟in bastırdığını anlamak güç değil. 

Bu gerilim Irak‟a da yansıyacak, bu yüzden gittikçe yalnızlaşan İran gibi Bağdat yönetimi için de Türkiye kapısı daha önemli hale geldi. Türkiye‟de patlayan 
bombaların asıl amacı da zaten Irak‟a müdahil olmamızı engellemek. Irak‟ın kuzeyine 2006‟dan beri kara harekâtı yapılmıyor, hava harekatı ile harcanan 
mühimmata yazık oluyor. 

İç ve dış Politika Çelişkilerimiz.. 

Türkiye‟nin bugün uyguladığı dış politikanın önceden düşünülmüş bir çerçevesi ve hedefi bulunmamaktadır. Dış politika, iç politika parametreleri üzerinden 
kamuoyuna mesaj vermeye yönelik olarak fırsatçı ve pragmatik bir anlayışla günü kurtarmaya yöneliktir. Ne Erdoğan‟ın kapsamlı bir dış politika yürütecek 
kadrosu var ne de kendi özel gündemi nedeni ile başkalarını dinlemeye tahammülü bulunmaktadır. 

Suriye ve Irak‟ta yanlış işlere bulaşmamız bize iç politikada sürekli kaos ve istikrarsızlık ile ödettirilmekte, Ortadoğu denkleminin dışına itilmekteyiz. 
Yeni Ortadoğu‟nun Kürtlerle ilgili planı Türkiye‟den de bir şeyler koparmak niyetinde olduğundan, iç savaş senaryoları artık günü birlik provokasyonlarla 
tetiklenmeye çalışılmaktadır. Ekonomiden, intihar bombacılarına, büyükelçilerin öldürülmesinden yeni suikastlara her türlü provokasyona açık bir ülke haline 
geldik. Hemen güney sınırlarımızda oluşan kangrenli bölgeler ve büyük bir İslamcı potansiyeli taşıyan göçmen nüfusun etkileri ülke istikrarsızlığın kaynağı olarak önümüzdeki on yıllara damga vuracaktır. 

Ülke Önümüzdeki iki ayı Başkanlık sistemi tartışmaları ile geçirecektir. 

Erdoğan‟ın aklında Büyük Türkiye ya da 2023 veya 2053 hedeflerinden öte tek bir şey var; kendisini kurtarmak. Başkanlık sisteminin ona en az 13 yıl belki de 
18 yıl daha (son yılında erken seçime gidilirse) güçlü ve korumalı bir şekilde iktidar olma imkânı sağlayacağını düşünmektedir. 

Bütün gücün tek insana bırakıldığı bir sistemde anayasanın, tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu gibi bir hükmü yoktur. Yani şu an Türkiye‟yi bekleyen yeni 
anayasa değil, gerçek bir anayasamız olacak mı daha da açıkçası anayasasızlık tartışmasıdır. Erdoğan bize Osmanlının eyalet modelini örnek gösteriyor ve 
Kürtleri böylece özerk eyaletlerle kontrol edeceğini sanıyor. Ülkeye Suudi Arabistan modelini getirmek istiyor yani din devleti ile ülkeden aklın ve bilimin 
önceliğinin yerine din kitaplarını koymak istiyor. Aklında 2023‟de Cumhuriyet rejiminin tasfiye ederek, gerici akımların 100 yıllık öcünü almak, sonra da 
Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Sünni eksen kurmak hatta birleşmek var. Bütün bunların yapılması sadece anayasa ve değerlerin dönüştürülmesi ile olmaz; kurumlar da yeniden yapılandırılmalıdır. Erdoğan, FETÖ bahanesi ile kendi darbesine devam ediyor; - TSK.nın mevcudu yarı yarıya (330 bin) azaldı, kurmay subayların hemen hemen tamamı hapse atıldı, laik subay temizliği son hız devam ediyor ve hükümetin askerleri (Tanrı Generaller) artık Genelkurmay 
Başkanı‟ndan emir almıyorlar, gidip Cuma günleri Meclis‟teki siyasi amirleri ile görüşüyorlar. - İstihbarat ve polislerin hafızasının yok edilmesi ve 
dönüştürülmesi zaten uzun zamandır devam ediyordu; AKP polisi 250 bin mevcuda ulaştı ve hala Erdoğan‟ın koruma ordusu için özel harekât polisleri sınavları bitmek bilmiyor. 

İstihbarat yapılanması ise Abdülhamit‟in muhbir teşkilatına dönüşüyor. - Hukuk ve eğitim içler acısı üstelik artık bunlarla Türkiye yürümez diyenler son 
15 yılda ülkeyi bu hale getirenler. Tutuklu asker, polis, kamu çalışanı gibi hâkim ve savcıların sayısı da on binlere ulaştı. Üniversiteler, medya yani tüm 
özgür düşünce sindirildi. FETÖ ile mücadele, Türkiye‟yi dönüştürme işinin örtüsü oldu. Ak MİT, Ak Polis ve Ak Jandarma‟dan sonra Ak Ordu‟ya gidiyoruz. 
Eğitim, hukuk ve medyadaki operasyonların nedeni başta laiklik olmak üzere Atatürk‟ün kurduğu Cumhuriyetin tüm ilke ve kurumlarının toptan tasfiyesi 
için hafıza kaybı yaratmak ve dönüşümün sorunsuz yürümesini sağlamaktır. 

Sonuç; büyük travmaya doğru.. 

Bununla beraber halkı en çok endişelendiren ekonomi; artan döviz ve beklenen büyük devalüasyon. İnsanlar paralarını dolara yatırıyor, paralarını bankada 
tutmak istemiyor ve kaçacak ülke arıyor.

Türk ekonomisi aslında 2013 yılında kâğıt üstünde battı ama %40 kayıt dışı ekonomi ve nereden geldiği belli olmayan paralar ile bugüne kadar ayakta 
duruyordu. Para çoktan bitti, ekonominin birkaç ay daha iyi gösterilmesi yani referanduma kadar ayakta kalması lazım. Bunun için anayasa görüşmeleri 
son sürat gidiyor. Ekonomi için en büyük tehlike ülkenin öngörülemez geleceği yani siyasi belirsizlik. Bu belirsizliğin dönemeçlerini ve ülkeyi bekleyenleri 
sıralayalım;

- Önümüzdeki 10 gün içinde TBMM‟de yeni anayasa görüşüldükten sonra eğer 330 tekrar bulunursa iki aylık referandum süreci başlayacak. - 
İki ay sonra referandumda da anayasaya kabul çıkarsa başkanlık sistemi gelecek. Bu süre zarfında ülkede belirsizlik devam edeceği için döviz yükselmeye, yatırımlar beklemeye devam edecek. Eğer başkanlık sistemi kabul alırsa artık ülke demokrasiden otoriter bir rejime geçtiğinden Batıdan bir yatırım beklenemez. 

Yani asıl çöküş sonra başlayacak ama kimin umurunda. Başkanlık sistemi referandumda hayır alırsa bu durumda erken seçim gündeme gelecek ve Erdoğan bu sefer 400 milletvekilini bulmaya çalışacak yani belirsizlik devam edecek. Peki, bütün bunlar olurken, muhalefetin durumu nedir? Aslında bugün CHP diye bir parti yok. Kılıçdaroğlu ve Bahçeli Erdoğan‟a hizmet eden ayrı birer sürüm ve birbirlerini tamamlıyorlar. Kılıçdaroğlu, Erdoğan için daha kıymetli çünkü laik tabanı onunla kontrol ediyor yani Atatürkçü kesimi CHP üzerinden oyun dışı tutuyor. O yüzden güvenliği (!) çok önemli. 

Bahçeli ile MHP Türkçü değil, İslamcı bir parti oldu ve AKP ile hemen hemen aynı tabana hitap ediyorlar. MHP parti olarak AKP‟nin kötü bir kopyası olmaya 
çalışıyordu şimdi tamamen yolları birleşti. Başkanlık görüşmeleri esnasında bir HDP milletvekilinin MHP sıralarındaki Bahçeli‟ye hitap ile “Bu ülkeyi size 
böldürtmeyeceğiz” demesi durumu özetlemektedir. Neden böyle diyor çünkü ülkenin geldiği aşama nihayetinde bir dinci-laik çatışmasına gitmektedir. 
Son yıllarda pek çok Kürt vatandaşımız dincilik ile kandırıldı ve onlar için seçenek zaten bölücülük değil, sekülerlik tarafıdır. Başkanlık rejimine geçilmesi ile 
birlikte Türkiye olarak büyük bir travma yaşayacağız. Laik Kürt ve Alevi vatandaşlarımızın tutumu bu travmanın şiddetini belirleyecektir. Ya Cumhuriyet 
değerlerini savunanlar işi dış güçlere bırakmadan milli bir çözüme gidecek ya da bu ülke Arabistan gibi 50-60 sene kadar teokrasiye mahkûm olacaktır. 

Seçimimiz dini otorite ile demokrasi arasında olacaktır. Laiklik olmadan demokrasi olmaz. Bu sadece din ve devlet işlerinin ayrılması kavgası değildir. 
Akılcılık ve bilimi yani Atatürk‟ün seçtiği yolu tekrar rehber edinmek için mücadele vermektir.


DİPNOTLAR;
1 İlhan Çaralan, Rusya'nın gölgesinde Irak-Türkiye ilişkileri, Evrensel, (05 Ocak 2017).

2 Burak Bilgehan Özpek, “Türkiye, Rusya‟nın PYD ile Esad arasındaki olası „federasyon‟ anlaşmasından haberdar mı?” Gazete Karınca, (05 Ocak 2017).



***

2 Nisan 2017 Pazar

Türkiye'nin Avrupa Birligi Üyelik Süreci ve Kıbrıs BÖLÜM 2


Türkiye'nin Avrupa Birligi Üyelik Süreci ve Kıbrıs  BÖLÜM 2


   1.4.1. 1964-74 Döneminde Kıbrıs Sorunu ve Avrupa

      Kıbrıs sorununun İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki ilk evresinde, Avrupa ülkelerinin çoğu, soruna İngiltere'nin bir sorunu olarak yaklaşmakta ve sorunla doğrudan ilgilenmemekteydiler. İngiltere'nin soruna çözüm bulma çabalarının yetersiz kalması üzerine, soruna NATO çerçevesinde bir çözüm bulmak amacında olan Amerika Birleşik Devletleri de devreye girmiş ve Zürih-Londra anlaşmalarının oluşmasına katkı koymuştur. Bu süreçte Avrupa'nın diğer devletleri, büyük ölçüde seyirci konumunda kalmıştır.

      1963-64 döneminde, toplumlararası çatışmaların başlaması üzerine, sorun yine NATO çerçevesinde ele alınmak istenmiş, ama Makarios'ın ısrarlı çabaları 
sonucunda, sorunun Birleşmiş Milletler'e taşınmasına engel olunamamıştır. Hiç kuşku yok ki, BM Güvenlik Konseyi'nin birer üyesi olarak İngiltere ve Fransa 
vaya Kıbrıs BM Barış Gücü'ne asker veren Avusturya, Finlandiya, Norveç ve Danimarka gibi Avrupa ülkeleri  Kıbrıs sorununun kendilerine yüklediği maliyeti de dikkate alarak sorunla ilgilenmişler ama bu ilgi daha fazla Birleşmiş Milletler Örgütü çerçevesinde kalmıştır.
      Avrupa ülkelerinin, 1963-64 olaylarından sonra Kıbrıs ile ilgilenmeleri Avrupa Konseyi aracılığı ile olmuştur. Olaylar nedeniyle Türk parlamenterlerin Temsilciler Meclisi'nden ayrılmak zorunda kalması üzerine, şimdiki adı Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamplesi (AKPA) olan Avrupa Konseyi Danışma Meclisi'in iki Rum ve bir Türk parlamenterden olan Kıbrıslı üyelerinin toplantılara katılması engellenmiştir. Bu sandalyeler, 1984 Mayısına kadar boş kaldı. Bu tarihte ise, tek bir Rum parlamenterin Kıbrıs'ı temsil etmesi kararlaştırıldı.

      1964-74 arasındaki dönem, Kıbrıs sorununun Avrupa'da ele alınması konusunda Türk tarafına bazı avantajlar sağlamıştı. Yunanistan'da gerçekleşen 
1967 Albaylar darbesi ile Yunanistan'ın AET ile yaptığı Atina Anlaşmasının dondurulması (21 Nisan 1967), Yunanistan'ın Avrupa Konseyi'ni terketmesi 
(13 Aralık 1968) ve Kıbrıs'ta Türk toplumunun Anayasal haklarından yoksun olarak yaşamak zorunda bırakılması bu avantajların başında geliyordu. Bu avantajlar, Türkiye tarafından değerlendirilmemiş; Kıbrıs sorunu, esasen ekonomik faaliyetleri ağır basan AET ile olan ilişkilerde gündeme getirilemese bile, siyasi yönü ağır basan ve esasen insan hakları ile ilgili olan Avrupa Konseyi'ne de taşınmamıştır.
      Türkiye, sahip olduğu olanakları değerlendiremezken, Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yasal hükümeti olarak tanınma olanaklarını değerlendirerek AET üyeliği için başvurdu ve 12 Aralık 1972'de imzalanan Kıbrıs-AET Ortaklık Anlaşması, 1 Haziran 1973'te yürürlüğe girdi.

   1.4.2. 1974 Harekatına Avrupa'nın Yaklaşımı

      1974 Harekatına kadar Kıbrıs sorunu ile yakından ilgilenmeyen Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) üyeleri, 20 Temmuz harekatını belli bir soğukkanlılıkla karşılamalarına karşın, iki harekat arasındaki dönemde Yunanistan'da demokrasiye dönülmüş olması ve Yunanistan'ın yeni yönetiminin kendini batı dünyasına anlatmak konusunda gösterdiği üstün başarı nedeniyle, 22 Kasım 1974'te AET, Yunanistan'daki demokrasiyi tehlikeye düşürdüğünü belirterek İkinci Harekatı sert şekilde kınayan bir "ortak görüş" yayınladı. Bu arada Amerikan Kongresi, Türkiye'ye silah ambargosu uygulamaya başlayınca, başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri de Türkiye'ye kredili askeri malzeme satışını durdurdular. Buna karşın, Almanya, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa ülkeleri, Türkiye'ye peşin parayla olmak koşulu ile silah satışını sürdürürken, Türkiye'nin aralarında çok sayıda Avrupalı üyenin bulunduğu NATO'dan askeri yardım istemleri geri çevrildi.

      1974 Harekatından sonra, Yunanistan'ın süratle demokrasiye geçmesi, buna karşılık Türkiye'nin istikrarsızlıktan kurtulamaması, Kıbrıs sorununun Avrupa 
platformlarında sürekli olarak Türkiye aleyhine kullanılmasına yol açtı. Yunanistan'ın Avrupa ile gelişen ilişkileri bu sonuca büyük ölçüde yardımcı olmasına karşın, Yunanistan zaman zaman, Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirmek telkinlerine de maruz kaldı. Türkiye'yi tamamen kaybetmek istemeyen Avrupa, Yunanistan ile ilişkilerini geliştirmek için, Türkiye ile olan sorunlarını çözmesini telkin etmeye de başlamıştı. Özellikle Almanya, bu konuda yoğun istemlerde bulundu ve Kıbrıs sorunu ile ilgili Viyana görüşmeleri (28 Nisan 1975) bu etkiler altında gerçekleşti.

   1.4.3. Kıbrıs'ta İnsan Haklarının Gündeme Gelişi

      Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafı, Kıbrıs sorununu Avrupa kuruluşlarına taşımaktan ısrarla kaçınırken, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak hareket eden Kıbrıs Rum Yönetimi, 1975 yılı başlarında Avrupa Konseyi'ne bağlı Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvurarak, Kıbrıs'ta insan haklarını çiğnediği gerekçesi ile Türkiye'nin yargılanmasını istedi. Türkiye Hükümeti, Avrupa Konseyi nezdindeki büyükelçisi Semih Günver'in tutumuna karşı, komisyon çalışmalarına aktif olarak katılmayı ve komisyonla işbirliği yapmayı reddetti.  Büyükelçi Günver, Kızgın Dam Üzerinde Diplomasi adlı kitabında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu üyesi Prof. Bülent Daver'in de bu doğrultuda görüş bildirdiğini ancak Ankara'daki yetkililerin işbirliği konusunda ikna edilemediğini yazmaktadır. Günver'e göre, Türkiye, "komisyonla işbirliği yapmayı reddeden ilk ülke" olmuştu.(12)
      Türkiye'nin işbirliği olmadan çalışmalarını sürdüren Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, 1975-76 çalışma devresi sonunda, 10 Temmuz 1976'da hazırladığı 
raporu onayladı ve Rum tarafının bütün şikayetlerini haklı buldu.
      Bu rapor daha sonra, çeşitli şekillerde Türkiye aleyhine kullanıldı ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nın kurulu düzenini yeniden kurmak, Kıbrıs Türklerinin can ve mal 
güvenliğini sağlamak amacıyla adaya çıkan Türkiye'nin "işgalci" olarak suçlanmasında önemli bir rol oynadı.
  
   1.4.4. Avrupa'nın Kıbrıs Sorunu Karşısındaki Siyasal Tutumu

      Avrupa ülkeleri, Birleşmiş Milletler çatısı altında Kıbrıs sorunu ile ilgilenmelerine karşın, Kıbrıs ve Türkiye AB üyeliği için başvurduktan sonra, doğrudan Avrupa Birliği olarak da sorunun çözümü ile ilgilenmeye başladılar. 1975'ten sonra, özel olarak Kıbrıs'ta insan haklarının durumu ile ilgilenen Avrupa ülkeleri, günümüzde, Kıbrıs sorununa siyasal bir çözüm bulunmasının gerekliliği üzerinde de durmakta, bu çözümün esas unsurları konusunda fikir ileri sürmekte ve BM Genel Sekreterliği tarafından sürdürülen iyi niyet misyonunun başarısı için katkı koymaya çalışmaktadırlar.
      Avrupa Birliği, Kıbrıs sorunu ile ilgili gelişmeleri, Türkiye ve Kıbrıs'ın üyelik başvurusundan sonra daha dikkatli bir şekilde incelemeye ve bu konudaki 
gelişmeleri ve görüşünü izleme raporlarında yansıtmaya başlamıştır. Bu raporlarda, ilgili dönem içinde Kıbrıs sorununda ve Kıbrıs'ta yaşanan gelişmeler, 
AB'nin bakış açısını yansıtacak şekilde yer almaktadır.

      1.4.4.1.  Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Yasallığı

      Türkiye ve Kıbrıs Türk tarafının eleştirel yaklaşımına karşın, Avrupa Birliği, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin hala daha geçerli olduğunu varsaymakta ve Rum Yönetimi'ni Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yasal temsilcisi olarak görmektedir. Bu durum, siyasi sorunlar dışında daha pekçok ilişkinin Rum Yönetimi ile sürdürülmesini sağlarken, Kıbrıs Türk tarafı ile AB ilişkilerinde çeşitli zorluklar yaratmaktadır. Bu zorlukların arasında, AB yardımlarından Kıbrıs Türklerinin yararlanamaması, AB ile ilişkilerin yaygın olarak sürdürülememesi ve 1994 yılında Avrupa Birliği Adalet Divanı'nın aldığı karardan sonra Kıbrıs Türk ihraç ürünlerinin AB ülkelerine girişinin zorlaştırılmış olması da vardır.

      Avrupa Birliği, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni ve onun hükümeti olarak Rum Yönetimi tanırken, Kuzey Kıbrıs'ta ayrı bir otoritenin varlığını da kabul etmiş bulunmaktadır.

 AB Dışilişkiler Komiseri Hans Van Den Broek, 2 Aralık 1997 tarihinde Ledra Palas'ta yaptığı basın toplantısında bu tutumun altını çizmiş ve Rum tarafının 
endişelenmesine neden olmuştu. AB'nin bu tutumu, ABD Başkanı'nın Kıbrıs Özel Temsilcisi Moses tarafından çok yakın bir geçmişte de teyid edildiğinden, 
bu tutumu, kalıcı saymak ve batı dünyasının genel tutumu olarak değerlendirmek gerekmektedir.

      1.4.4.2.  BM Kararları ve Çözüm Planı

      AB yetkilileri ve karar organları, Kıbrıs sorununa bulunacak muhtemel bir çözüm için, ilgili BM kararlarını esas almakta ve BM Genel Sekreteri tarafından 
yürütülen "iyi niyet görevine" bağlı bulunmaktadırlar. AB karar organlarının en yetkilisi durumunda olan AB Konseyi, çeşitli kararlarında bu tutumunu teyid 
etmektedir. Nitekim, Türkiye'nin AB üyeliği için yeşil ışığın yakıldığı Helsinki Zirvesi'nin sonuç bildirgesinde, Kıbrıs sorunu ile ilgili dokuzuncu paragrafta şöyle denilmiştir:
"9-(a) Avrupa Konseyi, Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunması amacıyle, 3 Aralık'ta New-York'ta başlayan görüşmeleri memnunlukla karşılar ve BM 
Genel Sekreteri'nin bu süreci başarılı bir sonuca ulaştırma çabalarını kuvvetle destekler. (b) Avrupa Konseyi, politik çözümün, Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne katılmasını hızlandıracağının altını çizer. Katılma görüşmelerinin tamamla nmasına kadar bir çözüme ulaşılamaması halinde, bu durum, Konsey'in katılma kararı için bir önkoşul sayılmayacaktır. Bu durumda Konsey, ilgili tüm faktörleri dikkate alacaktır."(13)

      AB Komisyonu tarafından hazırlanan ve AB Konseyi'ne sunulan yıllık izleme raporlarında da, AB'nin Kıbrıs sorunu konusundaki tutumu, her defasında teyid 
edilmekte ve bu raporlarda Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak BM gözetiminde yapılan çalışmalar aktarılarak, AB'nin bu konudaki dikkati vurgulanmaktadır.

Nitekim Türkiye ile ilgili 2000 yılı izleme raporunda, ayni tutum izlenmiştir.

      AB'nin Kıbrıs sorunu ile ilgili tutumu, kamuoyunda geniş tartışmalara neden olan Türkiye ile ilgili Katılım Ortaklığı Belgesi'nde de ortaya konmuştur. 
Aralık 2000'de Nice Zirvesi'nde kabul edilerek resmileşen bu belgede, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak Türkiye'den beklenenler şöyle ifade edilmiştir:
"Helsinki sonuçlar bildigesine uygun olarak, siyasal diyalog bağlamında, Helsinki sonuçlar bildirgesinin 9(a) maddesinde atıf yapıldığı gibi, BM Genel 
Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulması sürecini başarılı bir sonuca bağlamaya yönelik çabalarını güçlü bir biçimde  desteklenmek." (14)
      Bu durumda, AB'nin Kıbrıs için BM'den ayrı siyasi bir tavır geliştirmediğini, ancak soruna BM kararları ve çabaları çerçevesinde bir çözüm bulunmasından 
yana olduğunu belirtmek gerekiyor. BM'nin en etkili üyesi durumunda bulunan Amerika Birleşik Devletleri'nin bu konudaki tutumu da dikkate alınarak, AB ile 
ABD'nin bu konuda tam bir uyum içinde hareket ettiklerinin altını da çizmek gerekiyor.

      1.4.4.3.  İnsan Hakları Konusundaki Duyarlılık

      Avrupa Birliği, Kıbrıs'ta insan haklarının durumu ile ilgili duyarlılığını da devam ettirmektedir. Rum Yönetimi'nin 1975'te Avrupa İnsan Hakları Divanı'na 
yaptığı başvuru ile başlayan süreç, Tatiana Loizidou adlı Rum kadının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucunda alınan  28 Temmuz 1998 tarihli  kararla  devam ediyor.  Mahkeme bu kararında, Bayan Loizidou'nun evine dönmesinin  Türk  ordusu  tarafından  engellendiğine  hükmetmiş  ve  Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkum etmiştir. Türkiye bu karara uymayarak, emekli büyükelçi Semih Günver'in yıllarca önce belirttiği gibi, "işbirliği yapmayı reddetmeye" devam etmiştir.
      Hiç kuşku yok ki, bu durum, Rum tarafının Avrupa'daki işini kolaylaştırmakta, Türk tarafının ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin önünde, Loizidou davası gibi daha 150 kadar dosya bulunmaktadır.

    2.1. Türkiye'nin  AB Üyeliği İle Kıbrıs'ın İlişkilendirilmesi          
         
      Daha önce üzerinde durduğumuz olgular, Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye ve Kıbrıs sorununa yaklaşımına açıklık getirmektedir. Bu olgulardan da görüleceği gibi, Avrupa Birliği, Türkiye'nin AB üyeliği ile Kıbrıs sorununun çözümü arasında doğrudan bir ilişki kurmakta ve Türkiye, AB üyeliği yolunda ilerlerken, Kıbrıs sorununun da çözümlenmesini beklemektedir. Türkiye'nin AB üyeliği ile Kıbrıs sorununun çözümünün bu şekilde yakından ilişkilendirilmesi belli aşamalardan geçmiş ve bazı tartışmalara konu olmuştur.

   2.1.1. Kıbrıs-AET Ortaklık Anlaşması

      Kıbrıs sorununun Avrupa Birliği gündemine girmesine neden olan olaylardan biri de, hiç kuşkusuz, doğrudan Kıbrıs Cumhuriyeti adına, AET üyeliği için yapılan
 görüşmeler oldu. Kıbrıs Cumhuriyeti ile AET arasında, gümrük birliğinin oluşmasını öngören bu görüşmeler, 19 Aralık 1972'de bir Ortaklık Anlaşmasının imzalanması 
ile neticelendi.

      Kıbrıs ile AET arasında yapılan görüşmelerin son aşamasına gelindiğini gören Türkiye, AET'yi protesto ederek, "Bu anlaşma tek taraflı oluyor. Türk tarafının 
görüşü alınmıyor." diye itiraz etti. Türkiye'nin uyarısı üzerine, Denktaş, durumu protesto eden bir mektup hazırladı ve mektup Türkiye'nin AET Daimi Temsilciliği 
tarafından komisyona iletildi. AET bu protestolara rağmen Makarios yönetimi ile anlaşma imzalarken, Türk tarafının tepkilerini azaltmak için anlaşmaya, 
"uygulamada ayrımcılık yapılmayacağı" hükmünü koydurtu ve Dış İlişkiler Komiseri Dhrendorf, konuyu Denktaş'la görüştü.(1)


   2.1.2. Türkiye'nin AT Tam Üyeliği İçin Başvurusu

      Kıbrıs sorunu, Türkiye'nin Avrupa Topluluğu üyeliği için başvurusu sırasında da gündeme geldi. Türkiye, AT'ye tam üyelik başvurusunu 14 Nisan 1987 
tarihinde yapmış ve bu başvuruya yanıt, 18 Aralık 1989 tarihinde verilmiştir. Aradan geçen 32 aylık süre içinde, Avrupa'da tartışılan konulardan biri de 
Kıbrıs sorunu olmuştur.

      Bu süre içinde, AT'nin başkenti konumundaki Brüksel'de görev yapan gazeteci Mehmet Ali Birand, Türkiye'nin tam üyelik başvurusu üzerine, artık tam 
üye durumunda olan Yunanistan'ın Kıbrıs sorununu gündeme getirişini şöyle anlatmıştır:
"Türkiye'nin AT'ye başvurusu, Atina'ya uzun süredir beklediği önemli bir baskı aracını sağlamıştı. Bundan böyle etkili biçimde engelleme yapabilecekti. 
Ancak ilk aşamada, başvurunun konseyden komisyona aktarılmasını engelleyememiş ve atlamıştı. Bu defaki bakanlar konseyi toplantısından çıkacak olan karara, Kıbrıs koşulunu koymak üzere harekete geçti."(2)

      Yunanistan'ın bu çabaları 32 ay boyunca devam etti. Türkiye ile ilişkiler konusunda yapılacak resmi konuşmalara bile, Türkiye'nin Kıbrıs'taki tutumunun 
toplulukla olan ilişkilerini etkileyeceğine dair cümleler konulmak istendi. Birand'a göre; "Atina, Türkiye'nin AT tam üyeliğine verdiği önemi açıkca görmüş ve 
'Ankara'nın, topluluğa girişin vizesi Yunanistan'dan geçer, bunun koşulu da Kıbrıs'ta çözümdür.' politikasını uyguluyordu."(3)

      Yunanistan'ın bu politikasına karşı, Türkiye Başbakanı Özal, Yunanistan ile işbirliğini geliştirme hareketini başlattı. Bu hareket kapsamında ünlü Davos 
Süreci başlatıldı ama Kıbrıs sorunu konusunda taviz verilmeye yanaşılmadı. Türkiye ve Yunanistan'ın Kıbrıs sorunu konusundaki katı tutumları, Türkiye-AT 
ilişkileri konusundaki diğer engellerle birleşince, AT'nin Türkiye'ye vereceği yanıt geçikti ve ancak 32 ay sonra, Berlin duvarının yıkılmasının  ve  Doğu  
Avrupa'daki  sarsıntıların  gölgesinde  şekillendi.  

Berlin Duvarı'nın  yıkılması,  Avrupa'ya  yeni  endişeler  ve  sorunlar  taşımıştı.  Herkes Almanya'nın ve buna bağlı olarak AT'nin ne olacağını düşünüyordu. 
Bu ortam içinde, Türkiye'nin tam üyeliğini reddetmeyen ama bu üyeliği engelleyen faktörleri sıralayıp gümrük birliğine öncelik veren bir yanıt hazırlandı ve Türkiye'ye iletildi. Türkiye bu yanıtı hoş karşılamadı ama sert bir reddedişe de yönelmedi.

      Yunanistan'ın bu sonuçtaki etkisi henüz daha açıklığa kavuşmamış olmakla birlikte, Türkiye'ye verilen yanıttan sadece altı ay sonra, Kıbrıs'ın AT üyeliği 
için başvurması, Yunanistan ile diğer topluluk üyeleri arasında, Kıbrıs'ın AT üyeliği ve Türkiye'nin tam üyelik başvurusuna verilen yanıt konusunda görüşmeler yapılmış olabileceği olasılığını gündeme getirdi.

   2.1.3. Kıbrıs'ın Üyelik Başvurusu

      Kendisi AT üyesi olan ve Türkiye'nin tam üyelik başvurusu ile Türkiye'ye karşı koz elde ettiğine inanan Yunanistan, Türkiye'nin başvurusuna yanıt verilmesinden sonra, AT Konseyi'nin Haziran 1990 tarihindeki çalışmaları sırasında, Kıbrıs sorununu ilk defa resmen gündeme getirdi. Türkiye'ye verilecek yanıt sırasında istediğini tam olarak alamayan Yunanistan, Kıbrıs sorununda AT'yi taraf yapmaya ve bundan sonraki AT-Türkiye ilişkileri için yeni bir parametre oluşturmaya çalışıyordu.

      25-26 Haziran 1990 tarihlerinde toplanan AT Zirvesi'nden sonra yayınlanan bildiride, Kıbrıs sorununun "Türkiye ve Topluluk ilişkilerini etkilediği" belirtiliyordu. Bu karar, Türkiye tarafından tepki ile karşılandı. Türkiye tarafından yapılan açıklamada, "bu adımın bir anlamı da Topluluğun Kıbrıs konusunda yapıcı bir rol oynamaktan vazgeçmesi ve Kıbrıs görüşmelerinde yaratılan çıkmazın ve sorunun sürmesinin sorumluluğunu Yunanistan ve Rumlarla birlikte paylaşan taraf haline gelmesi" anlamına geldiği belirtildi.(4)

      Bu karardan çok kısa bir süre sonra, 4 Temmuz 1990 tarihinde, Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs adına AT tam üyeliği için başvuruda bulundu. 

Bu başvuru, özellikle İngiltere tarafından engellenmek istendi ama başarılı olunamadı. Haziran 1993'te, Avrupa Komisyonu, Kıbrıs'ı üyeliğe uygun bulduğuna dair raporunu yayınladı. Bu raporda, BM Genel Sekreteri'nin Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için harcadığı çabalarının gözleneceği ve durumun Ocak 1995'te yeniden gözden geçirileceği belirtiliyordu.

   2.1.4. Kıbrıs-AB İlişkilerinin Gelişmesi

      Bu aşamadan sonra, Avrupa Birliği ile Kıbrıs arasındaki ilişkiler büyük ölçüde sorunsuz olarak gelişti. Kıbrıs'ın AB tam üyeliği için tek bir sorun vardı: Kıbrıs sorunu... 

Bu nedenle AB, bu sorununun gidişatını daha yakından gözlemeye başladı. Şubat 1994'te, Kıbrıs sorununun takip edilmesi amacıyla, AB Konseyi bir gözlemci atadı.

Haziran ve Aralık 1994 tarihinde toplanan Avrupa Konseyi, birliğin ilk genişlemesinin Kıbrıs'ı da içereceğine dair karar aldı. 6 Mart 1995 tarihinde toplanan Bakanlar Konseyi ise, Kıbrıs hükümetine, Kıbrıs Türk toplumu ile temas kurmasını ve AB üyeliğinin sağlayacağı avantajları anlatmasını önedi. 17 Temmuz 1995 tarihinde toplanan AB-Kıbrıs Ortaklık Konseyi ise, Kıbrıs ile AB arasında planlı bir görüşme süreci için gerekli düzenlemeleri kabul etti ve bundan sonraki aşamalarda Kıbrıs'ın AB üyeliğini hızlandıracak çalışmalara başladı. 1995 yılındaki bu kararların AB-TC Gümrük Birliği ile ilişkili olduğuna dair çeşitli ipuçları ve açıklamalar vardır.

   2.1.5. Türkiye-AB Gümrük Birliği

      7 Şubat 1992 tarihinde, Maastricht Anlaşması'nın imzalanmasından sonra birliğini pekiştiren ve Avrupa Birliği adını alan AB ile ilişkilerini geliştirmek isteyen Türkiye, her aşamada, karşısında Kıbrıs sorununu bulmuştur. 1989 yılında aldığı yanıttan ve Doğu Avrupa'da gelişen siyasal değişiklikleriden sonra AB ile tam üyelik ilişkilerinin gecikeceğini anlayan Türkiye, bir ara formül olarak AB Komisyonu tarafından önerilen  Gümrük Birliği'ni gerçekleştirmeye yöneldiği zaman karşısında bulduğu sorunlardan biri de, yine Kıbrıs oldu.

      Türk kamuoyu, AB-Türkiye Gümrük Birliği onaylanması (6 Mart 1995) ve bu anlaşmanın Avrupa Parlamentosu'nda kabul edilmesi (13 Aralık 1995) öncesinde, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu konusundaki tutumundan ödün verdiği inancındadır. O dönemde muhalefette olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, 24 Aralık 1995 tarihinde yapılan seçim öncesindeki demeçlerinde bu konuya geniş yer vermiş ve konunun kamuoyunda yer etmesini sağlamıştır.

      Mehmet Ali Birand'ın aktardığına göre, Türkiye'nin AB ile Gümrük Birliği'ne yönelmesi üzerine Yunanistan iki yönlü bir kampanya başlattı. Bunlardan biri, 
Yunanistan'ın bu birlikten kaynaklanacak kayıplarının karşılanması için mali yardım yapılması; diğeri ise Kıbrıs'ın tam üye adayları arasına alınmasıydı. Yunanistan AB üyesiydi ve elinde güçlü bir veto silahı vardı. Bu mücadele, AB içinde daha çok Bonn ile Atina arasında geçti ve 24-25 Haziran 1994 tarihlerinde Korfu'da toplanan Avrupa Konseyi, Kıbrıs'ın tam üye adayları arasına alınmasını kabul etti. Yunanistan, Kıbrıs-AB üyelik görüşmelerinin başlama tarihinin kesinleştirilmesi için de zorlu bir mücadele verdi ve bu görüşmelerin o günlerde devam etmekte olan hükümetlerarası konferansın bitiminde altı ay sonra başlatılmasını kabul ettirdi. Türkiye'nin AB ile gümrük birliği, Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan'a verilen tavizlerle kabul ettirilmiş oldu.
      Türkiye-AB gümrük birliğinin gerçekleşmesi arifesinde Kıbrıs sorunu yaygın bir şekilde tartışılırken, devreye Amerika Birleşik Devletleri'nin de girdiği 
gözlenmesine karşın, bu pazarlıklar daha çok, AB'nin iki lider ülkesi Almanya ve Fransa ile Yunanistan arasında olmuştur. Türkiye, bu pazarlıkları görmüş ama 
görmezlikten gelmiş, ilgili kararların alınmasından hemen sonra ise, Kıbrıs ile üyelik müzakerelerine başlama tarihinin belirlemesine sert bir şekilde tepki 
göstermiştir.

"Türkiye, Gümrük Birliği, Ortaklık Konseyi tarafından onaylandıktan sonra, Kıbrıs'la ilgili uyarısını yapmış ve böyle bir uzlaşının tarafı olmadığının altını çizmişti. Yunan heyeti, Türkiye'nin bu yaklaşımından öylesine şaşırdı ki, ertesi gün dönem başkanı Juppé'ye başvurarak, 'Ne oluyoruz? Bizim anlaşmamızdan Türkiye'nin haberi yok mu?' diye sorma zorunluluğunu hissetti. Fransız dışişleri bakanı da bir mektupla tüm ilgili taraflara, 'AB'nin kararlarına kimsenin veto koyma hakkı yoktur.' diyerek, Yunanistan'ı yatıştırma yoluna gitti." (5)

      Türkiye'nin bu tepkisine karşın, o günlerdeki gelişmeler, Türkiye'nin böyle bir al-ver sürecinden haberli olduğuna dair ipuçları içermektedir:
"Avrupa Komisyonu, gümrük birliğinin onaylanmasının öncesinde, Avrupa Parlamentosu üyelerine gönderdiği raporda, 'Türkiye'nin de dahil olduğu genel bir uzlaşma sonucunda Avrupa Birliği Konseyi tarafından atılan bu adımla birlikte Kıbrıs'ın tam üyelik görüşmelerinin başlaması için bir takvim oluşturulmuş ve Kıbrıs Cumhuriyeti ile planlı bir diyaloğun temelleri atılmıştır.' ifadesine yer veriliyordu. AB Komisyonu'nun Türkiye işlerinden sorumlu üyesi Hans Van Den Broek ise Avrupa Parlamnetosu'ndaki gümrük birliği oylamasından sonra, '... Türkiye ile kuracağımız diyalog sonucu, hassas bir konu olan Kıbrıs işgali konusunu gündeme getireceğiz...' yönünde açıklamalar yapmıştı." (6)

      İlhan Tekeli ve Selim İlkin, bu paragraftaki "Türkiye'nin de dahil olduğu genel bir uzlaşma sonucunda" ifadesinin altını çizerek, bu uzlaşmada Türkiye'nin de onayı olduğunu ima etmektedirler.

      Milliyet gazetesinin, 4 Ocak 1998 tarihili sayısında verilen habere göre, İngiltere Dışişleri Bakanı Robin Cook da, AB Lüksemburg Zirvesi'nin Türkiye ve Kıbrıs'la ilgili olarak aldığı karardan sonra yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Kıbrıs ile müzakerelerin açılmasını 1995'te kabullendiğini, Gümrük Birliği'nin bu çerçevede gerçekleştiğini söyleyerek, bu "tarihsel uzlaşmaya" tanıklık etmiştir.

      Böylece 1994-95 yıllarını kapsayan tartışma sürecinden, herkes kendine göre kazançlı çıkarken, Türkiye'nin Kıbrıs sorunundan kurtulmadan, uluslararası 
ilişkilerine rahatlama getiremeyeceği bir kez daha kanıtlanmış oldu.


2.2. Günümüzde Kıbrıs'ın ve Türkiye'nin AB Üyeliği İle İlgili Sorunlar       

      Kıbrıs'ın  ve  Türkiye'nin  Avrupa  Birliği  üyeliğne  aday  olmaları,
Yunanistan'ın AB üyeliği ile de birleşince, Kıbrıs sorununu Avrupa Birliği'ne taşımış ve AB Kıbrıs sorununun fiili taraflarından biri durumuna gelmiştir. AB'nin 
Kıbrıs ve Türkiye ile ilgili olarak alacağı her karar, Kıbrıs sorununa yeniden dahil olmasını gerektirmekte ve günümüz siyasal gelişmeleri bundan doğrudan etkilenmektedir.


   2.2.1. Kıbrıs Sorununun Çözümlenmesinde Israr Edilmesi

      Avrupa Birliği, Türkiye ve Kıbrıs ile ilişkilerindeki engelleri ortadan kaldırmak için Kıbrıs sorununun çözümlenmesi konusunda ısrarlıdır. AB bu ısrarını çeşitli şekillerde ortaya koymaya devam etmektedir. 1996 yılında, gümrük birliğinin yürürlüğe girmesinden sonra, Türkiye'nin de AB tam üyeliğine aday ülkeler arasında sayılması konusuna öncelik vermeye başlayan Türkiye ile ilgili olarak alınan her kararda bu ısrar açıkça görülmektedir. Gümrük birliğinin gerçekleşmesinden sonraki Dublin Zirvesi'nde (13-14 Aralık 1996) Türkiye ile ilgili olarak alınan kararda, "AB Zirvesi, Türkiye ile siyasi ilişkilerin geliştirilmesine verdiği önemi teyid eder." denilmesine karşın, kararın son cümlesinde, "AB Zirvesi, ayrıca, Türkiye'yi Kıbrıs'ta BM Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda bir çözüm bulunabilmesi için nufuzunu kullanmaya 
davet eder." denilerek son yıllara damgasını vuran siyasi tutum kesinleştirilmiştir. (7)

      AB'nin 1996'da kesinleştiridiği bu tutum, daha sonraki yıllarda da değişmeden etkisini devam ettirmiştir. Türkiye'nin kendini Avrupa'dan dışlanmış saydığı Lüksemburg Zirvesi veya kendini Avrupa'ya dahil edilmiş saydığı Helsinki Zirvesi kararlarının özünde de ayni yaklaşım vardır. Bu zirvelerde alınan kararlarda Kıbrıs sorunu ile ilgili tutum ve bu konuda Türkiye'den beklenenler değişmeden kalmıştır. Kararlarda değişen sadece ifade ediliş şekilleridir. Bu tutum, Türkiye için hazırlanan ve Aralık 2000'deki AB Konseyi toplantısında karara bağlanan Katılım Ortaklığı Belgesi'ne de yansımış bulunmaktadır. Şimdi Türkiye'den bu tutumu, AB üyeliği yolunda ilerlemek için hazırlanması zorunlu olan Ulusal Programa da yansıtması beklenmektedir.
      AB ülkelerinin, Kıbrıs sorununun çözümlenmesi konusundaki ısrarlı tutumu, aslında AB-Kıbrıs ilişkilerini de etkilemektedir. AB Lüksemburg Zirvesi'nde, Kıbrıs, bundan sonraki genişlemede yer alacak ülkeler arasında sayılırken, Kıbrıs'ın birliğe katılmasından ortaya çıkacak yararlardan iki toplumun da yararlanması gerektiğinin altı çizilmiştir. Bu bağlamda, Konsey, Kıbrıs Hükümeti'nden, Kıbrıs Türk toplumu temsilcilerinin de, üyelik görüşmelerine katılması konusunda istekli davranmasını talep etmiştir. Konsey, bu kararında ayrıca, Kıbrıs'ın AB'ye üyeliği ile ilgili görüşme sürecinin, BM çerçevesinde sürdürülen toplumlararası görüşmelere de olumlu katkı yapacağı fikrini ileri sürmüştür.

      Avrupa Birliği Konseyi, Kıbrıs Hükümeti olarak tanıdığı Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda çaba harcaması isteğini, Kıbrıs'ın AB üyeliği için hazırlanan Katılım Ortaklığı Belgesi'ne de yansıtmıştır. Ekim 1999'da hazırlanan belgenin 3.1'nci paragrafında, kısa vadeli politik ölçütler bölümünde,"BM gözetimindeki çözüm bulma çabalarına desteğin kuvvetlendirilmesi" (maximise efforts to support a settlement under the auspices of UN) istenerek bu tutum açıkca ortaya konmuştur. (8)

      Kıbrıs sorununun çözümlenmesinin, Türkiye ve Kıbrıs'ın AB üyeliği ile ilişkisi, son olarak, AB Komisyon Başkanı Romano Prodi tarafından To Vima gazetesine 
verdiği demeçte şu şekilde açıklandı:

"Umarım sorun çözülür, aksi halde Komisyon güç bir karar alma zorunluluğuyla karşı karşıya kalacaktır. Bugünden kararın ne olacağını söylemek mümkün değil, ancak değişik görüşlerin sergileneceği kesindir.

Şunu anlamalısınız ki, AB'de kimse gerginlik ithal etmek istemiyor. Dediğim gibi, bu durumda güç bir kararla karşı karşıya kalırız. Sorunun genişlemeden çözümlenmesi herkesin çıkarınadır."(9)
  
     2.2.2. AB Genişlemesi ve Kıbrıs sorunu

      Avrupa Birliği, önümüzdeki yıllarda genişlemesini tamamlamak ve daha sonra kendi yapısını güçlendirmeye önem vermek amacındadır. Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist rejimlerin yıkılmasından sonra, bu ülkeler, AB üyeliği için başvurmuşlar ve kendilerini süratle yenileyerek AB üyesi olmayı hedeflemişlerdir. Bu durum karşısında AB, üyelik için gerekli olan ve bugün artık Kopenghag Kriterleri olarak bilinen şartları belirlemiş ve genişleme ile ilgili düşüncelerini ortaya koyan Gündem 2000 planını hazırlamıştır. Avrupa Birliği Konseyi ve Kamisyonu ise, alınan çeşitli kararlarda ve hazırlanan raporlarda, genişlemenin yönü tayin edilmiştir. Bundan sonraki aşamada, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya ile Malta ve Kıbrıs'ın üye olması üzerinde durulmaktadır. AB bu genişlemeyi 2004 yılında gerçekleştirmek eğilimindedir. AB organları, Yunanistan'ın isteği üzerine, bundan sonraki genişlemenin Kıbrıs'ı da kapsayacağına dair yükümlülük altına girmişlerdir. 

Aksi bir durumda Yunanistan'ın AB genişlemesini veto etmesi olasılığı bulunmaktadır.
      Bu durumda, AB bir ikilemle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır: Bundan sonraki genişlemede, Kıbrıs sorununun çözümlenmiş olup olmadığına bakılmaksızın Kıbrıs'ın üyeliğini onaylamak veya genişleme sürecini Yunanistan'ın veto tehdidi altna sokmak. Hiç kuşku yok ki, bu zor bir durumdur, nasıl çözümleneceği belli değildir ve Kıbrıs sorununun, Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak da Türkiye'yi yakından ilgilendirmektedir.

    2.2.3. Çözüm Arayışlarının Temeli ve Türkiye'nin Tutumu

      Uluslararası camia olarak nitelenen dünyanın önde gelen devletleri, Birleşmiş Milletler ve bu arada Avrupa Birliği, Kıbrıs sorununa çözüm ararken, BM Güvenlik Konseyi ile Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş bulunan karara bağlı kalmaktadırlar. Bu kararlar, Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün, tek bir uluslararası kimliği olan ve fakat iki ayrı entiteden oluşacak olan bir ortaklık devletinin kurulmasını öngörmektedirler. Ne var ki, Türk tarafının tutumu, bu arayış ile tam anlamı ile çelişmekte ve Türk tarafının "uzlaşmaz" olarak nitelenmesinde en önemli rollerden birini oynamaktadır.
      BM Güvenlik Konseyi tarafından kendisine verilen "iyi niyet misyonu" çerçevesinde, Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşmeleri ilerletmeye çalışan BM Genel Sekreteri Kofi Annan, 8 Kasım 2000 tarihinde, Cenevre'de, Rum Yönetimi Başkanı Kleridis ile KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş'a yaptığı sözlü açıklamalarda, 
" Yöntem açısından teyid etmek istediğim ilk husus, Birleşmiş Milletler açısından bu görüşmelerin dört konuyu içeren 1250 sayılı Güvenlik Kosneyi kararı uyarınca yapılıyor olmasıdır. Ön koşul yoktur; bütün konular masadadır; bir çözüm bulunana kadar iyi niyetle müzakereye devam konusunda taahhüt vardır ve ilgili BM kararları ve antlaşmaları tam olarak nazar-ı dikkate alınacaktır." diyerek bu tutumu teyid etmiştir. (10)
      Türkiye yetkilileri ise, çeşitli açıklamalarında, Türkiye'nin  KKTC'den vazgeçmeyeceğini belitmektedirler. Türkiye Başbakanı Ecevit, Hürriyet gazetesinde 31 Aralık 2000 tarihinde yayınlanan söyleşide, "Kıbrıs'ta iki ayrı devletin varlığı kesin olarak kabul edilmelidir." diyerek, BM kararları ve Annan'ın tutumu ile çelişmekte olduğunu açıkca ortaya koymuştur.

      Bu durumda, Kıbrıs sorununun çözümüne kuvvetle destek vermesi beklenen Türkiye'nin bu isteği gerçekleştirmesi ne kadar mümkün olabilecektir? Uluslararası camianın çözümden anladığı ile Türkiye'nin anladığı arasındaki bu büyük farklılık varlığını sürdürdüğü sürece, Türkiye'nin, AB'nin bu konudaki beklentilerini karşılayabilmesi herhalde mümkün olamayacaktır.

   2.2.4. Türkiye'nin Tepkisel Tutumu

      Türkiye'nin dünya ile bütünleşmesinin önündeki en önemli engellerden biri, Türk kamuoyunun ve politikacılarının, batıya karşı sürekli "tepki poltikası" izlemeleridir. Batılı düşünce normalarını anlayamayan ve bu normlarla üretilen karar veya düşünceleri "kendi aleyhine bir tutum" olarak algılayan Türkiye, buna karşı geliştirdiği tepkilerle, bu normlardan ve batıdan uzağa düşmekte, batılı kamuoyunda prestij kaybetmekte, prestij kaybettikce istenmediği kanısına vararak daha fazla tepki göstermektedir. Bu yaklaşımın olumsuzlukları ise, sadece AB ile ilişkilerde veya Kıbrıs konusunda değil, Ermeni sorunundan, Kürt sorununa; insan haklarından, cins ayrımcılığına karşı mücadeleye kadar pekçok siyasi ve sosyal alanda kendini göstermektedir. Buna bir istisna olarak, Türk-Yunan yakınlaşması konusunda son yıllarda İsmail Cem ile Yorgo Papandreu önderliğinde atılan adımları göstermek mümkün olsa bile, bu dostluk gösterileri da kırılgan yapısı nedeniyle, herhangi bir soruna çözüm üretmekten uzak kalmış, dostluğun bu haliyle devam edebilmesi için bile, iki dışişleri bakanının çok yoğun çaba harcaması gerekmiştir.
      Bu kısır döngünün kırılabilmesi için batı ile bütünleşmeye kararlı, sorunları kendi kamuoyuna anlatarak, Türk kamuoyunu ikna edebilecek güçte siyasi önderlere ihtiyaç vardır. Oysa, bugünkü durumda Türk iç politikası, bu tür siyasilerin yükselmesine zaten olanak vermemektedir. Bu durum ise Türkiye'nin başka bir çıkmazını oluşturmakta ve sorunların çözümsüz kalmasına neden olmaktadır.

   2.2.5. Türkiye'deki Çelişkiler

      Türkiye'nin AB üyeliği yolunda ilerlemesini ve buna bağlı olarak Kıbrıs sorununu ve hatta Kıbrıs sorununun, Türkiye'nin AB üyeliği sürecinde nasıl bir rol oynayacağını belirleyecek etkenlerden biri de Türkiye'de yaşanan çelişkilerdir. Türk hükümeti, bu konuda kendi içinde bile ciddi çelişkiler yaşamaktadır. 

Üç partiden oluşan koalisyon hükümetinde, özellikle milliyetçi özelliklere sahip, DSP ve MHP'nin Kıbrıs konusunda katı bir tutum izlemeleri beklenmektedir. 
Başbakan ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, son olarak, 31 Aralık 2000 tarihli demecinde de, Kıbrıs sorunu ile ilgili tutumlarını değiştirmelerinin söz 
konusu olmayacağını belirtmiştir.

      Ecevit'in bu tutumu, zaman zaman, askeri çevrelerden yapılan açıklamalarla da desteklenmektedir. 11 Ocak 2001'de, Harp Akademileri Komutanlığı 
tarafından düzenlenen panelde yapılan konuşmalarda, Türk ordusunun AB'ye karşı olmadığı belirtilmiş ancak AB üyeliği için Kıbrıs da aralarında olmak üzere, 
pek çok konuda taviz verilemeyeceği vurgulanmıştır.

      Hükümet ve askeri çevrelerin bu çıkışlarına karşın, pekçok gazeteci-yazar ve işadamı, Kıbrıs sorununda ilerleme sağlanmadan Türkiye'nin AB yolunda 
ilerleyemeceğini açıkca ortaya koymaya başlamışlardır. Harp Akademileri'nde düzenlenen panelden sonra, pek çok yazar bu gerçeğe dikkati çekereken, 
Türkiye'nin en önemli işadamlarından Rahmi Koç'ta bu konuda şunları söylemiştir:

"Avrupalılar, ilanihaye beklemeyeceklerdir Güney Kıbrıs'ı AB'ye almak için.25 senedir dış politikamızı Kıbrıs gözüyle gördük, Kıbrıs gözüyle yaptık. 
Bunun bir noktada artık kararının verilmesi lazım." (11)

     Bu çelişkili yaklaşımlar, Türkiye'nin Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusunda adım atmasını, başka bir değişle, Kıbrıs sorununun çözümü ile ilgili süreci 
kuvvetli bir şekilde desteklemesini engellemektedir. Bu durumun, Türkiye'nin AB üyeliğini olumsuz olarak etkilemesi beklenmelidir.


SONUÇ                 
          

      Buraya kadar ortaya koyduğumuz bütün belgeler ve açıklamalar göstermektedir ki, Kıbrıs sorunu, Avrupa Birliği'nin gündemindeki en önemli sorunlardan biridir.
      Kıbrıs sorununun etkili taraflarından biri olan Yunanistan AB üyesidir, bütün AB organlarında temsil edilmektedir ve şimdiki durumda Türkiye ile ilgili kararları veya AB'nin genişlemesini veto etme olanağına sahiptir. Yunanistan, bu hakkını, Türkiye'nin Kıbrıs sorunu ile ilgili tutumunu gerekçe yaparak çeşitli defalar kullanmıştır. Türkiye ile AB'nin gümrük birliğine gitmiş olması nedeniyle, Türkiye'ye yapılması öngörülen yardımlar, hale hazırda, Yunanistan'ın engellemesi nedeniyle hayata geçirilememektedir.

      Kıbrıs sorununun diğer önemli taraflarından biri olan Türkiye, AB ile Gümrük Birliği Anlaşması yapmış, AB tam üyeliği için başvurmuş, bu amaçla Katılım 
Ortaklığı Belgesi hazırlanmış ve kendisi de Ulusal Belge hazırlama aşamasındadır. Bütün bu gelişmeler sırasında, Kıbrıs sorunu ile ilgili Türk tutumu önemli bir gündem maddesi olarak ele alınmıştır. Bu belgelerde, Türkiye'den, Kıbrıs sorununun çözümü için BM çabalarını kuvvetli bir şekilde desteklemesi istenmektedir.
      Kıbrıs sorununun ayrılmaz bir parçası olan Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs Hükümeti olarak tanınmakta olmasının verdiği avantajı da kullanarak AB üyeliği için başvurmuş ve bu konuda bütün hazırlıklarını tamamlamıştır. Kıbrıs'ın AB üyeliğinede doğru ilerleyişini izlemek üzere hazırlanan yıllık izleme raporlarının sonuncusu olan 8 Kasım 2000 tarihli raporda bu husus açıkca ortaya konulmuştur. Açıkca belirtilmemiş olmasına karşın, Kıbrıs'ın AB üyeliğinin önündeki en büyük engel Kıbrıs'taki siyasi çözümsüzlüktür. Bunun dışındaki bütün koşullar, Kıbrıs Hükümeti olarak kabul edilen Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından yerine getirilmiş bulunmaktadır. 

Bu konuda Rum Yönetiminden istenen, Kıbrıs sorununun çözümü doğrultusundaki çabalara güçlü destek vermesi olmuştur. TC-AB Derneği Başkanı Prof. Dr. Haluk Günuğur, 22 Aralık 2000 tarihinde Yakın Doğu Üniversitesi'nde düzenlenen bir panelde yaptığı konuşmada, bu durumu şu cümlelerle ortaya koydu:

"Kıbrıs'ın çözümünün bu kadar kısa sürede olamayacağını onlar da biliyor. Bu nedenle KOB'ta 'çözüm' demediler, 'çözüme destek verin' dediler."(1)  

      Bu durumda önümüzdeki süreçte, Türkiye'nin ve hatta Kıbrıs'ın AB üyeliği yolunda şu sorunun önem taşıyacağı görülmektedir: Kıbrıs'taki çözümsüzlüğün sorumlusu kimdir? AB, Türkiye ve Kıbrıs Rum Yönetimi'nden çözüm çabalarına kuvvetli bir destek verilmesini talep ettiğine göre, bu şartın yerine getirilip getirilmediğini de gözetmek durumunda olacak demektir.
      Bu durumda, Rum ve Türk taraflarının Kıbrıs  sorununa çözüm bulma çabalarını desteklemeleri ve AB ülkeleri ile organlarını bu çabalarından sürekli olarak haberdar etmeleri, bu konuda kendi leyhlerine ve karşı tarafın aleyhine olacak şekilde sürekli bir propaganda faaliyetleri sürdürmeleri gerekmektedir. Esasen, Kıbrıs Rum Yönetimi ile Yunanistan'ın faaliyetleri bu doğrultudadır. Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Kasulides 24 Aralık 2000 tarihinde Simerini gazetesinde yayınlanan söyleşide, bu konudaki beklentilerini ortaya koymuştur:
"Türkiye, Kıbrıs sorununun çözümüne yardımcı olmazsa, Kıbrıs, çözüm olmadan AB'a üye olacak. Diğer yandan Türkiye'nin üyelik süreci ilerleyeceği için bir gün, 
Kıbrıs sorununu önünde bulacak ve Avrupa hedeflerini başarmak amacıyla çözmek zorunda kalacak.Kıbrıs sorununun çözümü, Türkiye'nin üyeliği için önşarttır. Helsinki olmasa ve Yunanistan 'veto' uygulasa, Kıbrıs'ın üyeliği tehlikeye girerdi."(2)

      TAK Ajansı'nın, Simerini gazetesinden çevirerek verdiği habere göre, Kasulides, "uzlaşmaz Türk tutumuyla Kıbrıs'ın AB üyelik sürecinin dayanaklar kazanabileceğini, çünkü uluslararası faktörün, Denktaş görüşmelere oturup, KIbrıs sorununun çözmüyor diye Kıbrıs'ın Avrupa dışında kalamayacağını anlamakta olduğunu" da savundu.
      Tek başına bu söyleşi bile, Rum-Yunan tarafının hareket hattını ortaya koymaktadır. Rum-Yunan tarafı, Kıbrıs sorununun Türk tutumu nedeniyle çözümsüz kaldığını kanıtlama ve AB'deki Yunan vetosuna işlerlik kazandırma çabasındadır. Bu veto, Türkiye ile ilgili kararlarda kullanılabileceği gibi, Kıbrıs'ın AB üyeliğini engelleyecek ülkelere karşı, onların isteklerinin karara dönüşmemesi için de kullanılabilecektir. Rum-Yunan tarafı, bugüne kadar Kıbrıs veya Türkiye ile ilgili olarak alınan AB kararlarının kendilerine bu olanağı verdiği, bundan sonraki adımın, çözümsüzlüğün Türk tarafının tutumundan kaynaklandığını kanıtlamak olduğu inancıyla hareket etmektedir.

      Rum tarafı, AB'nin, "AB üyeliğinden Kıbrıs Rum ve Türk toplumlarının eşit şekilde yararlanması" gerektiği şeklindeki görüşüne de uygun davranmaya 
çalışmakta ve Kıbrıslı Türklerin AB üyeliğinden yararlanamamasının sorumlusu olarak da Türk tarafını göstermek için hazırlık yapmaktadır.
      Kıbrıs Rum Yönetimi, AB'nin ilgili kararından hemen sonra üyelik görüşmelerine Kıbrıslı Türk temsilcilerin de katılması fikrine olumlu yaklaştığını bildirmiştir. (3) 

Türk tarafı ise, statü sorunu nedeniyle bu öneriyi reddetmiştir. Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, Kıbrıslı Türkleri, AB ile görüşmelere katılmaya çağırması, AB üyeleri tarafından olumlu bulunmuştur. İngiltere Dışişleri Bakanı Cook, Lüksemburg kararından sonra yaptığı açıklamada, "Rum kesiminin Türk tarafını müzakerelere davet etmesi olumlu, Türk kesiminin bunu reddetmesi üzüntü vericidir." (4) diyerek, AB'nin gelecekteki muhtemel tavrının hangi taraf lehine olabileceğinin de işaretlerini vermiştir. Bu işaretler, AB ülkelerinin, Kıbrıs'ın bölünmüşlüğünün devam etmesinden ve Kıbrıs'ın AB üyeliğinden Kıbrıs Türk toplumunun yararlanamamasından Kıbrıs Rum Yönetimini sorumlu tutumayacak larının kanıtı sayılmalıdır.

      Rum-Yunan tarafının bu tutumu, Türk basın-yayın mensupları ve özellikle emekli diplomatlar tarafından da ifade edilmesine karşın, resmi Türk tarafının bu tutumu umursamadığı ve Rum-Yunan tutumunun amacına ulaşmayı sadece Kıbrıs sorunu ile ilgili görüşmeleri kesintiye uğratmak ve Kuzey Kıbrıs'ı Türkiye'ye entegre etmek tehdidi ile engellemeye çalıştığı görülmektedir. Kıbrıs RumYönetimi'nin AB tam üyeliği için başvurduğu dönemden başlayarak KKTC'nin Türkiye'ye entegrasyonu sürekli gündeme getirilmekte, ancak bu konuda alınacağı söylenen önlemler bir süre sonra işlevsiz hale gelmekte veya unutulmaktadır. Kasım 2000'de, Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi taslağının hazırlanmasından sonra, "Kıbrıs sorununun çözümü için harcanan çabaların kuvvetle desteklenmesi" kısa vadeli kriterler içinde sayıldığı zaman da benzer bir tavır sergilenmiş ve KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş görüşme masasını terkederken, Ocak 2001'de Ankara'da yapılan TC-KKTC Ortaklık Konseyi çalışmalarında, KKTC'nin Türkiye'ye entegrasyonunu öngören bir "eylem planının" kabul edileceği duyurulmuştu.

     Ne var ki, TC-KKTC bütünleşmesi doğrultusunda alınacağı duyurulan tüm önlemler, sadece bir tehdit olarak gündeme gelmekte ama bir türlü uygulamaya 
sokulamamaktadır. Bu konuda alınacağı söylenen ekonomik önlemlerin başında, KKTC ürünü ticari malların Türkiye'ye serbestçe girmesi olmasına karşın, bu 
konudaki hukuki ve pratik engeller yıllardan beri aşılamamıştır. Soysal önlemlerden biri olarak düşünülen KKTC futbol takımlarının Türkiye liglerine katılması ise, daha baştan Türkiye Futbol Federasyonu'nun engellemeleri ile karşılaşmaktadır.

      Bu önlemlerin biraz daha ciddi şekilde uygulanması, başka bir değişle tehditlerin uygulamaya dönüştürülmesi halinde, Türkiye ile AB arasında çok ciddi sorunlar yaşanabilecektir. Türkiye-AB Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye'yi Ortak Gümrük Tarifesi (OGT) uygulamaya zorlamaktadır. Bu durumda Türkiye, KKTC mallarına ayrıcalıklı bir statü kazandırdığı için Gümrük Birliği Anlaşmasını çiğnemiş olacaktır. Kıbrıs Türk futbol takımlarının Türkiye liglerine katılması halinde, Türk takımlarının uluslararası turnuvalardan dışlanabileceği sık sık ifade edilmektedir. Açıkca bellidir ki, KKTC-TC bütünleşmesi halinde, Türkiye büyük bir bedel ödemekle karşı karşıya kalacaktır.

      Bu durumda, Rum-Yunan tarafının izlediği politikaya karşı, Türk tarafının uygulamada tuttuğu "tepki politikasının" sadece Türkiye'ye ve Kıbrıslı Türklere 
zarar verdiğini, Rum-Yunan tarafının işini ise kolaylaştırdığını söyleyebiliriz. Bu uyarı, bazı Kıbrıslı Türk siyasiler tarafından da sık sık ifade edilmektedir. 

Toplumcu Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Mustafa Akıncı ve Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Talat'ın bu konudaki uyarıları, sadece Kıbrıs 
Türk basınında değil, Türkiye basınında da yer bulmaktadır. Mehmet Ali Talat, Türk tarafının izlemekte olduğu tepki politikası yüzünden, Kıbrıs Rum tarafının 
2004 yılına kadar AB'ye katılabileceğini belirtmekte ve bu durumda, Türkiye'nin AB üyesi olabilmek için, Kıbrıs'ta şimdikinden çok daha olumsuz şartlarla 
anlaşmaya razı olacağı uyarısını yapmaktadır. Talat bu durumu, "1974 öncesine dönüş" olarak nitelemektedir.(5) Mustafa Akıncı ise, bugünkü durumu, "bazı çevrelerin, gizli poltikalar güderek Kıbrıs Rum Yönetimi'ni, AB'ye tek taraflı olarak sokmak" olarak değerlendirmektedir. Ayni zamanda KKTC Başbakan 
Yardımcısı olan Akıncı'nın bu konudaki poltikaları "gizli" olarak nitelemesi, bu konudaki Türk tutumunun, KKTC Hükümeti'nin bilgisi dahilinde tesbit edilmediğinin de kanıtı sayılmalıdır.(6)

      Kıbrıs sorunu, Doğu Akdeniz'deki güçler dengesini, AB'nin genişlemesini ve Türk-Yunan ilişkilerini bu kadar yakından ilgilendirdiğine göre, bu sorunu, ancak 
topyekün bir paket içinde çözmek mümkün olabilecektir. Kıbrıs sorununu, bu sorunlardan ayrı ve soyutlanmış olarak ele almak, bu kozu elinden yitirmek istemeyen aktörlerin engellenmesi ile karşılaşmamıza neden olacak ve sorunun çözümlenmesindeki güçlüklerin aşılmasını zorlaştıracaktır. Esasen, sorunun bugüne kadar çözümlenmemesinin en önemli nedenlerinden biri, belki de bu soyutlanmışlık halidir. AB genişlemesi ve Türkiye ile Yunanistan üzerinde çok önemli bir etkiye sahip olan Amerika Birleşik Devletleri'nin bu genişlemeyi desteklemekte oluşu, Kıbrıs sorununun çözümü için, Türkiye, Yunanistan, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'nin topyekün harekete geçmesini sağlayabilir. Bu durumda, bu ülkelerin çıkarlarının bir hedef doğrultusunda birleştirilmesi ve birbiri ile ilişkilendirilmesi gereklidir ki, bu ilişkiyi de yine, Türkiye ve Kıbrıs'ın AB üyeliği araclığı ile kurabilmek mümkündür. Bu durumda, Kıbrıs ile Türkiye'nin AB üyeliğini eşzamanlı olarak gerçekleştirmek, Türkiye'yi AB üyeliğinin gerektirdiği diğer koşulları yerine getirmek için harekete geçirirken, Kıbrıs sorununun çözümüne de katkıda bulunabilecektir.

      Bütün bu olgular, 2001 yılının, Türkiye'nin geleceğini etkileyecek zor kararların verilmesi gereken bir yıl olduğunu göstermektedir. Türkiye'nin alması gereken zor kararlardan biri de Kıbrıs sorunu ile ilgilidir. Kıbrıs'ta çözüm yolunda ileri adımlar atılmaz ve Türkiye de bu adımlara destek vermezse, Kıbrıs'ın AB üyeliği yolunda önemli adımlar atılabilecek, Türkiye bugüne kadar izlediği politikayı devam ettirdiği ve KKTC ile bütünleşmeye çalıştığı ölçüde de Avrupa Birliği ile karşı karşıya gelerek AB'den uzaklaşmış olacaktır.

      Bu sürecin, Türkiye'nin lehine etkilenebilmesi için, öncelikle "tepkisel politika" yönteminin terkedilmesi ve batılı düşünce normlarına uygun, yapıcı öneriler üretilmesi gerekmektedir. Türkiye, tepkisel politikasını sürdürdüğü sürece, bu gidişatı tersine çevirerek, kendine yeni hedefler belirlemesi veya AB'nin karşısına "Kıbrıs ve Türkiye'nin eşzamanlı üyeliği" gibi yeni pespektifler koyabilmesi de kolay olmayacaktır.

1. Bölüm

(1) Karluk, R. "Avrupa Birliği ve Türkiye", Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul, 1998, s. 5-15
(2) Anoil, G. ve Karides, N. "Avrupa Birliği ve Kıbrıs", Avrupa Komisyonu Kıbrıs Delegasyonu Yayını, Lefkoşa, s. 3.
(3) Fırat, M. "1960-71 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu", Siyasal Kitabevi, Ankara, 1997,  s. 4-  8.
(4) Birand, M.A. "Türkiye'nin Ortak Pazar Macerası", Milliyet Yayınları, s. 58-59.
(5) A.g.e., s. 75-86.
(6) A.g.e.,  s. 147.
(7) A.g.e., s. 143-168.
(8) Günver, S. "Kızgın Dam Üzerinde Diplomasi", Milliyet Yayınları, İstanbul, 1989, s. 142.
(9) Fırat, M. s.158-163
(10) Çubukcu, A. "Bizim 68",  Evrensel Yayınları, İstanbul, 1998, s. 57-58.
(11) Fırat, s. 150.
(12) Günver, S. "Kızgın Dam Üzerinde Diplomasi", s. 43-54.
(13) Birand, s. 530.
(14) http://www.belgenet.com/arsiv/ab/kob_2000.html

2. Bölüm

(1) Birand, s.294-295)
(2) A.g.e., s. 459.
(3) A.g.e., s. 461.
(4) Tekeli, İ., İlkin, S. "Türkiye ve Avrupa Birliği - 3",  Ümit Yayıncılık,  Ankara,  2000,  s. 215-216.
(5) Birand, s. 488
(6) Tekeli, İlkin, s.529
(7) Karluk,  s. 489-490.
(8)http://europa.eu.int/comm/enlargement/cyprus/ac_part_10_99_draft/index.htm
(9) http://www.ntvmsnbc.com/news/55004.asp?0m=-221
(10) Kıbrıs Gazetesi, 11 Kasım 2000, s. 7.
(11) Kıbrıs gazetesi, 21.1.2001,  s. 5.

Sonuç

(1) Türk Ajansı Kıbrıs Bülteni, 22 Aralık 2000.
(2) TAK Bülteni, 24 Aralık 2000.
(3) Milliyet Gazetesi, 14 Aralık 1997.
(4) Milliyet Gazetesi,  4 Ocak 1998.
(5) Talat, M.A. Cumhuriyetçi Türk Partisi Basın Açıklaması, 22 Ocak 2001
(6) Milliyet Gazetesi, 24 Ocak 2001, s.17.





....