ANIL ÇEÇEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ANIL ÇEÇEN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2018 Cumartesi

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2




ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 


ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel 
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve 
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik 
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri 
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece 
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. 
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine 
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin 
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama 
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç 
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş 
aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir 
oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış 
baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya 
getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, 
kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası 
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi 
için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD 
öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu 
düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup 
etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle 
görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla 
bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin 
karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal 
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu 
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika 
merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik 
Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa 
ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir 
bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika 
Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu 
yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni 
kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın 
başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan 
İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri 
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını 
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu 
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir 
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki 
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile 
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra 
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha 
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona 
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a 
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri 
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı 
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, 
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine 
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci 
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile 
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, 
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere 
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin 
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci 
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan 
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD 
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu 
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, 
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri 
Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden 
yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve 
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin 
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve 
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir 
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz 
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın 
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi 
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında 
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen 
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini 
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı 
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için 
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde 
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal 
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir 
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve 
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin 
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya 
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme 
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, 
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında 
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk 
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek 
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal 
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde 
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile 
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan 
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde 
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa 
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu 
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin 
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu 
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin 
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması 
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine 
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine 
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve 
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da 
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak 
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak 
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye 
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve 
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip 
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper 
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin 
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen 
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya 
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, 
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin var olduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit 
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, 
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni 
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak 
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde 
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya 
çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1 



AVRASYA DOSYASI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 

* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 


Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında 
başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde 
de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 

Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


12 Şubat 2016 Cuma

Türkiye yönünü arıyor




Türkiye yönünü arıyor

turkiye-yonunu-ariyor

ANIL ÇEÇEN, 

13 TEMMUZ 2014

Türkiye Cumhuriyeti kendisini yönetecek bir başkanı aylardır ararken, geçen haftalarda bir düşünce platformunda Türkiye’nin yönü tartışma masasının üzerine konuldu. Son yıllarda siyasetin içine iyice girmiş olan bir dini cemaatin önde gelen temsilcilerinin yönetiminde, Türkiye’nin önde gelen İslamcı, gayrimüslim, ateist, liberal, küreselci, etnikçi, ayrılıkçı, bölücü, batıcı ve mandacı kesimlerinin içinden gelen bazı temsilciler, bir hafta sonunda Karadeniz kıyısındaki bir sahil kasabasında bir araya gelerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci yüzyılda nereye gideceğini ve nasıl bir yöne doğru ilerleyeceğini kendi aralarında ele alarak bir sonuca varmaya çalışmışlardır.
Ulusal kurtuluş savaşının bir kazanımı olarak öncü kadro tarafından kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nden yana olan ve Atatürk’ün devlet modelini antiemperyalist bir çizgide savunan millici, milliyetçi, ulusalcı, cumhuriyetçi ve antiemperyalist Atatürkçü kesimleri dışlayarak, düzenlenen bu toplantıda, gene çeyrek asırlık küreselleşme döneminin neoliberal düşünce kalıpları öne sürülmüş, büyük patronların hoşuna giden teslimiyetçi şarkılar söylenmiş ve küresel sermaye imparatorluğunun çıkarları doğrultusunda, Türk ulusunun cumhuriyet devletine bir gelecek çizgisi belirlenmeye çalışılmıştır. Finans kapitalin tosunları ile cami cemaatinin giderek kapitalistleşen temsilcileri, küresel emperyalizmin zorla empoze ettiği ortak düşünceleri dışarıdan güdümlü manüplasyon senaryoları doğrultusunda birlikte ele alarak görüşmüşler ve Türk devletine bir yön çizmeye çalışmışlardır.
Türkiye’nin hem geleceği hem de yönü bütün Türk vatandaşlarını yakından ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Bu yüzden belirli toplum kesimlerinin, bir takım zirve toplantıları yaparak bütünüyle Türk ulusunun ve devletinin geleceğine el koymaları ya da yönlendirmeleri, bağımsız bir devlet düzeni açısından mümkün değildir. İç ve dış bazı çıkar çevrelerini temsil ederek bu gibi bilimsellik ya da siyasal plancılık görünümündeki girişimlerin ülkeye yarar sağlamaktan çok kafa karışıklığı yaratarak zarar verdiği görülebilmektedir. Daha çok İstanbul merkezli kadroların bu gibi toplantılarda boy göstermeleri, finans kapitalin medyası tarafından da desteklenince, ülke kamuoyu açısından yönlendirici olmakta ve Türk toplumunun gerçek temsilcisi olan Türk vatandaşlarının görüş ve düşünceleri dışlanarak, Türkiye bir yerlere doğru çekilmek ya da, batılı emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda yarı sömürgeci bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir.
Küreselleşme süreci ile birlikte içine girilen zaman dilimi içerisinde, Türk halkına, vatandaşlara ya da ulusal kamuoyuna bakmadan birbiri ardı sıra düzenlenen seminer ya da sempozyum görünümlü toplantılar, bütün ülkelerde olduğu gibi dışarıdan empoze edilen fikir ve planlar doğrultusunda belirleyici olmaya çalışmaktadırlar. Yirmi birinci yüzyılın ilk yılları geride kalırken ve bu yüzyılın içine doğru daha hızlı bir tempo ile girilirken, bütün dünya ülkelerine değişim görünümü altında ciddi dönüşüm programları zorla dayatılmaktadır. Uluslararası tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya halklarına ve devletlerine dayatılan plan ve programlar çerçevesinde, her ülkenin yapısal düzeni köklü değişikliklere doğru iteklenirken, bu gibi dayatmalardan Türkiye Cumhuriyeti de payına düşenleri almaktadır. Türk devletinin varlığını bir türlü içine sindiremeyen, kurucu önder Atatürk’ten gelen devlet modelini kendi çıkarları açısından kabül edemeyen iç ve dış çıkar çevreleri, Türklerin anavatanını kendi çıkarlarına uygun bir çizgiye çekebilmek üzere, küresel emperyalizmin mandacılığına soyunabilmektedirler. Mandacılık beraberinde taşeronluğu da bir misyon olarak gündeme getirince, Türklerin tam bağımsız devlet düzenini, çağdaş cumhuriyetini, laik ve üniter ulusal devlet yapısını demokrasi adına değiştirmeye çalışmaktadırlar. Var olan düzen ile sorunu olan kesimler, Atatürk ile cumhuriyet karşıtlığında birleşerek, Türklerin ülkesine yeni yönler vermeye çalışmaktadırlar .
Amerikan emperyalizminin “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” tanımlamasına uygun bir doğrultuda İslamcı çizgiyi benimsemiş olan katılımcılar ,devletin laik modeline karşı çizgide birleşirlerken, Türkiye’nin yönünü kaybettiğini, bu yüzden ciddi bir yönsüzlük sıkıntısı çektiğini, ülkenin yönünü yitirmesiyle birlikte de, Türk ulusu ve devleti için geleceğe dönük ciddi bir yön krizinin ortaya çıktığı konusunda aralarında yapmış oldukları tartışmalar basın organlarına yansımıştır.
Dünyanın merkezi coğrafyasının tam ortasında yer alan merkezi ülke Türkiye Cumhuriyeti’ni, batı ile doğu arasında bir yerlerde kalmış önemsiz bir ülke gibi göstermeye çalışan küreselci neoliberaller, Türkiye için yeni bir tanımlama getirerek, Türk devletini batılı olmayan doğulu ya da doğulu olmayan batılı gibi bir çelişkili yaklaşım içerisinde, yeni bir tanım geliştirerek açıklamaya çalışmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’ni doğu ile batı arasında yer alan merkezi bir devlet ya da ülke olarak, daha düzgün ve kalıcı bir biçimde tanımlamaya yanaşmayan zirve katılımcıları, eskiden olduğu gibi bugün de Türk devletini merkezi bir güç olarak görmekten ya da tanımlamaktan kaçınmışlardır. Bu kesimlerin öncelikle bilmeleri gereken jeopolitik gerçeklik, Türk devletinin doğu ve batı arasında yer alan merkezi bir güç ya da ülke olduğudur. Batı merkezli bir kafa yapısı ile hareket eden katılımcı kesimlerin, akıllarının Türkiye’yi bir merkez ülke olarak kavramakta zorlandığı görülmüştür. Yuvarlak yerküre düzeni içerisinde kendisini batının emperyal devletlerine yakın bir konuma yönlendiren mandacı kesimlerin, jeopolitik biliminin ortaya koymuş olduğu en büyük gerçeklik olarak, Türkiye’nin merkezi konumunu görebilmekte zorlandıkları anlaşılmıştır. Batılı ülkelerde yetişen aydınların ya da bilim adamlarının batı merkezli düşünceden kurtulamadıkları için, bir türlü Türkiye’yi merkez olarak göremedikleri ve bu yüzden de çok ciddi politik hatalara sürüklendikleri, yıllardır ortaya çıkan örnekler ile anlaşılmıştır.
Batıcı kafa yapısı ile hareket eden katılımcıların çoğunluğu, Türkiye’nin batı bloku ile ters düşmesinden çok rahatsız olduklarını dile getirmişler, Türk dış politikasının batı çizgisinden uzaklaşması yüzünden Türkiye Cumhuriyeti’nin son dönemlerde bir yön krizi içine düştüğünü ileri sürmüşlerdir. Ortadoğu bölgesine demokrasi getirme gerekçesi ile giren batı emperyalizminin, bu bölgeye uzun süren bir terör ve savaş çıkmazı getirdiğini görmezden gelmişlerdir. Türkiye’nin Arap coğrafyasında ortaya çıkan demokrasi taleplerinin karşılanmasında batı bloklunun dışına çıkarak daha bağımsız bir çizgi izlemesi, batıcı kesimlerde kuşku yaratmış, Türk devletinin bu yüzden içinde bulunduğu coğrafya da yalnızlığa sürüklendiği ifade edilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin iktidara getirdiği hükümetin, “komşularla sıfır sorun” sloganı ile işe girişirken, komşularla sayısız soruna sürüklenmesi ele alınarak eleştirilmiş ve bu doğrultuda Türkiye’nin batı bloğundan ayrılmadan hareket etmesinin daha doğru olacağı öne sürülmüştür.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının Soğuk Savaş dönemi koşullarında, Türkiye güvenlik gerekçesi ile batı bloğuna yakın durmuş ama, bu durumdan faydalanmak isteyen batılı emperyal devletler de Türk devletini tıpkı Osmanlı devleti gibi yarı sömürge konumunda kendilerine bağımlı kılabilmenin yollarını aramışlardır. Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanmak isteyen batılı büyük devletler Ortadoğu bölgesine yönelik bütün siyasal açılımlarını, Atatürk’ün ülkesi üzerinden geliştirmeye öncelik vermişler ve bu doğrultuda Türk devletinin sınır komşuları ile bütünüyle ters düşmesine hatta bazı durumlarda düşman konumuna sürüklenmesine neden olmuşlardır. İsrail’i korumak için Adana’da yapılan İncirlik Üssü yüzünden Türk devleti bütün güney komşuları ile düşman konumuna düşürülmüştür. Türkiye merkezi coğrafya da bir bölge ülkesi olmasına rağmen, aynı zamanda batı ittifakı içinde yer aldığı için, bölgeye yönelen bir çok batılı operasyonda merkez üssü olarak kullanılmış ve bu nedenle de bütün komşu ülkeler ile batının emperyal yaklaşımları yüzünden sürekli olarak karşı karşıya gelmiştir. Böylesine çelişkili bir duruma düşürülen Türkiye Cumhuriyeti’nin batı ile Ortadoğu arasında kalınca hangi yönde hareket edeceği, batı bloğu ile mi yoksa bölge ülkeleriyle mi birlikte olacağı meselesi dünya siyasal gündeminin önde gelen sorunlarından birisi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Türk devletini dünyanın orta yerinde merkezi bir model ülke olarak kurmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile beraber imparatorluklar tarihe mal olunca, Osmanlı devletinin yerine, bu imparatorluğun merkez toprakları olan Anadolu yarımadası üzerinde diğer ülke ve devlet modellerinden çok farklı bir siyasal örgütlenme gerçekleştirilmiştir. Batı bölgesindeki devlet yapıları liberal-kapitalist bir çizgide örgütlenirken, Sovyet devrimi sonrasında da Türkiye’nin doğu sınırları yakınında bir büyük sosyalist imparatorluk düzeni oluşturulmuştur. Aynı dönemde Osmanlı halifesine bağlılıktan geride kalan bir büyük İslam coğrafyası da, Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sınırlarından başlayarak dünyanın merkezi alanlarında İngiliz emperyalizminin destek ve öncülüğünde devletleşmeye başlamıştır. Kuzey Amerika ve Avrupa kıtalarında batı tipi liberal-kapitalist devletler kurulurken, Sovyetler Birliği çatısı altında yeni geliştirilen sosyalist devlet modeli hızla örgütlenmiştir. Hilafetin kaldırılması üzerine başsız kalan İslam coğrafyasında da İngiliz emperyalizmi, bu bölgenin çeşitli ülkelerinde İslam tipi devletçikler kurarak, dünya haritası üzerinde devletsiz ülke kalmaması için yoğun çaba göstermiştir. Böylece üç ayrı dünya arasında kalan Anadolu yarımadası üzerinde, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti bir merkezi devlet modeli olarak, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuştur
Ulusal kurtuluşun önderi Mustafa Kemal, savaş içinde devleti kurarken, batı tipi liberal-kapitalist, doğu tipi sosyalist ya da güney tipi İslam modeli devlet yapılanmalarını bir yana bırakarak, üç dünya arasında Kemalist model adı verilen tamamen kendi koşullarına uygun merkezi bir özgün siyasal yapılanma modelini oluşturmuştur. Dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devleti yıkılınca, bu büyük devletin geride kalan topraklarında Atatürk, dünyanın jeopolitik gerçeklerine uygun düşen bir denge sistemi ile yeni bir model oluşturmaya çalışmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra bir yabancı gazeteci cumhurbaşkanı Atatürk ile röportaj yaparken ilginç bir soru sorarak, Türkiye’nin konumunu ve yönünü gündeme getirmeye çalışmıştır. Yabancı gazeteci Türk modelinin, batı tipi liberal-kapitalist ya da doğu tipi sosyalist Marksist bir model olmadığını, ama ne olduğunun belli olmadığını, Türkiye’nin hangi çizgide nasıl bir yöne doğru yönleneceğini sorunca, devletin kurucusu olarak Atatürk bu soruya önemli bir cevap vermiştir . Ona göre ,Türkiye ne batı tipi kapitalist ne de doğu tipi sosyalist bir devlettir. Bu nedenle, Türk modelini birilerine benzetmeye çalışmak doğru değildir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu başkanına göre, Türkiye gelecekte hiçbir ülkeye benzemeyecek hatta Amerikanlılaşmayacaktır. Türk devletini hiçbir modele benzetmek söz konusu değildir. Türkiye’yi kesinlikle birilerine benzetmek isteyenler,Türklerin hiç kimseye benzemediğini ama mutlak bir benzetme yapılacaksa o zaman ancak kendilerine benzetilebileceklerini dile getirmiştir. Bu çerçevede devletin kurucusu büyük önder Atatürk, bu açıklamasıyla hem Türk devletinin modelini hem de gelecekteki yönünü açıkça ortaya koymuştur.
Türkiye Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulurken üç dünya arasında bağımsız ve hiç birisine benzemeyen merkezi bir devlet türü olarak öne çıkmıştır. Bu hali ile Türkiye’nin hiçbir başka siyasal modele benzetilmesi mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti kendine özgü koşulların ortaya çıkarmış olduğu bir devlet olarak, gene kendine dönük ve benzeyen bir çizgide ilerlemeler gösterecektir. Üç dünya arasında böylesine merkezi bir devlet kurulurken, hiç kimseye ya da modele benzemeye çalışılmamış aksine, yıkılan imparatorluğun bıraktığı siyasal boşluk alanında hiçbir başka modele benzemeden, ülke halkının kuracağı tam bağımsız ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet yapısı ile, Atatürk’ün geleceğe yönelik çizdiği model ve bunun dayandığı temel ilkelere dayanan bir gelecek inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylesine bir oluşum sonucunda tarih sahnesine çıkmış olan Türk devletinin hiçbir başka modele benzetilmesi mümkün olmadığı gibi, başka yollara çekilmesi ya da kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu yoldan çıkarılarak başka yönlere doğru çekilmesinin mümkün olmadığını, Türkiye’nin yönü üzerine toplantılar düzenleyerek halk kitlelerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çaba gösteren, iç ve dış çıkar çevrelerinin de görebilmesi gerekmektedir.
Namaz kılarken selam durulan kıblenin yönünün değiştirilmesi nasıl mümkün olamıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin de Atatürk’ün çizmiş olduğu yönden kaydırılması mümkün olamayacaktır .
Türk devletinin modeli Birinci Dünya Savaşı sonrası döneminin özelliklerine göre belirlenmiştir. İmparatorluklar dağılırken ulus devletlere geçilmesi dikkate alınarak, Avrupa kıtasının hemen yanı başında benzeri bir ulus devlet, ulusal kurtuluş savaşı kazanılarak kurulabilmiştir. Böyle bir adım atılırken gelecekte batı emperyalizminin sömürgesi olabilecek bir liberal-kapitalist yapılanmadan uzak durulduğu gibi, Lenin’in başında bulunduğu Sovyetler Birliği’nden de uzak durularak sosyalist ya da Marksist bir devlet yapılanmasına gidilmemiştir. Ayrıca, halifelik kurumu bir yasal düzenleme ile iptal edilerek Türkiye’nin güney sınırlarının ötesinde uzanıp giden Müslüman devletleşme modellerine karşı da bir mesafe konulmuştur .
Türkiye’nin sınırlarını çevreleyen her üç dünyaya karşı uzak durulması sayesinde, bunların her üç tipinin ötesinde bir merkezi modele yönelebilmek mümkün olabilmiştir. Atatürk böylesine farklı bir siyasal yapılanmayı özgürce ortaya koyarken, Türk devletinin ve çağdaş cumhuriyet rejiminin temel ilkelerini de belirleyerek yeni devletin anayasası içerisine de koymuştur. Halen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, giriş kısmında cumhuriyetin temel ilkeleri olarak belirtilen genel kurallara, Türk ulusu kurucu önderin siyasal mirası olarak Atatürk ilkeleri adı altında sahip çıkmaktadır. Atatürk ilkeleri ile dünya sahnesine çıkmış bulunan bir devletin, gene aynı ilkelere dayanarak ve sahip çıkarak ayakta kalabilmesi ve değişen dünya koşullarında yoluna devam edebilmesi bu temel ilkeler sayesinde mümkün olabilecektir. Türk devletine yeni elbiseler giydirmek ya da yepyeni yönler çizerek bir yerlere kaydırmak üzere harekete geçen kesimlerin de, bu gerçekliği görerek hareket edebilmeleri doğru ve gerçekçi sonuçlara varabilmek açısından yararlı olacaktır. İmparatorluklar cihan savaşı sonrasında dağılırken, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelebilmeleri mümkün değildi. Sovyet devrimi gerçeği dikkate alınarak, devrimci bir atılımla çağın gereklerine uygun düşen tam bağımsız bir ulusal devlet çağdaş laik bir cumhuriyet rejimi ile birlikte inşa edilebilirdi ve Atatürk de bunu yapmıştır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni Birinci Dünya Savaşı sonrasının koşulları içerisinde tarih sahnesine çıkartırken, Soğuk Savaş’ın getirmiş olduğu yeni dengeleri ve gerginlikleri dikkate alarak hareket etmiş ve bu gerçekler doğrultusunda yeni Türk devletine geleceğe dönük bir yön kazandırmaya çalışmıştır. Böylesine olumsuz koşullarda Ruslar ileri giderek, Doğu Anadolu’dan toprak isteyecek kadar baskı yapmışlar ama Kemalist rejim merkezde oluşturduğu tam bağımsız çizgiden feragat etmeden bu tür yeni emperyalist taleplere karşı sağlam durarak, ortaya çıkışı sağlayan dengelerin korunması konusunda yeterince etkili bir tavır sergilemiştir. Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla güçlenerek dünya sahnesinde öne çıkması ve bu doğrultuda Nazi imparatorluğunun yıkılmasında etkin bir rol oynaması, Rus emperyalizminin yöneticilerinin yeniden emperyalizme yönelerek, merkezdeki tampon ülke Türkiye Cumhuriyeti’nden toprak talep edecek kadar ileriye gitmelerine yol açmıştır. Bu durum giderek ağır bir tehdit halini alınca, Türk devleti de batı bloku ile ilişkilerini daha da yakınlaştırarak, kendi güvenliği açısından batı güvenlik şemsiyesinin altında bulunmayı bir güvence olarak görerek, batılı savunma sistemi içerisinde yer almıştır.
İşte bu aşamadan sonra Türk devleti bağımsızlığını elinden kaçırmış, savaş alanlarında kazanılmış olan tam bağımsızlık statüsünden batı güdümünde bir güvenlik şemsiyesi altında, doğu batı çekişmesinin yaşandığı Soğuk Savaş ortamında batı blokunun ileri karakolu konumuna, Türkiye Sovyet tehdidinin dengeleri bozması yüzünden düşürülmüştür. İşte bu aşamadan sonra kurucu iradenin Türk devletine çizmiş olduğu tam bağımsız ülke kalabilme yönü yavaş yavaş batı hegemonyası doğrultusunda ortadan kaldırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti hak etmediği bir bağımlılık ilişkisine doğru zorlanırken, kurucu önder Atatürk’ten miras kalan tam bağımsızlık çizgisinden ve yönünden uzaklaşmak zorunda kalmıştır .
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemin koşullarında tam bağımsız merkezi devlet modeli ile ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin yeni koşullarında zorlanmaya başlamış ve değişen dünya konjonktüründe, geçmişten gelen merkezi bağımsız devlet modeli tehlikeli bir duruma doğru sürüklenmeye başlamıştır. İngiltere’nin geçmişten gelen Büyük Britanya İmparatorluğu yapısı içinde göreli olarak sürdürülebilen bağımsız devlet statüsü, ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin bölgeye gelişi ve bunun sonucunda da, iki bin yıllık bir aradan sonra Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması üzerine Atatürk’ün bağımsız cumhuriyeti bu iki yeni siyasal gücün baskısı altına girmeye başlamıştır. ABD yeni Atlantik gücü olarak dünya hegemonyasını İngiltere’nin elinden alırken, Birleşik Krallık’tan daha farklı bir siyasal yapılanmaya yöneliyor ve askeri üsler ile dünya ülkelerinin içine giriyordu. İngilizler Fransızlar ile birlikte girdikleri yerlerde yeni devletler kurarken , Amerikalılar zaten önceden kurulu olan devletlerin içine girerek yeniden devlet kurmak yerine üsler tesis ederek varlıklarını dünya kıtaları üzerinde örgütlüyorlardı.
İkinci dünya savaşına girmekten uzak kalan Türk devleti, savaş sonrasında ABD hegemonyasının bölgeye girişi ile karşı karşıya kalıyor ve ülkenin her köşesinde üslerin kurulması önlenemiyordu. Sovyetler Birliği’nin tehdit olarak görüldüğü bir aşamada, batı emperyalizmi tehdit olmaktan çıkıyor ve bir anlamda komünizm yayılmacılığına karşı bir güvence olarak görülüyordu . Türkiye bu aşamada kendini Sovyet emperyalizmine karşı korumak için batı güvenlik sistemine kayıyor ve Amerikan emperyalizmi ile İsrail siyonizmi bu durumdan yararlanarak Türkiye’nin içerisine serbestçe girerek örgütleniyorlardı. Türkiye’nin batı güvenlik sistemine girdiği tarih bu yüzden bağımsızlığını elinden kaçırdığı aşamadır.
İki kutuplu dünyada Türk devleti merkezi coğrafyadaki Sovyet yayılmacılığına karşı kendisini batı blokunun kucağına atarken, devletin kuruluş aşamasından gelen tam bağımsız ve antiemperyalist politik çizgi terk ediliyordu. Birinci cihan savaşı sonrasında tam bağımsız bir siyasal yapı olarak ortaya çıkabilen Türk devleti, ABD ve İsrail’in bölgeye gelişi ile birlikte bağımsızlığını elinden kaçırarak bu iki yeni siyasal gücün hegemonyası altına giriyordu .
Amerikan emperyalizmi merkezi coğrafyaya gelmek için aylar önce vefat etmiş bir eski büyükelçinin naşını bahane ederken, Türkiye daha ne olduğunu anlamadan bir de güney bölgesinde İsrail’in kuruluşu vakası ile karşı karşıya kalıyordu. İkinci Cihan Savaşı sonrasında Stalin’in Kars ve Ardahan illerini yeniden talep etmesi Türkiye’yi batıya doğru sürüklerken, ABD bu durumdan yararlanmasını iyi bilerek, Türkiye’de üsler oluşturma yolu ile Atatürk’ün bağımsız devletinin içine giriyordu. Böylece Türkiye batı emperyalizminin merkezi alandaki üssü konumuna sürüklenirken, bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı İsrail’in korunması misyonu da İncirlik üssünün kurulmasıyla, Türkiye Atlantik emperyalizmi ile Siyonizmin şemsiyesi konumuna itekleniyordu. Bu aşamada, Atlantik kıyılarında yetişmiş bazı politik kadroların taşeron olarak kullanılmaları nedeniyle Türkiye kuruluşundan gelen tam bağımsız dış politika çizgisinden çekilerek, Atlantik güçlerinin Truva atı konumunda bir çizgiye doğru yönlendiriliyordu.
Çok kısa zamanda örgütlenen bu yeni durum Türk toplumunda büyük tepkilere yol açarken, gerçeklerin anlaşılmasının önlenmesi doğrultusunda terör ve askeri darbeler çıkmazına doğru Türkiye dış baskılar ile yönlendiriliyordu . Türkiye’yi kurmuş olan bağımsızlık insiyatifinin sonraki kadrolarının bir kısmının gayrimüslim lobiler aracılığı ile Atlantikçi emperyalizm ile İsrailci Siyonizme yakın durmaları yüzünden, Türk devleti kendini koruma çizgisinde ulusal reflekslerini kullanamıyor ve her geçen gün bağımsızlık daha da fazla elden giderken, Türk devletinin Atatürk’ten gelen tam bağımsızlıkçı antiemperyalist yönü zamanla ortadan kaldırılıyordu. Soğuk Savaş döneminin son yıllarında Türkiye’nin her on senede bir askeri yönetimlere mahkum bırakılmasının ana nedeni, batı güvenlik sistemi içinde Türkiye’nin bağımsızlı kçı yönünün batıcı bir çizgiye kaydırılmasıdır .
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı gelecek yönünden saptırılması, Türkiye’nin önde gelen aydın kesimlerinde büyük tepkilere yol açıyordu. Çeşitli çıkar hesapları ile toplumun sağ kesimindeki politikacıların satın alınması ya da pasifize edilmesi yüzünden, sol aydın kadrolar içinden çıkan iyi yetişmiş uzman kadroların öncülüğünde bir yeni yön arayışı, 27 Mayıs askeri yönetim dönemi sonrasında gündeme geliyordu. Amerikan ve Rus yayılmacılığı ile İsrail Siyonizmi karşısında bağımsızlığını yitirme noktasına gelen Türkiye Cumhuriyeti’nin, eskisi gibi tam bağımsız bir geleceğe doğru ilerlemesini sağlayabilme doğrultusunda, ülkenin önde gelen sol aydınları bir araya gelerek önce yeni devletçilik adını verdikleri bir bildiriyi birkaç yüz aydının ortak imzası ile kamuoyuna açıklıyorlar ve daha sonrasında da oluşturdukları Yön hareketini aynı ismi taşıyan bir dergi ile Türk kamuoyuna taşıyorlardı.

Beş yıla yakın bir süre çıkan bu dergi, İstanbul sermayesinin denetimi altındaki basının gözlerden kaçırdığı dünya ülkelerinin gerçeklerini dile getirerek, iki kutuplu dünya koşullarında ulus devletlerin nasıl bir antiemperyalist ve bağımsızlıkçı politika ile ayakta kalabileceğini her yönü ile inceleyerek ortaya koyuyordu. Yön hareketi, tam da Türkiye’nin Atatürk’ten gelen bağımsızlık yönünün elinden alınmaya çalışıldığı aşamada devreye girerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yirmi birinci yüzyıla kadar yoluna devam edebilmesini sağlayan bilimsel birikimi siyasal alana aktarıyordu. Beş yıl süren Yön hareketi yayınladığı dergi ile gelecek kuşaklara önemli bir siyasal ve bilimsel birikimi aktarmış ve böylece Türkiye’nin Osmanlı devletinin son dönemlerinde olduğu gibi yarı sömürge durumuna düşürülmesini önlemiştir.

Yön hareketinin dergisi incelendiği zaman, batı tipi liberal kapitalizm ile Sovyet tipi Marksist sosyalizm arasında, antiemperyalist bir bağımsızlıkçı çizginin oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bir anlamda, Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden Kemalist bilgi birikimi Yön dergisi aracılığı ile yarım yüzyıl sonra yeniden ele alınarak değişen dünya koşulları çerçevesinde yenilenmeye çalışılmıştır. Bandung Konferansı ile başlatılan üçüncü dünya hareketinin Amerikan ve Rus emperyalizmlerine karşı dünya ülkelerini bir araya getiren üçüncü yol arayışı içinde Türk kamuoyuna aktarılmasını, Yön hareketi başarıyla gerçekleştirmiştir . Ne var ki, Türkiye’nin bağımsızlıkçı yönünü koruyabilmesi amacıyla ortaya çıkan bu hareket, Amerikancı ve İsrailci kadroların ülkeye batıcı liberal yaklaşımları getirmesi, Atatürk ilkelerine dayanan Kemalist modeli ortadan kaldırmaya çalışmaları karşısında istenen başarılı çıkışları gerçekleştirememiş ve bir süre sonra dergi yayınına son verilmiştir.
Yön hareketinin, azgelişmiş ülkeler için geliştirmeye çalıştığı üçüncü dünya sosyalizmi, Türkiye’nin Kemalist birikimi ile bir araya gelince önemli bir siyasal potansiyeli, batıcı yönlendirmeye karşı alternatif olarak öne çıkarıyordu. Atatürk’ün partisinin zaman içerisinde batıcı liberal kadrolara teslim olması yüzünden, Kemalizm devre dışı bırakılıyor ve Yön hareketinin canlandırdığı Kemalist düşünce ve projeler uygulama alanının dışına itiliyordu. Yön hareketinin demokratik ortamda ve siyasal yaşamda etkin olamaması yüzünden, Türkiye için yaşamsal öneme sahip olan bazı düşünce ve projelerin ara rejimler ve ordu destekli olarak devreye sokulması eğilimi ülkenin her on senede bir askeri rejimlere sürüklenmesi doğrultusunda ele alınarak ara rejim senaryoları içinde değerlendirilmeye çalışılıyordu.

Türkiye için yaşamsal öneme sahip olan bir çok plan ve programın, batıcı liberal kadrolar tarafından engellenmesi yüzünden ara rejim senaryoları ile devreye sokulmaya çalışılması, batı güvenlik sistemi içine girmiş olan Türk silahlı kuvvetlerinin kullanılmasını da gündeme getiriyordu. Demokratik ortamda Türk devletini güçlendirecek planlar engellendiği için, yurtsever çizgideki sol aydınlar tepeden inmeci girişimler ile dönüşümlerin gerçekleştirilmesi gibi girişimlere alet olarak, batı emperyalizmine tepki olarak geliştirdikleri karşı çıkışları ile de, askeri rejimlerin önünü açarak dolaylı yollardan gene batı emperyalizminin Türkiye’yi kıskaç içine alan siyasal plan ve projelerine alet olmaktan kurtulamıyorlardı. İyi niyetli girişimler siyaset sahnesinde engellenince, antidemokratik arayışlar alternatif olarak kendiliğinden devreye girerek ülkenin ara rejimlere sürüklenmesine yol açıyordu.

Kurucu önder Atatürk’ün Türk ulusuna emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlıkçı bir çizgide geleceğe dönük bir yön arayışında, toplumcu Yön hareketinin başarısız kılınması üzerine, daha bağımlı politikalar batı merkezleri tarafından geliştirilerek Türkiye’deki mandacı kadrolar aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu gibi girişimlerin sonucunda Türk devleti daha fazla batı emperyalizminin kontrolu altına girmiş ve İsrail siyonizmi tarafından fazlasıyla bölge ülkelerine karşı kullanılmıştır. Soğuk Savaş’ın son döneminde iyice batı blokunun yönüne angaje edilen Türkiye, küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte bir Atlantik sömürgesi konumuna düşürülmeye çalışılmıştır. Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail Projeleri’nin bölgesel merkezi konumuna getirilen Türkiye, bölge ülkelerine karşı geliştirilen çeşitli senaryolarda kullanılmıştır. Bu doğrultuda Atlantik kıyılarında yetiştirilen mandacı siyasal kadroların yönetime getirildiği bir süreç içinde, bölgeyi batılı planlara uygun dönüşüme zorlayan projelere doğru, Türk devleti yönlendirilmiştir.
Britanya İmparatorluğunun sömürgelerine yönetici yetiştiren okullardan mezun olan bazı mandacı ve gayrimüslim kadrolar, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşen bir çok plan ve projenin taşeronu olarak kullanılmışlardır. Türkiye’nin önde gelen yazarlarından Atilla İlhan’ın eserlerinde ileri sürdüğü gibi, Türk toplumunun yüzde onu civarındaki bir kontenjan Türkiye’nin ulusal çıkarlarına karşı batılı emperyalistler ile işbirliği içinde olmuşlardır. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu gibi olumsuz gelişmeler yüzünden, Türkiye tam bağımsız bir gelecek yönüne sahip olma durumundan zamanla uzaklaştırılmıştır.
Bugün gelinen yeni aşamada, çeyrek asırlık küreselleşme dönemi geride kalırken, dünya çok kutuplu yeni bir denge arayışı sürecine doğru sürüklenmektedir. Hiç bir kutbun tek başına küresel bir hegemonya kuramadığı ve gelecekte de kuramayacağı yeni dönemde, emperyal devletler üstünlüklerini devam ettirebilmek için yeni senaryolara yönelerek, bütün dünya ülkeleri üzerindeki etki ve baskılarını sürdürme çabası içerisine girmişlerdir.
Yeni dönemde kendi adamlarını, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin başına getirerek diğer kutup merkezi emperyal devletlere karşı üstünlük sağlamak isteyen batılı emperyalistler geri adım atmama konusunda ısrarcı oldukları için, dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak çatışmaların önünü açmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti yeni cumhurbaşkanını seçerken, gelinen yeni aşamadaki uluslararası konjonktürü iyi değerlendirerek hareket etmek zorundadır. Merkezi coğrafya için geliştirilen ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ile Siyonizmin Büyük İsrail Projeleri geride kalırken, dünya devleti olma iddiasındaki Büyük Britanya İmparatorluğu’nun da, kendi kontrolu altında yeni bir İslam imparatorluğunu İslam Birliği senaryoları ile diğer dünya devletlerine karşı bir çizgide, Ortadoğu bölgesinde bir dini yapılanma üzerinden gerçekleştirmeye çalışmasını da iyi değerlendirmek gerekmektedir.

Türk ve İslam dünyasındaki tek aydınlanma devriminin gerçekleştirildiği Atatürk Türkiye’sinin emperyal projeler doğrultusunda laik ve çağdaş bir siyasal yapılanmadan koparak, yeniden Osmanlı dönemindeki gibi bir ortaçağ düzenine geri dönüşüne, Türk ulusu izin vermemelidir. Bu nedenle, Türkiye’nin yönünün belirlenmesi işi de sadece dinsel cemaatlara bırakılamayacak kadar önemli ve yaşamsal bir konudur.

Türk halkı cumhurbaşkanını seçmek üzere seçim sandığına giderken, sadece bir devlet başkanını değil ama aynı zamanda kendi geleceğini de ve Türk devletinin yönünü de belirleyeceğini de iyi bilmek durumundadır. On bin yıllık Türk tarihi ile, merkezi coğrafyadaki bin yıllık Türk devlet geleneği, Türk ulusuna yirmibirinci yüzyılda tam bağımsız gelecek için yeterli bir destek sağlamaktadır.
Türk vatandaşları oylarını kullanırken, dünyanın bugün geldiği durumu iyi görmek durumundadırlar. Her türlü psikolojik savaş ve algı yönlendirmelerine karşı çıkarak, Türk halkı ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda bir seçime yönelmek zorundadır. Türk ulusu cumhurbaşkanını seçerken, halifelik düzeninin okyanus ötesinden İslam coğrafyasına yeniden taşınmak istendiğini de görerek hareket etmek durumundadır.

Geçmişten gelen siyasal birikimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk ulusunun çıkarları doğrultusunda en iyi şekilde değerlendirecek ve her türlü emperyal baskıya direnerek zamanla güçlü bir önder olabilecek cumhurbaşkanının Türk ulusunca seçilmesi dünya barışına önemli katkı sağlayacaktır.


http://www.turksolu.com.tr/turkiye-yonunu-ariyor/


.

Kırılma noktasından kurucu çıkış Noktasına



Kırılma noktasından kurucu çıkış noktasına


Türkiye’nin Merkezi Jeopolitiği ile, merkezi alan üzerinden dünya siyasetine öncülük yapabilecek bir düzeyde  gelişmiş ülke olduğu her zaman hatırlanmalıdır.
4 LÜ İTTİFAK

      Türkiye’de genel seçimlerin yapılmasından bu yana bir aya yakın bir zaman dilimi geçmesine rağmen henüz hükümet kurulması sürecinde olumlu bir gelişmenin ortaya çıkmadığı görülmektedir. Seçimlere giderken, sanki eski zamanlardaki gibi normal bir genel seçim süreci yaşanacakmış gibi bir havanın kamuoyunda estirilmesi, halk tabanında aldatıcı bir etki yaratmış ve böylesine bir ortamda seçmenler sandık başına giderek oylarını kullanmışlardır. Ne var ki, seçim sonuçları resmen açıklandığı zaman işlerin o kadar da kolay olmadığı ve genel seçimler ile beraber Türkiye’nin çok ciddi bir siyasal kriz ortamına doğru sürüklendiği anlaşılmıştır. İlk günlerde fazla hissedilmeyen bu durum zaman geçtikçe iyice kesinlik kazanmış ve her geçen gün genel seçimlerin sonuçları doğrultusunda yeni hükümet oluşturma girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Yüzden fazla siyasal partinin bulunduğu Türkiye’de yirmi parti seçimlere girmiş ve sonunda dört parti grubu siyasal barajı aşarak, parlamentoda siyasal güç olarak var olma hakkını kazanmıştır. Genel seçimlerden önce de Meclis içinde gruba sahip olan dört siyasal parti kendi gruplarını yenileyerek yeniden Türk halkını parlamento içinde temsil etme hakkını kazanmışlardır.

İki binli yılların başından bu yana Türkiye’de üç genel seçim kazanarak ülkeyi yönetme hakkını elde etmiş olan iktidar partisi, aradan geçen üç dönemde işbaşında bulunmaktan ileri gelen ciddi bir yorgunluk ve yıpranma olgusu ile seçimlere girerken oylarının azalacağını, kamu oyu yoklamaları ortaya koyuyordu.Ne var ki, tek başına iktidara gelmek gibi bir şansı dördüncü kez ele geçiremeyen iktidar partisinin seçmen kitlesinin yüzde altmışlık bir tepki göstermesiyle karşı karşıya kaldığı görülmüştür. Merkez sağ ve sol partilerin emperyalizmin güdümüne girerek ülkenin yarı sömürge durumuna gelmesine neden oldukları bir ülkede, iki binli yılların bir projesi olarak İslamcı tabandan devşirilen ılımlı bir liberal İslamcı partinin iktidara gelmesini batılı güçler kendi çıkarları çizgisinde desteklemişlerdir. Yirminci yüzyıl geride bırakılırken, yepyeni bir siyasal parti ile Türkiye’ye yeni bir yön verilmeye çalışılmış ve bu yüzden de kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu devlet modelini değişime zorlayan bir çekişmeli dönem yaşanmıştır. Çağ değişimi aşamasında eski partiler zaman içerisinde eriyip giderken, yeni bir parti aracılığı ile batılı güçler Türkiye’de istikrarlı bir gidişi yakalamaya çalışmışlardır. Böylesine bir konjonktürün desteği ile yeni ortaya çıkan ılımlı İslam partisi üç kez genel seçimleri kazanarak iktidara gelmiş ama dördüncü seçim aşamasında yeniden iktidar olma şansını elde edememiştir.

Seçmen son yıllardaki durumuna dikkat ederek, üç dönemlik iktidar partisinin yeniden iktidar olmasını önlemiştir. Üçüncü dönemde devleti parti devleti haline getiren, basın ve medya organlarını mutlak kontrol altına alarak ülkenin birikimini temsil eden uzman kişileri kamuoyundan silerek ağır bir baskı rejimine yönelen iktidar partisini halk kitleleri bir anlamda cezalandırarak, Türk demokrasisini kurtarmaya çalışmıştır. Anayasa’ya ve kurucu iktidarın ortaya koymuş olduğu devlet modeline ters düşen bir rejim olarak başkanlık sistemi peşinde koşan bir eski başbakanın siyasal iktidarı için bu gibi siyasal hedeflere devletin alet edilmesine seçmenlerin çoğunluğu karşı çıkarak, muhalefet partilerine doğru bir oy akışı sağlamıştır. Meclis’te bulunan üç muhalefet partisi bu durumdan yararlanarak milletvekili sayısını artırma şansını elde etmişlerdir.
Seçim sonuçlarını önceleri önemsemeyen halk kitleleri, iktidar partisinin tek başına hükümeti kuramayacak bir duruma doğru gerilemesinden dolayı ciddi bir rahatlama ortamı elde etmiştir. Özellikle seçmenlere radyo ve televizyon kapattırma noktasına gelen saldırı ve bağırma biçimindeki konuşmalardan, her gün her yerde sürekli olarak aynı şeylerin tekrarlanmasından halk kitleleri fazlasıyla rahatsız olmuş ve bunun sonucunda da oylar muhalefet partilerine kaydırılarak, üç dönemlik iktidar partisinin üst düzey yöneticilerinin ülkeyi bir korku ortamına sürüklemelerine karşı tepki gösterilmiştir. Üç dönemlik iktidar süreci siyasal alanda bir kemikleşme yaratırken, devletin partizanlaşmasına ve iktidar partisi üzerinden de bir cemaatin yönetimde fazlasıyla etkin bir konuma gelerek siyasal parti gerçekliğini alt üst etmesine seyirci bırakılan Türk halkı sonunda sağ duyusunu ortaya koyarak, uzun süreli bir iktidar döneminin devlet yönetimini çiftlik yönetimine doğru dönüştürmesine izin verilmemiştir.
Oylar genel olarak ele alındığında, seçmenin ana muhalefet partisi ile birlikte milliyetçi çizgide siyaset yapan iki yavru partiyi de güçlendirerek, iktidara karşı bir demokratik alternatifin Meclis’te oluşumuna çaba gösterdiği öne çıkmıştır. Ne var ki, böylesine iyiniyetli bir yaklaşım ülkede demokrasiyi geliştireceğine, iktidarı alaşağı etmiş ama yerine yeni bir iktidar alternatifi yaratacak siyasal çözüm üretememiştir. İşte böylesine bir olumsuz gelişme yüzünden, Türk demokrasisi ülkenin kendi kendini yönetmesini sürdürecek bir iktidar seçeneğini öne çıkaramamıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak da Türkiye içinden çıkılması çok zor görünen bir siyasal kriz dönemine girmiş bulunmaktadır.
Seçim sonuçları ilk açıklandığında çok fazla belli olmayan siyasal kriz, zamanla hükümetin kurulamaması üzerine daha bir ciddiyet kazanmış ve seçimlerin ertesi gününden itibaren başta cumhurbaşkanı olmak üzere bir çok kesimden erken seçim önerileri gelmeye başlamıştır. Normal koşullarda, parlamentoya giren partiler arasında görüşmeler yolu ile oluşturulacak siyasal programlar üzerinden yeni hükümetler kurulabilirken, Türkiye’de böylesine bir oluşum seçim sonuçlarına dayanılarak gerçekleştirilememiştir. Üç çeyrek asırlık bir demokrasi geleneği olan Türkiye Cumhuriyeti’nde daha önceki dönemlerde bir çok koalisyon hükümetleri kurularak işbaşına gelmesine rağmen benzeri bir gelişme bu seçimlerin sonucunda elde edilememiştir. Üç dönemlik iktidar partisi kendi bildiği çizgide giderken, üç muhalefet partisi de kendi doğrultularında yol almışlar ama bir gün iktidara gelebileceklerini düşünerek böylesine bir vatan görevi için hazırlıklı olmadıkları ortaya çıkmıştır. Etnik kimlikle ya da milliyetçilik ile veya Atatürk’ün partisi olmakla muhalefet etmeye alışmış olan Meclis’te grubu bulunan partilerin iktidar için hiçbir hazırlığı olmadığı görülünce, siyasal alternatif arayışlarında başarısızlık ile karşılaşılmıştır. Koalisyon görüşmeleri sırasında, partilerin seçim meydanlarında birbirleri aleyhine dile getirdikleri karalamalar ya da leke çalmalar birden silinip gitmemiş, unutulmadığı için de partileri giderek birbirlerinden uzaklaştırmıştır.Ağzına gelene söylemekten çekinmeyen bir siyasal üslubun, uzlaşma arayışı ortamlarında kesin bir engel olarak ortaya çıktığı, birbirlerine karşı ağır sözler söyleyen parti yöneticilerinin hükümet kurmak için bir araya geldiklerinde birbirlerinin yüzlerine bakamadıkları fark edilmiştir.

Bu durumda, ana muhalefet partisinin yüce divana göndereceğini söylediği bir iktidar partisi ile koalisyona gidemeyeceği ortaya çıkmış, ABD ve batı ülkelerinin bir büyük koalisyon yaklaşımı çerçevesinde tıpkı Almanya’da olduğu gibi bir deneye yönelmelerine karşılık, iktidar ve muhalefet yıllarından kalma alışkanlıklara devam edildiği için bir aya yaklaşan zaman diliminde hükümet kurulamamıştır. Etnik kimlikli ve milliyetçi partilerin de alıştıkları söylemleri bir yana bırakamamaları nedeniyle, koalisyon görüşmelerinde ve hükümet kurma çalışmalarında kendilerinden beklenen esnekliği gösteremedikleri ve bu yüzden de başarısız kaldıkları anlaşılmıştır. Bir gün hükümet kurmak amacıyla bir araya gelebileceklerini düşünmeyen siyasal partiler yüzünden Türk devleti hükümetsizliğe doğru sürüklenmiştir.
Soğuk Savaş yıllarında daha önceleri merkez sağ, orta sol, İslamcı ve milliyetçi olmak üzere dört partili bir siyasal yelpazeye sahip olan Türk demokrasisi, küreselleşme olgusunun gündeme getirilmesiyle birlikte gene dört partili bir yapılanma içerisinde yoluna devam etmeye zorlanmıştır. Ne var ki, bu kez partilerin yapıları değişmiştir. Merkez sağ ve demokratik soldaki partilerin batı emperyalizmine teslim olarak yok olmaları yüzünden , sağ uçtaki milliyetçi parti ile Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisi seçmen kitlelerinin geleceğe dönük bir güvence arayışları yüzünden yollarına devam edebilmişlerdir. Küresel emperyalizm alt kimlikleri hortlatınca etnik bir bölge partisi mecliste grup kurmuş, ABD ve İsrail’in bölgesel planları yüzünden milli görüşçü İslam partisi içinden de genç kadrolar liberalleştirilerek ılımlı İslamcı bir parti Türk siyaset sahnesine okyanus ötesi destekler ile kazandırılmıştır. Soğuk Savaş’tan küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte siyasal partiler yapı değişikliğine sürüklenmiş, dinci, etnikçi ve küresel leşmeci eğilimler siyasal partilerde ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu yüzden bir çok batı ülkesinde hem bölücülük, hem etnikçilik hem de dinsel anlamda cemaatçılık ön plana geçmiştir. Bu tür yeni eğilimlerin Türk partilerinde de etkinlik kazanmaları yüzünden, siyaset sahnesine önemli değişik tutumlar yansıtılmış ve bu yüzden de bazen kırılma noktalarına kadar giden olumsuz gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir. Partiler ya da örgütler, küreselleşme döneminde yeni moda olan alt kimlikçiliğe doğru yönlendirilirken bir çok ülkenin kendi özel koşullarının öne çıkmaları yüzünden kırılma noktaları yaşanmıştır. Her kırılma bir dönemeçte ortaya çıkmış ve beraberinde getirdiği yeni kırılma oluşumları ile birlikte de önemli değişikliklerin gerçekleştirilmesinin önünü açmıştır.

Genel olarak kırılma noktaları esnekliklerin kaybolduğu bir aşamada ortaya çıkar. Demirin ya da eşyanın kendine göre katı bir yapısının olduğu gibi toplumsal olayların ya da sosyal oluşumların da gene kendilerine göre bir esneme katsayısı bulunduğu doğrultusunda teoriler ortaya atılmıştır. İnsanlık tarihi geçmişten geleceğe doğru kendi esnekliğini yitirdiği an, ya büyük bir dalga ile karşılaşarak onun etkisiyle kırılırak biçim değiştirebilir ya da daha başka ve büyük kopma süreçlerinde kırılgan bir yapılanma üzerinden beraberliklerin sonu gelebilir ya da insanlar tutum ve tavır değiştirerek, o ana kadar sürdürdükleri uygulamalardan vazgeçmek zorunda kalabilirler. Uzun süren zaman dilimlerindeki beraberliklerde bir kırılma noktası aşınma ya da çatışma olayları yüzünden meydana gelebilmektedir. Canlı organizmalar için geçerli olan kırılma noktası teorisi açısından bakıldığında devam edip giden yaşam çizgisi üzerinde bazen yuvarlık belirtiler aracılığı ile kırılma noktalarının farkına varılabilmektedir. Sosyal organizmalar ya da biyolojik oluşumlarda görülen kırılma noktalarına, benzer bir biçimde siyasal yaşamda ya da hukuksal süreçlerde de rastlamak mümkündür. Devletlerin uzun süren yaşam süreçlerinde iç ve dış konjonktürel gelişmeler normal gelişmelerin önüne çıkarak önemli bir çizgide kırılma noktalarının ortaya çıkmalarına yol açabilirler. Bazen dış dünyada gündeme gelen değişmeler bazen da ülkelerin kendi yapılarından doğan değişiklikler, o ana kadar sürüp gelen gelişmelerin önünü kesebildiği gibi, zorlamalar ile yaratılan baskılar sayesinde kırılma olgularını yaşamak zorunda kalabilirler.
Eski dönemlerin birliktelikleri sona ererken, yeni ortaya çıkan koşulların yarattığı çok farklı beraberlikler de kırılma dönemlerinin sonucunda gerçeklik kazanabilmektedirler. Birbirini izleyen olaylar iç ve dış konjonktürleri değiştirirken, bu gibi yenilikler toplumsal yaşamda ya da ülke yönetiminde önemli kırılma noktalarının doğmasına neden olmaktadır. Kırılma noktaları doğal yaşamda kendiliğinden meydana gelmediği gibi sosyal ya da siyasal yaşamlarda da kırılma noktaları belirli süreçlerin sonunda önemli gelişmelerin ya da büyük olayların tetiklemeleri aracılığı ile meydana çıkmaktadır. Devletler ile birlikte milletler de sonsuzluk arayışı içinde varlıklarını sürdürürken, beklenmedik gelişmeler ya da olgunlaşan koşullar, varlık ve yaşam çizgisinde önemli kırılmalara yol açabilmektedir.
Türkiye’deki siyaset yelpazesi incelendiği zaman halka bir şey vermeyen merkez sağ partilerin giderek kitlesel tabanlarını yitirerek siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kaldıkları görülmektedir. Bir ulusal burjuvazi yaratmaya dönük liberal politikalar merkez sağ partileri zengin bir azınlığın hizmetine yönlendirince, merkez sağ partiler halk kitleleri açısından umut olma şansını yitirerek toplumun gerisinde kalmışlardır. Merkez sağ iktidarların yarattığı ulusal burjuvazi dışa açılma görünümünde uluslararası sermayenin kontrolu altına girince de halk kitlelerinin ulusal çıkarları siyaset sahnesinde temsil edilemez hale gelmiştir. İşte bu aşamada yelpazenin sağındaki burjuva partileri bir kırılma noktasında siyasal tabanlarını kaybetmişlerdir. Demokratik rejimde dış ve iç zengin çevrelerin baskısı altına giren liberal partiler geçmişte kalarak tasfiye olmuşlardır. Bu gibi durumlarda halk kitleleri ya sola kaymışlar ya da daha sağa kayarak radikal partilerin yönlendirmesi altına girmişlerdir. Türkiye’de merkez sağdaki partilerin küçülmesiyle beraber milliyetçi çizgideki sağ kanat partisi daha da büyüyerek siyaset sahnesinde onların yerini almıştır. Sağ uçtaki milliyetçi partinin merkez sağın yerini alarak büyümesi toplumda alt kimlikçi tepkilere yol açınca, bu kez de güney doğu bölgesinden bir etnikçi hareket zamanla partileşerek ve siyasal barajı aşarak parlamentoda temsil hakkını elde etmiştir. Merkez sağdaki partilerin çökmesi üzerine ortada kalan dindar kesimler ise, sağ uçtaki milli görüş partisinden uzaklaşarak küresel konjonktürün ortaya çıkardığı ılımlı İslam partisinin tabanında buluşarak yeni siyasal iktidarın bu çizgide oluşmasına katkıda bulunmuşlardır. Sosyalist sistemin çöküşü üzerine merkezi coğrafyaya yansıyan küresel etkiler, Türkiye’nin siyasal parti sistemini hem dinci hem de etnikçi bir çizgiye çekerek ülkenin daha farklı bir proje doğrultusunda yönetilmesinin önünü açmıştır.
Küreselleşme sürecinin başlangıcından bu yana çeyrek yüzyılın geçmesiyle birlikte ortaya yeni koşullar çıkmış ve bu doğrultuda Türkiye kırılma noktalarına doğru sürüklenmiştir. Üç dönem ülkeyi uluslararası konjonktür doğrultusunda yöneten ılımlı İslam partisi, ülkenin dış konjonktürün dayattığı tehditler doğrultusunda tehlikeli bir dağılma dönemecine doğru yöneldiğini görünce, tornistan yaparak ulus devleti ayakta tutacak milli politikalara yönelmeye öncelik vermek zorunda kalmıştır. Milli Görüş gömleğini küresel baskılar yüzünden çıkaranlar, ortaya çıkan sıcak çatışma sürecindeki tehlikeler nedeniyle yeniden bu gömleği giymek zorunda kalmışlardır. Bir bölge halkının etnik kimliği üzerinden siyaset sahnesine giren ve uluslararası konjonktürün bölgede yaratmış olduğu terör olgusundan beslenen bir siyasal parti, sıcak çatışmaların dünya savaşına zemin hazırlaması yüzünden terörden vazgeçerek ve daha demokratik bir görünüm ile sol yelpazedeki boşluğu doldurmaya talip olarak, küreselleşme olgusunun desteklediği bir liberal sol politikaya yönelerek, yeni bir kırılma noktasını gündeme getirmiştir.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Türk halkının yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Atatürk’ün partisi ise, zamanla sermaye kesimlerinin ve Atlantikçi batı sermayesinin baskısı altına girerek, antiemperyalist sol bir çizgiden uzaklaşarak, küresel emperyalizme uygun bir liberal sol çizgiye sermaye merkezlerinin denetiminde yönelerek, ülkede yepyeni bir kırılma noktası yaratmıştır. Soğuk Savaş döneminde ülkücülük adı altında sol karşıtlığı çizgisinde bir milliyetçilik yapan sağ kanat milliyetçi parti ise, Türk devletinin kuruluş yıllarında örgütlenen ve Türk ulusuna yön gösteren Türkçülük çizgisinde yeni bir milliyetçi açılımı gündeme getirerek kendini yenilemiştir. Türk milliyetçiliğinin ulusal kurtuluş savaşı yıllarından gelen antiemperyalist çizgisinden soğuk savaş döneminde uzak kalan milliyetçi kesim, küresel emperyalizmin etnikçi kökenleri hortlatarak ulus devletleri tasfiye etme girişimlerine karşı yeniden emperyalizme karşı bir milliyetçi yaklaşıma dönüşü, ancak yeni bir kırılma noktasında yakalayabilmiştir.Türkiye’nin demokratik gelişim süreci içerisinde böylesine kırılma noktaları, iç ve dış konjonktürün yarattığı yeni koşullarda kendiliğinden gerçekleşmiştir.
Küreselleşme sürecinde çeyrek yüzyılın geride kalması, nelerin olabileceği ile nelerin olamayacağı gibi konuların netleşmesine ve zaman içerisinde açıklığa kavuşmasına yol açmıştır. Etnik bölücülük ve terör ile yeni bir devletin kurulamayacağı anlaşılınca, yeniden demokrasiye dönülerek sol ve sosyalist politikalar üzerinden sonuç alınmaya çalışılması önemli bir kırılma noktası olarak Türk demokrasisine yansımıştır. Üç dönemlik iktidar sonrasında ümmetçi politikalar ile ciddi laiklik tartışmaları yaratan bir ılımlı İslamcı iktidarın dördüncü dönemde yola devam edebilmek ve yıpranma sürecine karşı ayakta kalabilmek için devlete yakın durarak milli politikalara yönelmesi de siyasal açıdan çok önemli bir kırılma noktasıdır. Kuvayı Milliye geleneğinden gelen devlet kurucusu Atatürk’ün partisinin, halkın partisi olarak ulusalcı bir çizgide yola devam etmesi gerekirken; TESEV, TÜSİAD ya da Büyük Klüp gibi dış bağlantılı sermaye örgütlerine üye olan kişilerin ya da vakıfların yönetimine geçmesi de gene Türkiye’nin bağımsızlığı açısından çok hayati bir kırılma noktasıdır.Emperyalizme karşı savaşmak üzere kurulmuş bulunan Türk halkının ulusal kurtuluş savaşı örgütünün bugünün koşullarında emperyalizmin uzantısı olan dernek ve kuruluşların yönetimi altına girmesi de, Türk demokrasisi ve ulus devletin geleceği açısından önemli bir kırılma noktasıdır. Bu durum küresel emperyalizmin Türkiye üzerindeki etkisinin arttığını göstermektedir, Yıllar geçtikçe ve yeni dönemlere girdikçe ortaya çıkan bu gibi kırılma noktaları, Türk siyasal sistemi üzerinde olumsuz etkiler yaratarak siyasal istikrarın bozulmasına yol açmıştır. Meclis’teki dört büyük partinin dışında kalan diğer partiler de yaşanan sürecin etkisiyle önemli değişimler geçirmişler ama Türk ulusunun beklentileri ile devlet ve toplum düzeninin gereksinmeleri doğrultusunda yeni politikalar ortaya koyamadıkları için siyaset sahnesinde başarılı olamamışlardır.
Kırılma noktasında ciddi değişimler ile karşı karşıya kalan Türk demokrasisinin büyük partileri gelmiş oldukları yeni aşamada yeni duruma tam olarak ayak uyduramadıkları için birbirlerine uzak durmaya devam etmişlerdir. İslamcı partinin ümmetçi yaklaşımdan milletçi yaklaşıma yönelmesi, milliyetçi partinin sol karşıtlığından Türkçü çizgiye geri dönmesi, halkın partisinin sermayenin etkisinde zengin sınıfların partisi olmaya doğru yönlendirilmesi, laiklik adına sahillerdeki lövanten yapılanmanın temsilcisi konuma düşülmesiyle birlikte halkçı politikalardan vazgeçilmesi, Türk demokrasisinde siyasal ortamın alt üst olmasına neden olmuştur. İktidar partisinin yıllanmışlığı ve yıpranmayı savaş senaryoları ile aşmaya yönelmesi, laik bir devleti cihat senaryolarına doğru sürüklemiş, devletin temelinde var olan yurtta ve dünyada barış ilkesinden uzaklaşılması gibi ters bir durumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Merkezi alanda güvenliğin temsilcisi olmaya çalışan bir ulus devletin, bölgedeki komşuların iç dünyasında ortaya çıkan sıcak çatışmalar ile yakından ilgilenmesi, güvenlikçi politikalardan savaşçı emperyal politikalara doğru ülkeyi sürüklemiş ve bu durumda iktidar partisi yeni bir kırılma noktası yaratmıştır.
Osmanlı sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu doldurma girişimlerinin Türkiye’yi komşuları ile savaşa sürüklemesi gibi bir durumun normal koşullarda barışçı Türk halkı tarafından kabül edilmesinin mümkün olmadığı son yıllardaki gelişmeler sonrasında bir kez daha anlaşılmıştır. Batının önde gelen devletlerinin emperyalist politikalarına Türkiye’nin alet olmasını beklemek gerçekçi bir tutum olamamıştır. Düvel-i Muazzama denilen büyük devletlerin emperyalizmine karşı mücadele ederek ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş çizgisinden gelen antiemperyalist tutumunu bugün de sürdürerek, Atatürk’ün komşu devletler ile bir araya gelerek gerçekleştirdiği bölgesel güvenlik ve işbirliği örgütlenmesine barış için öncelik verme zorundadır. Bu durum çok açık bir biçimde kesinleşmişken, hala bazı emperyalist senaryolar doğrultusunda Türkiye’nin savaşa yakın durması da, merkezi alanın güvenlik bekçisi Türkiye açısından yeni bir kırılma noktasını gündeme getirmiştir. Türkiye’de yaşayan herkesin iyi bilmesi gereken bu hususu, Türkiye’yi kullanmak isteyen emperyalistlerin de görmesi gerekmektedir.

Küresel, bölgesel ve ülkesel alanlarda yaşanmakta olan değişiklikler çizgisinde önemli kırılma noktalarına sürüklenen Türkiye’nin böylesine bir dar boğazdan kurtulabilmesi için, kırılma noktalarını geride bırakacak yeni açılımlara gereksinmesi bulunmaktadır. Bu yeni açılımlar çok yeni yaklaşımlar da olabilir ama iyi bilinen eski yaklaşımların da bu gibi durumlarda yararlı sonuçlar sağlayabileceği gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Açılım adı altında ortaya saçılmaya, özerklik adına bölünmeye veya yerelleşme adına merkezden kopmaya gidebilen yaklaşımların ülkenin birliği ve ulusun bütünlüğü açısından ne gibi tehditler barındırdığının dikkate alınması gerekmektedir. Çözüm süreci diye ilan edilen kaos ya da karışıklık yaratma senaryolarına, artık Türk halkının alet olmaması gerekmektedir.

Seçimlerden sonra yeni oluşan parlamentoda bu gibi sorunlara öncelik veren yeni yaklaşımlar ile siyasal partilerin koalisyon hükümetleri kurmaya yönelmeleri gerekmektedir. Biri iktidar olmak üzere üç muhalefet partisinin meclise girdiği yeni aşamada, ülkenin içinden geçmekte olduğu siyasal dönemecin iyi kavranması ve bu aşamadaki kırılma noktalarının iyi hesap edilmeleri gerekmektedir. Seçim sonrasında ortaya çıkan siyasal tablonun görünen ve görünmeyen yüzlerinin gerçekci bir doğrultuda değerlendirilmesiyle yeni bir çıkış yolu yaratılabilecektir. Bütün yolların tükendiği bir aşamada yeni bir yolun bulunabilmesi ve bunun önünün açılabilmesi, ülkede var olan siyasal potansiyelin en üst düzeyde değerlendirilmesiyle mümkün olabilecektir. Her siyasal parti kendi siyasal aklını kullanarak bir çözüm üretmek istemekte ama geçmişten gelen birikimler ile yeni durumun sorunlarının aşılamadığı durumlarda yaratıcı yaklaşımlara gereksinme duyulduğunu herkesin artık görmesi gerekmektedir. Her parti içinde bulunulan kırılma noktaları ortamında siyasal empati yöntemleri ile diğer partilerin ne düşündüklerini iyi görmek ve bu yaklaşımları dikkate alarak ortak tutum ve çözüm üretmek durumundadır.
Cumhuriyet rejiminin doksan yılı geride bırakarak yüzüncü yılına yaklaştığı bir aşamada, Türk devletinin yüz yıllık bir siyasal birikimi kullanma hakkı doğmaktadır. Yüzüncü yılın tamamlanması ve kurucu önderin ortaya koyduğu siyasal model ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşaması kuruluş modelinin iyi kavranmasına bağlı bulunmaktadır. Yaklaşık olarak bir asırlık dönemi geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti devletinin içinden çıkan siyasal partiler, bugün Türk parlamentosundaki yerlerini alırlarken, hem böylesine büyük bir birikime sahip çıkmak ve kuruluş noktasından gelen model ile kırılma noktalarını aşarak geride bırakacak çözümleri ortaya koymak zorundadırlar. Yeni koşulların yaratmış olduğu kırılma noktalarının ülkedeki birlik ve beraberliği ortadan kaldırmasına izin vermemek üzere, kuruluş modelinden gelen birliktelik ve beraber yaşama olguları üzerinde öncelikle durulabilmelidir. İmparatorluk düzeninin emperyalist saldırılar sonrasında çökertilmesinden sonra geride kalan eski Osmanlı ahalisinin çağdaş bir ulus devlet ve üniter bir siyasal düzen çatısı altında bir araya getirilmesinde etkili olan kurucu modelin, bugünün koşullarında yeniden hatırlanmasında ulusal yarar vardır.
Türk halkının serbest oyları ile parlamentoda temsil edilme şansını elde etmiş bulunan bütün siyasal partilerin bugünün koşulları ile geçmişten gelen siyasal birikimi birlikte değerlendirmesi gerekmektedir. Ancak böylesine çok yönlü bir yaklaşım ile, Türk devleti içine düşmüş bulunduğu siyasal çıkmazdan kurtulabilir.Birbirinden çok farklı çizgileri izleyen siyasal partiler çok yönlü yaklaşımlar aracılığı ile bir araya gelerek ortak bir hareket tarzı benimseyebilirler. Cumhuriyet’in ellinci yılında İslamcı Milli görüş partisi ile Atatürk’ün devlet kuran Halk partisi arasında böylesine bir yaklaşımın geliştirilerek ve farklı dünyaların temsilcisi iki partinin bir araya gelerek bir milli koalisyon hükümeti kurduklarını bugünün siyasal partilerinin iyi incelemeleri gerekmektedir. Tarihi yanılgının aşılması olarak kamuoyuna yansıtılan İslamcı parti ile cumhuriyetçi halk partisinin ortaklığının bugünün meclisteki partileri için önemli bir örnek olduğunun hatırlanması ile yeni yaklaşımlar gündeme getirilebilecektir.
Türkiye Cumhuriyeti son seçimlerden sonra sahip olduğu parlamento yapısı içerisinde birbiriyle anlaşmaz görülen partilerin bir araya gelerek koalisyon hükümetleri kurabilmeleriyle demokrasi yolunda ilerleyebilecektir. Serbest seçimler yolu ile genel seçimlere yirmi partinin girmesi ve seçim sonrasında dört partinin parlamento çatısı altında yer almasıyla birlikte, meclis çoğunluğuna dayanan bir yeni hükümetin kurulabilmesi gerekmektedir. Demokrasinin yaşaması, farklı görüşteki bu partilerin bir araya gelerek ortak ilkeler ve programlar üzerinde anlaşmaya varmasıyla mümkün olabilecektir. Sağ ve sol ayırımının geride kaldığı yeni dönemde geçmişten gelen siyasal yapıların katı ya da sertliği ile değil ama bunların aşılmasıyla gündeme getirilebilecek yaklaşımlar sayesinde koalisyon hükümetleri kurulabilecektir. Her hükümetin avantajları kadar dezavantajları ile de siyasal partiler karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle, koalisyon ortaklıklarının ne getireceği ile birlikte neleri de götüreceğinin iyi hesaplanması gerekmektedir. Böylesine değerlendirmeler yapılırken ülke ve ulusun gereksinmeleri doğrultusunda her türlü riski göze alarak cesur girişimler ile koalisyon hükümetlerine yönelinebilecektir.Küresel emperyalizmin Türkiye’yi bir iç savaşa doğru Alevi-Sünni, laik-dinci, Türkçü-Kürtçü, Atatürkçü-İslamcı ya da sağcı-solcu gibi kutuplaşmalara sürükleyen politikalarının iyi değerlendirilmesiyle birlikte, bu gibi ayırımları aşarak ulusal çizgide görev yapabilecek koalisyon hükümetlerine Türkiye kavuşabilecektir. Ayrıca dış faktörlerin dayatmasıyla gündeme gelen Avrupacı-Amerikancı, ya da Almancı-İsrailci gibi ayırımların da artık geride bırakılarak aşılması gerekmektedir. Türkiye’nin dostu olduğunu söyleyen büyük devletlerin, Türk demokrasisinin istikrara kavuşması doğrultusunda bu gibi ayırımlarda ısrarcı olmaktan kaçınmaları ve baskı yapmamaları ülke barışı açısından zorunludur.
Türkiye’nin bugün içine sürüklenmiş olduğu kırılma noktasında ayrılıklar ya da ayrıcalıkların değil ama, bizi tarih sahnesinde bir ve birlik olmaya yönlendiren faktörlerin öncelikle dikkate alınmasıyla, Türk halkının birlikteliği devam ettirilebilecektir. Türkiye’yi yaklaşık bir yüzyıl ayakta tutan, imparatorluk sonrası ortaya çıkan ahali çeşitliliği çıkmazını aşmaya yardımcı olan ulusal-üniter ve merkezi devlet modeli üzerinde yeniden tam bir ittifak sağlanarak yola çıkılmasıyla bir çok engelin aşılabildiği görülecektir. Genel seçimlerin meydana çıkarmış olduğu kırılma noktalarının siyasal partiler arasında uzaklaşma yaratması gibi bir çıkmazın aşılmasında, bütün dünya emperyalistlerine karşı bir araya gelerek büyük bir Ulusal Kurtuluş Savaşı veren Türk halkının birlikteliği her zaman için örnek alınmalıdır. Otuzdan fazla etnik kimliğin, üç büyük din mensuplarının ve diğer inanç ve kültür sahibi grupların imparatorluğun dağılması sonrasında, bir araya getirilerek bir ulus devlet çatısı altında bugünlere kadar ortak bir yaşam düzeni içerisinde varlıklarını sürdürebilmeleri, bugün için de örnek alınabilmelidir. İmparatorluklar yıkılırken, Türkler kendi ulus devletlerini Atatürk’ün önderliğinde başarılı bir biçimde kurarak bir asır boyunca iç savaş, kavga ve çatışma olmadan bugünlere kadar gelebilmişlerdir.

Son dönemlerde yaşanan etnik terör olaylarının tamamen dış mihrakların emperyalist ve Siyonist devletlerin merkezi alandaki hegemonya planlarının uzantısı olarak gündeme gelmiş olduğu dikkate alınmalıdır. Türkiye’nin yeniden askeri yönetimlere muhtaç kalmaması, ara rejimler ya demokrasi dışı çözümlere gidilmemesi için ve konjonktürel süreçlerin zorlamasına karşı devlet ve toplumun iç istikrarının korunabilmesi ancak demokratik yollar ve yöntemler ile kurulacak koalisyon hükümetleri ile mümkün olabilecektir. Parlamento çatısı altındaki dört partinin aralarındaki görüş farklılıklarını bir yana bırakarak, ülke ve dünya gerçekleri doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti’ni yeni hükümetine kavuşturmaları gerekmektedir. Karşı karşıya kalınan kırılma noktalarının geride bırakılması doğrultusunda, Türkiye Cumhuriyeti devletini tarih sahnesine çıkarmış olan kurucu çıkış noktasının öncelikle hatırlanması sayesinde, bir çok zorluğun aşılabileceğinin partileri yöneten siyasal kadrolar tarafından iyi bilinmesi gerekmektedir.

http://www.turksolu.com.tr/kirilma-noktasindan-kurucu-cikis-noktasina/

..