OLARAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
OLARAK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2020 Cuma

ALLAHIN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK - EVRENSEL FAALİYETLER., BÖLÜM 1

ALLAHIN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK - EVRENSEL FAALİYETLER., BÖLÜM 1




ALLAH’IN VARLIK VE BİRLİK DELİLİ OLARAK EVRENSEL FAALİYETLER

İnsan, bütüncül bakabilecek ve soyutlama özelliğine sahip bir akıl; bütünlüğü hissedebilecek ve sınırsız duygular sahibi bir kalb; her şeyden istifade edip sindirecek bir nefis ile dünyaya geliyor. İnsanlık tarihi şahiddir ki, her insan aklıyla tevhid yolcusu, kalbiyle vahdet izcisi, nefsiyle varlık sözcüsüdür. 

Bu manada peygamberler insanlığın hakikat üstadları, hak mürşidleri ve varlık azizleridirler. Onların rehberliğinde bütün insanlar marifet, muhabbet ve şükür noktasında ebedî bir yükselişe geçiyorlar. Allah’ın marifetiyle, semavi ve baki hakikat kapılarından ebedî Âhiret âlemine fikren, hissen ilerliyorlar. Fani hayat içinde sonsuzluğu soluklayacak bir kudsiyet ve ulviyeti elde ediyorlar. 

Peygamberlere tabi olmayan insanlar ise, dünya denilen çürük tahtaya saplanıp kalan paslı bir çivi konumuna düşüyorlar. Peygamberlerin açtığı kudsi ve nurani 
vahdet ve tevhid yolunu Kur’andan ders alan Said Nursi bize aldığı dersi ilgili sahalarıyla şu şekilde sunar:

Varlık, Hayat ve Kanunlar.,

Bediüzzaman, vahdet ve tevhidi, yaratılışın temellerini ve meyveleri anlattığı 24. Mektub isimli eserinde, Cenab-ı Hakk’ın icraatlarının bütün kâinatı 
içine alacak kanunlar şeklinde olduğunu; bu kanunlara zerreler ve güneşler, çiçekler ve yıldızlar, insanlar ve gezegenler v.s. her şeyin tabi olduğunu 
ifade eder. Nasıl bir ülkede, tek bir kanun ve anayasa vardır. Bütün ülke halkı o kanuna tabidir. Fakat insanların kanunları âcizliklerinden sadece 
insanlara hükmeder. Aynen onun gibi kâinat denilen sistem de bir ülke ve memlekettir. Bu memleketin Melik-i Muktediri, Mâlikü’l-Mülk olan Allah’tır. 
Onun da koyduğu kanunları vardır. Bu kanunlara “ sünnetullah ” veya “ âdetullah ” deniliyor. Fakat insanlar âleminde olanın aksine bu âlemdeki her 
nesne bu ülkenin vatandaşı olduğu için aynı kanunlara tâbidir. 

Yaratılış Sistemi ve Varlık Gayesi.,

Nasıl insanların kanunları vatandaşların rahatı ve huzuru için çalışıyor. Hem devlet, vatandaşı olan çocukları yetiştiriyor ve gerek kendi yapısında 
gerekse serbest piyasada onlara çalışıp kazanma, servet ve lükse erişme imkânı sunuyor. Bunun mukabilinde kanunlarına itaati, gerektiğinde de 
vergi vermesini şart koşuyor. Aynen öyle de Cenab-ı Hakk kendi mülkü olan bu kâinat sistemine, Melik-Kuddûs-Selam isimlerinin işaretiyle, 
Onun krallığını ve melikliğini kabul etmek, nefsanilik ve bencillikle kâinatı kirletmemek şartıyla, kendine ve başkasına zarar vermemek ve her 
şeyle barışık yaşamak itibariyle dâhil olanları Mümin-Müheymin isimleriyle emniyet ve himaye altına alıyor. Bu kişiler Allah’ın sistemi ile 
bütünleşmiş hale gelen bir manzara sergiliyorlar. 

Buna mukabil Cenab-ı Hakk Aziz-Cebbar-Mütekebbir isimleriyle de Firavun gibi izzet-ceberut ve kibir iddiasına kalkıp bencilleşen kişi ve nefisleri, 
diğer insanlara ve mahlukata zorbalık yapanları, onları ezmeye ve sindirmeye çalışanları tokatlıyor… O (CC) da kâinat mülküne ve sünnetullahına 
tabi olanlara kâinattaki imkânları istifade vesilesi kılıyor. Onun mülküne bu manada girenler zaman içinde potansiyel yeteneklerini açıp kemale 
eriyorlar. Yaşadıkları iyi-kötü, acı-tatlı her şey ise onların kemale doğru celal ve cemal eşliğinde yürüyüşleri oluyor. Bu manada Allah’ın kanunları 
terbiye edicidir. 

Bu terbiyeye, “ Rububiyet ” denilir. Cenab-ı Hakk’ın Rabb ismi, Rububiyet ve terbiye sıfatı faaliyeti gerektiriyor. 

Özellikle zıt mahiyetli faaliyetleri… Musibet ve nimet gibi, gece-gündüz gibi, sıkıntı-ferah gibi… 

Esma-yı Hüsna’nın Sınıfları.,

Esma-yı Hüsnanın bir kısmı, sıfata dayalı isimlerdir. Hayat sıfatına dayanan, Hayy gibi; kıyam sıfatına dayanan Kayyûm gibi; ilim ve kudret sıfatlarına dayanan Alîm ve Kadîr gibi… Bunlara “ Uluhiyet isimleri ” deniliyor. Bir de bu sıfatlara dayanan faaliyetlerden kaynaklanan isimler var. 

Mesela kim diri ve hayattar ise, başkasına o hayat verebilir. Bu manada hayat vericiliğe “ ihya ”; ihya edici olana ise, “ Muhyî ” diyoruz. 

Bu manada Muhyî ismi, fiile dayanan isimlerdendir. Mesela ikram fiiline dayanan Mükrim, ihsan fiiline dayanan Muhsin, izhar fiiline dayanan Muzhir… 
Bazen de fiil, terbiye vezninde olur. O zaman Mürebbi ismi tecelli eder. 

Bu manada tebdil fiiline dayanan Mübeddil, telvin ( renklendirme ) 
fiiline dayanan Mülevvin gibi yüzlerce isim var. Bunlara “ Rububiyet isimleri ” deniliyor. Cevşen’deki 1001 isimden 250 tanesi sıfata dayalı isimleri anlatır.    750 tanesi ise fiile dayalı isimleri anlatır. Mesela 1. Bab Uluhiyet isimlerini anlatır; 17. Bab ise Rububiyet isimlerini anlatır. 

Uzun cümleler ise bu iki grup ismin izahları ve Efendimiz (ASM) tarafından şerhidir. 

Bediüzzaman 24. Mektub’un 1. Makamı’nda kâinatın bir “ vahdet ” içinde olduğunu ve yekpare bir sistem olduğunu işler. 

Çok sayıda delillerle izah ve isbat eder. Aynı Mektub’un 2. Makamı’nda ise kâinat fabrikasının işleyişini, ondaki faaliyetlerin külliliğini, zerreden kâinatın tamamına kadar aynı fiil, aynı kanun ve aynı hakikatin Rabb ve Rahman isimlerinin tecellisi olarak meydana geldiğini anlatıyor.

Tebdil, Tağyir ve Tahvil Hakikatleri.,

Said Nursi bu fiilî hakikatleri şöyle örneklendirir ve kâinatta okur:  “ Evet, Hâlık-ı Rahîm, bir kuşun tüylü libasını hangi kanunla değiştiriyor, tazelendiriyor. O Sâni-i Hakîm, aynı kanunla, her sene küre-i arzın libasını tecdid eder. Hem o aynı kanunla, her asırda dünyanın şeklini tebdil eder. 

Hem aynı kanunla, kıyamet vaktinde kâinatın suretini tağyir edip değiştirir. ” 
Mesela burada “ suretini değiştirme ” den bahsediyor. Buna Arapça’da “ tebdil ” denilir. Bilindiği üzere eskiden Padişahlar tebdil-i kıyafet yaparak halkın içine girerlerdi. Tebdildeki gayeyi ise, Üstad, tazelendirme ve yenileme olarak sunuyor. Tebdil fiili, Esma-yı Rububiyet’ten olup Cevşen’de de geçen “ Mübeddil ” isminin tecellisidir. 

Bu isim. 

Bizim kirli elbiselerimizi değiştirip yerine yeni ve güzellerini giyme arzumuzda…
Evimizin bazen dekorasyon ve dizayn şeklini değiştirmemizde… 
Hatta dinen yanlış olsa bile canlıların genetiğini değiştirerek daha güzelini arama çabasında… 
Kısacası görüntü değişikliğinin olduğu her yerde ve her zamanda tecelli eden külli bir isim ve hakikattir. 

Şu âyet işin en geniş çapını verir: “ Yevme tübeddelü’l-arda gayra’l-ardi ve’s-semâvât ” 1 

( O kıyamet ve Âhiret günü yeryüzü başka bir yeryüzüne; 
gökler de başka göklere çevrilir, değiştirilir ) 
Hatta Cennet’te suretler çarşısı olduğunu, insanın istediği sureti satın alıp o surete büründüğünü bildiren hadis-i şerifin  ifade ettiği ebedî tebdil-i 
suret manzarası da Mübeddil isminin ebedî bir tecelli dairesini bize haber veriyor.2 

Kısaca her şeyin suretini değiştiren O’dur. Sebepler değiştiriyor görünse de, hakikatte değiştiren ve değiştirmek isteyen O’dur.

Tahvil, hal değişimi demektir. Tağyir ise başkalaşma, başka bir mahiyete bürünme manasındadır.

Nesnelerin katı-sıvı-gaz halleri arasındaki değişimlerde,
Canlıların hasta ve sağlıklı, yorgun ve dinç şeklinde halden hale girmelerinde,
İnsanın psikolojik dünyasının ve ruh ikliminin değişkenliklerinde,
Ekolojik ve fizik dünyanın karanlık-aydınlık, sıcak-soğuk zıt durumlarında,
Ülkelerin savaş-barış, saldırı-müdafaa gibi farklı farklı hallerinde,
Toplumların yükseliş ve olgunlaşma, alçalış ve bozulma gibi süreçlerinde “ tahvil hakikati ” nin icraatlarını görebiliyoruz.
Karanlık enerjinin asit-baz-alkali-radyoaktif-katı-sıvı ve gaz şeklinde elementleşmesinde…
Cansız maddelerin bitki denilen fabrikalarla tatlı-ekşi-mayhoş-acı mahiyet kazanmalarında…
Kurumuş bitkilerin hayvanların bünyesinde sinir-kas-deri-damar-kan-yağ-süt ve et haline gelmelerinde…
Bir yağ ve kıkırdak parçası olan göz ve kulağın, şuur ve akıl sayesinde, kâinatı okuyan bir bilim adamı ve derinden duyan bir sanatkâr 
             seviyesine yükselmesinde…
Bencil, ahlaksız ve nankör insanların vahyin kutsallığı ile fedakâr, şükredici bir ahlak âbidesi haline gelmelerinde…
Saldırgan, yıkıcı ve işgal edici milletlerin hak ve hakikatin, adalet ve nizamın keskin kılıcı haline gelmelerinde “ tağyir hakikati ” nin 
azametli etkisini ve icraatlarını görebiliyoruz. 

Kâinat ve maddiyatta, maneviyat ve ruh dünyalarında meydana gelen sürekli tahvil, tebdil ve tağyir hakikatlerini müşahede eden ve kendi hayatlarında gözlemleyen ehl-i hakikat, “ Değişim, yaratılışın ruhudur. Hayat, sürekli bir yükseliştir. Allah’tan gayrı sâbit bir nesne ve varlık olamaz ” diye hükmetmişler. Ehl-i tasavvuf ise, “ Beka ve devam, sabitlik ve değişmez öz ancak Allah ile mümkündür ” diyerek bunu “ beka billah ” olarak kodlamışlar.

Tahrik Hakikati ve Tevhid.,

Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “ Hem hangi kanunla zerreyi Mevlevî gibi tahrik ederse, aynı kanunla küre-i arzı meczup ve semâa kalkan 
Mevlevî gibi döndürüyor. Ve o kanunla âlemleri böyle çeviriyor ve manzume-i şemsiyeyi gezdiriyor. ” 3
Said Nursi burada hareketlendirme, döndürme, çevirme ve gezdirmeden bahsediyor. Atomların çekirdeği etrafında elektronlarının dönmesi, aynen 
dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında dönmesi gibi birbirine benziyor. Demek Allah’ın sisteminde ana bir nesne etrafında diğer şeylerin 
dönmesi kanunu var. 

Bu manada, 

Mekke’de hacıların Kâbe etrafında dönmeleri… 
Bütün canlıların rızkın peşinde koşup etrafında dönmeleri… 
Kadın denilen güzelliğin etrafında erkeklerin dönmeleri… 
Çocukların anne-babaları etrafında dönmeleri… 
Para ve mal tutkunu kişilerin zenginlerin etrafında dönmeleri… 
İlim ve maneviyat sevdalılarının âlim ve mürşidlerin etrafında dönmeleri…
Yıldızların galaksi merkezi etrafında dönmeleri… 
Galaksilerin kâinatın merkezi etrafında dönmeleri 
Ve nihayetinde bütün yaratılmışların Allah’ın cemal, kemal ve Zâtının tecellileri etrafında pervane gibi dönmeleri aynı kanunun ve 
hakikatin tecellileridir. 

Kâinatta hareketsiz hiçbir nesne yoktur. Her şey bir harekete başlar; sonra o hareket bir hedefe kilitlenerek o hedefi meyve verecek şekilde bir 
yörüngeye oturtulur. O nesne ve kişi, o hedef uğrunda akar durur. Bu manada her şey kendine has yörüngesinde yüzer. 
Yasin suresinin 40. Âyeti “ Ve küllün fî felekin yesbehûn ” ( Her şey kendi yörüngesi içinde, o yörüngeye hapsolmuş bir şekilde yüzüyor ) âyeti 
bu meseleyi anlatıyor. Âyetteki, “ fî ”           ( içinde ) edatı, yörüngesi dışına çıkamadığını ifade eder. 
Buradaki kanun, hareket ve faaliyetin olduğu, dönüşün ve çevrilişin olduğu her yerde geçerlidir. Buradaki Esma-yı Hüsna’lar Muharrik ( her şeyi hareketlendiren ) ve Müdevvir      ( her şeyi döndüren ve idare eden ) isimleridir… Tevhid-i Rububiyet hakikati gereği, hiçbir nesne kendi başına hareket edemediği gibi hiçbir kişi de kendi başına hareket edemez. Her nesne ve her kişi -ki buna hür irade sahibi insanlar da dahildir- belirli bir yörünge içinde hareket ettiriliyor. Aksi halde dünyada ve kâinatta düzen olmaz ve kalmazdı. Tebdil fiilinde denildiği gibi 
diyebiliriz: 

Hareket ettiren O’dur. Gezdiren O’dur. Yüzdüren O’dur. Hedefe erdiren O’dur. Meyve verdiren O’dur. Döndüren O’dur. Söndüren O’dur. 

Bu manasıyla âlemdeki farklı yörüngeli, farklı tarz ve hızdaki külli harekete rağmen kâinatta var olan ve devam eden düzen gösterir ki, her şey 
Allah’ın kontrolü altındadır. Kontrol hakikati ise, Aristo’nun İlk Muharrik tespitini, “ Tek Muharrik ” seviyesine yükseltir. Her an, her yerde ve mekânda mahlukatı, canlıları ve şuur sahiplerini doğrudan doğruya Allah’a bağlar. “ Külle yevmin hüve fî şe’nin ”  4 

( O her gün bir özlü bir fiil içinde faaldir ) âyetine delil olur. “ Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin; hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar…”  hadisinin sonsuz ufkuna bizi yakınlaştırır.5

Tecdid ve Tazelenme Hakikati.,

Said Nursi tevhid delillerine şöyle devam eder: “ Hem hangi kanunla senin bedenindeki hüceyrâtın zerrelerini tazelendiriyor, tamir ve tahlil ediyorsa, aynı kanunla senin bağını her sene tecdid eder ve her mevsimde çok defa tazelendirir. Aynı kanunla, zemin yüzünü her bahar mevsiminde tecdid eder, taze bir peçe üstüne çeker. ” 

Burada fiil, tazelendirmek, Arapçasıyla tecdid… Eğer metne dikkat edilirse akla “ Müceddid ” ile ilgili hadis gelecektir. 6  

   İnsanların bedenindeki sureten değişimi ve hareketi yapan, bunu maddi hayatın sıhhati için devam ettiren ve önem veren Allah elbette insanlığın manevi hayatını değiştiren ve yenileyen, onlara taze bir ruh ve hayat katan yenileyicileri göndermiştir. Cenab-ı Hakk eski ümmetlerde her yüzyılda bir nebi göndererek önceki resulün dininde bir tecdid yapıyordu. Bu ümmette ise aynı kanun her yüzyılda bir Müceddid gönderilerek yapılıyor. 

Müceddidler dinin çiğnenen hududlarını tekrar ortaya çıkartıyor, hadsizlik yapanlara hadlerini bildiriyorlar. 

Evet bütün tamirler ve restorasyon çalışmaları bir yenilemedir. 

Bu Yenileme Kanunu., 

İklim değişiklikleri ile yeryüzünün değişmesi ve tazelenmesi ile, 
Bağımızın ve bahçemizin son baharda bozulup kışta silinen güzelliğinin ilkbaharda yaprak ve çiçeklerle, yaz mevsiminde meyveler 
             ve olgunlukla tazelenmesi ile;
Bedenimizin hücrelerinin ölüp dağılmaları ve yenilerinin yapılması ile; 
Bizim eskiyen elbiselerimizi çıkartıp yerine yenilerini giymemizle; 
Demode olan şeyleri terk edip modaya uymamızla; 
Piyasalara yeni firmaların girmesi, eski firmaların çekilmesi ve silinmesi ile; 
Herhangi bir gruba yenilerin katılması suretinde taze kan gelmesi ile; 
Fıtrattan uzaklaşan Yahudiliğin saf İsevilikle, bozulan İseviliğin de İslamiyet şeklinde tazelenmesi ile, 
Din hizmetlerinde çıtayı yükseltecek taze dimağların ve temiz kalplerin eklenmesi ile; 
Hz. Ömer’in (RA) İslam’a girmesi ile; 
İslam’ın Medine’de devletleşmesi ile; 
Kıyamete yakın zamanda bozulan İslam ümmetinin Mehdi’nin askerleri vasıtasıyla tazelenmesi ve dirilmesi ile; 
Kıyamette yıkılan ve harap olan kâinatın âhiret ve Cennet şeklinde yeniden inşa edilmesi ve taze bir varlığa kavuşması ile; 
Cennet ve içindekilerin ebedî bir bahar ve yaz şeklinde devamlı tazelenmesi ve farklı farklı güzellikleri sergilemesi ile; 
Hadisin  ifadesine göre Rüyetullah’a erişen her müminin sarayına döndüğü zaman hurilerince tanınamayacak derecede güzelliğinin artmasıyla ebedî tazelenmesi şeklinde bütün âlemleri içine alan bir Rububiyet fiili ve hakikatidir. 7 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

28 Temmuz 2018 Cumartesi

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 4


ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 4

Amerikan kıta devletinin ilk adımı olarak Nafta’yı kuran ABD, 
günümüzde kuzey ve güney olarak parçalanma tehlikesi ile karşı 
karşıya bulunmaktadır. Amerikan tarihinin ortaya koyduğu üzere zengin 
Anglosaksonlar ülkenin kuzeyinde yahudilerle beraber oturmaktadırlar. 
Güney ayaletlerinde ise Latinler, Afrikalılar ve yoksul ülke göçmenleri 
ağırlıktadır. Güney eyaletlerinde latin kültürü ağır basmakta ve giderek 
İspanyolca İngilizce gibi resmi bir dilin önüne geçmektedir. Türkiye’ye 
doğu bölgesinde farklı bir dili serbest bırakması için insan hakları adına 
baskı yapan ABD yönetimi, kendisinin güney bölgesinde resmi dili olan 
İngilizce’yi zorunlu dil yapan bir yasa çıkartarak kendi insan hakları 
politikası ile çelişkiye sürüklemektedir. Başka ülkeler için ABD’nin 
savunduğu kültürel haklar ve dil özgürlüğü ABD’nin güney eyaletlerinde 
geçerli değildir, çünkü Meksika’dan asker zoru ile alınan tüm Teksas 
eyaleti ve komşu eyaletlerde halk İngilizce değil İspanyolca konuşmaktadır. 
Kaliforniya eyaletinde giderek artan Alman asıllı nüfus ise, oluşturduğu güçlü lobi ile İspanyol kökenlilerle işbirliği yapmakta ve bağımsız bir Kaliforniya devleti kurabilmenin girişimini örgütlemektedirler. 

Almanya, ABD içindeki Alman lobisinin ABD’nin ulusal birliğini kaldırmaya öngördüğü girişimlerini dolaylı olarak hoş görmektedir. Çünkü kendi iç sorunları ile uğraşan ABD’nin bir gün Avrupa kıta sını terk etmek zorunda kalacağını tahmin etmektedir ve böylece Alman merkezli bir Avrupa Birliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 

ABD’yi içerden çökertmek ve parçalamak için uğraşan Avrupalı 
emperyalist ülkelerin kullandıkları ana kozlardan birisi de, Afrikalı göçmen 
zencilerdir. ABD’de giderek, nüfusları hızla artan zenciler, Yeni-
Afrika Halk Kurtuluş Cephesi başlığı altında toplanarak Misissipi ve 
Florida arasında yer alan beş eyalette çoğunluğu ele geçirmişlerdir. 
Gelecekte ABD’nin parçalanması durumunda, güneyde Meksika 
Körfezi’nde yer alan bu beş eyalet Yeni Afrika Cumhuriyeti olarak, zenciler 
tarafından kurulmak istenmektedir. Kanada’da ayrı devlet kurmak 
isteyen Fransız asıllılar, Quebec eyaletini ABD’nin kuzey doğu eyaletlerini 
içine alacak biçimde genişletmek için yoğun çaba harcamaktadırlar. 
Benzeri biçimde, Çinliler ve Japonlar ABD’nin pasifik kıyısındaki eyaletlerinde sayılarını artırarak, gelecekte parçalanma olursa buralarda kendi ülkelerine bağımlı olabilecek koloniler oluşturmanın hazırlığını yapmaktadırlar. Bu tür gelişmeler, ABD sınırları içindeki nüfus hareketliliğini son yıllarda fazlasıyla yoğunlaştırmıştır. 

Giderek aynı kökenden gelen insanların belirli bölgelerde toplanarak 
etnik ve dinsel cemaatlar oluşturmağa öncelik verdikleri görülmektedir. 
Yeni dünya düzeninin, yeniden ortaçağı getirecek cemaatleşme felsefesine 
uygun bir tarzda ortaya çıkan bu bölgesel cemaatleşma eğilimleri 
de ABD’nin dağılmasına giden süreci hızlandırmaktadır. Yeni dünya 
düzenini oluşturmak isteyen ABD, bu kez sürecin silahı ile Boomerang 
örneğindeki gibi kendisini vurmak durumunda kalmıştır. 

ABD’nin geleceğinde en etkin ve belirleyici toplum kesimlerinden 
birisi, Yahudiler olacaktır. Bu büyük ülkenin kurulmasında Avrupa 
ülkelerinden göç ederek gelip Amerika’ya yerleşen yahudilerin çok 
büyük rolü olmuştur. Kendi güçlü lobileri ile ABD yönetiminde her 
zaman için söz sahibi olmuşlar ve bu süper gücün doğmasında başta 
gelen katkılar sağlamışlardır. Çok kültürlü bir yapı içinde özgürce 
hareket edebilen Amerikan yahudileri, lobiciliğin tırmanma göstermesi 
karşısında daha örgütlü biçimde ABD yönetimini etkilemişlerdir. 
ABD’de yer alan tüm etnik toplulukların geldikleri bir ülkeleri olmasına 
rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar yahudilerin böyle bir 
geçmişleri yoktu. İsrail’in kurulmasından sonra, yirminci yüzyılın ikinci 
yarısından sonra Amerikan yahudi lobisinin ABD politikalarını, İsrail 
devletinin çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği görülmektedir. AİPAC 
adlı örgüt bu politikayı örgütlemektedir. Bazı yönlerden ABD’nin 
Avrasya politikaları ile uyumluluk gösteren bu tür politik girişimlerin, 
İsrail devletinin çıkarları sözkonusu olduğunda, ABD’nin küresel dünya 
dengeleri politikaları ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. ABD süper güç 
olarak dünyanın her bölgesine eşit ağırlıkta politikalarla yaklaşırken, 
Amerikan yahudi lobisi İsrail’e ve Orta Doğu’ya ağırlık vererek ABD politikalarını 
bu bölgede İsrail’in gelişmesi için yönlendirmektedir. 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı incelendiğinde, ABD’nin Orta Doğu’da 
İsrail’den yana politikalara kilitlendiği gözlemlenmekte, bu durumda 
ABD gibi dünyanın süper devi bir ülkeyi tüm Arap ve İslam dünyası ile 
karşı karşıya bırakmaktadır. ABD’nin bir buçuk milyarlık İslam 
dünyasını İsrail yüzünden karşısına alması, bir süper gücün uygulayacağı 
dünya dengeleri politikalarına ters düşmektedir. Yine benzeri 
biçimde elliden fazla Arap kökenli ülke ile ABD’nin Orta Doğu’da ters 
düşmesi, hiç bir biçimde süper güç politikaları ile açıklanamıyacak bir 
durumdur. Bu gibi çelişkiler ABD’ye Orta Doğu’da zor dönemler 
yaşatmakta ve ABD’nin Avrasya politikalarını giderek tehlikeye sürüklemektedir. 


Kendi iç politikalarında etkin olan lobileri dengeleyemeyen bir 
ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabilmesi ya da varlığını koruyabilmesi 
mümkün olamayacaktır. Almanya, Fransa ve İsrail gibi söz dinlemeyen 
batılı müttefikler, ya da Çin, Japonya ve Hindistan gibi Asyalı 
devler sürekli olarak ABD’yi zor durumlara düşüreceklerdir. ABD süper 
güç olarak ayakta kalabilmek için hem Asyalı devleri dengelemek hem 
de söz dinlemeyen batılı müttefiki olan üç yaramaz çocuğu yani 
Almanya, Fransa ve İsrail’i denetlemek zorundadır. Almanya Avrupa’da, 
Fransa Afrika ve Amerika’da, İsrail ise Orta Doğu’da hiç söz dinlememekte 
ve kendi ulusal çıkarları ve dünya hegemonyaları doğrultusunda 
bildiklerini yapmaya çalışmaktadırlar. ABD; üç dev rakip ve üç 
yaramaz çoçuk ile başedebilirse, süper güç olarak varlığını koruyabilir. 
Gerçekleştirmek istediği yeni dünya düzeni sürecini tamamlayabilir, 
aksi takdirde herşeyin planlananların tersine gelişmesi kaçınılmazdır. 
Bu da ABD’nin süper güç konumunun ortadan kalkmasına gidecek yolu 
açacaktır. 

Yeni bir yüzyıla girerken, ABD’nin üç doğulu dev ülke ve üç batılı söz 
dinlemeyen müttefike karşı yeni yoldaşının Rusya Federasyonu olduğu 
görülmektedir. Günümüzde soğuk savaş döneminin ikili denge günlerini 
arar hale gelen ABD’nin, geleceğe dönük olarak kurmakta olduğu 
yeni dünya düzenini tehdit eden gelişmelere ve söz dinlemeyen 
ülkelere karşı yeni bir ABD-Rusya işbirliği denemesini gündeme getirdiği 
anlaşılmaktadır. On yıllık bir geçiş döneminden sonra Putin ile 
beraber Rusya’da aradığı ortağı bulan ABD, Rusya ile yakınlaşarak ve bu 
ülkeyi zengin olmadığı halde zengin ülkeler birliği içine alarak, dünya 
dengelerini kendi insiyatifi altında götürmeye hazırlandığı gözlemlenmektedir. 
Rusya’da göreve gelen yeni yönetimin de bu durumu kabul 
etmesiyle beraber, yeni dünya düzenine geçiş sürecinde yeni bir 
aşamaya geçilmiş ve bekleme dönemi bittikten sonra ABD geleceğe 
dönük adımlar atmaya başlamıştır. Rusya’yı yeniden kendine partner 
seçen ABD, Avrupa ve Avrasya politikalarını gözden geçirmiş ve 
Rusya’yı karşısına almayacak biçimde daha esnek politikalar uygulamaya 
başlamıştır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’da karşılıklı olarak 
sürdürülen rekabet yeni dönemde geride kalmış, işbirliği ve ortak politikalar 
geliştirme girişimleri öne geçmiştir. Bunun en somut örneği 
Kuzey Kafkasya’da değişen ABD politikası ile açıkça görülmüştür. 

ABD’nin dünya dengelerini gözeterek yeniden Rusya ile işbirliği 
sürecine girmesi, Türkiye gibi eski müttefiklerini çok zor durumda 
bırakmıştır. Rusya ile küresel işbirliğine girilirken, Türkiye ile var olan 
bölgesel işbirliğinin ihmal edilmemesi gerekmektedir. Küresel politikaların, 
bölgesel oluşumları devre dışı bıraktığı noktada, yeni yeni sorunlar gündeme gelmekte ve dünya konjonktüründe istenmeyen olaylarla mücadele yapılmak zorunda kalınmaktadır. Bu gibi durumları önleyebilmek için Amerikan politikasında süreklilik ve değişimin dengeli biçimde gündeme gelmesi gerekmektedir.10 ABD küresel dengeleri korurken hem kendi iç yapısındaki gelişmeleri hem de dünyanın her bölgesinde ortaya çıkan tüm yeni olayları izlemek zorundadır. Aksi takdirde, değişen koşullarda süper güç olarak ayakta kalabilmesi çok zor olacaktır. Kendi iç bünyesinde oluşturacağı yeni bir yapılanma ile, ulusal politikalarını çıkmaza sokan anlamsız lobiler yarışını dengeleyerek işe başlayacak olan ABD, evrensel alanlara daha rahat çıkabilecek 
ve kendi istediği doğrultuda küreselleşme süreçlerini daha kolay uygulama 
olanağı bulacaktır. Yakın dönemde dünya barışının ABD’nin süper 
güç konumunu korumasına bağlı olduğu düşünülürse; ABD’nin kendisini 
bir an önce toparlayarak dünya barışını tehdit eden gelişmelere 
karşı daha aktif politikalarla önlemler geliştirmesi gerekmektedir. 
Dünya barışının kalıcılığı, ABD’nin süper güç olarak ayakta kalmasına 
bağlı olduğu sürece, bütün dünya ülkelerinin ve uluslarının ABD politikaları 
ile yakından ilgileneceği açıktır. Bu makale de böylesine bir algılamanın ürünü olarak yazılmıştır.11 

DİPNOTLAR;

1 Wallerstein, İmmanuel, Jeopolitik ve Jeokültür, İz yayınları, İstanbul, 1993, s.29.v.d. 
2 Summers, Harry G., The New World Stcategy, s. 40-58, Simon and Schuster New York, 1995. 
3 Schreiber, Jac Servan - Amerika meydan okuyor, İstanbul 1973, Sander Yayınları 
4 Lind, Michael -Üçüncü Amerikan İmparatorluğu, (New York Times) Aktaran, Yeni Şafak, 12.1.1996 
5 ”TİME” Dergisi - Ocak 1999 Kolleksiyonu 
6 ÇULCU, Murat - Marjinal Tarih Tezleri, İstanbul 1995. Erciyes Yayınları 
7 HİCKOK, Michael Robert, Hegemon Rising, The Gap Between Turkish Strategy and Military  Modernization, Parameters, Summer 2000, s.105-119 
8 Schlesinger, Arthur M. -The disuniting of America, New York, WW Norton and Co., 1992, s. 35 v.d. 
9 Karamısra, Sami, Türkiye’nin siyasi meseleleri, OSAV Yayını, İstanbul 1994, s. 231 vd. 
10 Kegley Charles, Wittkopf, Eugene - American Foreign Policiy, St. Martin’s Prese, New York 1996, s.1-12 
11 Kagan, Robert, Alicenap Imparatorluk, Foreign Policy, Yaz 1998, İstanbul, s. 22-32. 

http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/233-251%20anil%20cecen.PDF

***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 3


ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 3



ABD’nin Avrasya politikasının, Osmanlı İmparatorluğu alanını 
merkez alan bir yaklaşımı gündeme getirdiği görülmektedir. ABD bir 
anlamda, İstanbul’un merkez olduğu Ankara’nın ikinci plana itildiği 
yeni bir Osmanlı hinterlandı yapılanması istemektedir. Ne var ki, 
ABD’nin bu yaklaşımı Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmaya başladığı 
ondokuzuncu yüzyılın ortalarında dünyanın egemeni olan İngiliz 
İmparatorluğu’nun geliştirdiği eski bir plana dayanmaktadır. Bu da, 
dörtlü konfederasyon planıdır. Anglosakson bakış açısı ile hazırlanmış 
olan Benjamin Disraelli planına göre, Osmanlının yıkılmasından sonra 
bu bölgede yeni bir Türk ya da İslam İmpataroluğu’na izin verilmeyecek, 
Almanya ya da Rusya’nın Osmanlı topraklarına girmesine karşı 
çıkılacak ve İngiliz İmparatorluğu’na bağlı bir biçimde, yani İngiliz mandası 
altında dörtlü bir konfederasyon kurulacaktır. İngiltere’nin dünya 
egemeni olduğu dönemde hazırlanan Osmanlının yerini alacak yeni 
siyasal yapı planının, olduğu gibi daha sonra onun yerini alan ABD 
tarafından benimsendiği görülmektedir. Dünyadaki Anglosakson egemenliği 
İngiliz İmparatorluğunun çöküşünden sonra ABD’ye geçmiş ve 
Amerika Birleşik Devletleri bir Anggosakson güç olarak İngiliz İmparatorluğu’nun hegemonyasını sürdürmüştür. Birçok eski İngiliz sömürgesi 
ABD egemenliğine geçerken, Anglosakson dünya egemenliği planları 
da ABD’ye devredilmiştir. Günümüzde İngiltere’nin yerini alan ABD aynı 
planları ya da benzeri projeleri sürdürerek dünyayı yönetmeye 
çalışmaktadır. Bu doğrultuda, eski Osmanlı imparatorluğu alanındaki 
Balkan, Kafkas, Orta Doğu ve Anadolu’da oluşturulacak federasyonların 
daha sonra bir Yakın Doğu Konfederasyonu olarak biraraya getirilmeleri 
planlanmaktadır. Anadolu’da yeniden Sevr haritaları bu yüzden gündeme 
gelmiştir. 

Sosyalist sistemin geri çekilmesinden sonra Balkanlardaki büyük 
güç olan Yugoslavya yıkılmıştır. Balkanlar kendi haline bırakılırsa 
giderek Almanya ya da Avrupa egemenliğine girmektedir. Orta Doğu ve 
Kafkaslar ile beraber Orta Asya’da büyük bir hegemonya çekişmesi 
vardır. Bütün bunların önlenebilmesi için, ABD Türkiye’yi merkezi alan 
olarak ele alan ama Türkiye’nin siyasal yapısını da tıpkı Disraelli 
planında ya da Sevr planında olduğu gibi değiştiren bir yapılanmayı 
dolaylı olarak gündeme getirmektedir. Kurulacak olan dörtlü konfederasyonda 
Balkan ülkeleri, Kafkas ülkeleri ve Orta Doğu ülkeleri ayrı 
federasyonlar halinde yer alacaktır. Ama bugün Türkiye’nin yer aldığı 
Anadolu’nun bir bütün olarak değil, Sevr haritasında olduğu gibi 
eyaletlere bölünen ve daha sonra federasyona dönüşen bir yapıda 
yeralması düşünülmektedir. ABD’nin üçüncü imparatorluğu dörtlü konfederasyon olarak bir Yakın Doğu devleti biçiminde gündeme gelirken; 
Türkiye, Suriye, İran ve Irak gibi devletlerin üniter yapıdan çıkarak 
eyaletlerden oluşan federatif yapılara dönüşmesini de beraberinde 
getirmektedir. İşte bu nedenle, yeni dünya düzeni isteyen ABD; 
Avrasya’da üçüncü imparatorluğunu kurarken, Avrasya’nın çeşitli bölgelerinde 
yeni sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Kendi jeopolitik stratejisi doğrultusunda, sıcak sorunlara yaklaşan ABD, bölgede egemen 
olmak isteyen İsrail, Almanya, ve Rusya gibi diğer güçlerin politikaları 
ile karşı karşıya kalmakta bazen de Türkiye gibi yakın müttefikleri 
ile politik sürtüşme süreçlerine sürüklenmektedir. ABD’nin, kendine bağlı bir üçüncü imparatorluk oluşturma stratejisi, İngiltere’nin eski dörtlü konfederasyon tezi ile beraber Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ni de biraraya getirmeyi öngörmekte, bütün bu bölgeleri bir alt örgütlenme merkezi olarak kendine bağlı bir alt merkez olarak İstanbul’dan yönetmeyi hedeflemektedir.7 

ABD’nin Avrasya stratejisi, bölge dışı ülkelerin bu bölgeye egemen 
olmalarını önlemeyi hedeflediği kadar, bölge ülkelerinin önderliğinde 
kendisinden bağımsız bir siyasal yapının ortaya çıkmasını da engelle
meye dayanmaktadır. Bunu sağlamak için bölgenin liderliğine aday 
olan Türkiye ve İran gibi ülkelerin bölünmesi, zaman içinde ABD 
açısından kabul edilebilir. ABD’nin Avrasya’da üçüncü bir imparatorluk 
ile dünya hegemonyasını sürdürme stratejisi, Türkiye’nin bölgedeki 
oluşum ile ilgili ulusal stratejisi ile çelişmektedir. Ulusal birlik ve bütünlüğünü 
koruyarak, Avrasya’nın yeniden yapılanmasında Kemalist bir 
model olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye modeli, ABD’nin Avrasya 
İmparatorluğu stratejisi içinde eriyip gitmektedir. ABD; üçüncü imparatorluk 
oluşumu için kendisinin kumandasında çok modern bir askeri 
yapılanmayı bu bölgede gündeme getirmek istemektedir. Bu yaklaşım 
da Nato üyesi olan Türkiye’nin ulusal stratejisi ile açıkça çelişmektedir.6 
Türkiye’yi merkez alan yeni bir strateji ile Avrasya’ya bakan ABD; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya gibi bölgelerin savunmasını 
merkezi bölgeden yaparken, uluslararası nitelikte bir profesyonel 
ordu istemektedir. Bu da Türkiye Cumhuriyetinin ulusal devlet 
yapısının dayandığı ulusal ordu yapılanması ile çelişmektedir. Türk 
ordusu ulusal kaldığı sürece Türkiye Cumhuriyeti de ulusal devlet 
olarak varlığını koruyabilecektir. Türk Ordusunun ulusal yapıdan uzaklaşması, 
beraberinde yeni bir bölge ordusuna giden profesyonelleşme 
sürecini getirecektir. NATO çerçevesinde gündeme getirilecek profesyonel 
ordu, ABD’nin istediği yönde bölge savunmasına yönelirken, ulusal 
sınırların ötesine taşacak ve yeni bir bölge devletine giden yolda bölgenin 
jandarması konumuna gelebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ABD’nin müttefiki olmasına rağmen, böylesine bir yeni yapılanma, Türkiye’nin siyasal yapısını zorlayacağı için iki ülke arasında bazı sorunların çıkması kaçınılmazdır. ABD, kendi egemenliğini sürdürmek için yeni bir imparatorluk örgütlenmesine girdiği Avrasya bölgesinde, müttefikleri ile ters düşerek değil ama karşılıklı konuşarak, asgari ortak politikalar belirleyerek hareket ederse daha gerçekçi bir yapılanma gündeme gelebilir. ABD’nin Türkiye gibi yakın müttefikleri ile anlaşma ve 
dayanışma içerisinde gündeme getireceği bir Avrasya yapılanması daha 
gerçekçi olacak ve dünya dengelerini fazla sarsmayacaktır. 

ABD’nin Amerika ve Avrupa Kıtalarından sonra Avrasya Kıtasındaki 
üçüncü impatorluğu, varolan çoklu dengelerde büyük gerginliklere yol 
açmadan gerçekleşebilirse o zaman dünyanın ortasında; Balkanlar, 
Karadeniz, Kafkaslar Orta Doğu ve Orta Asya gibi beş önemli bölgeyi 
içine alan bir büyük bölge devleti konfederasyon biçiminde gerçekleşebilir. 
ABD, burada kendi merkezli bir politika yerine bölgede yer alan müttefikleri ile işbirliği yaparak daha hızlı ve fazla yol alabilir. Kendisinin süper güç olarak ayakta kalabilmesi için, bir üçüncü imparatorluğa gereksinme duyan ABD, bu imparatorluğun kurulacağı büyük alandaki nüfus çoğunluğunun Türk ve müslüman asıllı insanlardan geldiğini ve bunların gerçek merkezlerinin de Türkiye Cumhuriyeti olduğunu dikkate almak durumundadır. Bu durumu dikkate almayan ya da bu doğrultuda Atatürk’ün Türkiye’sini kendisine ortak almayan bir ABD’nin, Türkiye’ye rağmen bir Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilmesi 
son derece zor görünmektedir. Zira kendisinden binlerce kilometre 
ötede bulunan bir alanda, yeni bir siyasal yapılanmaya gidebilmek 
için güçlü bir merkezin oluşturulması gerekmektedir. Bu çerçevede, Atatürk’ün Cumhuriyetinin yaşamını sürdürdüğü bir Türkiye devletinde, ülkenin ulusal çıkarlarına ters düşen ya da bağdaşmayan bir yeni bir siyasal yapılanmayı gerçekleştirmek düşünülemez. Bunu Türkiye’yi karşısına alan ABD gibi bir süper güç bile gerçekleştiremez. 

Dünya dengelerinin giderek Avrupa’dan Asya’ya kaydığı, Atlantik 
Okyanusu’nun yerini Pasifik Okyanusu’nun aldığı bir dönemde ABD’nin 
okyanus ötesinden dünya anakarasının merkezi bölgesini yönetebilmesi 
ya da yönlendirebilmesi son derece güçtür. ABD binlerce kilometre 
öteden dünyanın jeopolitik merkezini kontrol etmekte epeyce zorlanacaktır. 
Her türlü teknolojik üstünlük bile bölge ülkelerini izlemekte 
ve denetlemekte bir ölçüde yetersiz kalacaktır. Özellikle bölgede sıcak 
çatışma sorunlarının devam etmesi ve bunların uzun süredir çözümsüz 
kalması; ABD’nin kendine bağımlı bir üçüncü imparatorluk alanı yaratmasını, 
ABD üstünlüğü açısından zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, yeni 
dünya düzeni süreci içinde ABD’nin en fazla ilgilendiği, gene en fazla 
zorlandığı bölge Avrasya alanı olmaktadır. ABD, kendisine bağlı bir 
Avrasya yapılanmasını gerçekleştirebilirse, o zaman kendisinin 
merkezinde yer aldığı yeni dünya düzenini başarabilecektir. Kendisinin 
gerisinde yer alan diğer büyük devletlere sözünü daha kesin olarak dinletebilecek, büyük devletler arasındaki denge bozulmadan oluşacak 
Avrasya yapılanması, ABD’ye rakip olabilecek diğer büyük devletlerin 
dengelenmesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Eğer, ABD Avrasya 
yapılanmasını fazla sancısız biçimde gerçekleştirebilirse, o zaman ne 
Asya’nın dev ülkeleri ne de Avrupa’nın büyük ülkeleri ABD üstünlüğüne 
karşı direnemeyeceklerdir. O zaman da, dünyanın ortasında birbirine 
bağlı biçimde üç ayrı imparatorluk kurmuş olan ABD, dünyanın tek 
hegemon gücü olarak devam edecek ve kendisinin merkezinde yer 
aldığı tek ve bütünleşmiş bir dünya düzeni oluşturabilecektir. Kendine 
bağlı üç imparatorluk kuran ABD’nin üstünlüğü o zaman tartışılmaz olabilecektir. 

Ne var ki, böylesine bir sonucu ve geleceğin dünyasını 
Avrasya’daki gelişmeler belirleyecektir. 

ABD’nin ikinci imparatorluğunun kurulmuş olduğu Avrupa 
kıtasındaki ülkelerin biraraya gelerek Amerikan güdümünden kurtulmak 
üzere bir Avrupa Birliğine yönelmeleri, ABD üstünlüğü açısından 
Avrasya’da oluşturulacak üçüncü Amerikan imparatorluğunun kurul
masını yaşamsal bir noktaya getirmiştir. Avrupa Birliği’nin kendi 
ordusunu kurarak Nato’yu dışlamak istemesi ve böylece ABD’yi 
Avrupa’dan atmaya yönelmesi ile ABD’nin dünyanın merkezi bölgesi 
olan Avrasya’ya yerleşmesi üstünlüğünü koruyabilmesi için zorunlu bir 
noktaya gelmiştir. ABD kendi kontrolü altından sıyrılmak isteyen Avrupa 
Birliği’ni ancak Avrasya’da kendine bağlı olarak kurabileceği yeni birbüyük 
siyasal yapılanma ile denetleyebileceğini çok iyi bilmektedir. 

Bu nedenle, Avrasya’da yeni Amerikan yapılanması, ABD’nin dünya üstünlüğü 
açısından son derece kaçınılmaz bir noktaya gelmiştir. 

ABD imparatorluklarını üçe çıkarmak isterken, ikincisini yitirme aşamasına 
sürüklendiği için üçüncünün kurulması, diğer ikisinin korunması 
açısından yaşamsal bir anlam kazanmıştır. İki dünya savaşı çıkmasına 
neden olan maceraperest Alman politikası Avrupa Birliği’ne egemen 
oldukça, Avrupa Birliği’nin Avrasya bölgesinde genişleme arzuları hiç 
bir zaman dinmez ve Avrupa gelecekte dünyanın merkezi jeopolitik 
alanına sızarak, ABD’nin üstünlüğüne son verebilecek kadar ileri gidebilecek 
yeni siyasal örgütlenmeleri devreye sokabilir. ABD yönetimi bu 
durumu çok iyi bilmekte ve bu nedenle Alman ve Avrupa yayılmacılığını 
Balkanlar’da kontrol ederek, çekişmenin Orta Doğu ve Kafkasların 
petrol ve enerji alanlarına uzanmasına izin vermemektedir. 

ABD ilk iki imparatorluğunu korurken, üçüncüsünü de kurarak yeni 
yüzyılda dünyanın süper gücü olarak ancak ayakta kalabilir. Üçüncünün 
kurulma aşamasında diğer ikisinin sağlam olarak elde tutulması gerekmektedir. 
Avrupa’daki gelişmelerin ikinci imparatorluğu bozması, ya da 
Güney Amerika kıtasında ABD’nin denetimi dışında yeni gelişmelerin 
gündeme gelmesi, ABD üstünlüğünü tehlikeye atabilecektir. Mevcut 
siyasal yapısını koruyamayan bir süper gücün tahtından inmesi 
kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, ABD hem Amerika hem de Avrupa 
kıtalarındaki kendine bağımlı olan siyasal yapılanmaları öncelikle korumak 
zorundadır. ABD, Güney Amerika kıtasında başlayan bölgesel 
ortak pazar oluşumunun Avrupa kıtasında olduğu gibi bir ayrı bölgesel 
devlet oluşumuna yönelmemesi için, latin dünyası ile ilişkilerini 
Amerikan Devletler Topluluğu adı verilen kıtasal örgütlenme çatısı 
altında sürdürecektir. Böylece, Nafta hareketi ile Meksika ve Kanada 
gibi büyük Kuzey Amerika ülkelerini ekonomik açıdan kendisine 
bağlayan ABD, ikinci aşama olarak, güney ülkelerini de Amerikan 
Devletler Topluluğu olarak kendi çatısı altında birleştirme çabası 
içindedir. Castro nedeniyle yalnızca Küba’nın dışarıda tutulduğu bu 
oluşum, ABD’nin denetiminde bir kıtasal devlete doğru gelişmektedir. 
Peru’ya giren Japonya ve Kanada’ya özel yakınlık gösteren Çin 
Kaliforniya’da etkinliğini artıran Almanya, ABD’nin denetiminde bir 
Amerikan kıta devleti oluşumunu önleyebilmesinin çabasını göster
mektedirler. Gelecekteki Pasifik egemenliği yarışı böylesine bir çekişme 
meydana getirmektedir. 

Almanya tarihsel hırsları çizgisinde Avrupa patronluğuna 
soyunurken, ABD’nin ikinci imparatorluğunu tehdit etmekte, Çin ve 
Japonya’da geleceğin Pasifik liderliğine soyunurken, ABD’yi kendi 
kıtasında rahat bırakmamaktadırlar. ABD içinde giderek sayıları artan 
Çinli ve Japon göçmenlerin de geldikleri ülkeler yararına bazı 
girişimlerde bulunmaları ABD’yi politik olarak zor durumlara düşürmektedir. 
ABD’nin Avrupa’daki hegemon konumundan rahatsız olan protestan 
ve katolik dünyaları sahip oldukları güçlü lobiler ile ABD içinde 
etkinliklerini artırmaktalar ve böylece ABD’nin diplomasisini kendi 
çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedirler. 
ABD bir göçmen ülkesi olduğu için hemen hemen her Amerikalının bir 
asıl ülkesi vardır. Bu nedenle tüm ABD vatandaşları kendilerini çifte 
kimlik ile ifade ederler. Her ABD vatandaşı Amerikalı olduğunu 
söylerken, bu sıfatının başına gelmiş olduğu ülkenin kimliğini de ekler. 
Böylece her Amerikalı bir üst ve bir de alt olmak üzere iki kimlikli 
vatandaşlığa sahip bulunmaktadır. ABD’nin dünya üstünlüğü mücadelesi, 
Almanya, Fransa, Japonya ya da Çin gibi dünyanın büyük 
ülkelerinin çıkarlarına aykırı düştü mü bu ülkeler, ABD’de yaşayan 
kendi vatandaşlarından oluşan lobileri örgütleyerek ABD’yi kendi içinden 
etkilemenin yollarını aramaktadırlar. Günümüzde Amerikan iç politikasında 
bu lobiler fazlasıyla etkin olmaktadırlar. 

Bugün ABD’nin iç politikası incelenirse; çeşitli lobiler arasında katolik, 
protestan ve yahudi lobileri olmak üzere başlıca üç büyük dinsel 
grup iktidar kavgası vermektedir. Türkiye ile uğraşan Rum ve Ermeni 
lobileri fazla etkin değildir. Ulusal, etnik ve kültürel kimlikler geride 
kalırken, dinsel kimliklerin öne çıkması hem bir din hem de bir etnik 
köken olan yahudilerin ABD’de güçlenmesine neden olmuştur. ABD’nin 
büyük devlet olması ve güçlü bir ekonomiye sahip bulunması 
nedeniyle bu farklı gruplar, Amerika’da birarada yaşayabilmişlerdir. Ne 
var ki, kapitalist ekonominin, eşitsizliği geliştiren haksız ve adaletsiz 
yapısı, Amerikan toplumunda dökülmelere neden olmuş ve böylece 
etnik ve dinsel kimlikler giderek öne çıkmaya başlamıştır. Yahudiliğin 
en güçlü kimlik olarak ülke yönetiminde egemen olması ABD’nin bu 
lobinin çıkarları doğrultusunda hareket etmesine neden olması ve buna 
tepki olarakda diğer dinsel ve ulusal kimliklerin de örgütlenerek öne 
çıkmasına yolaçmıştır. Bu tür gelişmeler bir Amerikan ulusunun 
oluşumunu önlemiş, Amerika’yı farklı etnik ve dinsel kökenlerden 
gelen insanlar topluluğu durumuna dönüştürmüştür. Günümüzde küreselleşmenin ideolojisi olarak öne sürülen çok kültürcülük, anlayışı 
çerçevesinde biraraya getirilen farklı kökenden gelmiş insanların 
zaman içinde bir ulus oluşturmadıklarını, aksine dinsel ve etnik kökenlerine 
daha fazla dönerek, Amerikan toplumunun parçalanmasına 
giden yolu açtıklarını öne süren görüşler giderek artmaktadır. Çift kimlikle 
yüzde elli bağlılığın ülkenin ayakta kalmasına yetmediği lobiler 
arası savaş ile açıkça ortaya çıkmıştır. Etnikçi yaklaşımların giderek ağır 
basması Amerikan toplumunu parçalanmaya doğru sürüklemektedir.8 
ABD dünyayı kendi etrafında bütünleştirmek isterken, iç yapısından 
parçalanma tehlikesi ile karşı karşıyadır. ABD’nin rakibi olan ülkeler de 
bu ülkeye gönderdikleri göçmenler aracılığı ile oluşturdukları lobilerle 
böylesine bir dağılma sürecini desteklemektedirler. 

Özellikle Almanya’nın, Fransa’nın, İrlanda’nın ve İsrail’in bu konuda yarıştıkları 
gözlenmektedir.9 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.



***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 2




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ?  BÖLÜM 2




ABD merkezli bir yeni dünya düzeni kurulması sürecinde, ulus devletlerin öncelikle ortadan kalkması hedeflendiği için, yerel yönetimlerin 
ve kıtasal oluşumların dolaylı biçimlerde desteklendiği görülmektedir. 
İnsanlar kırsal kesimlerden kentlere doğru göçe yönlendirilirken, 
geleceğin devlet yapılanmaları olarak kentler gündeme gelmekte ve 
giderek yerel yönetim politikaları ile kentlerin devletlere dönüşmeleri 
desteklenmektedir. Kentlerin bağımsız devletleşme yönünde gelişmesi, 
ABD’nin kendisinin merkezinde yeraldığı yeni dünya düzeni modeline 
uygundur. Ne var ki, kentlerin devletleşmesi ile ulus devletler 
parçalanırken, daha büyük yapılanmalar olarak, bölge ya da kıta devletleri 
bir üst siyasal yapılanma olarak devreye girmektedir. Yeni dünya 
düzenine giden yolda ulus devletler alt düzeyde kentlerin 
devletleşmeleri ile, üst düzeyde de bölgesel ya da kıtasal üst devletleşme 
olguları ile aşılmaktadır. Gelecekte ABD kontrolünde bir dünya 
devletinin oluşumu açısından zorunlu görünen bu durumda; kendi bölgesinde 
ya da kıtasında iddialı bir büyük devletin ortaya çıkması ve bu 
tür üst siyasal oluşumları kendisinin merkezinde yer aldığı daha büyük 
bir süper devlet oluşumu için kullanması durumunda, gene ABD 
merkezli dünya federasyonu planı yatmaktadır. Bunu istemeyen ABD, 
ulus devletlerin aşılmasını sağlayan yerelleşmeye öncelik vererek, 
bölgeselleşme ya da kıta devleti oluşumlarında başı çekebilecek ya da 
kendi bölgesinde patronluk ileri sürerek, ABD’ye karşı çıkabilecek bir 
ikinci süper güç oluşumuna öncelik verebilecek durumların önüne 
geçebilme doğrultusunda adım atmaktadır. Eğer bir büyük devlet ya da 
güçlü bir devlet, kendisinin merkezinde yer aldığı bir kıtasallaşma ya da 
bölgeselleşme sürecini gündeme getirirse, bu ABD’nin süper güç 
konumunu koruyabilmesi açısından büyük güçlükler çıkartabilecektir. 
Yerel kimliklere öncelik verilmesiyle canlılık kazanabilecek yerelleşme 
eğilimleri, büyük ve güçlü devletlerin parçalanma tehlikelerini 
beraberinde gündeme getireceği için, kendi bölgesinde liderliğe ya da 
patronluğa soyunabilecek büyük ulus devletleri iç karışıklıklara 
sürükleyecek, kendi iç bünyesinde yerel alt kimliklerin talepleri ile 
uğraşmak zorunda kalan bu tür devletler, iç sorunlarla uğraşmaktan 
kendi çervelerinde güçlü bir dış politika uygulama şansına sahip olamayacaklardır. 


ABD’nin süper güç konumunda bulunduğu çoklu dengeyi, bölgesel 
ya da kıtasal güç merkezi olarak sarsmaya yönelebilecek büyük ve 
güçlü ülkeler; küreselleşme sürecinin moda eğilimleri olan dinsel, etnik 
ve kültürel kimlik arayışları, bölünme tehdidi içine sürüklenmektedirler. 
Bu gibi ülkeler kendi bütünlüklerini korumaya öncelik verdikleri 
aşamada, dışa dönük güçlü politikalar geliştirememekteler ve böylece 
ABD’yi aşma ya da tehdit etme hevesleri kursaklarında kalmaktadır. 
Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile beraber, büyük bir değişim sürecine 
giren dünya platformunda ortaya çıkan boşluk alanları birçok ülkenin 
tarihsel heveslerini gündeme getirmiş, ne var ki, her ülke kendi içinde 
barındırdığı etnik ve dinsel sorunların dış provakasyon ile sıcak bir ortama 
kavuşması nedeniyle bu heveslerini gerçekleştirecek ulusal politikaları 
gündeme getirememiştir. ABD’nin öncülüğünde ve merkez güç 
potansiyelinde düzenlenmiş olan yeni dünya düzenine geçiş 
aşamasında, ABD’nin ve dünya ekonomik sisteminin istemediği hiç bir 
oluşum gündeme gelememiştir. Söz dinlemeyen ülkeler ya dış 
baskılarla, ya ekonomik reçetelerle, ya da içi sorunlar çıkartılarak hizaya 
getirilmeye çalışılmış ve tek merkezli dünyanın dışına çıkabilecek, 
kendi başına buyruk hiç bir bölgesel oluşuma izin verilmemiştir. 
Böylece; ABD üstünlüğünde bir geçiş aşaması gerçekleştirilmiş, uluslararası 
ekonomik sistem ile kuruluşlar bu amacın gerçekleştirilmesi 
için belirli bir plan dahilinde kullanılmışlardır. Bir anlamda, ABD 
öncülüğünde fiilen oluşmuş olan dünya devleti yapılanması, iki kutuplu 
düzenin çöküşü sonrasındaki tüm gelişmeleri ABD merkezli tek kutup 
etrafında biçimlendirmeye ve yönlendirmeye çalışmıştır. Gözle 
görülmeyen bir dünya devleti varlığı ABD merkezli ve destekli politikalarla 
bütün dünya devletlerine anlatılmıştır. Bu gerçeği görmek istemeyenlerin 
karşılarına ise bir çok siyasal yaptırım çıkarılarak, ulusal 
devletlerin güçleri kırılmıştır. ABD’nin süper gücü çeşitli girişimlerle bu 
oluşumları sağlayarak kendisinin varlığını devam ettirebilmiştir. Bu 
aşamada, Amerikan tarzı bir savaş gündeme getirilmiştir.2 

Yirminci yüzyıl Avrupa merkezli dünyanın sona erdiği ve Amerika 
merkezli bir dünyanın ortaya çıktığı dönem olmuştur. Amerika Birleşik 
Devletleri’nin ortaya çıkışı iki yüzyıllık bir tarihe dayanmaktadır. Avrupa 
ülkelerinden giden göçmenlerin kurduğu eyaletler daha sonra bir 
bağımsızlık savaşından sonra federal devlete dönüşünce, Amerika 
Birleşik Devletleri onsekizinci yüzyılda kurulmuştur. Ondokuzuncu 
yüzyılda, bu devlet kendi bölgesindeki oluşumlara sahip çıkmış ve yeni 
kurulan eyaletlerle beraber batıya doğru genişlemiştir. Yirminci yüzyılın 
başlarına gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri, birinci Amerikan 
İmparatorluğu’nu kurmakla meşguldür. Özellikle Avrupalı sömürgecileri 
Amerika kıtasında kovarak “Amerika Amerikalılarındır” sloganını 
gerçekleştirmeğe çalışına Monreo doktrini sayesinde, Amerika Birleşik 
Devletleri yirminci yüzyılın başlarında Amerika kıtası üzerindeki ve bu 
kıtayı çevreleyen okyanuslardaki egemenliğini pekiştirmeye çalışan bir 
politikaya öncelik vermiştir. Bu açıdan ABD’nin Amerika kıtasındaki 
hegemonyası birinci Amerikan İmparatorluğu olarak adlandırılmaktadır. 

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında, Normandiya çıkartması ile 
beraber Amerikan askerinin Avrupa kıtasına ayak basmasından sonra 
ortaya çıkan tabloda, ikinci Amerikan İmparatorluğu kurulmuştur. 
Avrupa kıtasına ayak basan Amerikan askeri günümüze kadar bir daha 
bu kıtadan çıkmamıştır. ABD askeri gücü ile ikinci dünya savaşını sona 
erdirdikten sonra, Avrupa kıtasının doğusunda yer alan Sosyalist Blok’a 
karşı bir Hür Dünya dayanışması kurmuş ve bunu daha sonra bir askeri 
örgüt biçimine dönüştürerek, kendi egemenliğindeki NATO Askeri İttifakı 
ile bütün Avrupa ülkelerini denetimi altına almıştır. Nato ittifakı, 
soğuk savaş yıllarında Avrupa Kıtasının tümü ile ABD’nin denetimine 
girmesini sağlamış ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri, ikinci 
imparatorluğunu Avrupa Kıtasında oluşturmuştur. Soğuk savaşın sona 
ermesine kadar devam eden bu yeni düzen sayesinde, ABD tümü ile 
Avrupa Kıtasına nüfuz etmiş ve Avrupa’nın yönetimini eline almıştır. 
Askeri düzen ile Avrupa’nın büyük ülkelerini kendisine bağlayan ABD, 
dünya savaşı sonrasında örgütlediği Marshall yardımı ile bu ülkelere 
ekonomik canlanma getirmiştir. Bu canlanma sayesinde ticaretinin 
ağırlığını Avrupa’ya kaydıran ABD, kısa zamanda dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücünü Avrupa kıtasında meydana getirmiştir. Yirminci 
yüzyılın son çeyreğinde, dünyanın en büyük ekonomik gücü olan 
ABD’ye karşı durabilecek hiç bir karşı güç yoktu. Dünyanın ikinci büyük 
ekonomik gücü de Avrupa’daki Amerikan sermayesi idi.3 Böylece ABD 
hem askeri hem de ekonomik varlığı ile kendisine bağlı ikinci imparatorluğunu 
Avrupa kıtası üzerinde kurmuş oluyordu. İşte bu durum, 
Avrupa ülkelerini uyandırıyor ve dünya savaşı ile içine sürüklendikleri 
Amerikan hegemonyasından kurtulmak üzere, Avrupa Birliği’ne giden 
yolun temellerini yirminci yüzyılın ortalarında atmaya başlıyorlardı. 

ABD’nin ikili imparatorluğu soğuk savaş yıllarında devam ediyor ve 
yirminci yüzyılın sonlarına kadar sürüyordu. Sovyetler Birliği’nin 
dağılması ile beraber, Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz ve 
Orta Asya bölgelerindeki sosyalist düzenler yıkılıyor ve ortaya büyük bir 
otorite boşluğu çıkıyordu. Böyle bir otorite boşluğu alanına ABD’nin ilgisiz 
kalması düşünülemezdi, çünkü jeopolitik teorilere göre, dünyanın 
merkezi alanını oluşturan bu bölgelerin başka bir siyasal gücün denetimi 
altına girmesi, ABD’nin dünya üstünlüğünü tehlikeye sokar ve 
ABD’nin süper güç olmasına son verirdi. Amerika ve Avrupa kıtalarında 
kendine bağlı iki ayrı imparatorluk oluşturarak dünyanın tek egemen 
süper gücü düzeyine gelen ABD’nin, dünyanın merkez bölgelerini 
görmezden gelmesi düşünülemezdi. Nitekim, bu doğrultuda bazı 
adımlar soğuk savaşın son yıllarında atılmış ve Post-Sovyet dönemi için 
hazırlık yapılmıştır. Özellikle Türkiye gibi bu bölgelerin merkezinde 
yeralan bir ülkede gündeme gelen son askeri dönemde, önemli yapısal 
değişiklikler gerçekleştirilmiş ve bu ülke ABD’nin Avrasya bölgesindeki 
yeni dönem stratejileri için hazırlanmıştır. Ülkede sola karşı ciddi bir 
kampanya açılırken, ülkenin geleneksel laik rejimini sarsıntıya uğratacak 
derecede ülke halkının islami kimliği gündeme getirilmiş ve 
buradan Avrasya bölgesinin müslüman halklarına yönelinmek istenmiştir. 

Sovyetler Birliği sonrasında, dünyanın önde gelen büyük ülkelerinin 
yoğun siyasal baskıları nedeniyle bir satranç tahtasına dönüşen Avrasya 
bölgesi, ABD’nin üçüncü imparatorluğu doğrultusunda gündeme 
gelmiştir. Birinci ve ikinci imparatorluklarını korumak için ABD’nin, 
dünyanın jeopolitik merkezinde ortaya çıkan otorite boşluğu alanında 
yeni bir imparatorluk kurması zorunluluğu doğmuştur. İlk iki imparatorluk 
ile süper güç konumuna gelen ABD, bu statüsünü koruyabilmek 
için, dünyanın merkez bölgesindeki alanda benzeri bir siyasal 
yapılanma gereksinmesi duymuştur. New York Times gazetesinde 
yayınlanan bir makalesinde Amerikalı bir yazar, yeni Amerikan İmparatorluğu’nun sınırlarının Balkanlar’da başlayacağını ve Orta Doğu ile 
Kafkasların bu imparatorluğun içeresinde yer alacağına açıkça ilan 
etmiştir.4 Vietnam savaşındaki Amerikan yenilgisinin ABD’nin Asya bölgelerinde 
etkili olması gerektiğini vurgulayan yazar, Amerika ve Avrupa 
kıtalarının güvenliğinin Orta Doğu ve Asya bölgesine bağlı olduğunu 
ileri sürmüştür. Bu nedenle, batının güvenliği nedeniyle ABD’nin 
üçüncü imparatorluğunu Avrasya bölgesinde kurmasının gerekli olduğu 
tartışması böylece ortaya çıkmıştır. Dünyanın büyük ülkeleri olan 

Rusya, Çin, Hindistan ve Japonya’nın dengelenmesi için de ABD’nin 
Avrasya bölgesinde kendisine bağlı bir üçüncü imparatorluk kurması 
gerektiği savunulmuştur. ABD’nin dünyanın süper gücü düzeyine 
gelmesi, Avrupa’nın eski sömürgeci ülkelerini Nato ile kendisine 
bağlaması sayesinde mümkün olabilmiştir. Rusya, Çin, Hindistan ve 
Japonya’nın da benzeri biçimde dengelenebilmesi için Avrasya’da 
üçüncü Amerikan İmparatorluğu’nun gerekliliği tezi açıkça dile getirilmektedir. 

Amerikan “Time” dergisi yirmibirinci yüzyılın süper gücü kim olacak 
başlığını taşıyan sayısında, ABD’ye rakip olabilecek süper gücün ancak 
Avrasya bölgesinden çıkabileceğini ileri sürmüştür.5 Adı geçen dergiye 
göre, gelecekte insanlığın gereksinmesi olan tüm enerji kaynakları ve 
yeraltı zenginlikleri bu bölgede yer almaktadır ve kim bu bölgeye sahip 
olursa bu zenginlikler ile beraber güçleneceği için dünyanın yeni süper 
gücü haline gelebilecektir. “Time” dergisine göre, Avrasya bölgesinin 
merkezinde yer alan üç önemli ülke; gelecekte Avrasya’nın egemen 
gücü olmağa adaydır. Bu ülkeler de Türkiye, İran ve İsrail’dir. Avrasya 
bölgesi önderliği için bu üç ülke arasında büyük bir rekabet bulunmaktadır, 
aradaki yarışı hangi ülke kazanırsa, Avrasya kıtasının süper gücü haline gelecektir. Tam bu aşamada Türkiye ile İran’ı savaştırmağa yönelik senaryoların gündeme gelmesi de bu rekabet düzeninin var olduğunu ve kimler tarafından ne amaçla düzenlendiğini açıkça göstermektedir. Kendi haline bırakılırsa Avrasya’nın bu üç ülkesi, Avrasya kıtasal oluşumu için önderlik ve hegemonya mücadelesi içine gireceklerdir. Ne var ki, bölge dışı güçler ve Asya’nın önde gelen büyük ülkeleri, buna izin vermek istememektedirler. Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler Avrasya kıtasının yanıbaşında yeralmaktalar ve kendi kontrolleri altında bir Avrasya oluşumu için sahip oldukları büyük güçlerini 
bu alan üzerinde genişleterek kullanmaktadırlar. 

Dünya anakarasının ortasında yeralan Avrasya bölgesinin, Asya’nın büyük ülkelerinin denetimine geçmesi, ya da Avrasya bölgesinde rekabet için de olan güçlü ülkelerin önderliğinde bağımsız bir kıtasal devlete dönüşmesi, Avrupa ile beraber ABD’nin de geleceği açısından önemli güvenlik sorunları çıkartabilecek tir. Bunu farkeden başta Almanya olmak üzere, tüm büyük Avrupa ülkeleri ile beraber Avrupa Birliğide kendi çıkarları doğrultusunda bir Avrasya politikasını gündeme getirmişlerdir. Avrasya bölgesinde meydana gelebilecek bir Asya ülkesi egemenliği ya da bağımsız bir büyük siyasal oluşum, tüm Batıyı tehdit 
edebileceği gibi, bu bölgenin Almanya ya da Avrupa’nın hegemonyası 
altına sürüklenmesi de, ABD’yi tehdit edebilecek ve ABD’nin Avrupa’daki ikinci imparatorluğuna son verecektir. İkinci imparatorluğunu koruyamayan ABD ise, Avrasya bölgesinde üçüncü bir imparatorluk hiç bir zaman kuramayacak ve bu durumda da Avrasya bölgesini kontrol altında tutamayan ABD’nin süper güç olarak hegemonyasını sürdürmesi artık mümkün olamayacaktır. Jeopolitik teorilere göre Avrasya’ya egemen olanın dünyaya egemen olabileceği görüşü, 
ABD’nin süper güç konumunu koruması açısından son derece önem 
taşımaktadır. ABD, ilk iki imparatorluğunu koruyabilmek için, yeni 
dünya koşullarında Avrasya’da da bir üçüncü imparatorluk kurmak 
zorundadır. Bunu kurabilirse, süper güç olarak kendisinin merkezde 
yer aldığı bir yeni dünya düzeni kurabilir, kuramazsa o zaman Avrasya’ya egemen olacak güç, yeni süper güç olarak ABD’nin bugünkü konumuna gelebilir. Günümüz koşullarında ABD dış politikası bu duruma öncelik vermektedir, ve Avrasya bölgesinde Post-sovyet dönemde yeni bir büyük siyasal otoritenin öne geçmesini önlemeğe çalışmaktadır. Balkanlar’dan başlayarak, Karadeniz, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerindeki tüm siyasal gelişmelerde ABD’nin sürekli olarak öne çıkması ve başa güreşmesi, ABD’nin süper güç konumunu koruyabilmek için zorunlu olduğu, üçüncü imparatorluk alanında hegemonya kurma ve başka bir hegemon gücün bu bölgede ortaya 
çıkmasını önleyebilme çabasının yansımalarıdır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1




ABD. SÜPER GÜÇ OLARAK KALABİLİR Mİ? BÖLÜM 1 



AVRASYA DOSYASI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN* 

* ASAM Yönetim Kurulu Üyesi 


Yirminci yüzyılın ortaya çıkardığı dünyanın süper dev ülkesi Amerika Birleşik Devletleri, yirmibirinci yüzyılda ayakta kalabilecek mi? Yeni bir yüzyıla girilen bu aşamada dünyanın en büyük süper devleti konumunu koruyabilecek mi? Yeni dünya düzeni süreci içerisinde bambaşka bir yapıya mı sahip olacak? Dünya tarihinin ortaya koyduğu gerçekler doğrultusunda bu sorular ele alındığında 
başka başka senaryolar gündeme gelebilmektedir. Tarih biliminin verilerine göre, hiç bir siyasal konum sonsuza kadar devam etmemekte, beklenen ya da beklenmeyen değişimler ile sürekli olarak yeni yeni durumlar gündeme gelebilmektedir. Bilimin en büyük kurallarından birisi olan değişim yasası, tarihte olduğu kadar siyasal bilim alanında da geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Dünyada değişmeyen tek şeyin değişim yasası olduğu benimsenirse, değişimin genel doğruları dünyanın siyasal sahnesini de belirli doğrultularda değişime zorlayacaktır. İnsanlık tarihinin her döneminde değişim süreci yepyeni konumlar ve durumlar ortaya çıkardığına göre, soğuk savaş sonrası dönemde 
de hızlanan değişim sürecinin başka başka siyasal dengeler yaratacağı açıktır. 

Wallerstein, bu konularla ilgili bir bilim adamı olarak, jeopolitik bir değerlendirme yaptığı kitabında, Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü konumunu ele almakta, bunun günümüzün değişim süreci çerçevesinde kalıcı olabilmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve ortaya çıkacak yeni gelişmelere göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin süper devlet durumunun değişebileceğini öne sürmektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde ya tek bir hegemon güç olmuş ve o dönem bu gücün etrafındaki gelişmelere göre biçimlenmiştir, ya da birden fazla 
birbirine benzer güç merkezi olmuş ve bunlar arasındaki çekişme ve rekabet tarihsel olayların belirlenmesinde etkin olmuştur. Ya tek hegemon güç çeşitli olaylara rağmen üstünlüğünü korumuş ve konumunu sürdürebilmiştir. Ya da yeni ortaya çıkan güç merkezleri, hızla gelişerek eski hegemon gücün üstünlüğüne son vererek kendilerinin merkezde yer aldığı yeni bir dünya düzeni kurmuşlardır. Eski hegemon güç gelişmelere rağmen üstünlüğünü koruyabilmişse, yeni dönemde daha üstün ve otoriter bir politika izlemiştir. Üstünlüğünü koruyamamışsa, o zaman yeni hegemon gücün baskısı ile bölünme ve parçalanma noktasına sürüklenmekten kendisini kurtaramamıştır. Yeni hegemon güç, kendisinden daha etkin bir güç istemediği için, eski hegemon gücü ortadan kaldırana kadar bölme ve parçalama sürecine itmekte, kısacası 
yeni hegemon güç adayının kendisini kabul ettirmesine kadar, eski ve yeni güçler arasında tam bir çatışma ve çatışma dönemi yaşanmaktadır. 

Bu gibi çatışma dönemleri, tarihin toplumsal ve siyasal dinamiği olarak değişime ve gelişime yol açmışlardır. 

Dünya, yirminci yüzyılın hegemon gücü olan ABD’nin öncülüğünde yeni bir yüzyıla, hatta daha da ileri bakılırsa yeni bir binyıla doğru girerken, Amerika Birleşik Devletleri; tüm eski hegemon güçler gibi tarihin değişim tekerleğinin tehdidi altındadır. Ya tarih bilimi kuralları işleyecek ve eski hegemon güç tarihin tozlu sayfalarına doğru yuvarlanacak, ya da değişen koşullarda ABD, değişim sürecini avucunun içine alarak değişimi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirecektir. Hızlanan değişim süreci, olduğu yerde kalan bir ABD’yi geri plana itebilir ama değişimi kavrayan ve giderek yönlendirmeğe başlayan ABD dünyanın tek hegemon gücü olarak ayakta kalabilir. Eski koşullar hızla 
değiştiğine göre, ABD’nin istemediği yeni koşullar yerine, ABD’nin istediği yeni koşulların gündeme gelmesi Amerika’nın çıkarlarına uygun olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin gelecekte dünyanın tek egemeni ve merkezi gücü olarak ayakta kalabileceği ve giderek bir dünya devleti konumuna gelebileceği bir yeni dünya düzenini bu nedenle gündeme getirmekte ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi ile beraber kendisinin merkezinde yer aldığı tek merkezli bir yeni dünya düzenine yönelmektedir. Bu doğrultuda, ikinci dünya savaşı sonrası 
yıllarda kendisine bağlı olarak oluşturduğu dünya ekonomik sisteminden de yararlanmakta ve Dünya Bankası ile beraber Uluslararası Para Fonu’nu da kendi oluşturmak istediği yeni dünya düzeninin kurucu örgütleri olarak piyasaya sürmektedir. Bu iki uluslararası kuruluş ABD’ye bağlı olarak ve onun güdümünde yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında etkin olmakta ve dünya ekonomik düzeni çerçevesinde tüm ülkeler yeni dünya düzenine doğru yönlendirilmektedir. Bu süreç içinde tüm dünya ülkelerinin eşit olacak temsil edildiği Birleşmiş Milletler kuruluşu devre dışına itilmektedir. 

Değişim süreci içerisinde konuya bakılırsa, yeni yüzyılda ya yeni bir hegemon güç olacaktır, ya ABD eski konumunu koruyacaktır, ya da tarihin dinamikleri başka koşulları gündeme getirecektir. Bu üç ihtimalden hangisinin ağırlık kazanacağına ABD’nin tutumu belirleyici olacaktır. ABD kendisini yenileyemezse, eski uygarlıklar gibi çöküp gidecektir ama kendisini yenileyerek değişimi yönlendirirse, kendi çıkarlarına uygun bir yeni dünya düzenini kurabilecektir. Postsovyet dönemde, ABD’nin böylesine bir atılıma kalkıştığı görülmekte ve 
dünyanın eski düzeni hızla çökertilirken, diğer yandan da yeni bir dünya düzeni oluşturulmaktadır. Yeni bir dünya düzeni kurulabilmesi için eski düzenin ortadan kalkması gerektiğinden, öncelik yıkıcılığa verilmektedir. 

Eski dünya düzeni ile beraber bunun içinde yer alan eski ulus devlet düzenlerinin çözülmesine giden yol açılmakta ve uluslararası sistem aracılığı ile bu yöntem hızlandırılarak kısa dönemde sonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bu aşamada, ABD hem kendi hegemonyası için, hem de bu doğrultuda bir yeni dünya düzeninin oluşturulabilmesi için çaba sarfetmektedir.1 

Yeni bir yüzyıla dünyanın en büyük hegemon gücü olarak giren ABD, bu durumunu koruyarak yeni bir dünyayı konumunu pekiştirecek biçimde planladığı aşamada, geleceğe dönük tüm politikasını ve diplomasisini bu amaç doğrultusunda örgütlemektedir. Bu doğrultuda ABD’nin üç amacı bulunmaktadır. Birinci amacı, kendi merkezi hegemon konumunu korumaktır. İkinci amacı, buna uygun bir yeni dünya düzeni oluşturmaktır. Üçüncü hedefi ise, bu iki amacı önleyebilecek bir başka bir yeni hegemon gücün ortaya çıkışını önlemektir. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi rakip bir hegemon güç ya da adayı ortaya çıkarsa ABD merkezli bir yeni dünya düzeni planı zorlanacağı için, kendi çıkarları doğrultusunda ABD böyle bir oluşuma izin vermemekte, böyle bir role soyunan herhangi bir dünya ülkesini yakın takibe alarak, onun böylesine bir sürece girmesini engellemektedir. Kendisini ABD’nin yerine dünyanın gelecekteki hegemon gücü olarak görebilecek tüm ülkelere karşı, ABD özel yöntemler geliştirmekte ve bu adayların içinden hiçbirisinin öne çıkmasına izin vermeyen dengeleyici bir yol izlemektedir. 

ABD’nin, bugün için tek süper güç olarak ayakta kalabilmesi için birbirini dengeleyecek çoklu bir dengeye gereksinme vardır. Eskisi gibi iki kutuplu bir dünya düzeni ABD’nin üstün konumunu yitirmesine neden olabilir, hiç beklenmedik biçimde karşı kutbun merkezi olan ülke öne çıkabilir ya da dünya dengelerini kendi çıkarına değiştirebilir. 

Böylesine riskli bir durumu önleyebilmek için birbirine eşit düzeyde birkaç ülkenin devrede olması ve bunlar arasında bir rekabet düzeninin oluşması, bu düzenin ABD’nin hakemliğinde sürmesi gerekmektedir. ABD süper güç olarak ayakta kalırken, kendisinden geride yer alan beş altı ülkenin birbirine eşit bir düzeyde rekabet içinde bulunması, bu adaylardan herhangi birisinin öne çıkmasına izin vermeyecektir. Bu ülkeler birbirleriyle rekabet ederken, ABD süper güç olarak bunları izleyecek, yönlendirecek, gerekirse müdahale edecektir. Böylece bu gibi büyük güç olmaya aday ülkelerden herhangi bir tehdidin kendisine yönelmesine izin vermeyecektir. 

ABD merkezli tek bir dünya düzenine yönelen süreç içerisinde ikili değil ama çoklu bir denge ABD açısından yararlı görülmektedir. Bu durumda eski büyük ülkelerin yavaş yavaş dünyanın gündeminde daha etkin olmalarına izin verilirken, yeni yeni bazı büyük ülkelerin ya da siyasal yapıların oluşarak çoklu denge düzenine girmeleri gerekmektedir. Bu hedef doğrultusunda bazı bölgesel oluşumlar ele alınmakta ve yönlendirilmektedir. Otorite boşluğu bulunan bazı önemli jeopolitik bölgelerde ABD’ye bağımlı olabilecek biçimde yeni otorite düzenlerinin oluşumuna ağırlık verilmekte, böylesine boşluklardan diğer büyük ülkelerin yararlanarak istenmedik biçimde büyümelerine gidebilecek yolların önü kesilmeğe çalışılmaktadır. ABD’nin süper güç olarak ayakta kalabileceği bir süreç ancak, diğer büyük devletlerin büyüme trendlerinin izlenmesi ve bu gibi süreçlerin kontrol edilmesi ile mümkün olabilecektir. 

ABD stratejsi; tek süper güç olarak ayakta kalmak olduğu için, bunu tehdit edebilecek tüm gelişmelere karşı çıkmak öncelikli politika olarak gündeme gelmektedir. Büyük ülkeler ya da büyümekte olan ülkelerden herhangi birisinin öne çıkması durumunda, ABD politikasının bu öne çıkan ülkeyi diğer ülkelerin desteklenerek dengelenmesine çalışmak biçiminde yoğunlaştığı görülmektedir. Tek bir süper gücün önderliğinde yol alan yeni dünya düzeni çoklu bir dengeye oturacak ve yine böylesine bir çoklu denge içerisinde gelişimini sürdürecektir. Çoklu dengeyi herhangi bir büyük ülke hırs ve ihtirasa kapılarak bozmak isteyince, süper güç ABD diğer büyük ülkeleri ya da öne çıkmak isteyen ülkenin 
yanıbaşındaki önemli ülkeleri oyunbozana karşı kullanacaktır. Çoklu dengenin büyük ya da güçlü ülkeleri; dengeyi bozarak ABD’nin süper önderliğine karşı çıkmağa çalışırlarsa, ABD’nin diğer büyük ve güçlü ülkelerle ortak hareket etmesi kendiliğinden gündeme gelmekte ve herhangi bir politik ya da diplomatik yoldan ABD bu ülkeyi cezalandırmaktadır. Doğaldır ki, ABD’nin süper güç konumunu koruyan bu çoklu denge düzeninden bazı büyük ülkeler ciddi boyutlarda rahatsız olmaktadırlar. 

Özellikle iki kutuplu dünyanın ikinci süper gücü konumundaki Rusya Federasyonu eski düzenin alışkanlıkları ile zaman zaman ABD’ye 
karşı kendisini kutup merkezi olarak görmekte ve bu doğrultuda bazı 
girişimlerde bulunmakta ama eskisi gibi etkili olamayınca, Asya’nın 
büyük devletleri ile birlikte ABD’ye karşı çıkmakta, ya da batı blokuna 
karşı çeşitli dayanışma antlaşmaları imzalamaktadır. Rusya’nın Çin, 
Hindistan ve Japonya gibi Asya kıtasının önde gelen büyük ülkeleri ile 
yakınlaşma ve dayanışma amaçlı imzaladığı antlaşmalar, ABD’nin çoklu 
denge düzenini ciddi boyutlarda zorlayan girişimler olarak ortaya 
çıkmıştır. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


10 Nisan 2017 Pazartesi

Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu


Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu ,



Fatih DURGUN 
İstanbul Medeniyet Üniversitesi, 
fatih.durgun@medeniyet.edu.tr 


Özet 

19. tarihçilik anlayışında büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Tarih profesyonelleşmekte ve bilimsel bir nitelik kazanmaya başlamaktaydı. Bilimsel anlayışın mutlaklığına inanan Aydınlanma düşünürlerinin etkisi altındaki Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans döneminde temelleri sağlam biçimde atılan tarihi Antik, Orta ve Modern çağlar olarak bölme yaklaşımını 
benimsemekteydiler. Ortaçağ tarihi Rönesans’tan beri genellikle olumsuz, karanlık bir dönem olarak görülmekteydi. Bu yaklaşım 19. yüzyıl tarihçiliğine de miras olarak kaldı. Fakat bu dönem aynı zamanda İngiliz, Alman ve Fransız tarihçilerin Ortaçağ kaynakları üzerine eleştirel çalışmalar ve edisyonlar yapmalarına da tanıklık etti. Örneğin, Alman tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun 
yıkılışından Rönesans’a kadar Alman tarihi için önemli görülen arşiv malzemesi ve kronikler gibi anlatı eserlerini Monumenta Germaniae Historica başlıklı bir edisyon projesini 1819’dan itibaren yayınlamaya başladılar. Benzer bir şekilde, İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında, dönemin en önemli tarihçilerinden biri olan William Stubbs’ın yönetiminde Ortaçağ İngiliz kaynakları Rolls Series 
adı verilen bir edisyon projesi çerçevesinde gün yüzüne çıkartılmaktaydı. Bu anlamda, Ortaçağ tarihçiliği profesyonel ve bilimsel bir tarihçilik anlayışının parçası haline gelmekteydi. Bu bildiride, ilk olarak, bu sürecin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. İkinci olarak, Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak biçimlenmesi tartışılacaktır. Tarihsel olarak karanlık kabul edilen 
Ortaçağ’a karşı bu ilginin neden oluştuğu temel sorumuz olacaktır. Çalışmada, Aydınlanma ‘nın rasyonel araştırma ve bilimsel sınıflandırma düşüncelerini esas alan 19. yüzyıl tarihçilerinin kendi dönemlerinde gelişmeye başlayan Romantik milliyetçi düşüncenin etkisiyle milli bir tarih yazımına yöneldikleri ve bu yönelişin de Ortaçağ’a olan ilgiyi arttırdığı vurgulanacaktır. Ortaçağ’da ulusdevletin ve onun değerlerine ait köklerin bulunabileceğine inanan 19. yüzyıl profesyonel tarihçileri için Ortaçağ’ın kendi dönemlerini anlamak ve anlamlandırmak için büyük bir önemi olduğu ve bu bağlamda ilham kaynağı teşkil ettiğinin altı çizilecektir. 

Anahtar Kelimeler: Avrupa, tarih, ortaçağ, aydınlanma, romantizm, profesyonel tarihçilik,Fatih DURGUN , 

Ortaçağ Tarihi Problemi; 

Tarihçiler 20.yüzyılın ikinci yarısından bu yana Ortaçağ kavramının bugün yaygın biçimde bilinen ve kabul edilen şekliyle ‘Karanlık Çağlar’ olarak ilk defa İtalyan şair Francesco Petrarca (1304-1374) tarafından ortaya atıldığını kabul ederler (Mommsen, 1942, ss.226-42). Ortaçağ’ın bu şekilde olumsuz biçimde tasvir edilmesinin nedeni, Petrarca ve dönemindeki diğer düşünürlerin gözünde Ortaçağ’ın Homeros, Aristoteles, Cicero gibi büyük düşünür ve yazarları ortaya çıkardığı düşünülen Antik Çağ ile bu isimlerin yeniden yorumlanmasıyla Petrarca’nın ve çağdaşlarının başlattıklarını düşündükleri, bugün Rönesans Hümanizmi olarak adlandırdığımız kendi modern çağları arasında kalan, bittiğine inandıkları bir dönem olmasıydı. Ortaçağ, tarihsel bir dönemlendirme konusu olarak kendisine yüklenen bu oldukça kötü anlamıyla Rönesans sonrası yüzyıllarda da kullanılmıştır. 

Kavramın tarihçilik açısından bir dönemi ifade edecek şekilde kronolojik kesinlikle kullanılması için ise Aydınlanma’nın erken dönemlerini beklemek gerekecekti. Aydınlanma tarihçiliğinin tipik bir göstergesi olan Evrenselci tarih yazım anlayışı çerçevesinde bir Dünya Tarihi anlayışı geliştirmeye çalışan Alman tarihçi Christoph Cellarius, 1688 yılında yayınlanan eseri Historia Medii Aevi (Ortaçağ Tarihi)’de, her ne kadar eleştiriyor olsak da, genel olarak bugün tarihçiler olarak benimsediğimiz Ortaçağ tarih aralığı olarak Roma İmparatoru Konstantin’in ölümünden İstanbul’un fethine kadar olan dönemi belirlemiştir (Reuter, 2006, ss.19-37). 

Aydınlanma dönemi boyunca da, Petrarca ve ardılları gibi, bu tarih aralığında meydana gelen her olay ve ortaya çıkan her olgu, istisnai hususlar dışında, David Hume’dan Edward Gibbon ve Voltaire kadar tarih eserleri yazan düşünürlerce de olumsuz biçimde ilerlemeye ve modern gelişmeye engel olarak tasvir edilmiştir (Durgun, 2013, ss.283-304). 

19. yüzyıla geldiğimizde bu anlayışın değişmeye başladığı görülür. Romantik milliyetçiliğin Aydınlanma düşüncesinin evrenselciliği ve saf akılcılığı karşısında ivme kazanması Ortaçağ’a olan ilgide artışa neden olmuştur. Romantik tarihsel romanın kurucusu olarak kabul edilen İskoç edebiyatçı Walter Scott (1771-1832)’dan, Fransız Devrimi’nin büyük tarihçisi Jules Michelet (1798-1874)’e kadar 19. yüzyıl Avrupa düşünce tarihinin birçok önemli siması Ortaçağ hakkında olumlu görüşler ileri sürmeye başlamışlardı. Dahası, bu düşünürler için Ortaçağ kendi tarihsel perspektiflerinin ve dünya görüşlerinin ilham kaynağı olmuştur. 19. yüzyıl tarihçiliği de Ortaçağ algısındaki değişimden nasibini almıştır. Bilimsel ve evrensel tarih yazmaya inanan, bu özellikleri itibariyle de Aydınlanma düşüncesinin tesiri altında olan Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans ile şekillenmeye başlayan, 17. ve 18. yüzyıllarda da tarihçiler arasında genel bir kanaat haline gelen tarihi kabaca Antik, Orta ve Modern çağlar olarak üç parçaya ayıran anlayışı kabul etmekteydiler. Fakat bu geleneksel dönemselleştirmeyi benimsemekle birlikte Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli kökleri bulmak için geçmişe dönüş düşüncesinin etkisiyle Ortaçağ tarihine, kendilerinden öncekilerin aksine daha kapsayıcı ve tutarlı biçimde yaklaşmaya başladılar (Iggers, 2003, 23-31). Bu, Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak doğuşunun düşünsel arka planını teşkil ediyordu. 

Mesleki açıdan baktığımızda ise, 19. yüzyıl tarihçilik açısından belirgin bir dönüşüm sürecine tanıklık etmişti. Bu bir yanıyla metodolojik diğer bir yanıyla da kurumsallaşmayla ilgiliydi. Modern Avrupa üniversitelerinde tarih kürsülerinin sayısı artıyor, tarih kürsülerinde Ortaçağ üzerine araştırmalar yapan tarihçiler çoğalıyordu. Tarih bilimselleşip profesyonelleşerek bugünkü şeklini almaya 
başlıyordu. Metodolojik olarak bilimsel ve profesyonel olmak için tarihsel kaynakların neşri ve eleştirel incelemeleri gerekmekteydi. Bu bağlamda, 1819 yılında Alman Ortaçağ tarihi kaynakları Monumenta Germaniae Historica (Alman Tarihi’nin Abide Eserleri) başlıklı bugünde devam eden bir projeyle gün yüzüne çıkartılıyordu. İngiltere’de benzer bir proje 19. yüzyılın ikinci yarısında Rolls 
Series adıyla başlatılıyordu. Başka örneklerle de desteklenebilecek Ortaçağ’a olan ilgideki bu artış Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel olarak şekillenmesini gösteriyordu. Bu veriler çerçevesinde, bu çalışma tarihçiliğin profesyonel bir disiplin olarak biçimlendiği 19. yüzyılda Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin, tarihçilik içinde bir alt disiplin olarak oluşumu ve kurumsallaşmasına yoğunlaşacaktır. 
Romantik milliyetçiliğin doğurduğu siyasal ve düşünsel koşulların 19. yüzyılda tarih metodolojisindeki belge merkezli anlayışla birleşerek profesyonel Ortaçağ tarihçiliğini kurumsallaştırdığı gösterilecektir. 

Romantik Milliyetçilik ve Ortaçağ Tarihçiliği 

Rönesans düşünürleri için ‘Karanlık’ olan Ortaçağ, Aydınlanma dönemi tarihçilerinin düşünce dünyalarında bu niteliğiyle kemikleşmiş, Ortaçağ tarihine ilişkin araştırmalarını sürdürmekle beraber, Gibbon ve Hume gibi Aydınlanma yazarları, Ortaçağ konusundaki yorumlarını içinde bulundukları modern çağda bulunan olumlu ve ileri düzeydeki niteliklerin olmayışıyla şekillendirmişlerdir. Bu 
algının 19. yüzyıl başlarından itibaren Romantik milliyetçi bakış açısı neticesinde derin bir dönüşümden geçtiği görülmektedir. Entelektüel bir hareket olarak tarihi 18. yüzyıl ikinci yarısının Almanya’sındaki Sturm und Drang (Fırtına ve Coşku) hareketine götürülebilecek olan Romantizm akımının 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün bir Avrupa’da düşünceleriyle etkili olan Herder, Schelling ve Fichte gibi Alman düşünürlerinin yaklaşımlarıyla temel özelliklerini kazandığını ve modern dönemde Ortaçağ tarihine yönelik ilgiyi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa toplumlarında kendisini iyiden iyiye hissettiren mekanistik dünya algısına, saf akılcılığa ve kozmpoliten evrenselci dünya görüşüne karşı bir tepki olarak gelişen Romantik akımın mensupları aklın yönlendirici ve tanımlayıcı işlevini reddetmemekle beraber, insanın mekanistik dünya karşısında bireysel ve saf insani duygularını, kendi bireysel bilinçlerini, doğayı ve bireysel imgelemi(tahayyülü) öne çıkarmışlardı. Bireylerin kendilerini mekanistik ve saf akılcı bir düzen karşısında konumlandırmalarını ön gören bu anlayış, yapısı gereği olumlu özellikler atfettiği kavramlar için ilham kaynağı olarak modern öncesi döneme büyük önem vermeyi gerektiriyordu (Halsted, 1969, 1-37). 

Bu anlamda, tarihe verilen Romantik önem Ortaçağ tarihçiliğine olan yoğun ilgiyle (medievalism) Romantik düşünceyi özdeş hale getirmişti. Hatta büyük Alman şair Heinrich Heine (1797-1856) bu konuda ileriye giderek Romantizmi ‘Ortaçağ şiirinin şarkılarda, resimlerde ve sanat eserlerinde, genel olarak sanatta ve yaşamın her alanında yeniden dirilişi’ olarak görmekteydi (Bartlett, 2001, s.13). Heine’nin yorumu abartılı bir tasvir olmakla beraber, Ortaçağ’ın Romantik tarih düşüncesi içinde oldukça belirleyici bir işlevi olduğunu söylemek gerekir. Aydınlanma düşünürleri tarafından dışlanan Ortaçağ, Aydınlanma düşüncesinin evrenselci tarih anlayışı karşısında ulusun kendi kültürü ve tarihi anlamlı bir bütün olarak görüldükçe itibar kazanmaya başlıyordu. Eğer her bir ulusal kültürün kendine özgü canlı ve organik bir gelişme tarihi var ise o zaman bu gelişim içinde Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin bozucu etkilerine maruz kalmamış Ortaçağ tarihinin ulusal tarih açısından saf özellikler taşıyan özelliklerinin vurgulanması gerekiyordu. Her bir ulusun kendi kültür kaynaklarını bağrında taşıyan Ortaçağ, ulusun tarih içinde geliştirdiği kolektif bir bilincin ve değerler sisteminin kökenlerinin bulunabileceği yerdi (Durgun, 2013,ss.283-304). Bu Romantik tarih algısı Almanya özelinde doğmuş olmakla beraber, hem Britanya’da hem de Kıta Avrupa’sında karşılık bulmuştur. Örneğin, 1789 Fransız Devrimiyle birlikte Fransız toplumunun sarsıcı bir değişim sürecine girmesi Fransa’da da Alman Romantizm’inden beslenen bir geçmişe dönüş anlayışını beslemiştir. 19. yüzyılın en büyük Fransız tarihçisi olarak kabul edilen Michelet, Almanya’ya ya gitmiş, Almanca öğrenmiş, bizzat orijinal metinlerinden Herder, Hegel gibi Alman düşüncesinin önde gelen isimlerinin eserlerini okuyarak milli tarih anlayışını biçimlendirmiştir. Fransız Devrimi değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Michelet, tarihsel anlayışında iki noktaya özellikle vurgulamıştır. Bunlardan bir tanesi, Aydınlanma düşünce çizgisi çerçevesinde tarihin seküler bir özgürleşme süreci olarak algılanması, bir diğeri ise Herder’in Romantik tarih anlayışına uygun biçimde ulusun kurumlarının organik ve canlı gelişiminin tarihsel bir bütünlük çerçevesinde anlaşılmasıdır. Bu iki anlayışın bir yönü onu Fransız Devrimi’ni Fransız ulusunun kendini gerçekleştirme ve ulusal birliğe ulaşma konusunda en ileri aşama olduğu görüşüne götürürken, Ortaçağ’da bu ulusal tarihte bir yer edinebilmiştir (Kudrycz, 2011, s.101). Özellikle Geç Ortaçağ’da Fransız devleti ve toplumsal kurumlarının modern Fransa’nın doğuşuna katkı sağladığı ölçüde önemli görülmesi Michelet’in bu bakış açısını yansıtır. 

Ampirik felsefe geleneğine bağlı kalan ve Alman milliyetçiliğiyle idealist felsefe sine her zaman mesafeli bir tutum benimsemiş olan İngiliz entelektüelleri de Romantik akımdan kendilerini kurtaramamışlardır. Henüz birleşememiş olan parçalı yapıdaki Alman devletlerinde ve Fransız Devrimi ile ilişkili bir milliyetçiliğin gelişim gösterdiği Fransa’nın aksine, emperyal Britanya 
aidiyetine bağlı kalan Ada’da Romantik milliyetçilik siyasal bir bakış açısından ziyade mekanistik ve aşırı rasyonalist Aydınlanma kültürüne karşı geçmişe yönelik reaksiyoner bir nostalji biçiminde gelişmiştir. Romantik milliyetçiliğin tarihsel bir anakronizmle edebi eserlere yansıması İskoç romancı Walter Scott’ın yazdığı Ivanhoe (1819) gibi eserlerde gözlemlenebilir (Kudrycz, 2011,ss.65-66). 

Ortaçağ’a yönelik Romantik milliyetçi eğilim Britanya, Almanya ve Fransa örneklerinde göründüğü gibi farklı biçimlere sahip olmakla birlikte, organik bir sürekliliğe sahip ulusal tarih düşüncesine verdiği anlamla Ortaçağ geçmişinin incelenmesi konusunda teşvik edici olmuştur. Ortaçağ milli kültürünün yapı taşları olarak görülen eserlerin büyük bir iştiyakla neşredilmeleri de bu döneme 
rastlar. 5.-6. yüzyıl pagan Cermen kahramanlık hikâyelerine dayanan ve Ortaçağ Almancasıyla yazılmış olan Nibelungenlied (Nibelungen Şarkısı)’nın 1782 yılında modern Almanca edisyonu yapılmış, 11. ve 12. yüzyıllarda derlenen ve eski Fransızcanın en eski edebi ürünü olarak bilinen Ortaçağ epik şiiri La Chanson de Roland (Roland Şarkısı)’ın modern edisyonu 1837’de, yine Eski İngilizce ile yazılan ve 5. yüzyılın sonlarına ait olan Anglo-Saxon epik şiiri Beowulf 1815 yılında yayınlanmıştır (Bartlett,2001,s.18). 

Ortaçağ Tarihçiliğinin Kurumsallaşması 

Romantik milliyetçi akımın ulusun kolektif varlığını temsil eden Ortaçağ’a ilişkin edebi ve tarihsel eserlerin yayınlanmasına yönelik bir yönelime yol açmasının milli devlet politikalarıyla koşut gittiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, Romantik geçmiş ilgisi hem düşünsel hem de kurumsal düzeyde Ortaçağ’ın değerli görülmesine neden olmuştur. Geçmiş hakkında bilgi edinme kaynağı 
niteliğine sahip olan tarih iktidarda bulunanlar için her zaman kendi oluşturdukları düzen ve sistemin dayanağını oluşturacak meşruiyet temelini teşkil etmiştir (Satan ve Şimşek, 2011, s.11). Millet olma bilincinin toplumun bütün katmanlarına sirayet etmesi ve tarihin milli devlet oluşumuna katkıda bulunması gerektiğini düşünen devlet politikalarının en somut ve öncü denilebilecek örneğini Prusya milli eğitim politikalarında görebiliriz. Bu konuda, Prusya-Alman geleneği daha önce de temas ettiğimiz üzere, gerekli kültürel alt yapıyı bünyesinde barındırıyordu. Prusya, Alman devletlerinin birbirinden siyasi, bölgesel ve dini sebeplerle ayrı düştüğü ve Alman devletlerinin Napolyon öncülüğündeki Fransız işgalleriyle sarsıntı geçirdiği bir dönemde merkeziyetçi bürokratik Prusya devlet kültürü etrafında milli bir tarih düşüncesi inşa etmeye girişmişti. Prusya devlet kültürü ve milli tarih anlayışı 1870 yılında Prusya önderliğinde Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte Alman milli devlet kültürüne de dönüşecekti. Düşünsel olarak Herder, Fichte ve Schelling gibi Alman Romantik milliyetçilerinin tarih felsefelerinden beslenen Prusya merkezli Alman milli tarih politikası, hem Aydınlanma ‘nın akılcı düşünce kültürüyle beslenen ve hümanist gelenekten haberdar olan hem de güçlü bir milli tarih bilincine sahip gençler yetiştirme projesine sahipti. 1810 yılında kurulan Berlin 
Üniversitesi yüksek öğretim düzeyinde bu projenin öncüsü niteliğindeydi. Modern eğitim felsefesinin kurucu isimlerinden olan Alexander Humboldt’un rehberliğinde kurulan Berlin Üniversitesi Prusya devletinin istediği ölçütlere göre kentli modern değerlerle geleneksel Alman kültürünü bir arada verecek müfredatı hazırladı ve tarih eğitimini de bunun içine yerleştirdi. Prusya Devleti tarafından 1812 yılında çıkarılan yasayla bugün halen Alman Orta Eğitim sisteminin gözde okulları olan Gymansium’lar 9 yıllık Orta Öğretim kurumları olarak kurulmuşlardı. Üniversitelerdeki tarihsel araştırma ruhuna uygun bir hazırlık devresinden geçecek ve milli bilinçle donatılacak nesiller için tarih eğitimi bu seçkin okulların müfredatında da önemli bir yer tutuyordu (Iggers, 2003, ss.23-24) . 

Üniversite tarih eğitimi pedagojik fonksiyonunun yanı sıra uzman araştırma cıların belirli dönemler ve konular etrafında yoğunlaştığı araştırmacı işleve de sahip olmalıydı. Bu anlamda, ulusal tarihin ince noktalarını araştırmaya dayalı bir biçimde örgütlenmeliydi. Modern tarihçiliğin öncüsü olarak kabul ettiğimiz Leopold von Ranke’nin Almanya’nın doğusunda bulunan Frankurt/Oder’de lise öğretmenliği yaparken Üniversite’de teşekkül eden tarih kürsüsünün başına getirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir(Iggers, 2003, s.24). Ranke’nin Ortaçağ üzerine müstakil denebilecek çalışmaları olmakla beraber asıl ilgisinin bugün Yeniçağ ya da Erken Modern diye adlandırdığımız döneme yoğunlaştığını görmekteyiz. Fakat tarihi belgeleri merkeze alan metodolojisiyle (Breisach, 1994, ss.232-234) Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine de dolaysız bir etki yapmıştır. Almanya’da akademik mahiyette Ortaçağ çalışmalarına doğru olan eğilim asıl şekliyle, yani bir Ortaçağ uzmanının üniversitede görev almasıyla Ranke’den sonraki kuşakta ortaya çıkmıştır. Ranke’nin modern tarih çalışmalarına yoğunlaşması dolayısıyla kendinden sonra birçok modern Alman tarihçisine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz. Ancak, Ranke’nin Berlin seminerlerinde eğitim görmüş olan ve yine Ranke’nin teşvikleriyle tarih alanında uzmanlaşmayı seçen Georg Waitz (1813-1886)’ı Alman üniversitelerinde Ortaçağ tarihinin profesyonel bir disiplin olarak şekillenmesinde belirleyici rol oynayan isim olarak anabiliriz. 1842 yılında Almanya’nın kuzeyindeki Kiel Üniversitesi’ne ve 1849 yılında da modern kaynak eleştirisi usulüne göre tarihsel araştırma yapmayı şiar edinen 18. yüzyıl Alman tarihçilerinin merkezi Göttingen Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden Waitz, her ne kadar henüz kati uzmanlaşmanın belirgin olmadığı bu dönemde modern ve antik çağ üzerine dersler vermiş olsa da, araştırma ve yazılarında Ortaçağ tarihinin dışına çıkmamaya çalışmıştır. Waitz’i 19. yüzyıl tarihçiliğinde Ortaçağ tarihçiliğinin Ranke’si olarak adlandırsak hiçte yanlış bir şey yapmış olmayız. Waitz, tıpkı hocası Ranke gibi yoğun biçimde birincil tarihsel kaynak kullanarak Alman Ortaçağ tarihi üzerine çalışmalar yapmış ve 12. yüzyıl sonuna kadar Alman siyasi ve hukuki tarihini incelediği meşhur eseri Almanya ’nın Anayasal Tarihi (Deutsche Verfassungsgeschichte)’ni yazmıştır. Waitz’ı Ranke ile benzer kılan özelliklerden biri onun Ortaçağ tarihini profesyonel tarzda inceleme yönteminin Avrupa Ortaçağ tarihçiliğine yaptığı etkidir. Birçok lisansüstü öğrenci yetiştiren Waitz’ın Gabriel Monod gibi Fransız Ortaçağ tarihçiliğinin 19. yüzyıldaki öncü isimlerinden Waitz’in etkisi altında kalarak çalışmalarını Ortaçağ Fransız tarihine yönelttiğini görmekteyiz. .Monod bugün halen yayınına devam etmekte olan Fransa’nın saygın tarih dergilerinden biri olan Revue Historique’i kurmuştur (Kudrycz, 2011, s.114). Bu örnekte görüleceği gibi, Almanya’daki akademik ve profesyonel tarihçilik yöneliminin 
Ortaçağ tarihini kapsayacak biçimde yaygınlaşması Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesine katkı sağlamıştır. 

Almanya örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa’da gerek ortaöğretim düzeyinde gerekse de üniversitelerde tarih eğitiminin verilmesini zaruri gören milli devlet politikaları Ortaçağ tarihinin saygın bir araştırma konusu olmasında etkili olan faktörlerden biridir. Fransız Devrimi sonrası, Devrim’in milliyetçilik ve vatan vurgusu gibi ideolojik özellikleriyle kısa bir süre içinde Dünya tarihinin seyrine yön veren Fransa bu konuda Almanya gibi öncü bir rol oynamıştır. Fransız Devrimi’nin siyasal olarak ön ayak olduğu milliyetçilik düşüncesi geçmişle bugün arasında sürekliliğe dayalı milli tarih yazımı fikrini güçlendirmişti. Bu bağlamda, Aydınlanma döneminde dışlanan Ortaçağ hem akademik bir çalışma alanı olarak ilgi görmeye başladı; hem de oluşmaya başlayan orta öğretim müfredatlarında modern dönemin kurucu unsurlarından biri olarak yer alması uygun bulundu. Bilindiği üzere Fransa’da liseler 1802 yılında açılmıştır. Napolyon’un lyceeleri açmasındaki temel hedef, öğrencilerin Aydınlanma düşüncesine uygun şekilde matematik, aritmetik gibi temel alanlarla, fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerine dair bir eğitim almalarıydı. Pozitif bilimlerin ağırlıklı olduğu müfredatta tarih, edebiyat veya klasik metinlerin incelenmesi gibi klasik hümanist eğitim alanları ikincil düzeyde öneme sahipti. Öyle ki müfredata Napolyon döneminde iyice yerleşen pozitif bilim eğitimi 20.yüzyılın başlarına kadar hakim konumunu koruyacaktı (Gilpin, 1968, s.101). Yine de Fransız milli bilincinin öğrencilere verilmesinin pedagojik bir gerekliliği olduğuna yönelik inanç tarih derslerinin profesyonelleşme sürecine de yol açmıştır. Napolyon’un ardından gelen Restorasyon Dönemi’nde Kamu Eğitimi Komitesi’nin başında bulunan Royer Collard okullarda tarih alanında uzmanlaşmış öğretmenlerin tarih derslerini vermelerini sağlamıştır ( Den Boer, 1998, ss.135-137).

1830’dan itibaren tarih ve coğrafya öğretmenliği için sınavların açılmaya başlanması da bu profesyonelleşme eğiliminin göstergeleridir. Fransız tarihçiliğinin profesyonelleşmesinde tarihçilerin 19. yüzyıl boyunca siyasi görevlerde yer edinmelerinin büyük bir payı vardır. Örneğin, Restorasyon Dönemi’nde milli eğitim bakanlığı da dâhil çeşitli üst düzey görevlerde yer almış olan muhafazakâr siyasetçi Guizot aynı zamanda tarihçi kimliğine sahiptir (Le Goff, 2016, s.26). Fransa’da profesyonel Ortaçağ tarihçiliğinin yerleşmesinde daha önce ismini zikrettiğimiz Gabriel Monod belirleyici rol oynamıştır. Alman Ortaçağ tarihçisi Georg Waitz’den Rankeci metodolojiyi öğrenen Monod, 1868 yılında École des hautes études’de tarih kürsüsüne atanmıştır (Kudrycz, 2011, s.114). 

İngiltere’de profesyonel bir tarihçilik alanı olarak Ortaçağ tarihçiliğinin gelişmesinde Alman ve Fransız ekollerinde gözlemlediğimiz Rankeci metodolojiyle Ortaçağ’a olan Romantik ilginin harmanlanması aynı şekilde belirleyici olmuştur. Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde modern tarih kürsüleri 18. yüzyıldan beri mevcut olmakla beraber, yüksek lisans ve doktora düzeyinde tarih araştırmaları ancak 1860’lı yıllarda başlamıştır. Tarihin profesyonelleşmesi, özellikle Almanya örneğine göre geç kalmış olmasına rağmen profesyonel tarihçiliğin gelişim seyri ve bu süreçte Ortaçağ araştırma larının kurumsallaşması benzer nitelikler taşımaktadır. Ortaçağ tarihi Modern ulusal tarihin bir alt alanı olarak görülmüştür. Metodolojik olarak Ranke’nin birincil kaynak araştırmalarının etkisinde kalan ve Ranke’den İngilizce’ye çeviriler yapan İngiliz Ortaçağ tarihçisi ve din adamı William Stubbs, birincil kaynaklar merkezinde bugün halen Ortaçağ tarihçilerinin ellerinden düşürme dikleri The Constitutional History of England isimli akademik tarihçilik ürünü olan eserini kaleme almıştır (Kudrycz, 2011, s.119-125). Stubbs’ın İngiliz Ortaçağ tarihçiliğinin seyrini belirlemesinde 1866 yılında Oxford Üniversitesi Modern Tarih kürsüsüne atanması (Burrow, 2008, s.383) önemli bir aşama olmuştur. Henüz antik ve modern çağ kürsülerinden bağımsız olarak Ortaçağ kürsülerinin olmadığı, Ortaçağ’ın modern ulusal tarihin alt bir alanı olarak görüldüğü bu dönemde Stubbs gibi çalışmalarını Ortaçağ İngiliz tarihine yoğunlaştırmış bir ismin modern tarih kürsüsünün başına atanması Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesi açısından dikkate değerdir. 

Ortaçağ’a Romantik-Milliyetçi düşüncelerle oluşan ilginin kurumsal düzeyde yansımaları üniversitelerde tarih kürsülerinde uzman Ortaçağ tarihçilerinin yer almaya başlamalarının yanında, bu tarihçilerin Ortaçağ tarihi belgeleri neşriyatına girişmelerinde de görülebilir. 1819 yılında, Napolyon’un Alman topraklarını işgalinden sonraki dönemde, Monumenta Germaniae Historica ismiyle Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından takriben Yeniçağ’ın başladığına inanılan 1500 yılı civarına kadar olan arşiv malzemesi ve kronikler gibi birincil tarihsel kaynakların neşrine başlanmıştır. Bu projenin başında arşivci ve tarihçi olan Georg Heinrich Pertz yer almış, 1875 yılından sonra ise görevi Georg Waitz üstlenmiştir (Kudrycz, 2011, s.114). Monumenta, bugün hala yeni edisyonlar la neşredilmeye devam etmektedir. İngiltere’de Kraliyet desteğiyle ve William Stubbs, H.R. Luard ve H.T. Riley gibi tarihçilerin yoğun çalışmaları neticesinde yaklaşık 253 ciltlik Rolls Series 1858 ile 1911 yılları arasında yayınlanmıştır. 

Sonuç 

Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkışına neden olan iki temel eğilimin olduğunu görmekteyiz. Temelleri Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde atılan eleştirel birinci kaynak incelemesine dayalı metodolojik tarih anlayışı 19. yüzyıl tarihçiliğinin profesyonelleşmesini şekillendirmiş, bilimsel ve objektif tarih araştırması olarak kabul edilen yaklaşım 
Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine yön vermiştir. Ortaçağ tarihçiliğini tarihsel dönemlerin üvey evladı olmaktan kurtaran ise Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli devlet oluşumlarının tarihsel kökenlerini arayıp bulma isteği olmuştur. Birbirine tezat gibi görünen iki farklı düşünsel gelenek olan Romantizm ve Aydınlanma’nın profesyonel bir disiplin olarak Ortaçağ tarihçiliğinin doğmasına yol açması aslında bu disiplinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Karşılaştırmalı kültür incelemeleri, folklor çalışmaları gibi sosyo-kültürel tarih alanına giren konular Ortaçağ tarihçiliği profesyonelleştikçe tarihçilerin ilgi odağı haline gelmiş ve anakronizmin bütün olumsuz etkilerine karşın tarihsel süreklilik fikrinin zihinlere yerleşmesini mümkün kılmıştır. 

Kaynakça 

Bartlett, R. (2001). Medieval panorama. London: Thames & Hudson Ltd. 
Breisach, E. (1994). Historiography: ancient, medieval & modern (2nd.Edition). Chicago: The University of Chicago Press. Burrow, J. ( 2008). A history of histories: epics, chronicles and inquiries from Herodotus and Thucydides to the twentieth Century. New York: Alfred A. Knopf. 
Den Boer, P. (1998). History as a profession: the study of history in France, 1818- 1914 (Trans. A.J. Pomerans). Princeton: Princeton University Press. 
Durgun, F. (2013). Rönesans’tan 19. yüzyıla Avrupa tarih yazımında ilerleme fikri, dönemselleştirme ve Orta Çağ Avrupa tarihi algısı. İnsan ve Toplum, 3(6), 283-304. 
Gilpin, R. (1968). France in the Age of the Scientific State. Princeton, Princeton University Press. 
Halsted, J.B. (1969). Introduction. In J.B. Halsted (ed.), Romanticism (ss.1-42). London: Palgrave Macmillan. 
Iggers, G. (2003). Yirminci yüzyılda tarih yazımı: bilimsel nesnellikten postmodernizme (Çev. G.Ç. Güven). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
Kudrycz, W. (2011). The historical present: medievalism and modernity. New York: Continuum International Publishing Group. 
Le Goff, J. (2016). Tarihi dönemlere ayırmak şart mı? (Çev. A. Berktay). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Mommsen, T.E. (1942). Petrarch’s conception of the “dark ages”. Speculum, 17 (2), 226-242. 
Reuter, T. (2006). Medieval: another tyrannous construct. In T. Reuter, Medieval polities and modern mentalities (ed. J. L. Nelson). Cambridge: Cambridge University Press. 
Şimşek, A. & Satan, A. (2011). Türkiye’de milli tarihin İnşası. A. Şimşek & A. Satan (Haz.), Milli tarihin inşası (ss.11-28). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 



 ***