Disiplin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Disiplin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2017 Pazartesi

Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu


Avrupada Profesyonel Bir Disiplin Olarak Ortaçağ Tarihçiliğinin Doğuşu ,



Fatih DURGUN 
İstanbul Medeniyet Üniversitesi, 
fatih.durgun@medeniyet.edu.tr 


Özet 

19. tarihçilik anlayışında büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Tarih profesyonelleşmekte ve bilimsel bir nitelik kazanmaya başlamaktaydı. Bilimsel anlayışın mutlaklığına inanan Aydınlanma düşünürlerinin etkisi altındaki Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans döneminde temelleri sağlam biçimde atılan tarihi Antik, Orta ve Modern çağlar olarak bölme yaklaşımını 
benimsemekteydiler. Ortaçağ tarihi Rönesans’tan beri genellikle olumsuz, karanlık bir dönem olarak görülmekteydi. Bu yaklaşım 19. yüzyıl tarihçiliğine de miras olarak kaldı. Fakat bu dönem aynı zamanda İngiliz, Alman ve Fransız tarihçilerin Ortaçağ kaynakları üzerine eleştirel çalışmalar ve edisyonlar yapmalarına da tanıklık etti. Örneğin, Alman tarihçiler Roma İmparatorluğu’nun 
yıkılışından Rönesans’a kadar Alman tarihi için önemli görülen arşiv malzemesi ve kronikler gibi anlatı eserlerini Monumenta Germaniae Historica başlıklı bir edisyon projesini 1819’dan itibaren yayınlamaya başladılar. Benzer bir şekilde, İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısında, dönemin en önemli tarihçilerinden biri olan William Stubbs’ın yönetiminde Ortaçağ İngiliz kaynakları Rolls Series 
adı verilen bir edisyon projesi çerçevesinde gün yüzüne çıkartılmaktaydı. Bu anlamda, Ortaçağ tarihçiliği profesyonel ve bilimsel bir tarihçilik anlayışının parçası haline gelmekteydi. Bu bildiride, ilk olarak, bu sürecin genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. İkinci olarak, Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak biçimlenmesi tartışılacaktır. Tarihsel olarak karanlık kabul edilen 
Ortaçağ’a karşı bu ilginin neden oluştuğu temel sorumuz olacaktır. Çalışmada, Aydınlanma ‘nın rasyonel araştırma ve bilimsel sınıflandırma düşüncelerini esas alan 19. yüzyıl tarihçilerinin kendi dönemlerinde gelişmeye başlayan Romantik milliyetçi düşüncenin etkisiyle milli bir tarih yazımına yöneldikleri ve bu yönelişin de Ortaçağ’a olan ilgiyi arttırdığı vurgulanacaktır. Ortaçağ’da ulusdevletin ve onun değerlerine ait köklerin bulunabileceğine inanan 19. yüzyıl profesyonel tarihçileri için Ortaçağ’ın kendi dönemlerini anlamak ve anlamlandırmak için büyük bir önemi olduğu ve bu bağlamda ilham kaynağı teşkil ettiğinin altı çizilecektir. 

Anahtar Kelimeler: Avrupa, tarih, ortaçağ, aydınlanma, romantizm, profesyonel tarihçilik,Fatih DURGUN , 

Ortaçağ Tarihi Problemi; 

Tarihçiler 20.yüzyılın ikinci yarısından bu yana Ortaçağ kavramının bugün yaygın biçimde bilinen ve kabul edilen şekliyle ‘Karanlık Çağlar’ olarak ilk defa İtalyan şair Francesco Petrarca (1304-1374) tarafından ortaya atıldığını kabul ederler (Mommsen, 1942, ss.226-42). Ortaçağ’ın bu şekilde olumsuz biçimde tasvir edilmesinin nedeni, Petrarca ve dönemindeki diğer düşünürlerin gözünde Ortaçağ’ın Homeros, Aristoteles, Cicero gibi büyük düşünür ve yazarları ortaya çıkardığı düşünülen Antik Çağ ile bu isimlerin yeniden yorumlanmasıyla Petrarca’nın ve çağdaşlarının başlattıklarını düşündükleri, bugün Rönesans Hümanizmi olarak adlandırdığımız kendi modern çağları arasında kalan, bittiğine inandıkları bir dönem olmasıydı. Ortaçağ, tarihsel bir dönemlendirme konusu olarak kendisine yüklenen bu oldukça kötü anlamıyla Rönesans sonrası yüzyıllarda da kullanılmıştır. 

Kavramın tarihçilik açısından bir dönemi ifade edecek şekilde kronolojik kesinlikle kullanılması için ise Aydınlanma’nın erken dönemlerini beklemek gerekecekti. Aydınlanma tarihçiliğinin tipik bir göstergesi olan Evrenselci tarih yazım anlayışı çerçevesinde bir Dünya Tarihi anlayışı geliştirmeye çalışan Alman tarihçi Christoph Cellarius, 1688 yılında yayınlanan eseri Historia Medii Aevi (Ortaçağ Tarihi)’de, her ne kadar eleştiriyor olsak da, genel olarak bugün tarihçiler olarak benimsediğimiz Ortaçağ tarih aralığı olarak Roma İmparatoru Konstantin’in ölümünden İstanbul’un fethine kadar olan dönemi belirlemiştir (Reuter, 2006, ss.19-37). 

Aydınlanma dönemi boyunca da, Petrarca ve ardılları gibi, bu tarih aralığında meydana gelen her olay ve ortaya çıkan her olgu, istisnai hususlar dışında, David Hume’dan Edward Gibbon ve Voltaire kadar tarih eserleri yazan düşünürlerce de olumsuz biçimde ilerlemeye ve modern gelişmeye engel olarak tasvir edilmiştir (Durgun, 2013, ss.283-304). 

19. yüzyıla geldiğimizde bu anlayışın değişmeye başladığı görülür. Romantik milliyetçiliğin Aydınlanma düşüncesinin evrenselciliği ve saf akılcılığı karşısında ivme kazanması Ortaçağ’a olan ilgide artışa neden olmuştur. Romantik tarihsel romanın kurucusu olarak kabul edilen İskoç edebiyatçı Walter Scott (1771-1832)’dan, Fransız Devrimi’nin büyük tarihçisi Jules Michelet (1798-1874)’e kadar 19. yüzyıl Avrupa düşünce tarihinin birçok önemli siması Ortaçağ hakkında olumlu görüşler ileri sürmeye başlamışlardı. Dahası, bu düşünürler için Ortaçağ kendi tarihsel perspektiflerinin ve dünya görüşlerinin ilham kaynağı olmuştur. 19. yüzyıl tarihçiliği de Ortaçağ algısındaki değişimden nasibini almıştır. Bilimsel ve evrensel tarih yazmaya inanan, bu özellikleri itibariyle de Aydınlanma düşüncesinin tesiri altında olan Leopold von Ranke gibi 19. yüzyıl tarihçileri Rönesans ile şekillenmeye başlayan, 17. ve 18. yüzyıllarda da tarihçiler arasında genel bir kanaat haline gelen tarihi kabaca Antik, Orta ve Modern çağlar olarak üç parçaya ayıran anlayışı kabul etmekteydiler. Fakat bu geleneksel dönemselleştirmeyi benimsemekle birlikte Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli kökleri bulmak için geçmişe dönüş düşüncesinin etkisiyle Ortaçağ tarihine, kendilerinden öncekilerin aksine daha kapsayıcı ve tutarlı biçimde yaklaşmaya başladılar (Iggers, 2003, 23-31). Bu, Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak doğuşunun düşünsel arka planını teşkil ediyordu. 

Mesleki açıdan baktığımızda ise, 19. yüzyıl tarihçilik açısından belirgin bir dönüşüm sürecine tanıklık etmişti. Bu bir yanıyla metodolojik diğer bir yanıyla da kurumsallaşmayla ilgiliydi. Modern Avrupa üniversitelerinde tarih kürsülerinin sayısı artıyor, tarih kürsülerinde Ortaçağ üzerine araştırmalar yapan tarihçiler çoğalıyordu. Tarih bilimselleşip profesyonelleşerek bugünkü şeklini almaya 
başlıyordu. Metodolojik olarak bilimsel ve profesyonel olmak için tarihsel kaynakların neşri ve eleştirel incelemeleri gerekmekteydi. Bu bağlamda, 1819 yılında Alman Ortaçağ tarihi kaynakları Monumenta Germaniae Historica (Alman Tarihi’nin Abide Eserleri) başlıklı bugünde devam eden bir projeyle gün yüzüne çıkartılıyordu. İngiltere’de benzer bir proje 19. yüzyılın ikinci yarısında Rolls 
Series adıyla başlatılıyordu. Başka örneklerle de desteklenebilecek Ortaçağ’a olan ilgideki bu artış Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel olarak şekillenmesini gösteriyordu. Bu veriler çerçevesinde, bu çalışma tarihçiliğin profesyonel bir disiplin olarak biçimlendiği 19. yüzyılda Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin, tarihçilik içinde bir alt disiplin olarak oluşumu ve kurumsallaşmasına yoğunlaşacaktır. 
Romantik milliyetçiliğin doğurduğu siyasal ve düşünsel koşulların 19. yüzyılda tarih metodolojisindeki belge merkezli anlayışla birleşerek profesyonel Ortaçağ tarihçiliğini kurumsallaştırdığı gösterilecektir. 

Romantik Milliyetçilik ve Ortaçağ Tarihçiliği 

Rönesans düşünürleri için ‘Karanlık’ olan Ortaçağ, Aydınlanma dönemi tarihçilerinin düşünce dünyalarında bu niteliğiyle kemikleşmiş, Ortaçağ tarihine ilişkin araştırmalarını sürdürmekle beraber, Gibbon ve Hume gibi Aydınlanma yazarları, Ortaçağ konusundaki yorumlarını içinde bulundukları modern çağda bulunan olumlu ve ileri düzeydeki niteliklerin olmayışıyla şekillendirmişlerdir. Bu 
algının 19. yüzyıl başlarından itibaren Romantik milliyetçi bakış açısı neticesinde derin bir dönüşümden geçtiği görülmektedir. Entelektüel bir hareket olarak tarihi 18. yüzyıl ikinci yarısının Almanya’sındaki Sturm und Drang (Fırtına ve Coşku) hareketine götürülebilecek olan Romantizm akımının 19. yüzyılın ilk çeyreğinde bütün bir Avrupa’da düşünceleriyle etkili olan Herder, Schelling ve Fichte gibi Alman düşünürlerinin yaklaşımlarıyla temel özelliklerini kazandığını ve modern dönemde Ortaçağ tarihine yönelik ilgiyi şekillendirdiğini söyleyebiliriz. 18. yüzyıldan itibaren Avrupa toplumlarında kendisini iyiden iyiye hissettiren mekanistik dünya algısına, saf akılcılığa ve kozmpoliten evrenselci dünya görüşüne karşı bir tepki olarak gelişen Romantik akımın mensupları aklın yönlendirici ve tanımlayıcı işlevini reddetmemekle beraber, insanın mekanistik dünya karşısında bireysel ve saf insani duygularını, kendi bireysel bilinçlerini, doğayı ve bireysel imgelemi(tahayyülü) öne çıkarmışlardı. Bireylerin kendilerini mekanistik ve saf akılcı bir düzen karşısında konumlandırmalarını ön gören bu anlayış, yapısı gereği olumlu özellikler atfettiği kavramlar için ilham kaynağı olarak modern öncesi döneme büyük önem vermeyi gerektiriyordu (Halsted, 1969, 1-37). 

Bu anlamda, tarihe verilen Romantik önem Ortaçağ tarihçiliğine olan yoğun ilgiyle (medievalism) Romantik düşünceyi özdeş hale getirmişti. Hatta büyük Alman şair Heinrich Heine (1797-1856) bu konuda ileriye giderek Romantizmi ‘Ortaçağ şiirinin şarkılarda, resimlerde ve sanat eserlerinde, genel olarak sanatta ve yaşamın her alanında yeniden dirilişi’ olarak görmekteydi (Bartlett, 2001, s.13). Heine’nin yorumu abartılı bir tasvir olmakla beraber, Ortaçağ’ın Romantik tarih düşüncesi içinde oldukça belirleyici bir işlevi olduğunu söylemek gerekir. Aydınlanma düşünürleri tarafından dışlanan Ortaçağ, Aydınlanma düşüncesinin evrenselci tarih anlayışı karşısında ulusun kendi kültürü ve tarihi anlamlı bir bütün olarak görüldükçe itibar kazanmaya başlıyordu. Eğer her bir ulusal kültürün kendine özgü canlı ve organik bir gelişme tarihi var ise o zaman bu gelişim içinde Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin bozucu etkilerine maruz kalmamış Ortaçağ tarihinin ulusal tarih açısından saf özellikler taşıyan özelliklerinin vurgulanması gerekiyordu. Her bir ulusun kendi kültür kaynaklarını bağrında taşıyan Ortaçağ, ulusun tarih içinde geliştirdiği kolektif bir bilincin ve değerler sisteminin kökenlerinin bulunabileceği yerdi (Durgun, 2013,ss.283-304). Bu Romantik tarih algısı Almanya özelinde doğmuş olmakla beraber, hem Britanya’da hem de Kıta Avrupa’sında karşılık bulmuştur. Örneğin, 1789 Fransız Devrimiyle birlikte Fransız toplumunun sarsıcı bir değişim sürecine girmesi Fransa’da da Alman Romantizm’inden beslenen bir geçmişe dönüş anlayışını beslemiştir. 19. yüzyılın en büyük Fransız tarihçisi olarak kabul edilen Michelet, Almanya’ya ya gitmiş, Almanca öğrenmiş, bizzat orijinal metinlerinden Herder, Hegel gibi Alman düşüncesinin önde gelen isimlerinin eserlerini okuyarak milli tarih anlayışını biçimlendirmiştir. Fransız Devrimi değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan Michelet, tarihsel anlayışında iki noktaya özellikle vurgulamıştır. Bunlardan bir tanesi, Aydınlanma düşünce çizgisi çerçevesinde tarihin seküler bir özgürleşme süreci olarak algılanması, bir diğeri ise Herder’in Romantik tarih anlayışına uygun biçimde ulusun kurumlarının organik ve canlı gelişiminin tarihsel bir bütünlük çerçevesinde anlaşılmasıdır. Bu iki anlayışın bir yönü onu Fransız Devrimi’ni Fransız ulusunun kendini gerçekleştirme ve ulusal birliğe ulaşma konusunda en ileri aşama olduğu görüşüne götürürken, Ortaçağ’da bu ulusal tarihte bir yer edinebilmiştir (Kudrycz, 2011, s.101). Özellikle Geç Ortaçağ’da Fransız devleti ve toplumsal kurumlarının modern Fransa’nın doğuşuna katkı sağladığı ölçüde önemli görülmesi Michelet’in bu bakış açısını yansıtır. 

Ampirik felsefe geleneğine bağlı kalan ve Alman milliyetçiliğiyle idealist felsefe sine her zaman mesafeli bir tutum benimsemiş olan İngiliz entelektüelleri de Romantik akımdan kendilerini kurtaramamışlardır. Henüz birleşememiş olan parçalı yapıdaki Alman devletlerinde ve Fransız Devrimi ile ilişkili bir milliyetçiliğin gelişim gösterdiği Fransa’nın aksine, emperyal Britanya 
aidiyetine bağlı kalan Ada’da Romantik milliyetçilik siyasal bir bakış açısından ziyade mekanistik ve aşırı rasyonalist Aydınlanma kültürüne karşı geçmişe yönelik reaksiyoner bir nostalji biçiminde gelişmiştir. Romantik milliyetçiliğin tarihsel bir anakronizmle edebi eserlere yansıması İskoç romancı Walter Scott’ın yazdığı Ivanhoe (1819) gibi eserlerde gözlemlenebilir (Kudrycz, 2011,ss.65-66). 

Ortaçağ’a yönelik Romantik milliyetçi eğilim Britanya, Almanya ve Fransa örneklerinde göründüğü gibi farklı biçimlere sahip olmakla birlikte, organik bir sürekliliğe sahip ulusal tarih düşüncesine verdiği anlamla Ortaçağ geçmişinin incelenmesi konusunda teşvik edici olmuştur. Ortaçağ milli kültürünün yapı taşları olarak görülen eserlerin büyük bir iştiyakla neşredilmeleri de bu döneme 
rastlar. 5.-6. yüzyıl pagan Cermen kahramanlık hikâyelerine dayanan ve Ortaçağ Almancasıyla yazılmış olan Nibelungenlied (Nibelungen Şarkısı)’nın 1782 yılında modern Almanca edisyonu yapılmış, 11. ve 12. yüzyıllarda derlenen ve eski Fransızcanın en eski edebi ürünü olarak bilinen Ortaçağ epik şiiri La Chanson de Roland (Roland Şarkısı)’ın modern edisyonu 1837’de, yine Eski İngilizce ile yazılan ve 5. yüzyılın sonlarına ait olan Anglo-Saxon epik şiiri Beowulf 1815 yılında yayınlanmıştır (Bartlett,2001,s.18). 

Ortaçağ Tarihçiliğinin Kurumsallaşması 

Romantik milliyetçi akımın ulusun kolektif varlığını temsil eden Ortaçağ’a ilişkin edebi ve tarihsel eserlerin yayınlanmasına yönelik bir yönelime yol açmasının milli devlet politikalarıyla koşut gittiğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, Romantik geçmiş ilgisi hem düşünsel hem de kurumsal düzeyde Ortaçağ’ın değerli görülmesine neden olmuştur. Geçmiş hakkında bilgi edinme kaynağı 
niteliğine sahip olan tarih iktidarda bulunanlar için her zaman kendi oluşturdukları düzen ve sistemin dayanağını oluşturacak meşruiyet temelini teşkil etmiştir (Satan ve Şimşek, 2011, s.11). Millet olma bilincinin toplumun bütün katmanlarına sirayet etmesi ve tarihin milli devlet oluşumuna katkıda bulunması gerektiğini düşünen devlet politikalarının en somut ve öncü denilebilecek örneğini Prusya milli eğitim politikalarında görebiliriz. Bu konuda, Prusya-Alman geleneği daha önce de temas ettiğimiz üzere, gerekli kültürel alt yapıyı bünyesinde barındırıyordu. Prusya, Alman devletlerinin birbirinden siyasi, bölgesel ve dini sebeplerle ayrı düştüğü ve Alman devletlerinin Napolyon öncülüğündeki Fransız işgalleriyle sarsıntı geçirdiği bir dönemde merkeziyetçi bürokratik Prusya devlet kültürü etrafında milli bir tarih düşüncesi inşa etmeye girişmişti. Prusya devlet kültürü ve milli tarih anlayışı 1870 yılında Prusya önderliğinde Alman İmparatorluğu’nun kurulmasıyla birlikte Alman milli devlet kültürüne de dönüşecekti. Düşünsel olarak Herder, Fichte ve Schelling gibi Alman Romantik milliyetçilerinin tarih felsefelerinden beslenen Prusya merkezli Alman milli tarih politikası, hem Aydınlanma ‘nın akılcı düşünce kültürüyle beslenen ve hümanist gelenekten haberdar olan hem de güçlü bir milli tarih bilincine sahip gençler yetiştirme projesine sahipti. 1810 yılında kurulan Berlin 
Üniversitesi yüksek öğretim düzeyinde bu projenin öncüsü niteliğindeydi. Modern eğitim felsefesinin kurucu isimlerinden olan Alexander Humboldt’un rehberliğinde kurulan Berlin Üniversitesi Prusya devletinin istediği ölçütlere göre kentli modern değerlerle geleneksel Alman kültürünü bir arada verecek müfredatı hazırladı ve tarih eğitimini de bunun içine yerleştirdi. Prusya Devleti tarafından 1812 yılında çıkarılan yasayla bugün halen Alman Orta Eğitim sisteminin gözde okulları olan Gymansium’lar 9 yıllık Orta Öğretim kurumları olarak kurulmuşlardı. Üniversitelerdeki tarihsel araştırma ruhuna uygun bir hazırlık devresinden geçecek ve milli bilinçle donatılacak nesiller için tarih eğitimi bu seçkin okulların müfredatında da önemli bir yer tutuyordu (Iggers, 2003, ss.23-24) . 

Üniversite tarih eğitimi pedagojik fonksiyonunun yanı sıra uzman araştırma cıların belirli dönemler ve konular etrafında yoğunlaştığı araştırmacı işleve de sahip olmalıydı. Bu anlamda, ulusal tarihin ince noktalarını araştırmaya dayalı bir biçimde örgütlenmeliydi. Modern tarihçiliğin öncüsü olarak kabul ettiğimiz Leopold von Ranke’nin Almanya’nın doğusunda bulunan Frankurt/Oder’de lise öğretmenliği yaparken Üniversite’de teşekkül eden tarih kürsüsünün başına getirilmesi bu bağlamda değerlendirilmelidir(Iggers, 2003, s.24). Ranke’nin Ortaçağ üzerine müstakil denebilecek çalışmaları olmakla beraber asıl ilgisinin bugün Yeniçağ ya da Erken Modern diye adlandırdığımız döneme yoğunlaştığını görmekteyiz. Fakat tarihi belgeleri merkeze alan metodolojisiyle (Breisach, 1994, ss.232-234) Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine de dolaysız bir etki yapmıştır. Almanya’da akademik mahiyette Ortaçağ çalışmalarına doğru olan eğilim asıl şekliyle, yani bir Ortaçağ uzmanının üniversitede görev almasıyla Ranke’den sonraki kuşakta ortaya çıkmıştır. Ranke’nin modern tarih çalışmalarına yoğunlaşması dolayısıyla kendinden sonra birçok modern Alman tarihçisine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz. Ancak, Ranke’nin Berlin seminerlerinde eğitim görmüş olan ve yine Ranke’nin teşvikleriyle tarih alanında uzmanlaşmayı seçen Georg Waitz (1813-1886)’ı Alman üniversitelerinde Ortaçağ tarihinin profesyonel bir disiplin olarak şekillenmesinde belirleyici rol oynayan isim olarak anabiliriz. 1842 yılında Almanya’nın kuzeyindeki Kiel Üniversitesi’ne ve 1849 yılında da modern kaynak eleştirisi usulüne göre tarihsel araştırma yapmayı şiar edinen 18. yüzyıl Alman tarihçilerinin merkezi Göttingen Üniversitesi’nde çalışmalarına devam eden Waitz, her ne kadar henüz kati uzmanlaşmanın belirgin olmadığı bu dönemde modern ve antik çağ üzerine dersler vermiş olsa da, araştırma ve yazılarında Ortaçağ tarihinin dışına çıkmamaya çalışmıştır. Waitz’i 19. yüzyıl tarihçiliğinde Ortaçağ tarihçiliğinin Ranke’si olarak adlandırsak hiçte yanlış bir şey yapmış olmayız. Waitz, tıpkı hocası Ranke gibi yoğun biçimde birincil tarihsel kaynak kullanarak Alman Ortaçağ tarihi üzerine çalışmalar yapmış ve 12. yüzyıl sonuna kadar Alman siyasi ve hukuki tarihini incelediği meşhur eseri Almanya ’nın Anayasal Tarihi (Deutsche Verfassungsgeschichte)’ni yazmıştır. Waitz’ı Ranke ile benzer kılan özelliklerden biri onun Ortaçağ tarihini profesyonel tarzda inceleme yönteminin Avrupa Ortaçağ tarihçiliğine yaptığı etkidir. Birçok lisansüstü öğrenci yetiştiren Waitz’ın Gabriel Monod gibi Fransız Ortaçağ tarihçiliğinin 19. yüzyıldaki öncü isimlerinden Waitz’in etkisi altında kalarak çalışmalarını Ortaçağ Fransız tarihine yönelttiğini görmekteyiz. .Monod bugün halen yayınına devam etmekte olan Fransa’nın saygın tarih dergilerinden biri olan Revue Historique’i kurmuştur (Kudrycz, 2011, s.114). Bu örnekte görüleceği gibi, Almanya’daki akademik ve profesyonel tarihçilik yöneliminin 
Ortaçağ tarihini kapsayacak biçimde yaygınlaşması Avrupa Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesine katkı sağlamıştır. 

Almanya örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa’da gerek ortaöğretim düzeyinde gerekse de üniversitelerde tarih eğitiminin verilmesini zaruri gören milli devlet politikaları Ortaçağ tarihinin saygın bir araştırma konusu olmasında etkili olan faktörlerden biridir. Fransız Devrimi sonrası, Devrim’in milliyetçilik ve vatan vurgusu gibi ideolojik özellikleriyle kısa bir süre içinde Dünya tarihinin seyrine yön veren Fransa bu konuda Almanya gibi öncü bir rol oynamıştır. Fransız Devrimi’nin siyasal olarak ön ayak olduğu milliyetçilik düşüncesi geçmişle bugün arasında sürekliliğe dayalı milli tarih yazımı fikrini güçlendirmişti. Bu bağlamda, Aydınlanma döneminde dışlanan Ortaçağ hem akademik bir çalışma alanı olarak ilgi görmeye başladı; hem de oluşmaya başlayan orta öğretim müfredatlarında modern dönemin kurucu unsurlarından biri olarak yer alması uygun bulundu. Bilindiği üzere Fransa’da liseler 1802 yılında açılmıştır. Napolyon’un lyceeleri açmasındaki temel hedef, öğrencilerin Aydınlanma düşüncesine uygun şekilde matematik, aritmetik gibi temel alanlarla, fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerine dair bir eğitim almalarıydı. Pozitif bilimlerin ağırlıklı olduğu müfredatta tarih, edebiyat veya klasik metinlerin incelenmesi gibi klasik hümanist eğitim alanları ikincil düzeyde öneme sahipti. Öyle ki müfredata Napolyon döneminde iyice yerleşen pozitif bilim eğitimi 20.yüzyılın başlarına kadar hakim konumunu koruyacaktı (Gilpin, 1968, s.101). Yine de Fransız milli bilincinin öğrencilere verilmesinin pedagojik bir gerekliliği olduğuna yönelik inanç tarih derslerinin profesyonelleşme sürecine de yol açmıştır. Napolyon’un ardından gelen Restorasyon Dönemi’nde Kamu Eğitimi Komitesi’nin başında bulunan Royer Collard okullarda tarih alanında uzmanlaşmış öğretmenlerin tarih derslerini vermelerini sağlamıştır ( Den Boer, 1998, ss.135-137).

1830’dan itibaren tarih ve coğrafya öğretmenliği için sınavların açılmaya başlanması da bu profesyonelleşme eğiliminin göstergeleridir. Fransız tarihçiliğinin profesyonelleşmesinde tarihçilerin 19. yüzyıl boyunca siyasi görevlerde yer edinmelerinin büyük bir payı vardır. Örneğin, Restorasyon Dönemi’nde milli eğitim bakanlığı da dâhil çeşitli üst düzey görevlerde yer almış olan muhafazakâr siyasetçi Guizot aynı zamanda tarihçi kimliğine sahiptir (Le Goff, 2016, s.26). Fransa’da profesyonel Ortaçağ tarihçiliğinin yerleşmesinde daha önce ismini zikrettiğimiz Gabriel Monod belirleyici rol oynamıştır. Alman Ortaçağ tarihçisi Georg Waitz’den Rankeci metodolojiyi öğrenen Monod, 1868 yılında École des hautes études’de tarih kürsüsüne atanmıştır (Kudrycz, 2011, s.114). 

İngiltere’de profesyonel bir tarihçilik alanı olarak Ortaçağ tarihçiliğinin gelişmesinde Alman ve Fransız ekollerinde gözlemlediğimiz Rankeci metodolojiyle Ortaçağ’a olan Romantik ilginin harmanlanması aynı şekilde belirleyici olmuştur. Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde modern tarih kürsüleri 18. yüzyıldan beri mevcut olmakla beraber, yüksek lisans ve doktora düzeyinde tarih araştırmaları ancak 1860’lı yıllarda başlamıştır. Tarihin profesyonelleşmesi, özellikle Almanya örneğine göre geç kalmış olmasına rağmen profesyonel tarihçiliğin gelişim seyri ve bu süreçte Ortaçağ araştırma larının kurumsallaşması benzer nitelikler taşımaktadır. Ortaçağ tarihi Modern ulusal tarihin bir alt alanı olarak görülmüştür. Metodolojik olarak Ranke’nin birincil kaynak araştırmalarının etkisinde kalan ve Ranke’den İngilizce’ye çeviriler yapan İngiliz Ortaçağ tarihçisi ve din adamı William Stubbs, birincil kaynaklar merkezinde bugün halen Ortaçağ tarihçilerinin ellerinden düşürme dikleri The Constitutional History of England isimli akademik tarihçilik ürünü olan eserini kaleme almıştır (Kudrycz, 2011, s.119-125). Stubbs’ın İngiliz Ortaçağ tarihçiliğinin seyrini belirlemesinde 1866 yılında Oxford Üniversitesi Modern Tarih kürsüsüne atanması (Burrow, 2008, s.383) önemli bir aşama olmuştur. Henüz antik ve modern çağ kürsülerinden bağımsız olarak Ortaçağ kürsülerinin olmadığı, Ortaçağ’ın modern ulusal tarihin alt bir alanı olarak görüldüğü bu dönemde Stubbs gibi çalışmalarını Ortaçağ İngiliz tarihine yoğunlaştırmış bir ismin modern tarih kürsüsünün başına atanması Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonelleşmesi açısından dikkate değerdir. 

Ortaçağ’a Romantik-Milliyetçi düşüncelerle oluşan ilginin kurumsal düzeyde yansımaları üniversitelerde tarih kürsülerinde uzman Ortaçağ tarihçilerinin yer almaya başlamalarının yanında, bu tarihçilerin Ortaçağ tarihi belgeleri neşriyatına girişmelerinde de görülebilir. 1819 yılında, Napolyon’un Alman topraklarını işgalinden sonraki dönemde, Monumenta Germaniae Historica ismiyle Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından takriben Yeniçağ’ın başladığına inanılan 1500 yılı civarına kadar olan arşiv malzemesi ve kronikler gibi birincil tarihsel kaynakların neşrine başlanmıştır. Bu projenin başında arşivci ve tarihçi olan Georg Heinrich Pertz yer almış, 1875 yılından sonra ise görevi Georg Waitz üstlenmiştir (Kudrycz, 2011, s.114). Monumenta, bugün hala yeni edisyonlar la neşredilmeye devam etmektedir. İngiltere’de Kraliyet desteğiyle ve William Stubbs, H.R. Luard ve H.T. Riley gibi tarihçilerin yoğun çalışmaları neticesinde yaklaşık 253 ciltlik Rolls Series 1858 ile 1911 yılları arasında yayınlanmıştır. 

Sonuç 

Avrupa’da Ortaçağ tarihçiliğinin profesyonel bir disiplin olarak ortaya çıkışına neden olan iki temel eğilimin olduğunu görmekteyiz. Temelleri Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde atılan eleştirel birinci kaynak incelemesine dayalı metodolojik tarih anlayışı 19. yüzyıl tarihçiliğinin profesyonelleşmesini şekillendirmiş, bilimsel ve objektif tarih araştırması olarak kabul edilen yaklaşım 
Ortaçağ tarihçiliğinin seyrine yön vermiştir. Ortaçağ tarihçiliğini tarihsel dönemlerin üvey evladı olmaktan kurtaran ise Romantik milliyetçiliğin tetiklediği milli devlet oluşumlarının tarihsel kökenlerini arayıp bulma isteği olmuştur. Birbirine tezat gibi görünen iki farklı düşünsel gelenek olan Romantizm ve Aydınlanma’nın profesyonel bir disiplin olarak Ortaçağ tarihçiliğinin doğmasına yol açması aslında bu disiplinin zenginleşmesini de sağlamıştır. Karşılaştırmalı kültür incelemeleri, folklor çalışmaları gibi sosyo-kültürel tarih alanına giren konular Ortaçağ tarihçiliği profesyonelleştikçe tarihçilerin ilgi odağı haline gelmiş ve anakronizmin bütün olumsuz etkilerine karşın tarihsel süreklilik fikrinin zihinlere yerleşmesini mümkün kılmıştır. 

Kaynakça 

Bartlett, R. (2001). Medieval panorama. London: Thames & Hudson Ltd. 
Breisach, E. (1994). Historiography: ancient, medieval & modern (2nd.Edition). Chicago: The University of Chicago Press. Burrow, J. ( 2008). A history of histories: epics, chronicles and inquiries from Herodotus and Thucydides to the twentieth Century. New York: Alfred A. Knopf. 
Den Boer, P. (1998). History as a profession: the study of history in France, 1818- 1914 (Trans. A.J. Pomerans). Princeton: Princeton University Press. 
Durgun, F. (2013). Rönesans’tan 19. yüzyıla Avrupa tarih yazımında ilerleme fikri, dönemselleştirme ve Orta Çağ Avrupa tarihi algısı. İnsan ve Toplum, 3(6), 283-304. 
Gilpin, R. (1968). France in the Age of the Scientific State. Princeton, Princeton University Press. 
Halsted, J.B. (1969). Introduction. In J.B. Halsted (ed.), Romanticism (ss.1-42). London: Palgrave Macmillan. 
Iggers, G. (2003). Yirminci yüzyılda tarih yazımı: bilimsel nesnellikten postmodernizme (Çev. G.Ç. Güven). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. 
Kudrycz, W. (2011). The historical present: medievalism and modernity. New York: Continuum International Publishing Group. 
Le Goff, J. (2016). Tarihi dönemlere ayırmak şart mı? (Çev. A. Berktay). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Mommsen, T.E. (1942). Petrarch’s conception of the “dark ages”. Speculum, 17 (2), 226-242. 
Reuter, T. (2006). Medieval: another tyrannous construct. In T. Reuter, Medieval polities and modern mentalities (ed. J. L. Nelson). Cambridge: Cambridge University Press. 
Şimşek, A. & Satan, A. (2011). Türkiye’de milli tarihin İnşası. A. Şimşek & A. Satan (Haz.), Milli tarihin inşası (ss.11-28). İstanbul: Tarihçi Kitabevi. 



 ***