Bağdat Demiryolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bağdat Demiryolu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 3

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 3



Bu Politika gereği II. Abdülhamit yükselen endüstrisiyle İngiltere'nin karşısına dikilmekte olduğunu gördüğü Almanya'ya kucak açtı ve karadan Hindistan demiryolunun en hassas istikametini çizen Anadolu-Bağdat demiryolunu Almanlara ihale etti. Böylece, bir yandanda Batılı iki büyük ve rakip devleti, kendi topraklarında doğacak bir karşılaşmaya davet ederek 
rekabeti kızıştırmayı başarmıştı. Birinden birini tutmakla öbüründen korunuyor ve böylelikle hem devlet emniyetini sağlayıyor hem de yukarıda bahsedildiği gibi ülkeyi büyük bir demiryoluna kavuşturuyordu. Avrupa'daki sanayi inkılabı sonucunda ulaşımda demiryolu teknolijinin ortaya çıkması, bunun ulaşımda meydana getirdiği kolaylık, Doğu Akdeniz'i Basra Körfezi'ne demiryolu ile bağlama projesini gündeme getirmişti. İngilizler, Hindistan hakimiyeti için 1840'lı yılların başından itibaren yoğun bir çalışma başlattılar ve projeler hazırladılar. 1856'da William Andrew, İskenderun'dan başlayıp Fırat Vadisi'ni geçerek Hindistan'a ulaşacak bir demiryolunun İngiltere'nin Hindistan'daki hakimiyetini iyice artıracağından bahsediyordu. Ne var ki 1869'da Süveyş kanalının açılması ve buranın kontrolünün 1881 'de İngilizlerin eline geçmesi, deniz yolunun daha rahat olması hasebiyle İngilizler bu projeden vazgeçirtti. Bunun sonra projeyle Almanya ilgilenmeye başladı. Almanya, Berlin'den başlayıp, Bağdat -Basra'ya kadar uzanacak 3B (Berlin-Bosfor-Bağdat) demiryolu Projesi ile hem Anadolu ve Mezopotamya'nın ekonomik zenginliklerinden faydalanmak hem de 
Basra limanına kadar uzanacak bu demiryoluyla İngiltere'yi Hindistan'da tehdit etmek istiyordu. Kısacası bu demiryolu Almanlar için büyük bir önem arzediyordu. 

Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Bağdat demiryolunun imtiyazını almak için 1888 ve 1898'de iki kez Sultan'ı ziyarete gelmiş ve neticede Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmişti. 

İngiliz ve Fransızlar, bu hattın, Doğu Akdeniz-Suriye-Irak hattında yer almasını isterlerken, Almanlar Anadolu içlerinden geçmesini istiyorlardı. Sultan, İngiltere ve Fransa'ya verilecek yukardaki hat imtiyazının, güneydeki Osmanlı vilayetlerini devletten koparacağı endişesini 
taşıyordu. Bu nedenle Anadolu içlerinden geçmesini isteyen Almanlar'ı tercih etti. II. Abdülhamid Han Bağdat demiryolunun Osmanlı devletine faydasının ekonomik ve askeri alanda büyük olacağına inanıyor, kalkınmanın özellikle İmparatorluğun Asya topraklarına yönelerek İslam birliğini gerçekleştirmesi politikasına uygun olacağına ve buradaki Müslümanlarla kaynaşmanın daha kolay ve rahat olacağına inanıyordu. Demiryolunun Anadoludan geçerek Bağdat'a ulaşması ile zirai ürünlerinin çürümesi önlenecek, yok pahasına satılmayacak, madenler atıl kalmayacaktı. Askeri yönden faydalarına gelince; bunların başında askerin intikalinin ve ihtiyacının daha çabuk ve seri sağlanması, geçtiği yerlerde kuvvetin sağlamlaştırılması geliyordu. 

Bağdat Demiryolu Projesi Avrupa'da Hasta Adamı tedavi edici ve kuvvetlendirici bir unsur olarak değerlendirildi. Ayrıca Ortadoğu'ya Alınan emperyalizmini tesis edici bir yol olarak da görülen Bağdat Demiryolu, İngiliz ve Fransız koloniyalizmi içinde bir tehdit olacaktı. Bu tehdit, 1904'den sonra İngiltere, Fransa ve Rusya'yı biraraya getirdi. Almanya'nın Drang Nacy Osten (Şark'a doğru) yolu kesilmek isteniliyordu. Bağdat Demiryolu Projesi, Avrupa'da 1. Dünya Harbinin önemli sebeplerinden birisini teşkil etti. Sultan II. Abdülhamid, İngiliz, Fransız ve Ruslar'ı da tatmin edecek, seslerini kısacak bir demiryolu imtiyazı verdi. Böylece 
dengeli bir politika ile düşmanlıklarını engellemeye çalışıyordu. İngilizlere Batı Anadolu'da İzmir-Kasaba arasındaki demiryolu yapımı, Fransızlar'a Suriye ve Lübnan'da imtiyazlar verildi. Ruslara ise "Karadeniz Andlaşması" yla Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinde demiryolu yapımı imtiyazları verildi. 

Yine de Bağdat Demiryolu ile emperyalist devletlerin emelleri altüst olmuştu. Sultan II. Abdülhamit Bağdat Demiryoluyla, Hindistan korkusunu aşılayarak İngilizleri dize getirmiş, Rusları İskenderun istikametinde "ılık denize inme" politikasından vageçirtmiş, Hicaz demiryoluyla da İslam birliği idealini harekete geçirerek fevkalade korkutmuş ve Rusları Filistin'deki "Makamat-ı Mukaddese" koruyuculuğundan dönmeye mecbur bırakmıştır. Abdülhamid Han'a düşmanı dahi onun bu dahiyane politikasını şöyle dile getirecektir: "Artık Büyük Petro'ların, İkinci Katerina'ların emelleri altüst olmuştu. Çar, Avrupa 'da,Osmanlıların tarihi mirasçısı olma sevdasından vazgeçtiği gibi, Filistin'de Mukaddes toprakların koruyucusu olmak fikrinden de yavaş yavaş vaz geçiyordu. Büyük bağdat hattı Rusya'nın bütün siyasi teşebbüslerine mani oldu." 

HICAZ DEMIRYOLU 

Abdülhamid Han'ın en önemli hizmetlerinden birisi de Hicaz demiryolu olmuştur. Bu demiryolu projesi ile Şam ile Medine ve Mekke şehirleri birbirine bağlanıyordu. Yine bu yol ile Hicaz ve Yemen'de Sultan'ın otoritesi kuvvetlenecek, Mısır'da nüfuzunu artıracaktı. Demiryolu ile Hicaz ve Yemen'e Osmanlı askerini emniyet içinde sevetmek mümkün olacak, hac 
farizasının yerine getirilmesi de kolaylaştırılacak, az da olsa geçtiği yerlerin ziraat ve ticareti canlanacaktı. 

Hicaz Demiryolu, Askeri ağırlıklı hat olması sebebiyle bölgede en çok İngiltere'yi tehdit edeceği için, özellikle adı geçen devlet, demiryolunun yapılmasını istemiyordu. 

İngilizler sabote için Arab kabileleri arasında, eski anane ve adetlerin bozulacağı, her sene hazineden aldıkları avaitin (gelir, irat) kesileceği, deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı vb. gibi propagandalar yapıyorlardı. 

Üstelik, Şeyhlere bol para hediye ve silah dağıtarak onları inşaat aleyhine  tahrik ediyorlardı. Osmanlı ise bir yandan bu proje için kaynak oluşturmaya çalışıyordu. Sultan'ın özel sekreteri olan Suriyeli Arap İzzet Paşa'nın Demiryolu yapımı için madalya çıkararak İslam dünyasından yardım toplama talebi kabul edildi. II. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yeraldı. Bütün Müslüman ülkelerinden özellikle Hindistan Müslümanları, İran,Tunus, Cezayir, Rusya Müslümanları, Doğu Türkistan, Sumatra, Java, Malezya'dan büyük yardımlar gelmiş, Afganistan Sultanı Amir Han da en yüksek yardımı yapan kişiler arasında yeralmıştı. Ve nihayetinde bu yardımlar sonrasında Eylül 1900'da hicaz Demiryolu inşaatına başlanıldı. 

Osmanlı devleti, Hicaz demiryolu için yardım kampanyası başlatınca İngilizler Hindistan ve Mısır'daki gazeteleriyle bunu baltalamaya çalışarak Türkler'in Hicaz Demiryolunu yapacak kabiliyet ve iktidarda olmadıklarını, Müslümanları soymak için yeni bir bahane uydurduklarını, Müslümanlar'ın boş yere aldanıp para vermemelerini söyleyerek propaganda 
yürütüyorlardı. Mısır'daki İngiliz konsolosu da halkı demiryolu aleyhine tahrik etmiş, fakat bütün bu İngiliz propaganda ve tahrikleri bir netice vermemişti. 30 Ağustos 1908'de Hicaz demiryolu faaliyete geçti. İstanbul'dan kalkan tren Medine-i Münevvere'ye kadar ulaşabiliyordu. İlk tren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağustos Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet 
adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pekçok gazeteci bulunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz...Çöl kumlan üzerinde cemaatle namaz 
kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra saat iki sularında Medine-i Münevvereye vardı. 

Abdülhamid Han'ın bu demiryolu politikasıyla ince siyasetinin dehasını ortaya koyduğunu düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir gerçek oldu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İngiliz casusu Lawrance, peşine taktığı bedevilerle Hicaz demiryoluna sabotajlar yaptı. Hicaz'daki isyanlar için bölgeye asker sevki yapılamadı. Ve nihayetinde Medine İngilizlerin komutasına girmiş, Osmanlının elinden çıkmıştı. (94) 

ALMANLARIN KAÇIRDIĞI ARŞİV 

Almanlar 20 yüzyılın başlarında Osmanlıyla ilgili olan herşeyle ilgileniyorlardı. Bu ilgilenme müttefik ülke görünümünde gerçekleşse de Almanlar her meseleye kendi çıkarları doğrultusunda yaklaşıyorlardı. Azınlıklar meselesi de aynı şekildeydi. Türk Genelkurmayının arşivinİ 1918’de ülkelerine kaçıran Almanlar, 2005 yılında Türkler Ermenilere soykırım yaptı demişti. Oysa Osmanlı ordusunun kontrolü ve komutası 1914-1918 yıllarında Alman Genel-kurmayındaydı. Dolayısıyla Ermeni iddiaları ile ilgili tartışmaları Osmanlı genelkurmayı nın 1913-1918 tarihleri arasında Almanya'nın kontrolünde olduğunu ve Hans Von Seeck 5 Kasım 1918 tarihinde giderken bütün arşivi yanında götürdüğünü bilmeden doğru bir şekil de yürütmek imkansızdır. Nihayetinde Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya, suç Almanların üzerine kalmasın diye 2005 yılında "Türkler Ermeni soykırım yaptı" bile demiştir. 

Peki neden bugüne kadar hiçbir tarihçi veya yetkili "bizim komutamız Almanlardaydı, bütün arşivi de onlar çaldılar" demedi? Şimdi O dönemi kısaca hatırlayarak, arşivin neden kaçırıldığına bir göz atalım. Ordusunda reform yapmak isteyen Osmanlı yüzyılın başında Almanlarla bir takım anlaşmalar imzalamış, bu anlaşmalar sonucunda Osmanlı ordusunun bütün kritik noktalarını Alman subaylar komuta etmeye başlamıştı.

Yapılan düzenlemeler ile Enver Paşa yetkisizleştirilmiş ve Alman von Schellendorf fiilen Genelkurmay Başkanlığı görevine getirilmiş ti. Hatta bu tarihten sonra bazı belgelerde Alman kumandan Von Schellendorf'tan ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi' şeklinde bahsedilmeye başlandı. Aynı iradeyle Genelkurmay teşkilatı yeniden değiştirildi ve Kritik Merkez Şube Müdürlüğü doğrudan Von Schellendorf'a bağlandı. Bundan da anlaşılacağı üzere,1914 yılından itibaren Osmanlı ordusundaki bütün yazışma, plan ve evraklar Almanların kontrolüne geçti. 

Osmanlı Genelkurmay başkanı von Schellendorf , 20 Ağustos 1914 tarihinden itibaren "olası savaş durumunda açılacak cephelerle ilgili planları" hazırladı. Almanların Osmanlı ordusu üzerindeki mutlak ağırlığı ordu içerisinde bazı subayları rahatsız etmişti. Fakat devlet politikasına karşı yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Böylelikle, Osmanlı’da Alman komutası na muhalif subaylar istifa etti veya pasif görevlere getirildi. I. Dünya savaşı başladığında ise "artık denetim mutlak olarak von Schellendorf', dolayısıyla Alman Genelkurmayı'na geçmişti. Alman denetimindeki Osmanlı Genelkurmayı bütün önemli kararları, sefer planlarını ve her tür yığınağı Alman Genelkurmayı'nın emir ve denetimi altında yapmaktaydı. 

İlgili plan, yazışma ve arşiv kayıtlarına Osmanlının en üst düzey komutanlar dahil, hiçbir Türk subayı ulaşamıyordu. Bu uygulama savaşın son dönemine kadar titizlikle devam ettirildi.Alman Genelkurmayı’nın kontrolüne giren Osmanlı ordusuna en dikkat çekici tavır ve uyarı 20 Eylül 1917 tarihli raporu ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'dan geldi. Mustafa Ke-
mal, Enver Paşa ve Talat Paşa'ya gönderdiği raporda Suriye-Filistin cephesindeki durumu vurgulayarak acilen, "içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlar'la beraber bulunarak kurtulmak zaruri ise de, Almanlar'ın bu zaruretten imdadı ve harpten istifade ederek bizi müs-
temleke şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini (kaynaklarını) kendi ellerine almak siyasetine muarızım (karşıyım) ve rical-i devletin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar kadar müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm..." diyecekti. Bunun üzerine Alman Genelkurmayı birlikte savaştığı daha doğrusu savaştırarak öldürttüğü Osmanlı askerlerinin başına von Schellendorf'un yerine 17 Aralık 1917 tarihinde İstanbul'a gelen Tuğgeneral Hans von Seeckt (22 Nisan 1866 - 27 Aralık 1936) atadı. Hans von Seeck ise Osmanlı Genelkurmayı’ndaki belgelere göre "5 Kasım 1918 günü sabah saatlerinde" , 1914 yılından itibaren yapılan bütün yazışma ve evraklar ile Alman Genelkurmayı ile yapılan yazışmaların tamamını, üstelik 1 Kasım 1918 tarihinde Genelkurmay ile ilgili tüm sorumluluklarını devretmesine ve 
"31 Ekim 1918 gün ve 6083 sayılı tamim gereğince bu evrakların Merkez Şubesi'nde veya Riyaset Yaverliği makamında bulundurulması" gerektiği halde Almanya’ya götürmüştür. 

Neden Götürmüştür? 

Bu sorunun yanıtını, bugün artık yalan olduğu ortaya çıkan Ermeni soykırım iddiaları ile Türkiye'yi parçalamak isteyenlerin, Türkleri nasıl birbirlerine düşürdükleri ve topraklarını elinden nasıl aldıkları konusunda ortada "belge ve akıl" bırakmak istememesinde aramak lazım. 

Tarihte, zamanın kendisi çok önemlidir. Bazı Ermeni veya taraflı tarihçiler, İngiliz ve Fransız kuvvetleri 19 Şubat 1915 tarihinde ikinci büyük bir taarruzla Çanakkale'yi topa tutarken, Osmanlı topraklarında, tehcir veya kıyım adı ne olursa olsun 2 Şubat 1915 yılında soykırımı başlatırlar ve son aylara kadar devam ettirirler. Çanakkale savaşı da 19 - 20 Aralık 1915 tarihleri arasında, Arıburnu ve Suvla'nın boşaltılması sonrası 8-9 Ocak 1916 tarihinde tamamen sona erer ve diğer tarafta ise aynı ordu Ermeni vatandaşlarına kıyım uygular! Bugün, ABD gibi çok donanımlı bir ordunun Irak'ta başına gelenleri gördükten sonra buna inanmak çok zor. Fakat bunu kanıtlayacak olan, Osmanlı ordusunun hafızası olan arşivler Almanlar ta-
rafından kaçırılınca bu gerçekleri kanıtlamak mümkün olamadı. Böylelikle, 1914-1918 tarihleri arasında Alman Genelkurmayın emri ve komutasında olan Osmanlı ordusunun başına gelenleri, ayrıntıya girmeksizin şu şekilde sıralayabiliriz; 

- 19 Aralık 1914 Sarıkamış harekatı, 
- 1914 -1915 tarihleri arasında Çanakkale savaşı, 
- 1916 Irak ve 
- 9 Aralık 1917 Kudüs işgali 

Bu ön bilgilerden sonra Almanya'nın 2005 yılında nasıl ve hangi hakla soykırımı tanıdığını düşünmek daha farklı sonuçlara götürecektir. 

Ayrıca, "...Enver Paşa hariç bir kısım İttihat Terakki ileri gelenleriyle birlikte, 8/9 Kasım 1918 gecesi U-67 numaralı Alman denizaltısı ile İstanbul'dan kaçtı. İşin ilginç tarafı, bu grubun Türkiye'den kaçmadan önce İttihat Terakki arşivinin önemli bir kısmını yok" (95) etmesini ise not olarak bir yerlere yazalım ve günümüzün ittihatçılarını tespit edelim... Tabii ki savaş, 
"yönetme siyasetinin iflasıdır." Hiç kuşku yok ki yaşanan acıların başlangıcın da, ABD tarafından Anadolu'da Protestanlaştırılan Ermenileri hatırlamakta fayda var. Aslında bu tür şeyler bu gün de devam ediyor. Mesela Türkiye, son zamanlarda gelişen Yahudi-Kürt müttefikliğine şahit oldu ve buna yönelik bir politika geliştiremedi. Filistin ve İsrail topraklarında, 400 bin Yahudi Kürt olduğunu çok kişi bilmez. Eski Genelkurmay Başkanlarından 
Moşe Yalom da, Türk vatandaşlığından atılmış ve Mardin'li bir Kürt'tür. Bunu köşe yazısında Hürriyet gazetesi’nde 10 Ekim 2007’de ilk defa kaleme alan gazeteci Yalçın Ba-yer’dir. Fakat, Türkiye'de 25-30 bin civarında Yahudi vatandaş varken, Kürdistan'ı 19. yüzyılın ortalarına doğru gezen Haham David 1827 yılında aktardığı verilere göre, "toplam 15 sinagog ve 1.875 ailenin varlığından" söz eder. O zaman, 400 bin Yahudi Kürt nüfus nasıl 
bulundu ki? Elbette Kürtsüz bir Kürdistan kurmak için bulundu! Önemli olan, ABD'lilerin Türklere, " Bu sefer de Kürtlere soykırım yaptı " dememeleri için, ilk önce 1914-1918 yıllarında dökülen insan kanı ile kaybedilen Osmanlı topraklarının hesabını Alman Genelkurmay arşivlerinde mutlaka aramamız gerekiyor... (96) 

1916 YILINDAN İTİBAREN ALMANYA’DAN GÖNDERİLEN UZMANLAR 

Birinci dünya savaşı sürerken, 1916 yılından itibaren, Almanlar, birçok bakanlığın çalışmasını yeniden düzenlemek ve yapılandırmak için bir çok uzmanı danışmanı (müsteşar) olarak Türkiye’ye yollarlar. Ordudaki Tümgeneral rütbesine eşit bir konumla görevlerine başlayan bu uzmanların çoğu savaş sonuna kadar Türkiye’de görevlerinde kalırlar. Prof. Dr. Franz Schmidt Eğitim ve öğretim bakanlığında başdanışman, Türk Kültür politikalarının belirleyicisi, Fransızca yerine Alman kültürü ve dilinin Türk okullarına girmesinden sorumlu kişidir. Dr. Gräve Türk Maliye Bakanlığında, demir para basımı bölümünde, Dr. Albert Hahl tarım bakanlığındadır. Bu kişinin daha önce Alman Koloni dairesinde Samoa adaları genel valisi olduğunu da belirtelim. Dr. Vassel Türk Maliye bakanlığında, genel müfettiş, sonra maliye Reformu komisyonu Başkanı, daha önce ise Yüzbaşı rütbesi ile 6. Ordu’da İran’a yapılacak operasyonlarda Mareşal Golz’un kurmayında, 7/1916’ya kadar İran’da çeşitli yerlerde Konsolostur. Dr. Karl Rudolf Heinze Türk Adalet bakanlığında danışmandır. Karl Orth Türk Posta ve Telgraf Bakanlığı’nda görevlidir. Albert Hopman, Tümamiral, Türk Donanma Ba-
kanlığında iyileştirme/geliştirme tasarımcısıdır. Emil Kautz Ziraat Bankası Başkanlığına getirilmiştir. Hugo Mayer Savaş Bakanlığına bağlı Gıda işleri dairesinde Başdanışman olur. Friedrich von Fürstenberg Süvari Yüzbaşı, 1916-1917’de Osmanlı Tarım bakanlığı Traktör biriminde, Gıda işleri başkanıdır. Yüzbaşı Prof.Dr. Weickmann(Weichmann) 1916 Türkiye'deki 
meteroloji, hava gözlem istasyonları sorumlusu, Leipzig üniversitesinden gelir ve İstanbul’daki merkezi yönetir. Veit Ticaret Bakanlığında Orman işlerinden sorumludur. Dr. Karl Rudolf Heinze 1916-1918 yılları arasında İstanbul’da Türk Adalet bakanlığında Başdanışmanı olarak çalışmış ve Talat Paşa dahil o dönemin bütün siyasileri ile çok iyi ilişkileri olmuştur. (97) 

Alman Korgeneral Bronsart Schellendorf, Türk K.K.Komutanlığının baş komutanıdır. Sadrazam (Başbakan) Talat paşa ise yakın dostudur. Birinci Dünya harbinde Osmanlı ordusuyla, İngiliz ve Fransız ordularına, doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde ise Rus ordularına karşı savaşıyordu. Tabii olarak savaşın cereyan ettiği bölgelerde Ermeni nüfusu da yaşıyordu. İlerleyen Rus ordusuna çeşitli bölgelerde Ermeni’ler destek veriyor, daha da ileri giderek bağlı oldukları Osmanlı ordusunu arkadan hançerliyorlardı. O arada Van –Bitlis-Maraş ve Adana’da Ermeni isyanları başladı. Ermeniler Türk Kürt köylerini basıyor korkunç katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Ayaklanmalarda maddi destek ise Ruslardan geliyordu. Eli silah tutan 15-16 yaşındaki gençler askere alındığı için köy, kasaba ve şehirlerde bulunan bir 
yığın sivil, güçsüz Türk insanı , fırsat kollayan Ermenilerce katlediliyordu. (98) 

Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (“Death and Exile”) adlı kitabında sözünü ettiği “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919” belgeleri şunları ortaya çıkarmıştı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü 
Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe Fransız üniforması giydirildi ve ellerine Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusya 1914-1915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bu günleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi” olarak adlandırdı. 20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanlarında 50 bin Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Ermeniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gittiler. Bugün Fransa’da yaşayan 600 bin Ermeni asıllı Fransız seçmenin öyküsü böyledir. 

Hızını alamayan Ermeniler, kovulmalarının ardından ülkenin seçkin ve yetkin kişilerini katlederek hedeflerine ulaşma gayreti içine girdi. 15 Mart 1921 de Almanya’da bulunan Talat paşa NEMESİS örgütüne (ASALA’ dan dan önce Ermeni TAŞNAK partisine bağlı bir alt örgüt olarak 1920’lerde , adını her nedense Yunan mitolojisindeki “Adalet ve İntikam Tanrıçası”ndan alan ilk gizli Ermeni terör örgütü) bağlı yaşlı bir militan olan Tehliryan ta-
rafından şehit edildi. Daha sonra aynı örgütçe 05 Aralık 1921de Roma’da hariciye nazırı Sait Halim paşa şehit edildi… Gelişen bütün olayları bilen Alman Korgeneral B.Schellendorf, 1916 da bildiği bütün gerçekleri, baskılar nedeniyle ancak Temmuz 1921 de açıklayabilmiştir. 

Bütün bu olaylara paralel olarak Ermeni ayaklanmaları devam etti. Talat paşa kendi ordusunu arkadan vuran Ermeni’lerin Kuzey Mezopotamya denilen Dicle ve Fırat’ın birleştiği yer olan Suriye- Irak bölgesine nakledilme si (Tehcir) kararını verdi. Talat paşanın emirleri öldürme ve kötü davranma yı içermiyordu. Talat paşa verdiği kararla Ermeni’ler tarafından 
düşman ilan edilerek 1921 yılında yukarıda bahsedildiği şekilde şehit edilmişti. Göç sırasında Ermeni’lerin Mezopotamya’ya gidebilmek için Türk’lerin yaşadığı bölgelerden geçmeleri gerekiyordu. Müslümanlara karşı zulüm yapan Ermeni’ler bu bölgelerden geçerken öç almak üzere burada bulunan Kürt’lerin baskılarıyla kan davası bedeli öldürülmüştür. 
Geri kalanlar ise hastalık, açlık ve soygun gibi doğal nedenlerle ölmüştür. (99) 

Talat Paşa 15. Mart 1921 Berlin’de öldürüldüğü sırada, İngilizlere Talat Paşayı bağlayan üç neden var. Birincisi; Mart başında Sevr anlaşmasının iyileştirilmesi içindir. Çünkü, Ermeniler dahil bütün dünya ve Talat Paşa bu olayları takip ediyordu. İkincisi; Talat Paşanın öldürülmesinden bir kaç gün önce bir İngiliz casusu olan Herbert Aubrey ile Londra’daki bu görüşmeler de dahil kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Üçüncüsü; Ingilizler Almanlardan Versay anlaşması gereği savaş suçlularının cezalandırılması veya geri gönderilmelerini istiyordu. Talat Paşa da kağıt üzerinde ceza almış ve savaş suçlusu sayılıyor, bu yüzden başka bir kimlikle kaçak olarak Almanya'da kalmasına göz yumulmasına rağmen, resmen aranıyordu. Versay anlaşması savaş tazminatı verilmesi, askersizleştirme ve Alman savaş suçlularının yargılanmak üzere kendilerine( İngilizlere ve Fransızlara) verilmesini öngörür. 
Talat paşa cinayetinden sonra 5 Mayıs 1921 tarihinde Ingilizler Londra ultümatomunu verdiler. Ya bu dediklerimizi 6 gün içinde yaparsınız, ya da Ruhr bölgesini işgal ediyoruz dediler. 

Bunun üzerine hükümet değişikliği oldu. 10. Mayıs'ta Wirth başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. 11. Mayısta İngilizlerin istedikleri kabul edildi. ( Erfüllungspolitik). Bunu askerler ve aşırı sağ partiler kabul etmedi ve Almanya`da siyasi cinayetler devri başladı bir çok siyasi lider öldürüldü. Talat Paşa cinayeti sanığı 3 Haziran 1921’de yapılan ikinci celsede serbest 
bırakıldı. (100) 

ERMENİ KIRIMINDA ALMAN ROLÜ 

Yukarıdaki bölümde Osmanlı ordusunun en azından belli bir dönem boyunca Almanyanın tekelinde olduğu anlatıldı. Dolayısıyla Ermenilerin tehciri meselesinde bu durumun bir yansıması olmalıydı. Vardı da zaten. 

Ermeni Araştırmaları Enstitüsü`nün belgesinde Almanların Ermeni kırımında rolü şöyle anlatılıyordu: 

`...1915 yılı başlangıcından itibaren Alman Büyük Karargâhında yapılan değerlendirmeler, üst komuta kademesi tüm savaş boyunca Almanlara teslim edilen Osmanlı ordusu ve en önemlisi bir Alman tarafından yönetilen Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı gibi etkenler sonucunda Osmanlı Ordusu kendi ülkesini korumaktan çok, Alman ütopyasına hizmet eder hale gelmişti... Bu süreç `Ermenilerin geçici bir süre zorunlu göç ettirilmesiyle` sonuçlanan 1915 Geçici Yasası`nın çıkarılmasına kadar net olarak devam etti... Bu dönemde Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve ikinci başkanı dahil olmak üzere komuta kademesinin büyük bir bölümü Alman generallerden oluşuyordu... Dönemin en güçlü ismi şüphesiz Enver Paşa`ydı...` 

Diğer yandan Almanlar, yeri geldiğinde Ermenilerin tarafını tutmuştur. Örneğin Berlin`de 15 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa`yı şehit eden Ermeni teröristi, Alman Mahkemesinde yargılandıktan sonra ilginç bir şekilde, haklı görülüp beraat etti. Bu karar gerçekten Almanya’nın Osmanlı ordusunu Ermeni tehciri yapmaya zorlamasıyla tamamen zıt bir karardı. 

Almanlar önce Osmanlı ordusunu tehcire yönlendirmiş daha sonra da tehcirden madur olanların bir Osmanlı paşasını vurmasını suçtan bile saymamıştı. 

Almanya’da bu sırada bir devrim gerçekleştiğini de unutmamak gerekir. Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29 Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını işgal etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer II. Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek hâkimleri olan ve Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden ayrılmışlardı. Tarihe 'Kasım Devrimi' olarak geçen hareketin önderi Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki konumuna şiddetle karşı çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu. 
(Grubun adı Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden geliyordu, Spartaküs ise tarihin ilk devrimcisi idi.) 1919'dan 1933'e kadar sürecek bu yeni döneme 'Weimer Cumhuriyeti' denildi. Ancak sosyalistlerin iktidarı ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri üzerine işler ters gitmeye başladı. 4 Ocak 1919'da Berlin'de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü 
19 Ocak 1919'da aşırı sağcı Berlin Muhafız Tümeni tarafından bastırıldı, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg 1919'un 15 Ocak'ı 16 Ocak'a bağlayan gecesi işkence ile öldürüldüler. 13 Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı sağcı bir gazetecinin önderliğindeki 'Kapp Darbesi' yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920 Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti. 
İşte böyle karanlık bir ortamda, Berlin'de gündeme bomba gibi düşen bir olay yaşandı. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 2

PANZER VE KÜRT İSYANI, OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ BÖLÜM 2



Alman askeri heyetinin ordunun genç kadroları üzerinde nüfuzlarını artırma, politik istihbarat edinme gibi işlevleri olduğu biliniyor. Bu askeri heyete ve Alman elçiliğine bağlı çalışan Alman paşaların bilimsel amaçların ötesinde faaliyetler yürüttüğü şüphesizdir. "İttihad-ı Osmanî"nin "kasadarı" Asaf Derviş'in "Rider Paşa tarafından adım adım takip edilmek suretiyle tahsil" gören beş kişilik seçkin grubun içinde eğitimini sürdürmesi kayda değer. 

Yine Temo örgütlenmenin çelik çekirdeğine de işaret ediyordu: ‘Daha sonra cemiyet, harbiye talebesi ve subaylar arasına, mülkiye mektepleriyle medreselere yayıldı, hatta tekkelere kadar dal budak saldı. Çoğalan partizanların vasıtasıyla mensup oldukları vilayetlere uzanmaya başladı.’ 

"İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" yaklaşık beş yıl sonra "Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti" adını alıyordu. "İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" önemli bir başlangıç olmakla birlikte, İttihad ve Terakki Cemiyeti çapında siyasi örgütlenmeye sahip bulunmayan bir nitelik taşıyordu. 
Okuldaki felsefi tartışmalar, politik arayışlar öğrencileri etkiliyordu. Pozitif bilimleri toplumsal olgulara uygulama isteği ve bundan dolayı, "Tıp talebesinin mesleği doktorluk olduğu için siyaset nabzına el uzatmamaları iktiza eder, hâlbuki millet hasta olsa nabzını kimin eline verecek, tabiidir ki doktorların" tarzında görüşler temelinde, Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal yaşamda aktif bir rol oynamayı istiyorlardı.(87) "Biyolojik materyalizmi, 
dinsel dogmaları yıkarak toplumu ileri götürecek bir itici güç olarak", benimseyen Askeri Tıbbiye öğrencileri siyasal sisteme büyük tepki duyuyorlardı. Bu dönemde biyolojik materyalizmin yanı sıra, 1889'da "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye kaydolan Hüseyinzade Ali Bey, Rusya'da popülistlerin en güçlü olduğu Petersburg Üniversitesi'nde 1887 yılına kadar 
okumuştu. Abdullah Cevdet'in anlatımıyla mektebe kaydolduğu "zaman ulum ve fünun-u Aliyeyi Petersburg Darülfünunda görmüş tam bir sahib-il ilm-ü kemal" olan Hüseyinzade Ali Bey, öğrenciler üzerinde "bir resul tesiri icra ederdi. Evet, o Resulullah değildi, fakat bir resul-ül-hak idi." Böylece batılılaşmanın yoğun etkilerine açık olan bu okulda, Rusya kaynaklı popülizmin tartışılmaya başlanması ile birlikte mevcut yönetime karşı 
örgütlenmenin entelektüel kaynakları olgunlaşmaya başlıyordu. Kendilerini, "modernleşme" taraftarı olarak gören bu şahsiyetler, birçok yerde Avrupa'nın üstünlüğünü vurgulayarak, Batı'nm örnek alınmasını "kurtuluş" çaresi olarak sunuyorlardı. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti'nin ilk dört kurucusundan biri olan Abdullah Cevdet, ileriki yıllarda bir tek medeniyet olduğunu onunda Batı'ya ait bulunduğunu, bunun gülü ve dikeni ile birlikte  alınmasının tek çare sayılmasının zorunluluğunu açıklayacaktı. 

Askeri mekteplerdeki bu kaynaşma, tartışma ve hareketlilik batılı sefaretler tarafından dikkatle izleniyordu. Hükümet ise gelişmelerden haberdar olmakla birlikte tüm yapıyı çözecek düzeyde istihbarata sahip bulunmuyor, öğrencileri kışkırtacak ölçüde şiddet kampanyalarını uygulamaya koymadan, okulların kurumsal baskı mekanizmalarını kullanmakla yetiniyordu. Fakat 1895'de, saray destekli bir komplo düzeneği içinde "İttihat ve Terakki Cemiyeti"nden tamamen bağımsız olarak hareket eden ancak Jöntürkler'e yakın olan Osmanlı aristokrasisi mensuplarının da yer alması rejimi sertleştiriyordu. 1895 komplosunu 1876 benzeri koşullar içinde algılayan rejim, harekete geçiyordu. İttihat ve Terakki çerçevesinde yeni bir zemine oturmaya başlayan muhalif Jöntürk hareketinin bu saray darbesi ile bağlantısı bulunmuyordu. O arada sarayda çeşitli egemenlik partileri arasında kıran kırana bir mücadele yaşanıyordu. Hatta Abdülhamit'in saray içinde "La İlahe İllallah Cemiyeti" adı altında bir örgüt kurduğu iddiaları yayılıyordu. Sultan kendisini güvence altında görmüyor ve muhalif egemenlik partilerine karşı tedbir almak zorunda kalıyordu. Bu egemenlik partileri, muhtelif şehzadelerin taraftarları sıfatıyla meşruiyet kazanmaya 
çalışıyorlardı. Ancak asıl muhalif çekirdeği Babıâli bürokrasisi oluşturuyordu. Sait Paşa'nın planı doğrultusunda, iktidar yetkileri sarayda ve komisyonlar da merkezileştirilirken, Babıâli gücünü yitiriyordu. İşte bu kesim, bunun üzerine bir askeri darbenin şartlarını oluşturmak için harekete geçiyordu. Söz konusu kimseler yapılması düşünülen bir saray darbesinin; en azından önemli bir kısım askeri paşaların desteğinin alınmaması halinde ölü doğacağının da farkındaydılar. Nitekim 1895 başlarından itibaren, saray mensuplarından bir kısmı, eski önemli bürokratlar ve bir kısım paşalar arasında 1876 koşullarını tekrar oluşturma konusunda fikir birliğinin sağlandığı görülüyor."(88) Bu dönemde, yabancı raporlar, İstanbul'da artan olayların "saraydan destek ve kuvvet alan" hareketler tarafından 
düzenlendiğine ilişkin tespitler içeriyordu. Dış destek oluşturmak ve 1876 koşullarını sağlayacak planı yürürlüğe sokmak için "risaleler" hazırlanıyor, İngiliz gazetelerine açıklamalar yapılıyordu. 2 Temmuz 1895 tarihli Pall Mall Gazette'de "Yüksek mevkide" bulunduğu anlaşılan bir Jöntürk'ün açıklaması yayınlanıyordu. Bu açıklamaya göre: 

‘Türkiye'deki Müslüman kitle, rejimden bıkmıştır. Ve İngiltere'nin makul ve akıllı bir şekilde müdahalesini memnuniyetle karşılar. Fakat Islahat, İmparatorluğun içindeki her vilayet ve sınıfa kadar yaygınlaştırılmalı ve kaynağın başı olan İstanbul'dan başlamalıdır... Şu an, Türkiye için gerekli olan şey, İngiltere'de güçlü bir hükümetin Türkiye sorununu ciddi bir 
şekilde ele alması ve ılımlılık ve kararlılık ile en gerekli olan yerde ıslahat için ısrar etmesidir. Fakat Türkiye'deki ıslahat vetiresi İstanbul da başlamalı ve Sultan bu saltanatın ve kendi mevcudiyetinin Avrupa'nın ikazlarını dinlemesine ve imparatorluğun adına yaraşır bir hükümet meydana getirmek için çaba sarf etmesine bağlı olduğuna inandırılmalıdır.’ (89) 

1898 yılında, İttihat ve Terakki'nin Cenevre merkezinin hazırladığı ve İstanbul'da bulunan Cemiyet taraftarı subaylara gönderilen "talimat" doğrudan Saray'a yönelik bir askeri hücum planını içeriyordu. Saray'dan bir kişi tarafından verildiği belli olan bilgiler oldukça ayrıntılıdır. Yıldız Sarayı planını içeren belge daha sonra II. Abdülhamit'in özel arşivinde  bulunuyor du. 1895'den itibaren süregelen darbeler zincirine eklenen bu girişim de 
bastırılıyordu. Mekteb-i Harbiye öğrencilerinin de aralarında bulunduğu pek çok asker tutuklanıyordu. Yürütülen "askeri tutuklama kampanyası" bazı sivil görevlileri de kapsıyordu. Bu arada Cenevre merkezi İngilizce ilave yayınlamaya başlıyor ve 1895'ten itibaren müdahale taraftarlarının "gemilerini Boğaz'da görmeyi arzuladıkları süper güce" böylece çağrı yapılıyordu. Bu ilavede yayınlanan yazılarda Sultan taraftarı olmak "İngiliz 
aleyhtarlığı" buna karşılık Jöntürklük ise "İngiltere destekleyiciliği" olarak sunuluyordu. 20 Kasım 1899 tarihinde Jöntürklerin önde gelenlerinden İsmail Kemal Bey, İngiliz Büyükelçisi Sir Nicolas O'Conor'dan görüşme talebinde bulunuyor. Elçi ise herhangi bir muhalif ve "Jöntürk" heyetini kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtiyor ancak kendisine sadece bir 
"sempati ziyareti" yapılacağı güvencesi veriliyor. Bunun üzerine İsmail Kemal Bey'in liderliğinde bir grup yazar, ulema ve devlet memuru ziyareti gerçekleştiriyorlardı. Bu ziyaret "aleni bir siyasi gösteri" olarak yorumlanıyor ve diğer emperyalist devlet temsilcileri tarafından dikkatle izleniyordu. 

Avusturyalı diplomatlara göre, "İngiliz yanlısı gösteri geniş bir hareketin yalnızca bir parçasıdır. Hareketin arkasında yüksek kademedeki  devlet  yöneticilerinin desteği vardır ve her an bir "komplo" mümkündür. Bu arada sefaret gösterisinden kısa bir süre önce, "İngiliz taraftarlığı açıkça gözüken" Ali Haydar Mithat (Mithat Paşa'nın oğlu) yurt dışına kaçıyordu. İsmail Kemal daha sonra İngiltere'de bir askeri darbe planı ile ortaya çıkıyordu. Sultan II. Abdülhamit'in yeğeni ve "Teşebbüs-ü Şahsi" programının öncüsü Prens Sabahattin ile ortak hareket eden İsmail Kemal, hazırladıkları darbe plânını İngiliz makamlarına sunuyordu. (90) 

II. ABDÜLHAMİT HAN’IN ALMAN POLİTİKASI 

Avrupa devletlerine tanıdığı imtiyazlar, aldığı borçlar ve iflasıyla bir yarı sömürge haline gelen Osmanlı, sömürgeci devletler için her parçası tutanın elinde kalan bir ülke haline gelmişti. Fransa, İngiltere, Rusya ve sahneye biraz geç girse de Almanya başta olmak üzere sömürgeci devletlerin iştahını kabartan bir ülkedir artık Osmanlı... Hemen hepsi de kapitülasyonlarla önemli imtiyazlar elde etmişlerdi. 1882’de Düyun-u Umumiye’nin 
kurulması ile de adeta bir sömürge yönetimi kurmuşlardı. Şimdi sıra sömürüyü daha da arttırmaya ve Osmanlıyı paylaşmaya gelmişti. Almanya diğer emperyalist devletlerin ardından girmişti paylaşma yarışına. Tepside Osmanlı’nın olduğu masaya diğerlerine oranlar biraz geç oturmuştu ve politikaları da biraz farklıydı. Kurbanına diğer avcılardan farklı yaklaşıyor ilgi ve şefkat göstererek, onu parçalamak yerine tümden yutmak istiyordu. 
Almanya bu doğrultudaki politikasına 1880 yılında start verdi. 1880 yılında imzalanan bir anlaşmadan sonra, çok sayıda Alman uzman, mülki idarede, tıpta, eğitimde, örgütte reform yapmak amacıyla İstanbul’a geldi. Bunun ardından 1882 yılında Osmanlı ordusunun yönetiminde görevlendirilecek bir Alman heyeti geldi. Alman emperyalistlerinin amacı, Osmanlı’yı, askeri yapısını, modernleştirme, askeri yardım görüntüsü altında kendine 
bağlamaktı. 

1883’de heyetiyle beraber Osmanlı’ya gelen ve 1895 yılına kadar Osmanlı Genel Kurmayının 2. başkanı görevini yürütmüş olan General Von Der Goltz (Osmanlı’daki lakabı Golç Paşa’dır) Almanya’nın sözde askeri yardım ve reform çabalarının asıl amacını bir Alman Askeri yetkilisine yazdığı mektupta şöyle dile getirmektedir: “... Öte yandan bu askerler (300 bin kişilik Redif Kuvvetleri) üzerinde doğrudan nüfuzumuzu kullanarak Osmanlı ordusunun idaresini, evvelkinden ziyade ve artık elimizden bir daha geri alınamayacak biçimde, ele geçirebileceğiz.. (91) 

Osmanlı askeri yapısını ele geçirmenin altında yatan nedeni ise bir başka Alman yetkilisi, Almanya’nın İstanbul’daki büyükelçisi Von Wangenheim şöyle itiraf ediyordu: ‘Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet iktidarda kalamaz. (92). 
Almanya’nın, Osmanlı’daki girişimleri bir yandan da büyük oranda askeri amaçları da olan demiryolu (yüzde 86 gibi büyük bir oranda) gibi altyapı projeleriydi. 1888’de bu ülke Haydarpaşa-İzmit demiryolu işletmesi ve İzmit-Ankara demiryolu inşası için çeşitli imtiyazlar aldı. Bunu 25 Ağustos tarihinde imzalanan Osmanlı-Alman Ticaret Anlaşması, stratejik bir önemi olan Bağdat demiryolu için görüşmelerin başlaması, 1900’de sekiz yıl 
sürecek olan Hicaz demiryolu inşaatının başlaması, 18 Mart 1902’de demiryolu imtiyazının Almanlara verilmesi, 3 Mart 1903’de çıkarılan bir kararla da görülmemiş ek imtiyazlar verilerek demiryolu inşaatının Türk-Alman ortaklı Bağdat Demiryolu Şirketi’ne verilmesi izledi. Emperyalist Almanya’nın, Doğu’ya mal pazarlamasını ve hammadde taşımacılığını 
kolaylaştıracak olan ciddi bir öneme sahip Bağdat demiryolu’nun yapımının, büyük imtiyazlarla Almanlara verilmesi, İngiltere’nin muhalefetine yol açtı. Sonunda demiryolu inşaatının Alman kontrolü altında uluslararası bir Osmanlı teşebbüsü olduğu yalanıyla, 

Deutsche Bank’ın öncülüğünü kabullenen Fransız ve Avusturyalı girişimciler de projeye dahil edilerek inşaata başlandı. 

Almanya’nın Osmanlı’ya himayeci yaklaşımı ticaretteki payının artmasını da sağladı. 1880-1909 yılları arasında Almanya ve Avusturya’nın, Osmanlı dış ticaretindeki payı yüzde 18’den yüzde 42’ye yükseldi. Ayrıca Almanların Deutsche Bankı (Alman Bankası), Deutsch-Orient Bank (Alman-Doğu Bankası) adıyla İstanbul’da açıldı. 

Almanya emperyalizminin niyeti açıktı. Osmanlı’yı kendi sömürgesi haline getirmek ve başta Bağdat Demiryolu olmak üzere ördüğü ağlarla sömürüsü nü Doğu’ya doğru yaymak; buralarda İngiliz, Fransız emperyalizmiyle girdiği paylaşım yarışından üstün çıkmak. Bunu en azından Osmanlı üzerinde adım adım başarmaktaydı da. Bir yandan Osmanlı’yı giderek 
kendisine bağlarken diğer yandan İngiliz-Fransız vd. emperyalistlerin paylarına da el atıyordu. Örneğin Alman tekstilciliği Yakındoğu’da İngiltere’nin pazarını elinden almıştı. 

Osmanlı ise emperyalistler arası çelişkileri ve çekişmeleri göz önünde bulundurarak politikalarını belirlemeye çalışmış fakat Alman emperyalizminin eline düşmekten kurtulamamıştı. 2. Abdülhamid’in tahtta olduğu Osmanlı için Alman emperyalizminin görünüşte himayeci yaklaşımı saldırgan bir tutum izleyen diğer emperyalistlere oranla daha yapıcıydı. Artık dağılmaya yüz tutmuş imparatorluk denize düşen yılana sarılır misali ordusunu modernleştirmeyi, altyapı çalışmalarını üstlenmeyi öneren Alman emperyalizmine sarılmıştı. Ve o yılan Osmanlı’yı her gün biraz daha sarmalamış kanını emmeye zenginliklerini talan etmeye başlamıştı. Alman emperyalistleri bir yandan, Alman Kralı 2.Wilheim’in 13 kasım 1898 de Şam’da söylediği gibi ‘Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur.’ diyerek hamilik rolünün gereğini yerine getirirken, diğer taraftan kapalı kapılar ardında Osmanlı’yı paylaşmak için diğer emperyalist devletlerle anlaşmalar yapmaktan geri kalmıyorlardı. 

1910’da Almanya, Rusya iIe Potsdam Anlaşmasını imzalar ve Rusya’nın İran’daki nüfuzunu, Almanya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzlarının tanınması karşılığında kabul eder. Rus tehditi bu şekilde artar. 15 Şubat 1916 tarihinde ise Fransa ile Osmanlı’nın nüfuz bölgelerine ayrılmasını kabul ettikleri bir anlaşma imzalarlar. Bu anlaşmaya göre Kuzey Anadolu ve 
Suriye Fransız nüfuz bölgesi olarak kabul edilir ve bölgenin demiryollarının Bağdat demiryollarına bağlanması kararlaştırılırken Bağdat demiryollarının geçtiği bölgeler ise Alman nüfuz bölgesi olarak kabul edilir. 15 Haziran 1914 tarihinde ise Londra’da İngiltere ile Bağdat Demiryolu Kumpanyası’nın yönetim kurulu üyeliğine iki İngiliz’in alınması ve demiryolunun Basra’da bitmesi üzerine bir anlaşmaya varırlar. İmtiyazlarla başlayıp, borçlanma  larla devam eden ve iflasa oradan da Düyun-u Umumiye’ye kadar ulaşan seyirle emperyalizmin bir yarı sömürgesi haline gelen ve Balkanlar başta olmak üzere toprak yitirmeye başlayan Osmanlı artık üzerinde emperyalistlerin pay kapma yarışı yaptığı bir ülke haline gelmiştir. Daha 1913’te ABD Başkanı Wilson, kendisine İstanbul’a bir elçi gönderilmesini öneren ABD Dışişleri Bakanı’na şaşırıp, ‘Ne için? İmparatorluk nasıl olsa yok olup gidecek’ diye cevap vermiş, Dışişleri bakanı da şu cevabı vermişti. ‘Nasıl yok olup gittiğini görmek için’. (93) Parçalanmasına, emperyalistler tarafından paylaşılmasına kesin gözüyle bakılan Osmanlı, emperyalistlerin çelişkilerinin giderek savaşı dayattığı koşullarda Sultanın damadı Enver paşa’nın baskısıyla Almanların yanında 1. Paylaşım Savaşı’nda yer 
almıştır. O yıllarda ülkenin adı zaten ‘Enverland’ olmuştur. 1. Paylaşım Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmasının ardından ise topraklarının tamamen paylaşılmasını gündeme getiren Sevr’le karşı karşıya kalmıştır. 

Bu devrede 2.Abdülhamid Han'ın ısrarla yapılmasını istediği ve yaptırdığı demiryollarının devleti ayakta tutma girişimi olarak görmek gerekir. Şimendifer politikasının gayesi birinci derecede askeri ve siyasi, ikinci derecede de iktisadi ve ticariydi. Vatanın müdafası için herşeyden önce demiryolu inşaası zaruret teşkil ediyordu. Bu zaruret 1877 Türk-Rus har-
binde büyük çapta ortaya çıkmıştı. Balkan isyanlarıyla bu harpten alınan dersler, ondan sonra Rumelide hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul hattıyla, Manastır-Selanik demiryolu vücuda getirilmişti. Demiryolları o kadar önemliydi ki Abdülhamid düşmanları bile; "eğer bu hatlar Abdülaziz devrinde yapılmış ve 300 milyon altın borcun onda biri bu işe harcedilmiş olsaydı, 1875 Balkan ayaklanmalarını hemen bastırmak ve belki de Türk-Rus harbini önlemek mümkün olurdu." şeklinde düşünüyordu.. Nitekim bu hatların 1897 Türk-Yunan Harbinde muazzam faydaları görüldü. II. Abdülhamid Han zamanında Türk topraklarına döşenen demiryolları, evvela Rumeli'de 1993, sonra Anadolu'da 2507 kilometreye yükselmişti. Halbuki Berlin muahedesinden evvel demir-
yollarının uzunluğu toplam 1145 kilometreden ibaretti. Abdülhamid Han'ın demiryolu siyaseti, dış politikası ile içice idi. Batılı teşebbüs ve sermaye ve teknik merkezlerinin Türk demiryollarını doğrudan doğruya üzerlerine alamayacaklarını başka tavizler talep edeceklerini anlayarak demiryollarının inşası için işi siyasi bir faydaya bağlayarak hem devlet emniyetini garinti altına almayı, hem de memleketi büyük bir askeri ve iktisadi kıymete kavuşturmayı düşünerek harekete geçti. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***