Başkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Başkan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Kasım 2019 Çarşamba

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

EVRENSELLİĞİ YAKALAYAN ADAM MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 


Prof. Dr. Bayram KODAMAN
* Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölüm Başkanı. 



A-Giriş 

Evrensellik denince bütün insanlığı, bütün halkları, bütün ülkeleri ilgilendiren ve kapsayan kavram akla gelmektedir1. 

Bu bakımdan evrensellik, herkesin, bütün insanların kabul ve iştirak edebileceği ortak anlayışın, ortak bir fikrin, ortak bir buluşma ve uzlaşma zemininin adıdır. Bu anlamda herkes tarafından kabul edilebilir olan ilmi, dini, ahlaki, siyasi, iktisadi, içtimai gibi müşterek değerler, evrensel değerler olarak nitelendirilebilir. Bu evrensel değerler, ilmi, tarihi, ilahi, içtimai kökenli olduğu için zaman ve mekana göre değişmeyen ve değişebilen özelliklere sahiptir. Farklılık, çeşitlilik ve zıtlık arz etse de insanlığın, kültürlerin, medeniyetlerin bu evrensel değerler üzerinde inşa edildiği de tarihi bir gerçektir. 

Ancak bu evrenselliğin çıkış noktası evrensel olmayabilir. Başlangıçta belirli bir gruba, topluma, kavime veya millete ait olarak ortaya çıkan değerler, zamanla tarihi süreç içinde dünyaya yayıldığında, herkes tarafından hüsnü kabul gördüğünde evrensel bir karakter kazanmaktadır. 

B- Tarihi Süreçte Evrensellik 

Bilindiği üzere tarihte hâkim kavimler kendi kültürlerini ve medeniyetlerinin evrensel olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Bunların başında Grek, Roma ve Hıristiyanlığın sentezi olan Batı Medeniyeti ile Arap-İran- Türk-İslam sentezi olan Osmanlı Medeniyeti gelmektedir. 

Osmanlı Sistemi: Sanayi inkılâbından önce, yani tarım ve hayvancılığın hâkim olduğu ve dinin de ideoloji görevi yaptığı dönemde Osmanlı, kendi devletini evrensel dünya devleti ve medeniyetini de evrensel dünya medeniyeti olarak görmekteydi. Bunun sonucudur ki, yeni bir dünya (nizam-ı âlem) kurma iddiasında bulunmuştur. 

Osmanlı Devleti, bu iddiasını gerçekleştirebilecek güce ve organizasyona sahip, müesseseleşmiş bir “devlet-i ebed müddet” idi. Kısaca Osmanlı soylu, muhteşem ve büyük bir medeniyet yaratmıştı. Ancak XVI. Yüzyılda, Osmanlı toplumu “mükemmeliyet” noktasına erişildiği şeklinde bir zihniyete kapıldı. 
Bu anlayış kısa zamanda statükoculuğa ve gelenekçiliğe dönüştü. 
Bu anlamda mükemmeliyet duygusu Osmanlıya dinamiklerini kaybettirdi ve çöküşüne zemin hazırladı. 

Her sistem gibi Osmanlı sistemi de, gücünü ve evrenselliğini başarısından alıyordu. Ancak, mükemmeliyet duygusu onu, XVII.yüzyıldan itibaren ufuksuzluğa, hedefsizliğe ve arkasından başarısızlığa mahkum edecektir. Neticede soyluluğu, muhteşemliği ve büyüklüğü kaybolmaya başlayacaktı.. Yeni bir ütopya yaratamaz ve mevcudu muhafaza etmekten başka bir şey düşünemez, yapamaz duruma düştü. 
Bu süreç, XIX. yüzyıl ortalarına kadar devam etti. II. Mahmut dönemiyle birlikte yeni bir alternatif üretemeyeceği telaşına kapılınca, mevcudu muhafazadan da kısmen vazgeçerek, evrensellik iddiasında bulunan Avrupa’nın sistemini ve medeniyetini alternatif olarak görmeye ve ondan kısmen iktibaslar yapmaya başladı. Bu tutum, Osmanlı’nın kendi sisteminin başarısızlığı; Avrupa sisteminin 
de başarısının teyidi anlamına geliyordu. XIX.yüzyılın sonu ve XX.yüzyılın başında, evrensellik iddiasından da tamamen vazgeçilerek, sadece Osmanlı devletini kurtarma telaşına düşüldü.Bunun için üç yeni model öne sürüldü.2: 
Müslümanlar için İslamcı, Türkler için Türkçü, bütün Osmanlı fertleri için de Batıcı model. Zihinleri meşgul eden ve umut gibi görünen bu üç model, iç ve dış siyasi olayların baskısıyla farklı hedeflere yöneltildiğinden Osmanlı’yı kurtarmada yetersiz kaldı. 

Batının evrensel sistemine gelince: Batı ortaçağdan çıkarken Hümanizma, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağa alternatif kendi sisteminin temellerini atmayı başarmıştır. Batı, bu evrensel sistemin merkezine önce ferdi ve aklı koymakla, bilim, sanayi ve makine çağına da adım atmış, sürekliliğin ve değişmenin yolunu açmıştır. Zira akıl ve ilim, değişen toplumda yeni alternatifler teklif etme özelliğine sahipti. Artık Avrupa sisteminin aktörleri tüccar-ticaret, iş adamı-sanayi-fabrika-üretim, ilim adamı-üniversite-enstitü gibi yeni kişiler, kurum ve kuruluşlardı idi. Buna karşılık Osmanlı yeni aktörler yaratamamış, ülema-medrese (ilmiye sınıfı) kapıkulu paşaları-kışla (seyfiye sınıfı), memur-bürokrasi (kalemiye sınıfı) sarmalında kalmıştır. 

Batı, bu yeni aktörlerin ürettikleri cazip-müessir fikirlerle, teknolojiyle ve ticari mallarla tabiata, diğer ülkelere ve diğer toplumlara saldırıya geçmiş ve hâkim olmuştur. Sonuçta kendi değerlerini ve sisteminin evrenselliğini gönüllü veya mecburi bir tarzda kabul ettirmiştir. 

C-Mustafa Kemal ve Evrensellik 

Mustafa Kemal dahi özelliğine sahip hem asker hem paşa, hem devlet adamı, hem politikacı, hem de entelektüeldir. Ayrıca Osmanlı’yı Türk toplumunu, Avrupa’yı ve İslam alemini bilen, tanıyan bir kişidir. Bu vasıflarıyla birlikte, aynı zamanda başarılı asker, başarılı devlet adamı ve başarılı bir politikacı olarak karizmatik bir kahraman ve liderdir. 

Bu özelliklere sahip Mustafa Kemal, farklı bir evrensellik, farklı bir nizam-ı âlem (dünya düzeni) anlayışında ve iddiasında bulunan tarihe damgasını vurmuş cihan şumül bir medeniyetin ve devletin (Devlet-i Aliyye) içinden gelmiştir. Bu itibarla zihnen ve fikren Osmanlının evrensellik anlayışına yabancı değildir. Bunun yanında Osmanlı yenileşme hareketlerinin öncüsü ve itici unsuru durumunda 
olan askerî okullarda (Harbiye-Kurmay Mektebi) ve orduda, yeni bir evrensellik iddiasında bulunan Batı düşüncesi ve medeniyeti ile temasa geçmiş ve onu tanıma fırsatı bulmuştur. Dolayısıyla evrensellik iddiasında bulunan iki farklı medeniyetin-sistemin birinin çöküş, diğerinin yükseliş sebeplerini ve tezahürlerini iyi tahlil etmiş, olumlu ve olumsuz yanlarının bizzat görme imkanına sahip olmuştur. Millî mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de, 1917 Ekim İhtilali ile Rusya’da iktidara gelen, hem Osmanlı hem de mevcut Batı sisteminden anlayışından tamamen farklı ve evrensellik iddiasında olan komünist sistemi; 1922’de İtalya’da 1933’te Almanya’da iktidarı ele geçiren, kapitalist sistemin değişik bir türevi olan, ancak kısmen de olsa çok farklı bir evrensellik iddiasıyla uluslararası sahneye çıkan faşist rejimleri de tanıma ve inceleme imkanı bulmuştur. 

Görüldüğü üzere Mustafa Kemal dört evrensellik iddiasında bulunan sistemlerle karşı karşıya kalmıştır. Ancak, Millî Mücadele ile Türk milletinin istiklalini temin eden bir kişi olarak, milleti reddeden ve millet yerine işçi sınıfını esas alan komünist sistemi; Osmanlı İmparatorluğu yerine millî bir devlet kuran kişi olarak, Roma İmparatorluğu’nu ihya etmeye kalkışan İtalyan faşizmini; altı asır 
pek çok milleti bünyesinde barındıran Osmanlı hoşgörüsüne sahip bir kişi olarak da Almanya’nın ırkçılığını kabul etmesi mümkün değildi. 

Geriye İngiltere’nin, Fransa’nın ve ABD’nin temsil ettiği emperyalist liberal sistem kalıyordu ki, emperyalizme karşı savaşan bir kişi olarak da bu sistemin emperyalist anlayışını benimsemesi akla uygun değildi. O halde ne yapmalı idi? 

D-Hesabını Evde Değil Çarşıda Yapan Mustafa Kemal 

Her şeyden önce Mustafa Kemal şu hususu iyi teşhis etmiştir: Faşizmin altında İtalyan milletini, ırkçılığın altında Alman milletini, komünizm altında Rus milletini ve liberal kapitalizmin altında ise İngiliz, Fransız ve Amerikan milletini görmüştür. Bu teşhisiyle Mustafa Kemal evrensellik iddiasında bulunan her sistemin öncelikle milletten hareket ettiği ve milletten evrenselliğe uzandığını fark etmiştir. Bu durum, onu millet kavramının evrensel bir değer olduğunu göstererek, işe milletten, millî devletten hareketle evrenselliği yakalamaya sevk etmiştir. Yeniçağ’dan itibaren Avrupa’da milletlerin teşekkül etmesi ve XIX. yüzyılın millî devletler çağı olması tarihen bu oluşumu teyid de ediyordu. Nitekim Türk tarihinde de örneği vardır. 
Her ne kadar 1517’den sonra ümmetçiliğe yönelmiş ise de Osmanlı devletinin ve sisteminin çekirdeğinin tamamen Türk olan Osmanlı Beyliği olduğu ve bu beylikten hareketle evrenselliğe ulaştığı biliniyordu. 

Buna göre Mustafa Kemal hesabını evrensel değer haline gelen millet, millî devlet, millîyetçilik üzerine yaptı. Bu üç kavram, liberalizmin milletlerin hür ve eşit olmasını öngören fikrinin uzantısı idi. Ancak o, Türkiye’yi Batı medeniyeti içinde vahşi kapitalizm ve totaliter komünizmi yaratan liberalizmi; ayrıca totaliter faşizmi yaratan vahşi kapitalizmin ferdi köle, milleti sürü gibi gören olumsuz yönlerinden uzak tutmak istiyordu. O, ideal düzeni Osmanlı gibi mazide ve mevcut ideolojilerde değil, gelecekte aradı. Bunun için toptancılıktan uzak; ancak seçici-pragmatik bir yaklaşımı benimsemiştir. 

Bu seçici ve pragmatik metotla, liberalizmin evrensel değer haline getirdiği hürriyet, fert, rasyonalizm, millet, millîyetçilik, laiklik, demokrasi ve sosyalizmin, halkçılık ve devletçilik kavramlarını almıştır. Hedef Türk insanını hür ve rasyonel, milletini müstakil kılmaktı. Çünkü kendini gerçekleştiremeyen Türk insanı ve Türk milleti başkalarının sultası altında ve başkalarının fikriyle yaşamaya 
mecburdu. Mustafa Kemal kendini gerçekleştirmiş, kendi şahsiyetini ve millî kimliğini bulmuş hür, laik ve millîyetçi bir toplumla cemaatçi, ümmetçi, statükocu yapıyı kırmak istiyordu. Çünkü zemini olumsuz yabancı ve yerli engellerden temizlemeden yani orijinal bir toplum mimarisi ve yeni orijinal bir toplum yapısı inşa etmek mümkün olamazdı. 

Yeni binanın inşa edilebilmesi için Mustafa Kemal Misak-ı Millî ile arsanın hudutlarını (millî sınırları) tespit etti. Sonra zemini yabancı unsurlardan (Rumlar, Ermeniler, Araplar, İngilizler. Fransızlardan) temizledi. Bunu yaparken arsa (vatan) üzerindeki nüfusun %80-85’inin Türk ve Türk’e yakın olmasına özellikle dikkat etmişti. Çünkü zemin üzerindeki evrensel değer haline gelmiş olan milleti ve millî devleti inşa edecekti. Nitekim, 1923’te Lozan Antlaşması’yla ülkenin tapusunu aldı ve 29 Ekim 1923’te cumhuriyetle birlikte Türk milletine devretti. Artık mülk padişaha ait değildi. Bu tavrı ve icraatı evrensel anlayışın neticesidir. 

Mustafa Kemal artık Osmanlıyı (dedesini) terk etmiş, fakat Osmanlının Türk olan çocuklarına-torunlarına yani Türk milletine aşık olmuş, onlara sahip çıkmış ve onlarla yaşamaya karar vermiştir. Hiç bir şey artık eskisi gibi değildi ve olmaması da gerekirdi. Şimdi sıra yeni bir düzen kurmaya gelmişti. Devlet, vatan, millet, istiklal mevcuttu. Ama bunlara, yeni bir kimlik kazandırmak lazımdı. 

Yeni bir kimlik kazandırmak için Mustafa Kemal Millî Mücadele’ deki metodunu kullandı. Bu metot “hesabı evde değil çarşıda yapmaktı”3. 

Çünkü evdeki hesap çarşıya uymayabilirdi. Bu bakımdan iç ve dış piyasaya bakarak neyin geçerli neyin geçersiz, neyin sağlam neyin çürük olduğunu bilmesi gerekirdi. Zira geçerli ve sağlam olan alınmalı, geçersiz ve çürük olan saf dışı bırakılmalıydı. 
Çarşı toplumdu, kültürdü ve çağdaş medeniyetti. 

Mustafa Kemal’e göre toplum çarşısını ve kültür çarşısını millîleştirmeden, yabancı unsurlardan temizlemeden çağdaş medeniyet 
çarşısına ulaşılamazdı.4. Millî Mücadele ile toplum çarşısını yabancılardan temizledi. Sıra kültür çarşısını, yabancı unsurlardan ve çürük yerli mallardan temizleyerek, millîleştirmeye gelmişti. Bunun, millî eğitim ve öğretimle olabileceğini gördü. Çünkü kültür çarşısının kirlenmesi eğitimle olmuş yine eğitimle temizlenmesi şarttı. 

Bu hedefe varmak için 1924’te Tevhid-i Tedrisat (eğitim-öğretim birliği) Kanununu çıkardı. Zira Osmanlı döneminde medreseler, yeni Tanzimat okulları, yabancı okullar (Rum-Ermeni-Yahudi-Arap vs.) farklı eğitim yapıyor, farklı insan tipi yetiştiriyorlardı. Bu duruma Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile son verilerek, millî eğitime geçildi. Ancak millî eğitim, millî dil ile yani Türkçe ile olmalıydı. 
Türkçemiz de Arapçanın, Farsçanın, İngilizce ve Fransızcanın istilasına uğramıştı. 1931’de Türk Dil Kurumu’nun teşkili ve “vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla dilde millîleşmeye gidildi. Türk Tarih Kurumu’nun teşkili ile de millî tarihimiz ortaya çıkarılmıştır. 

Mustafa Kemal yaptığı bu inkılaplarla Türk milletinin önüne Türk kültürünü, Türk dilini, Türk tarihini, Türk dünyasını koydu. Zira o, Türk milletinin varlığıyla ve hedefleriyle meşguldü. Dünyadan tecrit olmuş olan Türkleri değişmenin ve modernleşmenin simgesi haline getirme ve böylece Türk dünyasında ve İslam dünyasında bir model yaratma peşinde idi5. O bir taraftan da inkılaplarıyla 
Türkiye’yi Avrupa ile bütünleştirmeye değil, Avrupa ile Türk dünyası arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Bu dengeyi Avrupa ile uyuşarak, anlaşarak değil, millî evrenselliğe giden bir proje ile çağdaş medeniyeti yakalayarak kurmak istemiştir. 

Sonuç olarak, Mustafa Kemal’in hedefi orijinal bir evrensel düzen yaratmaktan ziyade, millî kalarak mevcut evrensel değerleri benimseyerek, Türkiye’yi çağdaş medeniyete dahil etmek ve Türk milletine ufuk ve şahsiyet kazandırmaktı. Mustafa Kemal’de şayet bir evrensellik aranacaksa Türk Dünyasına, İslam dünyasına ve mağdur-mazlum milletlere örnek tam bağımsız modern, laik ve millî bir devlet ve toplum modelinde aranmalıdır. Bu model, Avrupa’dan kaçıp, Asya’ya çekilen bir Türk milletini değil, Asya’da Avrupa’nın da dahil olduğu çağdaş medeniyeti ve evrenseli yakalamayı öngörür. Ancak Mustafa Kemal’den sonra model, bırakalım başkalarına örnek olmayı, Türkiye’ de bile devam ettirilememiştir. Zira Türkiye 1939’den itibaren Avrupa’nın, ABD’nin, İMF’nin, Dünya Bankasının, Dünya Ticaret Örgütünün kapısına bağlanarak, örnek olmaktan çıkarılmıştır. 


Kaynakça 

1-Atatürk Devrimleri I. Milletlerarası Sempozyomu Bildirileri, 10-14 Aralık 1973, İstanbul Üniversitesi Atatürk Devrimleri Araştırma Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1975. 
2-Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul, 1969. 
3-Eroğlu, Hamza, Atatürkçülük, Ankara, 1981. 
4-Kodaman, Bayram, Cumhuriyetin Tarihi-Fikri Temelleri ve Atatürk, Süleyman Demirel Üniversitesi Yay., Isparta, 2001. 
5-Koloğlu, Orhan, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999. 
6-Öztürk, Faruk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
7-Bildiriler ve Tartışmalar (Türkiye İş Bankası Uluslararası Atatürk Sempozyumu, 17-22 Mayıs 1981), Ankara, 1984. 
8-Safa, Peyami, Türk İnkılâbına Bakışlar, İnkılap Yayınevi, (İkinci Baskı), İstanbul, ts. 
9-Steinhaus, Kurt, Atatürk Devrimi Sosyolojisi, (Çev. M. Akkaş), İstanbul, 1995. 
10-Timur, Taner, Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara, 1997. 

DİPNOTLAR;

1 Petit Robert Dictionnaire (Fransızca Lügat), “Üniversel”, Paris, 1968. 
2 Faruk Öztürk, “Cumhuriyet ve Ütopya”, Modern Türkiye ‘de Siyasi Düşünce III, Modernleşme ve Batıcılık, İstanbul 2002, s.490. 
3 Peyami Safa, Türk İnkilâbına Bakışlar, Inkılap Yayınevi, İstanbul, s.174. 
4 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bayram Kodaman, Cumhuriyetin Tarihi - Fikri Temelleri ve Atatürk, Isparta, 2001. 
5 Orhan KoIoğlu, Cumhuriyetin İlk On beş Yılı (1923-1938), İstanbul, 1999, s.377. 


***

24 Ekim 2017 Salı

O bir Spartaküs: Unutulmayacaksın Başgan!.



O bir Spartaküs: Unutulmayacaksın Başgan!

Yılmaz ARSLAN 
y.arslan57@gmail.com

ERK ACARERER

7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından tek başına iktidar olma şansını yitiren AKP, çatışmalı ortamı büyüttü. Katliamların, savaş manzaralarının gölgesinde gidilen 1 Kasım seçimleri, zaferle biten bir sonuç değil, cebren ve hile ile yürütülen bir süreçti.

2015’in bugüne taşınan önemli sonuçları oldu. HDP tarafından kazanılan 103 belediyeden 83’üne kayyum atandı, 89 yerel yönetici tutuklandı. Böylece, tamamen kaybedilen Bölge’de, merkezi otorite ya da Saray denetiminin yeniden sağlanabileceği düşünüldü. Bugün planın tutmadığı görülüyor. Bu endişe, iktidar ve Saray’ın zihninin bir yanında duruyor. Bölgenin artık kazanılmasının imkânsızlığı ortada.

Belediyecilik önemli!

Ancak yine Saray ve iktidar açısından büyüyen başka kaygılar var. 2019 yaklaşırken, seçim hesapları da iyiden iyiye yapılıyor. Belediye başkanlarından istenilen istifaların anlamı da burada. Değişim, vizyon gibi safsataların arkasında başka gerçekler yatıyor. İddialara göre AKP, yerel ve genel oy oranını ölçmek için anketler yaptırdı. Bunun sonucunda, bazı önemli şehirlerdeki başkanların kendi oy potansiyellerinin, AKP potansiyelinin çok gerisinde kaldığı görüldü. Bu durumun il genel meclislerini de etkileyeceğinin tespit edilmesinin ardından düğmeye basıldı.

‘Direngen’ başkanlar!

Malum; ortaya biat edenlerle, direnenler çıktı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş ve Niğde Belediye Başkanı Faruk Akdoğan istifalarını sundu. Ne var ki Bursa Belediye Başkanı Recep Altepe ile Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur ‘direngen’ çıktı!

Şüphesiz Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ayrı bir parantez içindedir.

Hepimiz ‘birimiz’ için

“83 belediyeye kayyum atandı, 89 yerel yönetici tutuklandı, hiçbiri Melih Başgan kadar konuşulmadı” sitemi yerinde olsa da mesele bu cümle ile kestirilip atılamayacak minvaldedir. Çünkü Gökçek başlı başına; AKP iktidarının ve Saray’ın ‘ne olduğunu anlatan’ sosyolojik bir vaka, yansımadır.

Öncelikle “Sandıkla gelen, sandıkla gider” sözünün asla gerçeği yansıtmadığı, büyük bir takiye olduğu Gökçek üzerinden okunuyor. Rejimin bir parti devleti olmaktan bile uzaklaştığı, tek adamın emrine amade, gönlüne oyuncak edildiği net olarak ortaya çıkıyor. Artık hepimiz ‘birimiz’ için felsefesini gizlemeye bile ihtiyaç yok. Makyavelizm’in kuralları yeni baştan yazılıyor: Tek kişinin bekasına giden yolda her şey mubahtır!

Aklınız yeni mi başınıza geldi?

Gökçek vakası, ‘metal yorgunluğunu’ değil 16 yılda gelinen çürümeyi ve bu çürümenin artık gizlenmeye bile ihtiyaç duyulmadığını gösteriyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri ‘yozlaşmayı’ ifşa ediyor. Erdoğan; sadece Melih Gökçek için değil, ‘direngen’ çıkan başkan ve yöneticiler için de talimatları verdiğini söylüyor: “Bu iş en geç Kasım başında bitecek!” Meali çok açık: “İçişleri Bakanlığının elinde dosyalar var. Bunlar direnenlerin önüne konacak!” İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun belediyelere ve belediyecilere yönelik sözleri bulmacayı tamamlıyor: “Yolsuzluk yapan belediye başkanı da olsa artık gözünün yaşına bakmayız!” Şimdiye kadar aklınız neredeydi, sorusu tamamlayıcıdır!

Gökçek, sorunsuz giderse, örtülmesi gerekenlerin üzerleri de örtülecek! Kirli dosyalar, bunlar üzerinden dönen şantajlar, yolsuzluklar, arsızlıklar… Evlere şenlik bir zihniyet! Yeri geldiğinde ve kişisel çıkarlar için en yakınında bulunanı dahi satacak kapasitede olmak. Yandaş tetikçinin; Melih Gökçek ile ilgili yapmaya başladığı haberler, çamurun özetidir: “Gökçek, CHP ile mi ittifak yapacak?”

Devlet içinde Devlet

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ile ilgili fısıltılar bitmiyor. Aslan parçası Osman’ı yurtdışına kaçırdığı, süreci koklayıp 6 ayda 1,4 milyar dolarlık arazi sattığı ileri sürülenler arasında. Gökçek; kurduğu televizyon, satın aldığı takım ile devlet içinde devlet gibiydi.

Bir anda Spartaküs’e Dönüştü!

Krala yaslanma düşersin!

Demokrasiyi, Melih Gökçek’le sınamak ne acı! Elbette parantezi onunla kapayacağız. Başlı başına yozlaşmanın tanımı… Yaptığı paylaşımlar hafızamızda. Başkanlık için şunları söylüyor misal: “İsteseniz de istemeseniz de alışacaksınız…”

Gittigidiyor…

Anımsanacaksın Başgan…

Heykellerinle, Fışkiyenle ve Parselciliğinle…

Ama daha çok unutulmayacaksın!

Gezi Direnişi’nde Ethem Sarısülük’ün katlediği yere “Kahraman polisimize teşekkür ederiz” pankartı asmıştın.

Ankara katliamının ertesi günü Adli Tıp’ın önünde ağıt yakarak bekleşen analardan, bir çadırı, bir kap çorbayı esirgemiştin.

Kayyum, Belediye, Tutuklu, HDP derken… Ülke Çamura bu kadar batmışken, nedense insanın aklına Selahattin Demirtaş gibi siyasetçiler geliyor. Ne diyor:

“Krala Yaslanma Düşersin!”
----------
esas olan İslami jargonla ritüel ve şekli amel değil, niyet !
Bu ülke kurtuluş savaşımızda Amerikan mandacılığını savunan İslamcılarla, İngilizlerle beraber hareket etmeyi cihad gibi sunan İskilipli Atif gibi sözde evliyaları görmedi mi?


*