Balyoz itirafı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Balyoz itirafı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ekim 2017 Salı

Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te Darbe olsa Türkiye’yi Bölemezdik!



Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te darbe olsa Türkiye’yi bölemezdik!




Kaya Ataberk

Balyoz’un ardından…


Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Balyoz Davası kararlarını açıklamasının tartışmaları hâlâ tüm hızıyla devam ediyor. Anlaşılan daha da devam edecek. Aslında tartışmaların bu kadar hararetli olmasının ve sürmesinin birkaç boyutu var. Bu boyutlardan biri, cezaların çok önemli bir kısmının onanmasıyla beraber Türk Ordusu’nun gerçek bir tasfiyeye tabi tutulmuş olması. Fakat diğer taraftan özellikle Deniz ve Hava Kuvvetlerinin cezaların asıl hedefi durumunda olması meseleyi daha da karmaşıklaştırıyor. Ordu’ya yapılan tasfiyenin yanında, Ordu’nun kendi içindeki güçlerin birbirlerini hedef alan bir tasfiyesi daha olduğu ihtimali güçleniyor.

Ama bizce Balyoz’un ardından esas olarak herkesin üzerinde oturup düşünmesi gereken bir boyut daha var. Bu boyut ise özellikle AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Hüseyin Çelik’in konu ile ilgili söyledikleri ile beraber düşünüldüğünde anlam kazanıyor.

Hüseyin Çelik’ten itiraflar

Hüseyin Çelik’in Kuzey Irak’ta yayın yapan bir Kürt televizyon kanalına yaptığı şu açıklamalar gerçekte çok önemli bir itiraf niteliği taşıyor:
“Eğer bir ülkede demokrasi varsa birileri eleştirecek, birileri de olumlu bulacaktır. Biz bütün fikirlere saygı gösteriyoruz. Ama herkes bilsin ki Türkiye’nin demokratikleşmesi için biz her gün yeni adımlar atıyoruz. Bugün yaptıklarımızı 2003 yılında yapsaydık o zaman partimiz kapatılırdı ve ordu yönetime el koyardı. Her şeyin ve her adımın bir zamanı vardır. Yıllarca Türkiye’de Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Kürtler yok sayıldı. Ben de Türkçeyi 7 yaşımda okulda öğrendim.”

Hüseyin Çelik hızını alamıyor benzer bir açıklamayı da Bugün Gazetesi’ne yapıyor:

“AK Parti’ye 2008’de kapatma davası açtılar. Katsayı, imam hatip okulları, Diyanet’in Kuran kursları, üniversitelerde başörtüsüyle ilgili açıklamalarımız kapatma gerekçesiydi. O yüzden 2003’te bugün yaptıklarımızı yapmayı bırakın, söyleseydik kapatma ve darbe gerekçesi olacaktı diyorum. Siyasetin ve milletin üzerindeki bu vesayet sistemi kısmen 12 Eylül referandumuyla kalkmıştır. Yüzde yüz bertaraf olmuştur demiyorum. Statükocu yapı hâlâ direnmeye devam ediyor. Ergenekon ve Balyoz davalarına birilerinin karşı duruşu bundandır. Özlemini duydukları 1940’lı yılların yapısını sürdürmek istiyorlar… 2002’de iktidar oluyorsunuz, Sayın Gül’ün başkanlığında 58. hükümet dönemi var. Balyoz darbe planının karara bağlandığı gün Erdoğan hükümetinin kuruluş günüdür: 15 Mart 2003.”
Her şeyden önce her iki açıklama da bir Kürt-İslam faşistinin Türkiye Cumhuriyeti’nden, Türklükten, demokrasiden, Ordu’dan intikam almalarına nasıl sevindiğinin itiraflarıdır. Bu değerlere ve kurumlara açılan savaşın itirafıdır.
Fakat Çelik’in söylediklerini bir de tersinden okuyunca itirafın gerçek niteliği daha da iyi ortaya çıkıyor. Çelik; “Eğer bu yaptıklarımızı 2003’te yapsaydık, Ordu ve yargı duruma el koyardı ve bize engel olurdu” diyor ve ekliyor: “Her şeyin bir zamanı var”.

Bu söylem gerçekte şunun itirafıdır:

“Eğer söz konusu güçler, bilhassa da Ordu, 2003 yılında bize engel olsaydı, ne bu kadar Şeriatçılık yapabilirdik, ne PKK’yı bu kadar güçlendirebilirdik, ne Andımız’ı kaldırabilirdik vs…”
Hüseyin Çelik, görüldüğü gibi durumu bir darbe-demokrasi ekseninde düşünmüyor. Belki yine bu eksende bir söylem kullanıyor, yaptıklarını Türkiye’nin “demokratikleşmesi” olarak ortaya koyuyor fakat gerçekte mantığı çok daha doğru bir şekilde güç dengeleri, strateji ve doğru zamanda doğru hamle gibi reel kavramlarla işliyor.
Evet, darbelere karşı olmak ve ülkenin sivil güçler tarafından demokrasiyle yönetilmesini savunmak önemlidir. Bu demokrasi idealini savunmak hepimizin görevidir. Fakat yıllardır Kürt-İslamcı hareket için söylenen “demokrasiyi kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırma” yöntemi bugün açıkça hayata geçmiş bulunuyor. Fakat elden giden sadece demokrasi de değil. Onunla beraber Cumhuriyet, ulus devlet, Türklük de elden gidiyor. Ama biz ­demokratlar hâlâ, idealimizdeki demokrasiyi savunmak adına gerçeklerden kaçıyoruz.
Hüseyin Çelik’in itirafının en can alıcı noktası ve bizlerin yapmamız gereken en temel çıkarsama işte bu noktadır: “Engel olunabilirdi!”
Ama engel olunamadı ve böylece elimizde ne Cumhuriyet, ne laiklik ne de 2003’ten önceki beğenmediğimiz “demokrasi” kaldı. Herhalde kimse çıkıp bu durumun yine de daha iyi olduğunu iddia etmeyecektir.
Peki, kim engel olamadı ya da kim engel olunmasına engel oldu?

Ordu içinde neler yaşandı?

Yargıtay’ın kararları açıklamasının ardından, basından birçok kişinin de haklı olarak farkına vardığı bazı ilginç durumlar ortaya çıktı ve tartışılmaya başlandı.
Davada yargılanan sanıkların 254’ü denizci, 101’i karacı, 40’ı havacı, 63’ü ise jandarmaydı. Beraat edenlerin dışında kalan 361 sanık hakkında Yargıtay’da verilen kararlarda 297 sanığın cezası onanmış, 88 sanığın cezası ise bozulmuştu.  Bu onama ve bozmaların ise dağılımı ilginçti.
Yargılanan karacıların 64’ünün cezası bozulmuştu, Yargıtay’ın cezasını onadığı karacıların oranı sadece % 37 idi. Fakat iş denizcilere ve havacılara gelince bu oran dramatik bir şekilde değişiyordu. Yargıtay denizci subaylardan sadece 20’sinin mahkûmiyetini bozmuş, denizcilerin cezalarını % 87 oranında onamıştı. Havacı subaylardan ise cezası bozulan kimse yoktu yani mahkûmiyet oranı % 100 olmuştu!

Bilindiği gibi Balyoz Davası iddianamesi, 2003 yılında 1. Ordu’da yapılan bir semineri gerekçe göstererek darbe girişimi olduğunu savunuyordu. Gerçekte bugün ceza alan Deniz Kuvvetleri mensubu subayların biri bile söz konusu seminere katılmış değildi. Daha sonra Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada bulunan dijital belgelere dayanılarak tutuklanmışlardı. Yani olaya bir şekilde sonradan dâhil edilenlere esas fatura çıkarılmıştı. Yine tüm Kara Harp Okulu öğrencileri beraat ederken, Deniz Harp öğrencilerinin tümü ise ceza aldı.
Ordu’nun içinde garip bir şeyler olmuştu! Neden Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri hedef alınmıştı? Kararların ardından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Tuğamiral Sami Örgüç’ün protesto için istifa etmeleri olanları daha da dikkate değer kılmıştı. Gerçi Deniz Kuvvetleri’nden bu nedenle daha önce de istifalar olduğu gibi Org. Işık Koşaner gibi bir Genelkurmay Başkanı da istifa etmişti ama artık durumun iyice netleşmeye başladığı görülüyordu. Birileri istifa ederken birileri de sadece seyrediyordu.

16 Ekim’de Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar, Mamak Askeri Cezaevi’ne kalan subayları ziyaret etti. Hemen ardından Mamak’taki subaylardan bir ortak açıklama geldi ve gazetelere yansıdı. Açıklamada şöyle diyorlardı:
“Bugüne kadar Yargıtay’dan çıkacak kararı bekleyen ve masumiyetimize inanan komutanlarımızın hukuka saygı ve adil yargılanmayı etkilememe adına sessiz kaldıklarına yürekten inanıyoruz. Bugün Deniz’in, daha doğrusu Cumhuriyet değerlerinin ve hukukun bittiği noktada olduğumuzu hepinizin bildiğini ve gördüğünü değerlendiriyoruz. Bu hukuksuzluğu ve haksızlığı görerek istifa eden, bizlerin masumiyetini her ortamda ve her şartta haykıran emekli Donanma Komutanı Nusret Güner’in dışında diğer komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. Gazeteler ve görsel medyada Atatürk’ün neferi Nusret Güner’e 2 neferin, ‘Yerimiz onların yanıydı’ diyen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Teknik Başkan Tümamiral Sami Örgüç’ün istifa ederek katıldığını izledik. Atatürk’ün emrettiği yolda yürümenin esası askerler için, önce komutan ve lider olmaktan geçmektedir. Lütfen ülkemiz ve bizler için daha fazla geç olmadan en kısa sürede bir araya gelin, her türlü şahsi menfaat ve duygulardan uzak, uyutulan Türk halkına bizleri en iyi tanıyanlar olarak korkmadan masumiyetimizi haykırınız.”

9 Mart 1971’den Balyoz’a

Gerçekten Ordu içinde ne olmuştu? Anlaşılan odur ki birileri birilerini yarı yolda bırakmıştı, taraf değiştirmişti, tabiri caizse satmıştı ve tasfiye etmişti. Anlaşılan 9 Mart 1971 ve sonrasında yaşananlara benzer gelişmeler Balyoz öncesinde ve sonrasında Ordu içinde yaşanmıştı.
Hatırlanacağı gibi o dönemde de ordu içinde bir ekiplerin birbirini tasfiye savaşı yaşanmıştı. 9 Mart 1971’de sola yakın komutanların liderliğinde yapılacak müdahale son anda Org. Faruk Gürler’in taraf değiştirmesi ve Org. Muhsin Batur’un tek başına girişimde bulunmaktan vazgeçmesiyle iptal olmuştu. Böylece 12 Mart’ta Org. Memduh Tağmaç, Org. Cevdet Sunay ve Faik Türün liderliğindeki sağcı ekip muhtıra vermişti. Hemen ardından gelen süreçte Faik Türün’ün emriyle birçok subay ve sivil tutuklanmış, Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirilmiş, Bomba Davası adlı bir tezgâhla başlayan geniş bir tasfiyeye girişilmişti. Özellikle Türün’ün ekibi; Faruk Gürler, Kemal Kayacan ve Muhsin Batur aleyhine ifade vermeleri için tutuklulara baskı ve işkence yapmışlardı. İlk iddianamede adları geçmeyen kuvvet komutanları, ikinci iddianamede ismen de yer almışlardı.

Yaşanan tam bir taraf değiştirme, tasfiye ve komplo savaşıydı. Dönemi ve ayrıntıları merak edenler için Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın İleri Yayınları’ndan çıkan Bomba Davası-Savunma isimli kitabı temel kaynaktır.
1970’lerde yaşananların ışığında Balyoz olayına baktığımızda, bugün de benzer süreçlerin yaşandığı anlaşılmaktadır. Bugün her şey tüm netliğiyle bilinmese de bir gün mutlaka anlaşılacaktır.

Bugün, 2003 döneminde görevde olan emekli Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, arkadaşlarını neden savunmadığını şöyle açıklamaya çalışıyor:
“Ergenekon davası sırasında tanık olarak dinlenirken, Balyoz davasıyla ilgili soruya da yanıt verdim. Yargılanan bir arkadaşımızın avukat kızı Balyoz için de konuşup konuşmayacağımı sormuştu. Ben zaten konuşmuştum. Kamuoyu da biliyor ne söylediklerimi. Şimdi diyorlar ki, ‘Hilmi Özkök, Balyoz’da ifade vermekten kaçındı.’ Yok böyle bir şey. Dedim ya, söyledim söyleyeceğimi. Zaten Yargıtay da gerekçeli kararında mevcut deliller nazara alındığında, sonuca etki etmeyeceği için benim ve Aytaç Paşa’nın tanıklığına gerek olmadığına yer vermiş. Ne diyeyim ben daha?” 
Her ne kadar Hilmi Özkök, “tanık” olarak çağrılmadığı için bir kabahati olmadığını iddia etse de gerçekte onun esas olarak durduğu noktanın ne olduğunu kanıtlayanın “sanık” olarak çağrılmaması olduğunu görmek gerekir. Ne zaman ne yapmıştır da acaba “sanık” olmaktan kurtulmuştur? En baştan beri mi karşı taraftadır, yoksa sonradan mı geçmiştir? Bu soruların cevabını ise elbette tarih verecektir.
Bizimse akıl ve vicdanlara sormamız gereken daha önemli bir soru var…

AKP’nin Engellenmesi mi Engellenmemesi mi Türkiye’yi daha geri götürdü?

Tüm bu tasfiyelerin, ihanetlerin, taraf değiştirmelerin ötesinde tüm cumhuriyetçi, demokrat akıllara ve vicdanlara bir soruyu bir kez daha sormalıyız: Tamam; ideal ve doğru olanı demokrasinin, ulusun ve cumhuriyet değerlerinin sivil güçler tarafından korunmasıydı. Ama bu olmadı. Bu olmadığı gibi bu koruma görevini Ordu da yerine getiremedi ya da getirilmesi içindeki ve dışındaki dinamikler tarafından durduruldu. Bu sürecin sonunda Ordu’nun kendisi de tasfiye oldu. Şimdi Genelkurmay Başkanı Özel, profesyonel orduya geçişten bu nedenle olumlu bahsetmektedir…
O çok kullanılan argümanı; askerin her müdahalesinin ülkeyi onlarca yıl geriye götürdüğünü kabul edelim. Ama acaba AKP’ye, hiç istemesek bile Ordu tarafından gelen bir müdahaleyle engel olunması mı Türkiye’yi daha geriye götürürdü yoksa engel olunmaması mı daha geriye götürmüştür? Birinin hasarı on yıllarla ölçülecekse, diğerinin hasarını en az yüzyıllarla ölçmek gerekir herhalde…
AKP’nin engellenmemesinin Hüseyin Çelik’in ve onun gibilerin istediği bir Türkiye tablosu yarattığını bilmek bu kanaati daha da güçlendiriyor…