Kaya Ataberk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaya Ataberk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2018 Cumartesi

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2


Faşist Tepkinin Büyüsü: Kapitalizme Karşı Demagoji

Toplumlar karşılaştıkları felaketlere karşı iki türlü tepki verirler. Bunlardan bir bu felaketi aşmaya yönelik bilinçli ve doğru örgütlü çabadır. Diğeri ise ancak hastalıklı ve gerici bir tepki olabilir. Ezilen dünya sömürgecilikle karşılaştığında halkaların verdiği tepki doğal olarak milliyetçilik oldu. Sömürgecilik her şeyden önce onların medeniyetini ve ulusal varlığını ortadan kaldırmak üzere gelmişti. Bu durum karşısında milliyetçiliğe sarılmak tutarlı ve doğaldı. Bir diğer tepki de Şeriatçılıktı. Burada da toplum sömürgeciliğe karşı geri dönüşe yani mümkün olmayana sığınarak hastalıklı bir tepkiye örgütlendi. Faşizmin ortaya çıkışında da benzer bir durum vardı.

Kapitalizmin karşıtı olarak eşitlikçi, sosyalist tepkinin doğuşu ilerici ve doğaldı. Ancak faşizm de Şeriatçılığın akıldışı ve hastalıklı tepkisine benzer bir gelişim gösterir. Faşizm sosyalizmin aksine kapitalizme karşı ciddi bir demagoji içerisindedir ama faşizm uygulamaları her yerde özeli mülkiyeti, kapitalizmi korur. O kitlelerin tepkisini son derece çarpık bir şekilde örgütleyen kara bir güçtü. Sosyalizm yeni toplumun kuruluş projesi ve onun için savaşmakken, faşizm halka yoksunluğunu anlattı. Bu yoksunluğu bir kine dönüştürdü ve “onlar” gibi olmayı vaat etti. “Onlar” kötüydü çünkü hırsız ve yalancıydılar. Ama faşist burjuvalar öyle değildi, onlar temizdi. Faşist düzende yoksunlaşmış sıradan insanın da zenginleşme ve yoksunluğunu giderme şansı olacaktı. Yani faşizmin özel mülkiyetten ve kapitalizmden kaynaklanan bu düzeni değiştirmek derdi yoktu. O sadece bu düzeni kendisi ele geçirmek istiyordu. Faşizme kapılan kitleye de kendi tarafında olarak kazanmayı öneriyordu.

Hitler tüm demagojiye rağmen hiç çekinmeden “Özel mülkiyetin kayıtsız şartsız doğru, zorunlu ve mantıklı olduğunu göstermek gerekir” diyordu. Tayyip Erdoğan’da “Ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek asıl mantığını gösteriyordu. Özel mülkiyetçilik ve halk düşmanlığı faşistlerin özünde vardı. “Nasyonal sosyalizm” AEG, Thyssen, Siemens gibi Alman tekellerinin desteğinde büyüdü, AKP de gene aynı dünya tekellerinin…

Ancak faşizmin kapitalizme karşı geliştirdiği demagoji, sistemin kendisini hedef almasa da burjuvaların bir kısmını hedef alıyordu. Almanya’da finans öcüsü Yahudiler, Türkiye’de de banka hortumcusu “laik” burjuvalar bundan nasibini aldı.

Kötü “Laik” Burjuvazi, İyi İslamcı Burjuvazi

Hitler ve Nazilerin Almanya’da yaşanan tüm yoksulluğun ve krizlerin nedeni olarak Yahudi finans sermayedarlarını kitlelerin önüne sürerek destek toplamasının bir benzeri de Türkiye’de 2001 krizi sonrasında yaşananlar oldu. Faizsiz kazanç, Anadolu kaplanları gibi söylemlerle yıllardan beri parlatılan bir Yeşil sermaye kesimi zaten gelişiyordu. Ancak bu sermayenin geniş iktidar olanaklarından yoksun oluşu, sınırlarını dar çiziyordu. Türkiye’nin klasik sağcı iktidarları yıllardan beri TÜSİAD ve benzeri büyük sermayenin destekçisi konumundaydı.

AKP kendisinden önceki faşist hareketleri takip ederek kapitalizme karşı örtülü bir demagojiye giriştiğinde bu büyük sermaye kesimlerini hedef alıyordu. Tabi ki ilk başlarda bu hedef alış çok da açıktan yapılmadı. Daha çok laik kesimin ahlaksızlığı, sosyetenin eleştirisi üzerinden geliştirilen örtülü saldırı krizle beraber daha güçlü argümanlarla yola çıkma şansı buldu. Türkiye’de büyük sermaye çevrelerinin tümünün kendilerine ait bankaları, finans kuruluşları vardı. Büyük holdingler sık sık kendi kendilerine kredi açıp ödemeyerek bu bankaların içini boşaltmayı bir finans yöntemi olarak kullanıyorlardı. Bu durum da o bankanın bir süre sonra batmasına neden oluyordu. Bu olayın adı halk arasında hortumlama olarak anılmaya başlandı. Hortumculuk krizin tek nedeni olarak insanların önüne sürüldü. Ancak hortumlama olayları da krizler de kapitalizmin haydut ve anarşik doğasının sonuçlarıydı. Tabi ki AKP kapitalizmin aleyhine tek bir söz bile kullanmadı ama hortumcularla mücadele söylemini kullanarak halkın kapitalizme karşı gelişen bulanık tepkisini de kendi istediği tarzda değerlendirdi.

Halkın gözünde TÜSİAD, hortumcular ve kartel medyası lanetlendi. Ancak onlardan hiç de aşağı kalır tarafı olmayan MÜSİAD ve türlü yolsuzlukları ortaya çıkan İslamcı sermaye yüceltildi. Yeşil sermaye temizdi çünkü dinsel ahlakları dolayısıyla temiz çalışıyorlardı. Diğerleri ise lâikliklerinden kaynaklanan ahlaksızlıkları dolayısıyla her yolsuzluğa açıktılar. Bu söylemle laikliği savunan tüm kesimler de bu ahlaksızlığın ortakları durumuna düşürülüyordu. Halk kesimleri de AKP eliyle kapitalizme değil lâikliğin savunucusu kurumlara, özellikle de Ordu’ya düşman edildi. Kriz bile lâik Cumhurbaşkanının Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla çıkmamış mıydı?

Büyük sermaye de ulus devlet kurumlarının toplumsal ağırlığından ve Ordunun gücünden rahatsızdı. Bu nedenle AKP’nin bu kurumlara karşı saldırısını desteklediler. Ancak durum ilerleyen süreçte onlar için de iyi olmayacaktı. AKP gücünden emin olmaya başladığı andan itibaren kendine bağlı İslamcı burjuvaları kolladı palazlandırdı ve Aydın Doğan başta olmak üzere büyük sermayenin de tasfiyesinin işaretlerini vermeye başladı. Artık sistemin çarkları TÜSİAD için değil, yeşil sermaye için dönüyordu. Değişmeyense halkın yoksulluğu ve ezilmişliği oldu.

Lümpenleşen Kitlelerin Tarikatlara ve Cemaatlere Sığınışı

Alman ve İtalyan faşizmleri yoksunlaşan, sefilleşen kitlenin üzerinde yükselmişti. Bu kitlenin en lümpen, saldırgan kısmı faşizmin ana damarını oluşturdu. Bu kesimler toplumsal mücadelenin içinde yolunu bulacak ve gelecek daha ileri safhaların habercisi olan yoksullar değildi. Bu kesimlerin temel yönlendiricisi varlığa duyulan kıskançlık oldu. Faşizm bunların yoksunluğunu değerlendirmeyi çok iyi bildi. Hitlerin kahverengi gömlekli SA ve SS kıtaları da Mussolini’nin kara gömlekli Fascio’su da hep bu toplumun tortusu durumuna düşmüş kesimlerden insan buluyordu. Bir zamanlar sistemin içinde ezilen ve bilenen insanların bir kısmı artık egemen tarafta olmanın ve faşist liderin yanında muzaffer duruma gelmenin hazzına kapıldılar. Esas faşistleşme, kitlenin kendini kaybetmesiyle oldu. Gerçek faşist yükseliş de böyle başladı. Hitler ve Mussolini bu örgütleri aracılığıyla kan kusturdular. Varoşlar faşizmin yanında böyle yer aldı.

Aynı süreç Türkiye’nin varoşlarında da yaşandı. 12 Eylül’le beraber kent yoksulları arasındaki çalışmadan çekilen sol buraları iki önemli faşist güce teslim etti. Bunlardan bir AKP’de kristalleşen tarikatlar olurken diğeri de Kürt ırkçısı faşist PKK oldu. İtalya’da Fascio, faşist yapının mahalle örgütüydü. Bu örgüte girenler kendilerini kurtardıkları gibi, Duce’nin hizmetinde faşist piramidin bir parçası olarak egemenlerin arasında yerlerini alıyorlardı. Türkiye’de ise lümpenleşen varoş kesimlerinin sığındığı yer tarikat ve cemaat oldu. Bu yapı bir taraftan ekonomik bir dayanışmanın rahatlığını sağlarken diğer taraftan da kendisini bir hiç olarak hissedenlere tebaa şeklinde de olsa bir kimlik ve bir amaç verdi.

Tarikatın yarattığı diğer şey de türban, çarşaf ve cüppeden oluşan faşist türdeşlik duygusuydu. Faşizm gerçek eşitliği sağlayamadığı için bunu görüntüde gerçekleştiriyordu. Ancak yoksul varoş sakinleri kara çarşafta türdeşleşirken, İslamcı burjuvazi türbanlı ama son derece lüks bir saltanat hayatı yaşamaya başlamıştı. Kendisini faşizmin sahte türdeşliğine kaptıran birey ise kendisi yapamasa da bu “türdeşi” burjuvaların onun adına yaşadığı saltanatın ve zenginliğin tadını çıkarmaya bakıyordu. Gerçekliğin yerini hayaller ve duygular dünyası almıştı. Bu da faşizmin diğer önemli koşuluydu.

Şeriat, Taassup ve Mucize: Akıldışı Faşizm

Faşist lider tartışmasız bir ruh hastasıydı. O dünyanın hakimi olmanın peşine düşmüştü ve her şeyde, her zaman haklıydı. Führer, Duçe ya da “İmam” kurulan faşist piramidin en tepesine daha işin başında yerleşmişti. Piramidin en önemli özelliği ise bir yanılsamanın dışavurumu olmasıydı. Faşist piramidin en üstünde yer alan şizofrenik liderin altında faşist partinin yöneticileri bulunuyordu. Onun altında da onlara tabi olanlar. En altta ise faşizmin egemenlerinin de tebaasının da dışında yer alanlar vardı. Bu biraz da eski Yunan demokrasilerine benzer bir durum yaratmıştı. Bu demokrasilerde de bir kısım insan sistemin içindeyken onun dışında kalanlar yani köleler sistemin eziyetini çekerlerdi. Ancak aralarındaki fark faşizmin yarattığı tatminin tebaa kitlesi açısından büyük oranda psikolojik bir tatmin olmasıydı. O da birilerinden üstün olmanın tadına varıyordu ama aslında köle olmaktan da kurutulamıyordu. İşte akıldışılığın ilk basamağı da buradaydı.

Bundan sonra da bu konumu terk etmemek yani gerçek dünyaya geri dönmemek için faşist lidere teslim olmanın yüceltilmesi geliyordu. Türkiye’de gelişen AKP faşizminin dinsel taassupla buluştuğu ve birbirini tamamladığı esas nokta da burası oldu. Taassup sorgulamadan kabul etmeyi ve istisnasız bir imanı içeriyordu. Ama artık bu iman, Tanrıya karşı gösterilen bir teslim oluştan çok faşizmin sahte piramidine teslim oluş anlamına geliyordu. Bu “iman”ı destekleyen şeyse geliştirilen akıldışı ideoloji olacaktı.

Kürt-İslam faşizmi olarak özetlediğimiz bu akıldışı ideolojinin yarattığı ortamın bileşenleri de çok cepheli, karmaşık ama gene de istenen noktada nihai olarak birleşen bir yapı oluşturuyordu. Bir tarafta AKP’li Kürt aşiret ve tarikat ehlinin Türk düşmanı ırkçılığı, geçmişten gelen derin bir sol ve Türk karşıtlığıyla birleşmişti. Bunu demokrasi masalıyla perdeleme görevi ise Şeriatçı ya da soldan devşirme bir faşist-sosyal faşist aydınlar korosuna verilmişti. Bunlar bir taraftan halkı aşağılarken. Bir taraftan da Türk’ün ne kadar vahşi ve aşağı olduğunun propagandasını yaptılar. Vakit, Zaman gibi gazeteler ise faşizmin tetikçisi ve hedef gösterme birimleri olarak kurulan kara rejimin bayraktarı oldular.

Aşiret ve kabile düzeyinden bir Kürtlük davası bu tablonun tamamlayıcısı oldu. Şeriatçı akıldışılık faşizmin mucizevi kurtuluş beklentisiyle de iç içe geçti. Bu kesimlerin bolca ürettiği cinli, perili, öbür dünyalı dizileri izleyenlerin ruh dünyasını iyiden iyiye sakatladı, adalet beklentisini ötelere ertelemeye yardım etti. Bu şeriatçı sayıklamaların diğer kanadını da topluma pompalanan komplo teorileri oldu. Bizzat Fethullah ve AKP tarafından üretilip yaygınlaştırılan bu hastalıklı fikirler, toplumun faşizme kapılmış kesimlerinden de çok muhalefet etmeye hevesli “ulusalcı” kesimler arasında rağbet gördü. Delilik hızla yayılıyordu.

Faşizm öyle hastalıklı, şizofrenik bir ortam yarattı ki sadece kendi kitlesini değil muhaliflerinin bir kısmını da bu süreçte fikirsel ve ruhsal olarak sakatlamayı başardı. Bir taraftan kitleler faşizm karşısında tek savunma yöntemi olan aklın uzağında tutsak alınırken bir taraftan da muhalefet etkisiz duruma düşürüldü.

AKP Faşizminin Alternatif Devleti: Belediyeler

Bu akıldışı mekanizmanın işlemesinin toplumsal koşullarını da faşizm kendi yapısını kurarak oluşturdu. Hitler ve Mussolini, emperyalist ülkelerde uygulanan faşizmin temsilcileri olarak devlet ve düzen vurgusunu hiç eksik etmediler. Onların ideolojisinin bir yanını hep bu ele geçirdikleri ve faşistleştirdikleri devletin kutsallaştırılması oluşturdu. Türkiye’de ise faşist hareket ezilen ulusun devletine de karşıtlığı içeriyordu. Bu nedenle Kürtçü ve Şeriatçılığın ağır devlet ve ulus düşmanlığının da yansımasıyla AKP faşizmi kendi alternatif devletini yaratmaya koyuldu.

Bu noktada Şeriatçı partilerin 1980’li yılların sonlarından beri adım adım ele geçirdikleri belediyeler önemli bir rol oynadı. Belediyeler devletin karşısına başka bir devlet olarak çıkıyordu artık. Bu devletin en tepesinde Belediye Başkanı ve üst düzey AKP’li yöneticiler bulunuyordu. Bunların yakınları ve aileleri de belediye sisteminin elitini oluşturuyordu. Belediyelerin hükmettikleri devasa bütçeyi yönlendirerek ihaleleri aktardığı İslami sermaye çevreleri de faşist burjuvazinin ta kendisini oluşturdu. Sistemin bir diğer bileşeni de belediye çalışanları, onların aileleri ve en nihayetinde belediyenin dağıttığı yardımlarla kıt kanaat geçinme mahkum edilmiş olanlardı. Ancak bu kesim bile daha kötü bir duruma düşmenin ve akıldışı teslim oluşun etkisiyle faşist belediye mekanizmasına şükretmenin dışında bir şey düşünemez duruma gelmişlerdi. Faşist egemenler ve faşizme kapılmış tebaanın yaratılmasında AKP’li belediyenin rolü bu kadar önemli oldu. Artık devletin kendisi değil onun faşist alternatifi egemendi. Bir kısım ezilenin de bu mekanizmanın içinde eritilmesi faşizmin kitle tabanının yaratılmasının yolu oldu. Tüm bu yapının esas olarak yıkıma uğrattığı şey ise ulus devlet ve onun rejimi olan Cumhuriyet’ti.

AKP Faşizmi, Ulusa, Devlete ve Halka Karşı

AKP faşizmi, Avrupa’daki seleflerinin, ezilen ülke gerçekliğinde ortaya çıkan bir sürümü oldu. Batı faşizmleri kendi ırklarını ve devletlerini yücelten bir anlayıştaydılar. Dışarıya karşı gösterdikleri istila hareketi de bu faşist devlet aracılığıyla gerçekleştirilecekti. AKP faşizmi ise kendi alternatif devlet yapısını yaratarak gerçek devleti ortadan kaldırdı. Diğer taraftan da ırkçılık Türk düşmanı bir ırkçılık olarak kendini gösterdi. Bu bağlamda faşist yayılmacılık da AKP faşizminde dışa karşı değil ülke içinde Türk’ün elindeki vatana karşı bir yayılmacılık oldu.

Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde ve AKP’nin tüm uygulamalarında ortaya çıkan şeyin ulusa ve devlete düşmanlığın yanında halka karşı da bir küçümsemeyi, eziciliği içerdiği ortadadır. Onların kara rejiminde Türk’e de halka da yer yok. Bunu Türk halkına göstermek de ancak gerçekten milliyetçi ve sosyalist olmayı başarabilen bir siyasal hareketin görevi olacak. Faşizmi ortaya çıkaran toplumsal koşulları, kapitalizm ve burjuvaların Amerikancı sahte demokrasisi yarattı. Ancak en sonunda yarattıkları düzen kendilerinin de dizginleyemeyeceği bir gericiliğe dönüştü. Faşizmin koşullarını ortadan kaldırmak için kapitalizmin ve bağımlılığın da şartlarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Ulusal ve sosyalist bir mücadelenin Cumhuriyeti kurtarması artık bir zorunluluktur.

Halka ve millete kast eden AKP faşizmine karşı ulusal devrimci hareketi kurmak en devrimci ve kutsal görevdir. Çağrımız bu görevi kafasında ve yüreğinde hissedenlere…


http://www.turksolu.com.tr/ileri/38-39/ataberk38.htm


***

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1




Kaya Ataberk

Faşizm Diğer Sağcı Akımlardan Neden Farklı?

Türkiye AKP iktidarıyla altıncı yılını yaşıyor. Bu altı yılın özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra gelen kısmında artık AKP’nin kurduğu rejimin kara bir faşizm olduğu iyice ortaya çıktı. İlk başlarda AKP’nin yönelimini anlamayan ve siyasal bir körlük içine hapsolan kesimler bile artık faşizm üzerine konuşmak zorunda kalıyorlar. Hatta sıranın kendilerine gelmek üzere olduğunun farkına varan bir kısım İkinci Cumhuriyetçiler, liberaller ve Aydın Doğan kalemşorları bile AKP faşizminin gerçekten de büyük bir tehlike teşkil ettiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Evet, faşizm gerçekten de soğuk ve korkutucu bir kavram. Bunda faşizmin ilk ortaya çıkış yıllarında dünyaya yaşattığı katliamların, savaşların elbette payı var. Diğer taraftan da Üçüncü Dünyada ilerici hareketleri bastırmak adına bizzat Batılılar tarafından örgütlenen faşist diktatörlüklerin muhasebesi de bu korkuyu çoğaltıyor. Ama gene de faşizmin neden diğer sağcılık ve gericilik türlerinden farklı olduğunun da üzerinde durulması gerekli. Aradaki farkı anlamadan verilecek mücadelenin de bir başarı şansı yok. Klasik işbirlikçilere, kapitalistlere karşı verilecek mücadeleden daha farklı bir yönteme ihtiyaç olduğunu bilmeliyiz.

Aslına bakılırsa sağcılığın her türlüsü kapitalizmi ve onun sömürüsünü devam ettirmenin araçları olarak ortaya çıkar. Liberaller, faşistler ve hatta “sol” sayılsalar da kapitalizmin dışında bir anlayışı olmayan sosyal demokratlar açısından bile durum aynıdır. Hepsi de özel mülkiyetin kutsallığını ve piyasanın vazgeçilmezliğini bir dini savunur gibi savunurlar. Türkiye de yıllardır bu kapitalist diktatörlüklerin çeşitli türleriyle yönetildi. Atatürk’ün ölümünden sonra gelen tüm rejimler ve iktidarlar kapitalizmle, emperyalizmle ya iyi geçindiler ya da bizzat onun temsilcisi oldular.

Türkiye Özal ve Demirel gibi sağcı-kapitalist diktatörlerin yönetiminde yıllarca ABD’ye teslim edildi. 12 Mart ve 12 Eylül ise ciddi faşizm uygulamalarıydı. Faşizme en çok yaklaşan gericiliklerden biri de DP’nin 10 yıllık iktidarı oldu. DP muhalefeti şiddet ve baskıyla sindirmeye kalkışmıştı. Fakat kitle desteğine ulaşmanın rahatlığı içindeki DP bile açık bir faşizmin temsilcisi olamadı. Bu ancak AKP’ye nasip olacaktı.

Türkiye’de AKP’nin oluşturduğu kara rejimle beraber ortaya çıkan faşizmin temel özelliklerinin başında kendi dışındaki tüm fikirlere ve muhalefete tahammülsüzlük var. Bugüne kadar dünyanın gördüğü tüm faşizmler ilk olarak kendilerine direnebilecek muhaliflerden ve soldan başlayarak, kendi rakipleri olan başka egemenlere kadar toplumsal arenada kim var kim yoksa ortadan kaldırmakla diğer gericiliklerden ayrıldılar. Fakat faşizmi tehlikeli kılan yalnızca bu özelliği değildi. Faşizm tüm bunları hem de şiddet ve acımasızlıkla yaparken aynı zamanda kendisini destekleyecek bir kitleyi yaratmasıyla tehlikeliydi. Faşizm toplumun tümüne bulaşan bir hastalık olarak da değerlendirilmeliydi.

Faşizm büyük çoğunlukla geniş halk kitlelerini peşine takmayı başararak ilerledi. Türkiye açısındansa AKP’ye kadar bu olmamıştı. Ne 12 Eylül, ne MC koalisyonları ne de Menderes bu anlamda bir kitle desteğini yakalayamadı. Peki, bu kitle temelli faşizmi ortaya çıkaran neydi? AKP faşizmini yaratan toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar nelerdi?

Finansal Kriz, Toplumsal Bunalımlar ve Faşizm

Faşizm en aşırısından bir sağcılık ve kapitalizm savunuculuğuydu. Bu doğası gereği de halk yığınlarına getirdiği tek şey yıkım ve sömürü oldu. Buna karşın faşizmin halk yığınlarını arkasından sürükleyebilme yeteneği nereden ileri geliyordu? Kitleler açıkça kendi çıkarlarına tamamen zıt bir akımın peşine düşüyorlardı. Burada yaşanan toplumsal bunalımın etkisini yakından ele almak gerekir. Gerçekten de tüm faşizm dönemleri ağır toplumsal krizlerin ardından başarıya ulaştılar. Faşist rejimlerin kuruluşunun temel koşulu yaşanan bunalımdan bir çıkış arayan kitlelerin karşılarına çıkan faşizme kapılmalarıydı. O kriz anı geldiğinde akıldışı da olsa en kolay çıkışı gösterenlerin şansı büyük oluyordu.

Toplumun eskiden beri hüküm süren bir geleneksel egemenler kesimi vardı. Ancak artık toplumun yaşadığı bunalım o kadar ileri bir seviyeye yükselir ki onlar da eski konumlarını tek başlarına koruyamayacaklarını anlarlar. Bu koşullarda faşizm onlara da bir kurtarıcı gibi görünür. Ancak faşizm onların da sonudur. İlk başlarda faşist hareketi desteklemenin ödülünü kendi tasfiyeleriyle alırlar. Faşizmin en önemli koşulları burada düğümlenmeye başlar.

Bu toplumsal bunalıma yaratan temel nedenlerin başında ekonomik buhran ortamı gelir. Faşist hareketin yükselişi genel olarak bir ekonomik krizi, özellikle de bir finansal krizi takip eder. O güne kadar çok da önemsenmeyen ve marjinal bir grup olarak toplumun kıyılarında yaşayan faşist gruplar yavaş yavaş toplumun dokusuna yayılmaya başlar.

Zaten büyük çoğunluğu kredi borçları altında ezilen küçük esnaftan başlayarak, işçilere, köylülere kadar uzanan kesimler daha da yoksullaşırken bir taraftan da sahipsiz kalmanın acısını yaşarlar. Aslında faşizm bu noktadan itibaren sadece bir siyasal-toplumsal olgu değil psikolojik bir olgudur da. Ancak kitle psikolojisi birey psikolojisinden daha farklı işler. Faşizm aynı zamanda bir hastalık olarak toplumun içinde hızla yayılır. Yaşanan bunalım faşizmle beraber daha ağır bir bunalımın önünü açar. Ancak faşizmin başarı nedeni de bunalım ortamında bir kısım insanın yalan da olsa tatminini sağlamasından ileri gelir. Faşizm bazı düşmanlar belirler, kitlelere bunları öcüler olarak gösterir. Onları kendi çıkarları için ezerken kitlenin de kinini bunlar üzerinden örgütler ve bastırır.

Bu eğilimleri tarihten izlemek öğretici olacaktır.

1929 Krizi: Öncesi ve Sonrası

1929 Dünya Ekonomik Buhranı faşizmin ortaya çıkmasının tek nedeni değildi. Aslına bakılırsa İtalya’da faşizmin iktidara gelişi de krizden yedi yıl öncesine denk geliyordu. Ancak faşizmin dünya çapında bir güç ve siyasal akım olarak ortaya çıkmasında 1929 krizi son derece belirleyici oldu. Avrupa’da ortaya çıkan faşist hareketler birebir piyasa toplumunun sonuçları olarak doğdular. Piyasanın ve kapitalizmin egemenlerinin toplumu sürükledikleri kriz, faşizmin gelişiminin koşullarını yarattı. Krizler kapitalizmin, faşizm de krizlerin sonucu olarak belirdi bir bakıma. Faşizm İtalya’da bir çeşit devlet kapitalizmini kutsallaştırarak yola çıkarken Almanya’da ise piyasanın hakimi bulunan Alman tekellerinin hizmetinde bir baskı rejimi oluşturdu. Faşizm kriz dönemlerinde bir anlamda kapitalizmin yeniden üretilmesinin de aracı oldular. Bu ülkelerde faşist yükselişte emperyalist beklentilerin de payı büyüktü.

Almanya, ulusal birliğini sağlamış bir emperyalist olarak ortaya çıkana kadar İngiltere başta olmak üzere diğer sömürgeciler dünyayı kendi aralarında paylaşmışlardı. Bismarck’la beraber Almanya da yarışa katıldı. Eşitsiz gelişme yasası da bir taraftan işlemeye devam ediyordu. 1930’lu yıllara gelindiğinde Almanya tüm diğer rakiplerini sanayi üretiminde geride bırakmıştı. Ancak bu konumuna karşın sömürge bulmakta sıkıntı yaşıyordu. Hedefi artık “Doğuya doğru abanmaktı”. Bunu “Drang nach Osten”le sloganlaştırdılar. Alman faşizminin temel hedeflerinden biri olan dünyaya hükmeden III. Reich denilen Alman İmparatorluğu da bu amaçla ortaya bir fikir olarak atıldı. İtalya da benzer bir durumdaydı. I. Dünya Savaşı’ndan zararlı çıkmıştı ve sömürge yarışında geri kalmıştı. Mussolini, İtalyanları Roma İmparatorluğu hayalleri etrafında örgütlemekte zorlanmadı. Faşist ideolojinin yayılmacılığıyla emperyalist hedefler birebir örtüşüyordu. Ancak bir taraftan da dünyaya hükmetme isteği en sıradan Alman’ı ya da İtalyan’ı bile birilerinin efendisi yapıyordu. Bunun yarattığı tatmin hissi de krizden bunalmış kitleyi faşizme bağlayan harç olacaktı.

Almanya’da sıradan Alman’ı örgütlemenin yolu da Yahudi finans kapital çevrelerine karşı duyulan düşmanlığın yönlendirilmesi oldu. 1930’lu yıllarda, yani krizin etkileri tüm ağırlığıyla sürerken ipler hala finans çevrelerinin elindeydi. İngiltere’de Citibank, Almanya’da Die vier D’s, ABD’de de Wall Street ekonomiyi yönlendiriyordu. Bu odakların tümünün de başında Yahudi sermayedarların bulunması faşizmin propagandasının en önemli dayanağı oldu. Faşizm, kitlelerin finans çevrelerine, “tefeci Yahudiler”e duyduğu çekinmeyle karışık nefret duygularını kullanmayı çok iyi bildi. Faşist hareket iktidarı bu çevrelerden aldı. Bunu yaparken de Yahudi düşmanlığını temel bir referans olarak ortaya koyacaktı.

Krizin öncesinde ortaya çıkan faşizm Almanya’da kökenleri Bismarck’a kadar giden Alman sağcılığının mirasçısı oldu ama yalnız bu mirasla da sınırlı kalmadı. Krizin ardından tüm Avrupa’da faşizm bir mikrop gibi yayıldı. 1929 krizinin dünyaya hediyesi Hitler ve Mussolini olmuştu…

Türkiye’de 2001 Krizi: Sefilleşen Kitleler AKP Faşizmine Yöneliyor

Yıllardan beri Batı kapitalizmine teslim edilmiş olan Türkiye ekonomisi sık sık finansal krizlerle karşı karşıya kalıyordu. Özellikle 24 Ocak kararlarının uygulandığı ve neo-liberal politikanın Türkiye’ye iyice yerleştiği, Batı finans kapitalinin Türk ekonomisini iyiden iyiye işgal ettiği 80’li ve 90’lı yılların ardından çok kırılgan bir yapı oluşmuştu. 1995’te kendisini hissettirmeye başlayan krizlere açık kırılgan ekonomik yapı, 2000’lere gelindiğinde artık Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak kadar kronikleşmiş ve ağırlaşmıştı.

Türkiye DSP-MHP-ANAP koalisyonunu yaşarken 2001 krizi patlak verdi. Aslında bu dünya çapında yaşanan finans krizinin bir yansımasıydı. Ancak kriz Batı ülkelerini yıkmadan geçerken Türkiye gibi ülkeler açısından ağır sonuçlara gebeydi.

Türkiye’de emekçi sınıflar ciddi yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Diğer taraftan da küçük esnaf ve çiftçi de kredi borçları içinde boğulmuştu. Tüketimin aşırı teşvik edilmesiyle beraber artan konut ve taşıt kredisi borçlarının neredeyse tamamı dövize endeksliydi. Krizle beraber Türk lirasının dolar karşısında ani ve yüksek oranda değer kaybetmesinin sonuçları özellikle bu kesimler açısından çok ağır oldu. Orta ve alt gelir seviyesindeki tüm kesimlerin bir anda yoksullaşması ve sefilleşmesi böyle ortaya çıktı. İşte AKP faşizmine yönelen kitleler de bunlar arasından çıkacaktı.

1929’da Almanya’da bulunan öcü Yahudi tefeci sermayedar ve tüm Yahudilerdi. Bu bir anlamda doğruydu ama kapitalist sistemin kendisi hedef alınmayacaktı asla. Bu nedenle bir kısım kapitalist yani Yahudiler kötü ilan edilirken diğerleri iyi olarak kutsanacaktı. Türkiye’de de halk, bankaların içini boşaltan hortumcu denilen sermaye kesimine tepki ve kin duyuyordu. Herkes bu bankalara borçluydu. Bu durum kitlelerde ve ortalama insanda kin ve sahipsizlik duygusu yaratmıştı. Bir anda sokakları şiddete teslim eden ve Türkiye’nin en hareketsiz kesimi sayılan esnafın bile sokağa indiği eylemler yaşanmaya başladı. Halk doğal olarak iktidardaki koalisyon partilerini de bu işten sorumlu tutuyordu. İşte tam da bu anda AKP faşizmi bu ortamı çok iyi değerlendirerek, hortumculardan, tefecilerden hesap sorma söylemleriyle ortaya çıktı. 2002 seçimlerinde AKP tek başına iktidara geldiğinde herkes bunun geçici bir zafer olduğunu düşünüyor ve çok da önemsemiyordu. Ancak aynı önemsememe Avrupa’daki faşizm örneklerinde de görülmüştü ve sonuçları da çok ağır olmuştu. Türkiye, krizin kendisine hediye ettiği yeni “Hitler”le karşı karşıyaydı.

Artan Yoksulluk Her Zaman Solu mu Güçlendirir?

Son dönemde yaşadığımız finansal krizin de etkisiyle birçok kesim bir yanılgıya kendini kaptırmaktan kurtulamıyor. AKP iktidarın yıkılması için bu krizin bir fırsat olduğu düşüncesiyle sol ve Atatürkçü kesimler kriz beklentisi içine girdi. Bu teze göre kriz yoksulluğu artıracak böylece halk kendiliğinden AKP’nin karşısına geçecekti. Bu beklenti aslına bakılırsa 1929’dan beri yanlışlanıyordu. Özellikle Türkiye’nin 2000’den beri yaşadıkları da bunun böyle olmayacağını gösteriyordu. Sözgelimi tarım kesiminde yaşanan yoksullaşmaya karşın kırsal kesim oylarının büyük çoğunluğunun hala AKP tarafından alınması açıklanamıyordu.

Ortaya atılan tez kaba bir materyalizme dayandığı için gerçek hayatta bir karşılık bulamadı. Bu teze göre sol yoksulların ezilenlerin hareketi olduğuna göre yoksulluk arttıkça hem solcuların sayısı, hem de insanların solculuğu kendiliğinden artmalıydı. Ancak 1929’da ve 2001 Türkiye’sinde yoksullaşan ve sefilleşen kitleler, sola yönelmediler. Solun gelişmesi gerçekten de ekonomik yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliğin doğrudan sonucuydu. Fakat solun örgütlenebilmesi ve iktidara gelebilmesi için bazı öznel koşullara da ihtiyaç vardı. Solun örgütlenmediği ya da yanlış bir noktada bulunduğu ortamda, garibanlaşan kitleler faşizme sığınacaktı. Ezilen ama doğru bilinç ve örgüte sahip yoksullarla, Türkiye’de faşizme sığınan kitle arasında önemli fark vardı. Bu kitlenin lümpenleşmesi ve yaşadığı kimlik sıkıntısı faşizmin temel gücü oldu.

Dönüşümü sadece ekonomik koşullardan beklemek solun hatası olurken, faşizmin yükselişini önemsemeyen diğer toplumsal güçler ve kurumlar da yaklaşan kara tehlikenin sorumlusu oldular.

Faşizmle Uzlaşanlar, Önemsemeyenler ve Devrimcilerin Zayıflığı

Dünyanın tüm faşist rejimleri benzer yükseliş dönemleri geçirmişlerdi. Bu dönemlerin ortak özelliği de o güne kadar toplumun bir kenarında çok da önemsenmeden bekleyen faşist hareketin bir anda iktidara gelip toplumun tüm kurumlarına hakim olmasıydı. 1922’de Mussolini iktidara geldiğinde kimse bunun yıllarca süreceğini aklından bile geçirmedi. I. Dünya savaşının ardından yoksullaşan proleter, lümpen ve küçük burjuva unsurlar kısa sürede Mussolini’nin peşine takıldı. Önemli olan bu kesimleri, sosyalistlerin zayıflıkları dolayısıyla örgütleyememeleriydi. Faşizm kitlelerin karşısına çarpık bir eşitlikçi propagandayla çıkarken bir taraftan da İtalyan yayılmacılığının ve küçük burjuvaların çıkarlarının korunacağının da vurgusu yapılıyordu. Faşizm İtalyanların önemli bir kesimini etkisi altına almıştı ama sosyalistler başta olmak üzere tüm kesimler ciddi bir aymazlık yaşıyorlardı. 1922’den 1926’ya kadar geçen zaman içinde sosyalistler ezildi ve tasfiye edildi.

Almanya ise benzer bir tasfiyeyi on yıl sonra yaşamaya başlayacaktı. 1932 Haziranında Von Papen Alman Başbakanıydı. Hitler’in karşısında Sosyal Demokratları yalnız bırakarak korkuttu ve yönetimden çekilmelerini sağladı. Bundan sonra gelen altı ay içinde Hitler tüm yönetimi ele geçirdi. Kısa süre içerisinde, I. Dünya Savaşı sırasında sıradan bir onbaşı olan Hitler, “Führer” olacaktı. Artık ortada ne Weimar Cumhuriyeti ne de Anayasa kalmıştı.

Almanya’nın egemen sınıfları da Alman devletini yönetenler de ilk başlarda Hitler’den çok memnundular. Hitler’in solu ve iyice zayıflamış komünistleri ezmesini zevkle izleyenler sıranın kendilerine geldiğini anladıklarında artık onlar için çok geçti. Hitler’le uzlaşanlar ve onun yolunu açanlar da tasfiyeden kurtulamadılar. Faşizmle uzlaşan egemenler, kendi egemenliklerini faşizme devretmeyi ister istemez ya da zorla kabullendiler.

Devrimci hareketin ezilmişliği ve zayıflığı özellikle Almanya’da faşizmin yükselişi açısından belirleyici olmuştu. Almanya’da Spartakistler’i ezen Sosyal Demokratlar, Hitler devrimci hareketin kalıntılarına savaş açtığında hala aymazlık içindeydiler. Devrimcilerin olmadığı yerde faşizmin işi çok daha kolay oldu.

Türkiye’de yaşanan AKP faşizmi örneğinde de benzer bir durum söz konusu oldu. AKP faşizmini yaratan şey bir anlamda 12 Eylül’ün ortaya çıkarttığı ortamdı. Yediği darbelerden sonra sosyalist ve devrimci hareket bir kenara çekilmişti. Geniş devrimci kesimler reformculaşmıştı. Sol, sosyal demokrasiye dönüşürken, Atatürkçülük de devrimci, milliyetçi özünden uzaklaştırılıp kuru bir lâiklik savunusuna indirgenmişti.

Ulus devleti AKP faşizminden koruyabilecek olan kurumlar da gaflet içinde kaldılar. AKP bu başarısını uzun süre devam ettiremeyecekti. Beklenti bu yöndeydi. Bu beklenti de AKP karşıtı kesimleri atalete sürükledi. Ordunun, yargının Cumhuriyet rejimine sahip çıkmaktaki ataleti her geçen gün AKP faşizminin bu kurumlar karşısında mevzi kazanmasına neden oldu. Sonunda bu kurumlar da susturuldu ve 2002’de çok kolay durdurulabileceği düşünülen AKP çok da kolay alt edilemeyeceğini ispatladı.

Faşizmin Öznelliği: 150 Yıllık Kesintisiz Kürt-İslamcı Hareketinin Varlığı

AKP faşizminin öznel koşulu da kendi örgütlülüğüydü. AKP, 2002 yılında yeni kurulmuş bir partiydi. Ancak arkasında 150 yıldır hiç ara vermeden örgütlenen ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerden destek bulan bir Kürt-İslam hareketini taşıyordu. Kürt-İslamcılık Türkiye’deki işbirlikçi sağın ideolojisi oldu hep. Osmanlı’nın son yıllarından beri hatta Hürriyet ve İtilaf sağcılığının ortaya çıkmasından bile önce Şeriatçılık sömürgeciliğe karşı hastalıklı bir tepki olarak ortaya çıkmış durumdaydı. Bu hareketin Kürtçülükle el ele vermesi uzun sürmedi. Türkiye’de Atatürk’ün devrim yaptığı yıllarda bile hareketlerini kesintiye uğratmadılar. Devrim karşısında geri çekildiler ama yeraltına inen tarikatlar aracılığıyla etkinliklerini sürdürdüler. Atatürk’ün ölümünün hemen ardından da İnönü’nün tavizleri ile kafalarını yeniden dışarı çıkarmaya başladılar. DP iktidarı ise faşist eğilimleriyle beraber bu Kürt-İslam ideolojisinin de temsilcisi olma özelliğini de açıkça taşıyordu. Menderes, Kürt-İslam hareketinin ideolojik referansı Said-i Nursi’nin elini öpecek kadar bu hareketin güdümündeydi. 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri de solu ve devrimciliği ezerken onun alternatifi olarak toplumun daha geniş kesimlerine Kürt-İslam virüsünün bulaşmasına gayret sarf ettiler.

Kürt-İslamcı gericilik bu dönemlerde çok büyüdü. Türk halkının gerçek yapısına çok ters olması nedeniyle ne kadar örgütlenirse örgütlensin gene de geniş kitlelerin desteğine ulaşamıyordu. Bu kitleselleşme ilk olarak Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle gerçekleşti.

28 Şubat kararlarıyla geçici olarak geriletildi ama toplumun karşısına devrimci bir alternatif çıkarılamadığı için AKP ile beraber uygun zamanı kollayarak çok daha güçlü bir şekilde geri döndü.

Esas mesele AKP’ye oy veren herkesin Kürtçü ve Şeriatçı olması değildi. Bunu en başarılı faşist bile gerçekleştiremez. Tabi AKP bu hızla yeterince süre çalışırsa ve kimse de ona engel olmazsa Türkiye’nin İran ya da Afganistan olmayacağını da kimse iddia edemez. Toplumun hızla geriye gittiği ortadadır. İlk başta AKP’ye oy vermek onun tüm programını destekleme anlamına gelmiyordu. Kitlenin faşizmin peşine takılmasının başka kuvvetli nedenleri de vardı. Faşizmin etkili bir sürükleyiciliği oldu. Burada da toplumsal ve nesnel koşullar etkili oldu. AKP’ye yakalanan kitle her geçen gün biraz daha onun istediği yapıya evrilecekti.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

3 Ekim 2017 Salı

Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te Darbe olsa Türkiye’yi Bölemezdik!



Hüseyin Çelik’in Balyoz itirafı: 2003’te darbe olsa Türkiye’yi bölemezdik!




Kaya Ataberk

Balyoz’un ardından…


Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin Balyoz Davası kararlarını açıklamasının tartışmaları hâlâ tüm hızıyla devam ediyor. Anlaşılan daha da devam edecek. Aslında tartışmaların bu kadar hararetli olmasının ve sürmesinin birkaç boyutu var. Bu boyutlardan biri, cezaların çok önemli bir kısmının onanmasıyla beraber Türk Ordusu’nun gerçek bir tasfiyeye tabi tutulmuş olması. Fakat diğer taraftan özellikle Deniz ve Hava Kuvvetlerinin cezaların asıl hedefi durumunda olması meseleyi daha da karmaşıklaştırıyor. Ordu’ya yapılan tasfiyenin yanında, Ordu’nun kendi içindeki güçlerin birbirlerini hedef alan bir tasfiyesi daha olduğu ihtimali güçleniyor.

Ama bizce Balyoz’un ardından esas olarak herkesin üzerinde oturup düşünmesi gereken bir boyut daha var. Bu boyut ise özellikle AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Sözcüsü Hüseyin Çelik’in konu ile ilgili söyledikleri ile beraber düşünüldüğünde anlam kazanıyor.

Hüseyin Çelik’ten itiraflar

Hüseyin Çelik’in Kuzey Irak’ta yayın yapan bir Kürt televizyon kanalına yaptığı şu açıklamalar gerçekte çok önemli bir itiraf niteliği taşıyor:
“Eğer bir ülkede demokrasi varsa birileri eleştirecek, birileri de olumlu bulacaktır. Biz bütün fikirlere saygı gösteriyoruz. Ama herkes bilsin ki Türkiye’nin demokratikleşmesi için biz her gün yeni adımlar atıyoruz. Bugün yaptıklarımızı 2003 yılında yapsaydık o zaman partimiz kapatılırdı ve ordu yönetime el koyardı. Her şeyin ve her adımın bir zamanı vardır. Yıllarca Türkiye’de Kürtlerin varlığı inkâr edildi. Kürtler yok sayıldı. Ben de Türkçeyi 7 yaşımda okulda öğrendim.”

Hüseyin Çelik hızını alamıyor benzer bir açıklamayı da Bugün Gazetesi’ne yapıyor:

“AK Parti’ye 2008’de kapatma davası açtılar. Katsayı, imam hatip okulları, Diyanet’in Kuran kursları, üniversitelerde başörtüsüyle ilgili açıklamalarımız kapatma gerekçesiydi. O yüzden 2003’te bugün yaptıklarımızı yapmayı bırakın, söyleseydik kapatma ve darbe gerekçesi olacaktı diyorum. Siyasetin ve milletin üzerindeki bu vesayet sistemi kısmen 12 Eylül referandumuyla kalkmıştır. Yüzde yüz bertaraf olmuştur demiyorum. Statükocu yapı hâlâ direnmeye devam ediyor. Ergenekon ve Balyoz davalarına birilerinin karşı duruşu bundandır. Özlemini duydukları 1940’lı yılların yapısını sürdürmek istiyorlar… 2002’de iktidar oluyorsunuz, Sayın Gül’ün başkanlığında 58. hükümet dönemi var. Balyoz darbe planının karara bağlandığı gün Erdoğan hükümetinin kuruluş günüdür: 15 Mart 2003.”
Her şeyden önce her iki açıklama da bir Kürt-İslam faşistinin Türkiye Cumhuriyeti’nden, Türklükten, demokrasiden, Ordu’dan intikam almalarına nasıl sevindiğinin itiraflarıdır. Bu değerlere ve kurumlara açılan savaşın itirafıdır.
Fakat Çelik’in söylediklerini bir de tersinden okuyunca itirafın gerçek niteliği daha da iyi ortaya çıkıyor. Çelik; “Eğer bu yaptıklarımızı 2003’te yapsaydık, Ordu ve yargı duruma el koyardı ve bize engel olurdu” diyor ve ekliyor: “Her şeyin bir zamanı var”.

Bu söylem gerçekte şunun itirafıdır:

“Eğer söz konusu güçler, bilhassa da Ordu, 2003 yılında bize engel olsaydı, ne bu kadar Şeriatçılık yapabilirdik, ne PKK’yı bu kadar güçlendirebilirdik, ne Andımız’ı kaldırabilirdik vs…”
Hüseyin Çelik, görüldüğü gibi durumu bir darbe-demokrasi ekseninde düşünmüyor. Belki yine bu eksende bir söylem kullanıyor, yaptıklarını Türkiye’nin “demokratikleşmesi” olarak ortaya koyuyor fakat gerçekte mantığı çok daha doğru bir şekilde güç dengeleri, strateji ve doğru zamanda doğru hamle gibi reel kavramlarla işliyor.
Evet, darbelere karşı olmak ve ülkenin sivil güçler tarafından demokrasiyle yönetilmesini savunmak önemlidir. Bu demokrasi idealini savunmak hepimizin görevidir. Fakat yıllardır Kürt-İslamcı hareket için söylenen “demokrasiyi kullanarak demokrasiyi ortadan kaldırma” yöntemi bugün açıkça hayata geçmiş bulunuyor. Fakat elden giden sadece demokrasi de değil. Onunla beraber Cumhuriyet, ulus devlet, Türklük de elden gidiyor. Ama biz ­demokratlar hâlâ, idealimizdeki demokrasiyi savunmak adına gerçeklerden kaçıyoruz.
Hüseyin Çelik’in itirafının en can alıcı noktası ve bizlerin yapmamız gereken en temel çıkarsama işte bu noktadır: “Engel olunabilirdi!”
Ama engel olunamadı ve böylece elimizde ne Cumhuriyet, ne laiklik ne de 2003’ten önceki beğenmediğimiz “demokrasi” kaldı. Herhalde kimse çıkıp bu durumun yine de daha iyi olduğunu iddia etmeyecektir.
Peki, kim engel olamadı ya da kim engel olunmasına engel oldu?

Ordu içinde neler yaşandı?

Yargıtay’ın kararları açıklamasının ardından, basından birçok kişinin de haklı olarak farkına vardığı bazı ilginç durumlar ortaya çıktı ve tartışılmaya başlandı.
Davada yargılanan sanıkların 254’ü denizci, 101’i karacı, 40’ı havacı, 63’ü ise jandarmaydı. Beraat edenlerin dışında kalan 361 sanık hakkında Yargıtay’da verilen kararlarda 297 sanığın cezası onanmış, 88 sanığın cezası ise bozulmuştu.  Bu onama ve bozmaların ise dağılımı ilginçti.
Yargılanan karacıların 64’ünün cezası bozulmuştu, Yargıtay’ın cezasını onadığı karacıların oranı sadece % 37 idi. Fakat iş denizcilere ve havacılara gelince bu oran dramatik bir şekilde değişiyordu. Yargıtay denizci subaylardan sadece 20’sinin mahkûmiyetini bozmuş, denizcilerin cezalarını % 87 oranında onamıştı. Havacı subaylardan ise cezası bozulan kimse yoktu yani mahkûmiyet oranı % 100 olmuştu!

Bilindiği gibi Balyoz Davası iddianamesi, 2003 yılında 1. Ordu’da yapılan bir semineri gerekçe göstererek darbe girişimi olduğunu savunuyordu. Gerçekte bugün ceza alan Deniz Kuvvetleri mensubu subayların biri bile söz konusu seminere katılmış değildi. Daha sonra Gölcük Donanma Komutanlığı’nda yapılan aramada bulunan dijital belgelere dayanılarak tutuklanmışlardı. Yani olaya bir şekilde sonradan dâhil edilenlere esas fatura çıkarılmıştı. Yine tüm Kara Harp Okulu öğrencileri beraat ederken, Deniz Harp öğrencilerinin tümü ise ceza aldı.
Ordu’nun içinde garip bir şeyler olmuştu! Neden Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri hedef alınmıştı? Kararların ardından Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Tuğamiral Sami Örgüç’ün protesto için istifa etmeleri olanları daha da dikkate değer kılmıştı. Gerçi Deniz Kuvvetleri’nden bu nedenle daha önce de istifalar olduğu gibi Org. Işık Koşaner gibi bir Genelkurmay Başkanı da istifa etmişti ama artık durumun iyice netleşmeye başladığı görülüyordu. Birileri istifa ederken birileri de sadece seyrediyordu.

16 Ekim’de Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Akar, Mamak Askeri Cezaevi’ne kalan subayları ziyaret etti. Hemen ardından Mamak’taki subaylardan bir ortak açıklama geldi ve gazetelere yansıdı. Açıklamada şöyle diyorlardı:
“Bugüne kadar Yargıtay’dan çıkacak kararı bekleyen ve masumiyetimize inanan komutanlarımızın hukuka saygı ve adil yargılanmayı etkilememe adına sessiz kaldıklarına yürekten inanıyoruz. Bugün Deniz’in, daha doğrusu Cumhuriyet değerlerinin ve hukukun bittiği noktada olduğumuzu hepinizin bildiğini ve gördüğünü değerlendiriyoruz. Bu hukuksuzluğu ve haksızlığı görerek istifa eden, bizlerin masumiyetini her ortamda ve her şartta haykıran emekli Donanma Komutanı Nusret Güner’in dışında diğer komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. Gazeteler ve görsel medyada Atatürk’ün neferi Nusret Güner’e 2 neferin, ‘Yerimiz onların yanıydı’ diyen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Teknik Başkan Tümamiral Sami Örgüç’ün istifa ederek katıldığını izledik. Atatürk’ün emrettiği yolda yürümenin esası askerler için, önce komutan ve lider olmaktan geçmektedir. Lütfen ülkemiz ve bizler için daha fazla geç olmadan en kısa sürede bir araya gelin, her türlü şahsi menfaat ve duygulardan uzak, uyutulan Türk halkına bizleri en iyi tanıyanlar olarak korkmadan masumiyetimizi haykırınız.”

9 Mart 1971’den Balyoz’a

Gerçekten Ordu içinde ne olmuştu? Anlaşılan odur ki birileri birilerini yarı yolda bırakmıştı, taraf değiştirmişti, tabiri caizse satmıştı ve tasfiye etmişti. Anlaşılan 9 Mart 1971 ve sonrasında yaşananlara benzer gelişmeler Balyoz öncesinde ve sonrasında Ordu içinde yaşanmıştı.
Hatırlanacağı gibi o dönemde de ordu içinde bir ekiplerin birbirini tasfiye savaşı yaşanmıştı. 9 Mart 1971’de sola yakın komutanların liderliğinde yapılacak müdahale son anda Org. Faruk Gürler’in taraf değiştirmesi ve Org. Muhsin Batur’un tek başına girişimde bulunmaktan vazgeçmesiyle iptal olmuştu. Böylece 12 Mart’ta Org. Memduh Tağmaç, Org. Cevdet Sunay ve Faik Türün liderliğindeki sağcı ekip muhtıra vermişti. Hemen ardından gelen süreçte Faik Türün’ün emriyle birçok subay ve sivil tutuklanmış, Ziverbey Köşkü’nde işkenceden geçirilmiş, Bomba Davası adlı bir tezgâhla başlayan geniş bir tasfiyeye girişilmişti. Özellikle Türün’ün ekibi; Faruk Gürler, Kemal Kayacan ve Muhsin Batur aleyhine ifade vermeleri için tutuklulara baskı ve işkence yapmışlardı. İlk iddianamede adları geçmeyen kuvvet komutanları, ikinci iddianamede ismen de yer almışlardı.

Yaşanan tam bir taraf değiştirme, tasfiye ve komplo savaşıydı. Dönemi ve ayrıntıları merak edenler için Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın İleri Yayınları’ndan çıkan Bomba Davası-Savunma isimli kitabı temel kaynaktır.
1970’lerde yaşananların ışığında Balyoz olayına baktığımızda, bugün de benzer süreçlerin yaşandığı anlaşılmaktadır. Bugün her şey tüm netliğiyle bilinmese de bir gün mutlaka anlaşılacaktır.

Bugün, 2003 döneminde görevde olan emekli Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, arkadaşlarını neden savunmadığını şöyle açıklamaya çalışıyor:
“Ergenekon davası sırasında tanık olarak dinlenirken, Balyoz davasıyla ilgili soruya da yanıt verdim. Yargılanan bir arkadaşımızın avukat kızı Balyoz için de konuşup konuşmayacağımı sormuştu. Ben zaten konuşmuştum. Kamuoyu da biliyor ne söylediklerimi. Şimdi diyorlar ki, ‘Hilmi Özkök, Balyoz’da ifade vermekten kaçındı.’ Yok böyle bir şey. Dedim ya, söyledim söyleyeceğimi. Zaten Yargıtay da gerekçeli kararında mevcut deliller nazara alındığında, sonuca etki etmeyeceği için benim ve Aytaç Paşa’nın tanıklığına gerek olmadığına yer vermiş. Ne diyeyim ben daha?” 
Her ne kadar Hilmi Özkök, “tanık” olarak çağrılmadığı için bir kabahati olmadığını iddia etse de gerçekte onun esas olarak durduğu noktanın ne olduğunu kanıtlayanın “sanık” olarak çağrılmaması olduğunu görmek gerekir. Ne zaman ne yapmıştır da acaba “sanık” olmaktan kurtulmuştur? En baştan beri mi karşı taraftadır, yoksa sonradan mı geçmiştir? Bu soruların cevabını ise elbette tarih verecektir.
Bizimse akıl ve vicdanlara sormamız gereken daha önemli bir soru var…

AKP’nin Engellenmesi mi Engellenmemesi mi Türkiye’yi daha geri götürdü?

Tüm bu tasfiyelerin, ihanetlerin, taraf değiştirmelerin ötesinde tüm cumhuriyetçi, demokrat akıllara ve vicdanlara bir soruyu bir kez daha sormalıyız: Tamam; ideal ve doğru olanı demokrasinin, ulusun ve cumhuriyet değerlerinin sivil güçler tarafından korunmasıydı. Ama bu olmadı. Bu olmadığı gibi bu koruma görevini Ordu da yerine getiremedi ya da getirilmesi içindeki ve dışındaki dinamikler tarafından durduruldu. Bu sürecin sonunda Ordu’nun kendisi de tasfiye oldu. Şimdi Genelkurmay Başkanı Özel, profesyonel orduya geçişten bu nedenle olumlu bahsetmektedir…
O çok kullanılan argümanı; askerin her müdahalesinin ülkeyi onlarca yıl geriye götürdüğünü kabul edelim. Ama acaba AKP’ye, hiç istemesek bile Ordu tarafından gelen bir müdahaleyle engel olunması mı Türkiye’yi daha geriye götürürdü yoksa engel olunmaması mı daha geriye götürmüştür? Birinin hasarı on yıllarla ölçülecekse, diğerinin hasarını en az yüzyıllarla ölçmek gerekir herhalde…
AKP’nin engellenmemesinin Hüseyin Çelik’in ve onun gibilerin istediği bir Türkiye tablosu yarattığını bilmek bu kanaati daha da güçlendiriyor…


27 Haziran 2017 Salı

Ağlama Ahmet bu Sensin


Ağlama Ahmet bu Sensin…


Kaya Ataberk,
25 MART 2012


Meğer Kekeç'i ne kadar üzmüşüz

Okurlarımızın bildiği gibi önceki hafta bir yazı yazdık ve Ahmet Kekeç, Emre Aköz ve Engin Ardıç gibi köşe yazarı görünümlü AKP kalemşorlarıyla, yine aynı Kürt-İslam faşizminin "sanatçısı" ve simge ismi Nihat Doğan arasındaki "fikir" ve üslup benzerliklerine dikkat çektik.

Bu açık benzerliklerden de yola çıkarak aklımıza takılan bir soruyu sorduk. Nihat Doğan'ın o çok gülünen akıl-fikir fışkıran konuşmalarını ve sözlerini bu "yazarlarımızdan" birinin, özellikle de Ahmet Kekeç'in hazırlayıp hazırlamadığını sormuştuk.

 Ne yapalım?

Tüm izler Kekeç'i işaret ediyordu.

Meğer bu yazdıklarımızla Ahmet Kekeç'i ne kadar da üzmüşüz, kalbini kırmışız…

Star gazetesindeki köşesinden TÜRKSOLU'nu ve bahis konusu olan yazımızı anarak öyle bir yazı kaleme aldı ki vallahi ancak bu kadar olur dedik. Oturup tüm TÜRKSOLU yazarları bir araya gelsek, Ahmet Kekeç-Nihat Doğan benzerliği hakkındaki iddiamızı daha bir derinleştirelim, kanıtlayalım desek Ahmet'in kendisi kadar bu işi başaramazdık.

Ahmet o aynı saldırgan ve seviyeden nasibini almamış üslubuyla hem gazetemiz, hem de Türkiye'nin en önde gelen Atatürkçü aydını Yekta Güngör Özden hakkında yazmış…

Bu yazdıklarına tekrar döneceğiz de esas merak ettiğimiz başka bir şey. Ahmet Kekeç, yazısında Nihat Doğan'la fikirlerinin farklı olduğunu iddia etmiyor.

Bu üsluptan rahatsız olduğunu da söylemiyor.

Hayır, biz Nihat Doğan gibi değiliz, farklı fikirlere ve seviyeye sahibiz de demiyor.

Fakat anlaşılan o ki tam da suçüstü yakalanmaya işaret eden bir haleti ruhiye ile kaleme aldığı yazısı boyunca üzülüyor, kızıyor ve hiç olmamış şeyler, hiç söylenmemiş sözler üzerinden saldırıyor ve hakaret ediyor.

Oysa biz ona ne hakaret ettik ne de onun iddia ettiği gibi "satılmış", "dönek" ya da "hain" dedik. Biz sadece bir dönemin ve o dönemin yarattığı insan tipinin tahlilini yaptık.



Fakat karşılığında ne bulduk?

Tam da tahlilimize uyan bir tepki…

Biz Nihat Doğan'ı gösterip "Gülme Ahmet bu sensin" demiştik fakat Ahmet gülmeyip ağlamaya başladı...

Ahmet ağlama bu sensin...


Ahmet'in hararetinin sebebi katıksız TÜRKSOLU korkusu

Ahmet Kekeç'in bize bu kadar hararetle saldırmasının tek bir nedeni var: Tüm faşistlerin devrimcilikten; tüm vatansızların, milliyetsizlerin milliyetçilerden duydukları korku Ahmet'te TÜRKSOLU korkusu olarak ortaya çıkıyor.

Milliyetçiliği ve solu birlikte savunan bu hareketin varlığı Türkiye'de yıllardır kurulmuş olan halkı sağa mahkûm etme planının çökmesi demek. Ahmet ve onun gibiler de bu durumun farkında oldukları için TÜRKSOLU'nun adını duydukları anda işte böyle cin çarpmışa dönüyorlar.

Daha geçen yazımızda ömrü boyunca solla yakından uzaktan ilişkisi olmamış Ahmet Kekeç'in bizim solculuğumuzu nasıl olup da tartışabildiğini sormuştuk. Ve demiştik ki; madem sol senin açından bu kadar iyi bir şeydi o zaman neden solcu olmak yerine hep sağcı olmayı yeğledin?

Ahmet, bu soruya bir yanıt vermek yerine daha yazısının ilk cümlesinde bir sol tartışması açmış.

Ne diyelim?

Bir yazarın düzgün bir şeyler yazabilmesi için tabi ki önce okuduklarını doğru anlayabilmesi gerekir. Anlaşılan Ahmet bizim yazımızı okumuş ama pek doğru anlayamamış. Yoksa zannederiz ki bu kadar ısrarcı olmazdı…

TÜRKSOLU'na saldırırken Yekta Güngör Özden'i de hedef almış. Yekta Bey'in hiçbir zaman kullanmadığı bir üslubu ona yakıştırmaya kalkmış. Bu ülkede Yekta Güngör Özden'e hangi çevrelerin ne amaçla saldırdıkları açıktır. Tükenmek üzere olan bazı kalemler de son çare olarak bu saygın isme saldırarak kendilerini birilerine hatırlatmaya ve aferin almaya çalışırlar.

Okuduğunu anlamayan bir yazar

TÜRKSOLU'na saldırırken nereden tutturacağını bilemeyen Ahmet Kekeç, bakın neler söylemiş.

Ona kalırsa TÜRKSOLU, " Kürt bakkaldan alışveriş yapmayın…" diyormuş.

Buyurun açalım TÜRKSOLU'nun 10 yıllık arşivi karşımızdadır ve Kekeç dâhil herkese de açıktır. Böyle bir ifade bir kere bile bu sayfalarda geçtiyse Kekeç'in bize özür borcu var demektir.

TÜRKSOLU, " Alışverişimi Türk'ten yapıyorum, param PKK'ya gitmiyor " demiştir ve bu başlıkla çıkan yazı da dâhil hiçbir yazıda Kekeç'in kullandığı gibi "Kürt bakkal" ya da benzeri bir ifade yoktur.

Anlaşılan Kekeç bütün Kürtlerin PKK'lı olduğunu düşünmektedir ki "PKK" gördüğü yerleri "Kürt" olarak algılamaktadır.

Irkçılık birilerinin gözünü kör ettiyse en azından karşısındaki metni düzgün okuyamamak anlamında bu Kekeç için geçerli olacaktır.

Bir de Kekeç'in, " Yılın Ali Kemal'i anketi " dediği mesele var. Gerçekte ne böyle bir anket oldu, ne de Kekeç'in iddia ettiği gibi Mehmet Barlas bu anketten birinci çıktı.

Fakat bu da nereden çıktı diye düşündüğümüzde aklımıza TÜRKSOLU'nun 2006 yılında yaptığı " Yılın faşisti anketi " geldi. Arşive dönüp bu anketin sonuçlarına bakınca Kekeç'in bir üzüntüsünü daha anladık.

Ahmet Kekeç, o yılki ankette " yılın faşist adayları " arasında pek de önemsenmemiş ve oyların ancak % 1'ini alarak listenin en alt sıralarına yerleşmişti.

Fakat Ahmet, üzülmene gerek yok ki sen birinci olamasan da "gönüllerin faşisti"sin emin ol. Bizim gözümüzde yerin çok ayrı…

Bize lütfen bir dahaki sefere Nihat cevap versin!

Ahmet'in gözünde de bizim yerimiz ayrı biliyoruz. Çünkü o da biliyor ki aynen yazısında belirttiği gibi bizim yazılarımız, fikirlerimiz Türk milletinin içinde "taraftarlarını oluşturuyor". Anlıyoruz, rahatsızlığının temel nedeni de bu…

Fakat Ahmet belki de şunu bilmiyor ki bizim fikirlerimiz zaten halkın çoğunluğunun fikirleri. Türklerin tamamı böyle düşünüyor Ahmet. Bizimle bu kadar uğraşmana gerek yok, sen aslında Türk'le uğraşıyorsun.

Kekeç'in güya bize sorduğu Kemalizm ve Batıcılık-gericilik ile ilgili sorulara gelince...

Bunların, çıkarlarının halka Kemalizm'i Batıcılık olarak göstermekte olduğunun bilinciyle sorulmuş sorular olduğunu ve Kekeç'in "Ben Atatürk'e değil Kemalizm'e düşmanım" tarzında bir kıvırmaya mecbur kaldığını tespit etmek dışında bir cevap vermeye gerek görmüyoruz.

Bunlar dışında da biz ne yazık ki Ahmet'te fikir tartışması yapılacak bir seviye bulmadık da bulamayacağız da anlaşılan…

Hem zaten Ahmet kendisi itiraf etmedi mi daha birkaç gün önce "Bu yazarda fikir bulunmaz" diye…

Anlıyoruz bu konuda çok yaralı, çok hassas ve mazur görüyoruz.

Fakat kendisinden son bir ricamız var:

Lütfen bundan sonra bize cevapları Ahmet değil Nihat versin. İhtimal ki o daha güçlü fikirlerle karşımıza çıkacaktır…


http://www.turksolu.com.tr/358/ataberk358.htm

***