AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2
Faşist Tepkinin Büyüsü: Kapitalizme Karşı Demagoji
Toplumlar karşılaştıkları felaketlere karşı iki türlü tepki verirler. Bunlardan bir bu felaketi aşmaya yönelik bilinçli ve doğru örgütlü çabadır. Diğeri ise ancak hastalıklı ve gerici bir tepki olabilir. Ezilen dünya sömürgecilikle karşılaştığında halkaların verdiği tepki doğal olarak milliyetçilik oldu. Sömürgecilik her şeyden önce onların medeniyetini ve ulusal varlığını ortadan kaldırmak üzere gelmişti. Bu durum karşısında milliyetçiliğe sarılmak tutarlı ve doğaldı. Bir diğer tepki de Şeriatçılıktı. Burada da toplum sömürgeciliğe karşı geri dönüşe yani mümkün olmayana sığınarak hastalıklı bir tepkiye örgütlendi. Faşizmin ortaya çıkışında da benzer bir durum vardı.
Kapitalizmin karşıtı olarak eşitlikçi, sosyalist tepkinin doğuşu ilerici ve doğaldı. Ancak faşizm de Şeriatçılığın akıldışı ve hastalıklı tepkisine benzer bir gelişim gösterir. Faşizm sosyalizmin aksine kapitalizme karşı ciddi bir demagoji içerisindedir ama faşizm uygulamaları her yerde özeli mülkiyeti, kapitalizmi korur. O kitlelerin tepkisini son derece çarpık bir şekilde örgütleyen kara bir güçtü. Sosyalizm yeni toplumun kuruluş projesi ve onun için savaşmakken, faşizm halka yoksunluğunu anlattı. Bu yoksunluğu bir kine dönüştürdü ve “onlar” gibi olmayı vaat etti. “Onlar” kötüydü çünkü hırsız ve yalancıydılar. Ama faşist burjuvalar öyle değildi, onlar temizdi. Faşist düzende yoksunlaşmış sıradan insanın da zenginleşme ve yoksunluğunu giderme şansı olacaktı. Yani faşizmin özel mülkiyetten ve kapitalizmden kaynaklanan bu düzeni değiştirmek derdi yoktu. O sadece bu düzeni kendisi ele geçirmek istiyordu. Faşizme kapılan kitleye de kendi tarafında olarak kazanmayı öneriyordu.
Hitler tüm demagojiye rağmen hiç çekinmeden “Özel mülkiyetin kayıtsız şartsız doğru, zorunlu ve mantıklı olduğunu göstermek gerekir” diyordu. Tayyip Erdoğan’da “Ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek asıl mantığını gösteriyordu. Özel mülkiyetçilik ve halk düşmanlığı faşistlerin özünde vardı. “Nasyonal sosyalizm” AEG, Thyssen, Siemens gibi Alman tekellerinin desteğinde büyüdü, AKP de gene aynı dünya tekellerinin…
Ancak faşizmin kapitalizme karşı geliştirdiği demagoji, sistemin kendisini hedef almasa da burjuvaların bir kısmını hedef alıyordu. Almanya’da finans öcüsü Yahudiler, Türkiye’de de banka hortumcusu “laik” burjuvalar bundan nasibini aldı.
Kötü “Laik” Burjuvazi, İyi İslamcı Burjuvazi
Hitler ve Nazilerin Almanya’da yaşanan tüm yoksulluğun ve krizlerin nedeni olarak Yahudi finans sermayedarlarını kitlelerin önüne sürerek destek toplamasının bir benzeri de Türkiye’de 2001 krizi sonrasında yaşananlar oldu. Faizsiz kazanç, Anadolu kaplanları gibi söylemlerle yıllardan beri parlatılan bir Yeşil sermaye kesimi zaten gelişiyordu. Ancak bu sermayenin geniş iktidar olanaklarından yoksun oluşu, sınırlarını dar çiziyordu. Türkiye’nin klasik sağcı iktidarları yıllardan beri TÜSİAD ve benzeri büyük sermayenin destekçisi konumundaydı.
AKP kendisinden önceki faşist hareketleri takip ederek kapitalizme karşı örtülü bir demagojiye giriştiğinde bu büyük sermaye kesimlerini hedef alıyordu. Tabi ki ilk başlarda bu hedef alış çok da açıktan yapılmadı. Daha çok laik kesimin ahlaksızlığı, sosyetenin eleştirisi üzerinden geliştirilen örtülü saldırı krizle beraber daha güçlü argümanlarla yola çıkma şansı buldu. Türkiye’de büyük sermaye çevrelerinin tümünün kendilerine ait bankaları, finans kuruluşları vardı. Büyük holdingler sık sık kendi kendilerine kredi açıp ödemeyerek bu bankaların içini boşaltmayı bir finans yöntemi olarak kullanıyorlardı. Bu durum da o bankanın bir süre sonra batmasına neden oluyordu. Bu olayın adı halk arasında hortumlama olarak anılmaya başlandı. Hortumculuk krizin tek nedeni olarak insanların önüne sürüldü. Ancak hortumlama olayları da krizler de kapitalizmin haydut ve anarşik doğasının sonuçlarıydı. Tabi ki AKP kapitalizmin aleyhine tek bir söz bile kullanmadı ama hortumcularla mücadele söylemini kullanarak halkın kapitalizme karşı gelişen bulanık tepkisini de kendi istediği tarzda değerlendirdi.
Halkın gözünde TÜSİAD, hortumcular ve kartel medyası lanetlendi. Ancak onlardan hiç de aşağı kalır tarafı olmayan MÜSİAD ve türlü yolsuzlukları ortaya çıkan İslamcı sermaye yüceltildi. Yeşil sermaye temizdi çünkü dinsel ahlakları dolayısıyla temiz çalışıyorlardı. Diğerleri ise lâikliklerinden kaynaklanan ahlaksızlıkları dolayısıyla her yolsuzluğa açıktılar. Bu söylemle laikliği savunan tüm kesimler de bu ahlaksızlığın ortakları durumuna düşürülüyordu. Halk kesimleri de AKP eliyle kapitalizme değil lâikliğin savunucusu kurumlara, özellikle de Ordu’ya düşman edildi. Kriz bile lâik Cumhurbaşkanının Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla çıkmamış mıydı?
Büyük sermaye de ulus devlet kurumlarının toplumsal ağırlığından ve Ordunun gücünden rahatsızdı. Bu nedenle AKP’nin bu kurumlara karşı saldırısını desteklediler. Ancak durum ilerleyen süreçte onlar için de iyi olmayacaktı. AKP gücünden emin olmaya başladığı andan itibaren kendine bağlı İslamcı burjuvaları kolladı palazlandırdı ve Aydın Doğan başta olmak üzere büyük sermayenin de tasfiyesinin işaretlerini vermeye başladı. Artık sistemin çarkları TÜSİAD için değil, yeşil sermaye için dönüyordu. Değişmeyense halkın yoksulluğu ve ezilmişliği oldu.
Lümpenleşen Kitlelerin Tarikatlara ve Cemaatlere Sığınışı
Alman ve İtalyan faşizmleri yoksunlaşan, sefilleşen kitlenin üzerinde yükselmişti. Bu kitlenin en lümpen, saldırgan kısmı faşizmin ana damarını oluşturdu. Bu kesimler toplumsal mücadelenin içinde yolunu bulacak ve gelecek daha ileri safhaların habercisi olan yoksullar değildi. Bu kesimlerin temel yönlendiricisi varlığa duyulan kıskançlık oldu. Faşizm bunların yoksunluğunu değerlendirmeyi çok iyi bildi. Hitlerin kahverengi gömlekli SA ve SS kıtaları da Mussolini’nin kara gömlekli Fascio’su da hep bu toplumun tortusu durumuna düşmüş kesimlerden insan buluyordu. Bir zamanlar sistemin içinde ezilen ve bilenen insanların bir kısmı artık egemen tarafta olmanın ve faşist liderin yanında muzaffer duruma gelmenin hazzına kapıldılar. Esas faşistleşme, kitlenin kendini kaybetmesiyle oldu. Gerçek faşist yükseliş de böyle başladı. Hitler ve Mussolini bu örgütleri aracılığıyla kan kusturdular. Varoşlar faşizmin yanında böyle yer aldı.
Aynı süreç Türkiye’nin varoşlarında da yaşandı. 12 Eylül’le beraber kent yoksulları arasındaki çalışmadan çekilen sol buraları iki önemli faşist güce teslim etti. Bunlardan bir AKP’de kristalleşen tarikatlar olurken diğeri de Kürt ırkçısı faşist PKK oldu. İtalya’da Fascio, faşist yapının mahalle örgütüydü. Bu örgüte girenler kendilerini kurtardıkları gibi, Duce’nin hizmetinde faşist piramidin bir parçası olarak egemenlerin arasında yerlerini alıyorlardı. Türkiye’de ise lümpenleşen varoş kesimlerinin sığındığı yer tarikat ve cemaat oldu. Bu yapı bir taraftan ekonomik bir dayanışmanın rahatlığını sağlarken diğer taraftan da kendisini bir hiç olarak hissedenlere tebaa şeklinde de olsa bir kimlik ve bir amaç verdi.
Tarikatın yarattığı diğer şey de türban, çarşaf ve cüppeden oluşan faşist türdeşlik duygusuydu. Faşizm gerçek eşitliği sağlayamadığı için bunu görüntüde gerçekleştiriyordu. Ancak yoksul varoş sakinleri kara çarşafta türdeşleşirken, İslamcı burjuvazi türbanlı ama son derece lüks bir saltanat hayatı yaşamaya başlamıştı. Kendisini faşizmin sahte türdeşliğine kaptıran birey ise kendisi yapamasa da bu “türdeşi” burjuvaların onun adına yaşadığı saltanatın ve zenginliğin tadını çıkarmaya bakıyordu. Gerçekliğin yerini hayaller ve duygular dünyası almıştı. Bu da faşizmin diğer önemli koşuluydu.
Şeriat, Taassup ve Mucize: Akıldışı Faşizm
Faşist lider tartışmasız bir ruh hastasıydı. O dünyanın hakimi olmanın peşine düşmüştü ve her şeyde, her zaman haklıydı. Führer, Duçe ya da “İmam” kurulan faşist piramidin en tepesine daha işin başında yerleşmişti. Piramidin en önemli özelliği ise bir yanılsamanın dışavurumu olmasıydı. Faşist piramidin en üstünde yer alan şizofrenik liderin altında faşist partinin yöneticileri bulunuyordu. Onun altında da onlara tabi olanlar. En altta ise faşizmin egemenlerinin de tebaasının da dışında yer alanlar vardı. Bu biraz da eski Yunan demokrasilerine benzer bir durum yaratmıştı. Bu demokrasilerde de bir kısım insan sistemin içindeyken onun dışında kalanlar yani köleler sistemin eziyetini çekerlerdi. Ancak aralarındaki fark faşizmin yarattığı tatminin tebaa kitlesi açısından büyük oranda psikolojik bir tatmin olmasıydı. O da birilerinden üstün olmanın tadına varıyordu ama aslında köle olmaktan da kurutulamıyordu. İşte akıldışılığın ilk basamağı da buradaydı.
Bundan sonra da bu konumu terk etmemek yani gerçek dünyaya geri dönmemek için faşist lidere teslim olmanın yüceltilmesi geliyordu. Türkiye’de gelişen AKP faşizminin dinsel taassupla buluştuğu ve birbirini tamamladığı esas nokta da burası oldu. Taassup sorgulamadan kabul etmeyi ve istisnasız bir imanı içeriyordu. Ama artık bu iman, Tanrıya karşı gösterilen bir teslim oluştan çok faşizmin sahte piramidine teslim oluş anlamına geliyordu. Bu “iman”ı destekleyen şeyse geliştirilen akıldışı ideoloji olacaktı.
Kürt-İslam faşizmi olarak özetlediğimiz bu akıldışı ideolojinin yarattığı ortamın bileşenleri de çok cepheli, karmaşık ama gene de istenen noktada nihai olarak birleşen bir yapı oluşturuyordu. Bir tarafta AKP’li Kürt aşiret ve tarikat ehlinin Türk düşmanı ırkçılığı, geçmişten gelen derin bir sol ve Türk karşıtlığıyla birleşmişti. Bunu demokrasi masalıyla perdeleme görevi ise Şeriatçı ya da soldan devşirme bir faşist-sosyal faşist aydınlar korosuna verilmişti. Bunlar bir taraftan halkı aşağılarken. Bir taraftan da Türk’ün ne kadar vahşi ve aşağı olduğunun propagandasını yaptılar. Vakit, Zaman gibi gazeteler ise faşizmin tetikçisi ve hedef gösterme birimleri olarak kurulan kara rejimin bayraktarı oldular.
Aşiret ve kabile düzeyinden bir Kürtlük davası bu tablonun tamamlayıcısı oldu. Şeriatçı akıldışılık faşizmin mucizevi kurtuluş beklentisiyle de iç içe geçti. Bu kesimlerin bolca ürettiği cinli, perili, öbür dünyalı dizileri izleyenlerin ruh dünyasını iyiden iyiye sakatladı, adalet beklentisini ötelere ertelemeye yardım etti. Bu şeriatçı sayıklamaların diğer kanadını da topluma pompalanan komplo teorileri oldu. Bizzat Fethullah ve AKP tarafından üretilip yaygınlaştırılan bu hastalıklı fikirler, toplumun faşizme kapılmış kesimlerinden de çok muhalefet etmeye hevesli “ulusalcı” kesimler arasında rağbet gördü. Delilik hızla yayılıyordu.
Faşizm öyle hastalıklı, şizofrenik bir ortam yarattı ki sadece kendi kitlesini değil muhaliflerinin bir kısmını da bu süreçte fikirsel ve ruhsal olarak sakatlamayı başardı. Bir taraftan kitleler faşizm karşısında tek savunma yöntemi olan aklın uzağında tutsak alınırken bir taraftan da muhalefet etkisiz duruma düşürüldü.
AKP Faşizminin Alternatif Devleti: Belediyeler
Bu akıldışı mekanizmanın işlemesinin toplumsal koşullarını da faşizm kendi yapısını kurarak oluşturdu. Hitler ve Mussolini, emperyalist ülkelerde uygulanan faşizmin temsilcileri olarak devlet ve düzen vurgusunu hiç eksik etmediler. Onların ideolojisinin bir yanını hep bu ele geçirdikleri ve faşistleştirdikleri devletin kutsallaştırılması oluşturdu. Türkiye’de ise faşist hareket ezilen ulusun devletine de karşıtlığı içeriyordu. Bu nedenle Kürtçü ve Şeriatçılığın ağır devlet ve ulus düşmanlığının da yansımasıyla AKP faşizmi kendi alternatif devletini yaratmaya koyuldu.
Bu noktada Şeriatçı partilerin 1980’li yılların sonlarından beri adım adım ele geçirdikleri belediyeler önemli bir rol oynadı. Belediyeler devletin karşısına başka bir devlet olarak çıkıyordu artık. Bu devletin en tepesinde Belediye Başkanı ve üst düzey AKP’li yöneticiler bulunuyordu. Bunların yakınları ve aileleri de belediye sisteminin elitini oluşturuyordu. Belediyelerin hükmettikleri devasa bütçeyi yönlendirerek ihaleleri aktardığı İslami sermaye çevreleri de faşist burjuvazinin ta kendisini oluşturdu. Sistemin bir diğer bileşeni de belediye çalışanları, onların aileleri ve en nihayetinde belediyenin dağıttığı yardımlarla kıt kanaat geçinme mahkum edilmiş olanlardı. Ancak bu kesim bile daha kötü bir duruma düşmenin ve akıldışı teslim oluşun etkisiyle faşist belediye mekanizmasına şükretmenin dışında bir şey düşünemez duruma gelmişlerdi. Faşist egemenler ve faşizme kapılmış tebaanın yaratılmasında AKP’li belediyenin rolü bu kadar önemli oldu. Artık devletin kendisi değil onun faşist alternatifi egemendi. Bir kısım ezilenin de bu mekanizmanın içinde eritilmesi faşizmin kitle tabanının yaratılmasının yolu oldu. Tüm bu yapının esas olarak yıkıma uğrattığı şey ise ulus devlet ve onun rejimi olan Cumhuriyet’ti.
AKP Faşizmi, Ulusa, Devlete ve Halka Karşı
AKP faşizmi, Avrupa’daki seleflerinin, ezilen ülke gerçekliğinde ortaya çıkan bir sürümü oldu. Batı faşizmleri kendi ırklarını ve devletlerini yücelten bir anlayıştaydılar. Dışarıya karşı gösterdikleri istila hareketi de bu faşist devlet aracılığıyla gerçekleştirilecekti. AKP faşizmi ise kendi alternatif devlet yapısını yaratarak gerçek devleti ortadan kaldırdı. Diğer taraftan da ırkçılık Türk düşmanı bir ırkçılık olarak kendini gösterdi. Bu bağlamda faşist yayılmacılık da AKP faşizminde dışa karşı değil ülke içinde Türk’ün elindeki vatana karşı bir yayılmacılık oldu.
Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde ve AKP’nin tüm uygulamalarında ortaya çıkan şeyin ulusa ve devlete düşmanlığın yanında halka karşı da bir küçümsemeyi, eziciliği içerdiği ortadadır. Onların kara rejiminde Türk’e de halka da yer yok. Bunu Türk halkına göstermek de ancak gerçekten milliyetçi ve sosyalist olmayı başarabilen bir siyasal hareketin görevi olacak. Faşizmi ortaya çıkaran toplumsal koşulları, kapitalizm ve burjuvaların Amerikancı sahte demokrasisi yarattı. Ancak en sonunda yarattıkları düzen kendilerinin de dizginleyemeyeceği bir gericiliğe dönüştü. Faşizmin koşullarını ortadan kaldırmak için kapitalizmin ve bağımlılığın da şartlarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Ulusal ve sosyalist bir mücadelenin Cumhuriyeti kurtarması artık bir zorunluluktur.
Halka ve millete kast eden AKP faşizmine karşı ulusal devrimci hareketi kurmak en devrimci ve kutsal görevdir. Çağrımız bu görevi kafasında ve yüreğinde hissedenlere…
http://www.turksolu.com.tr/ileri/38-39/ataberk38.htm
***