Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Toplumsal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2018 Cumartesi

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 2


Faşist Tepkinin Büyüsü: Kapitalizme Karşı Demagoji

Toplumlar karşılaştıkları felaketlere karşı iki türlü tepki verirler. Bunlardan bir bu felaketi aşmaya yönelik bilinçli ve doğru örgütlü çabadır. Diğeri ise ancak hastalıklı ve gerici bir tepki olabilir. Ezilen dünya sömürgecilikle karşılaştığında halkaların verdiği tepki doğal olarak milliyetçilik oldu. Sömürgecilik her şeyden önce onların medeniyetini ve ulusal varlığını ortadan kaldırmak üzere gelmişti. Bu durum karşısında milliyetçiliğe sarılmak tutarlı ve doğaldı. Bir diğer tepki de Şeriatçılıktı. Burada da toplum sömürgeciliğe karşı geri dönüşe yani mümkün olmayana sığınarak hastalıklı bir tepkiye örgütlendi. Faşizmin ortaya çıkışında da benzer bir durum vardı.

Kapitalizmin karşıtı olarak eşitlikçi, sosyalist tepkinin doğuşu ilerici ve doğaldı. Ancak faşizm de Şeriatçılığın akıldışı ve hastalıklı tepkisine benzer bir gelişim gösterir. Faşizm sosyalizmin aksine kapitalizme karşı ciddi bir demagoji içerisindedir ama faşizm uygulamaları her yerde özeli mülkiyeti, kapitalizmi korur. O kitlelerin tepkisini son derece çarpık bir şekilde örgütleyen kara bir güçtü. Sosyalizm yeni toplumun kuruluş projesi ve onun için savaşmakken, faşizm halka yoksunluğunu anlattı. Bu yoksunluğu bir kine dönüştürdü ve “onlar” gibi olmayı vaat etti. “Onlar” kötüydü çünkü hırsız ve yalancıydılar. Ama faşist burjuvalar öyle değildi, onlar temizdi. Faşist düzende yoksunlaşmış sıradan insanın da zenginleşme ve yoksunluğunu giderme şansı olacaktı. Yani faşizmin özel mülkiyetten ve kapitalizmden kaynaklanan bu düzeni değiştirmek derdi yoktu. O sadece bu düzeni kendisi ele geçirmek istiyordu. Faşizme kapılan kitleye de kendi tarafında olarak kazanmayı öneriyordu.

Hitler tüm demagojiye rağmen hiç çekinmeden “Özel mülkiyetin kayıtsız şartsız doğru, zorunlu ve mantıklı olduğunu göstermek gerekir” diyordu. Tayyip Erdoğan’da “Ayakların baş olması nerede görülmüş” diyerek asıl mantığını gösteriyordu. Özel mülkiyetçilik ve halk düşmanlığı faşistlerin özünde vardı. “Nasyonal sosyalizm” AEG, Thyssen, Siemens gibi Alman tekellerinin desteğinde büyüdü, AKP de gene aynı dünya tekellerinin…

Ancak faşizmin kapitalizme karşı geliştirdiği demagoji, sistemin kendisini hedef almasa da burjuvaların bir kısmını hedef alıyordu. Almanya’da finans öcüsü Yahudiler, Türkiye’de de banka hortumcusu “laik” burjuvalar bundan nasibini aldı.

Kötü “Laik” Burjuvazi, İyi İslamcı Burjuvazi

Hitler ve Nazilerin Almanya’da yaşanan tüm yoksulluğun ve krizlerin nedeni olarak Yahudi finans sermayedarlarını kitlelerin önüne sürerek destek toplamasının bir benzeri de Türkiye’de 2001 krizi sonrasında yaşananlar oldu. Faizsiz kazanç, Anadolu kaplanları gibi söylemlerle yıllardan beri parlatılan bir Yeşil sermaye kesimi zaten gelişiyordu. Ancak bu sermayenin geniş iktidar olanaklarından yoksun oluşu, sınırlarını dar çiziyordu. Türkiye’nin klasik sağcı iktidarları yıllardan beri TÜSİAD ve benzeri büyük sermayenin destekçisi konumundaydı.

AKP kendisinden önceki faşist hareketleri takip ederek kapitalizme karşı örtülü bir demagojiye giriştiğinde bu büyük sermaye kesimlerini hedef alıyordu. Tabi ki ilk başlarda bu hedef alış çok da açıktan yapılmadı. Daha çok laik kesimin ahlaksızlığı, sosyetenin eleştirisi üzerinden geliştirilen örtülü saldırı krizle beraber daha güçlü argümanlarla yola çıkma şansı buldu. Türkiye’de büyük sermaye çevrelerinin tümünün kendilerine ait bankaları, finans kuruluşları vardı. Büyük holdingler sık sık kendi kendilerine kredi açıp ödemeyerek bu bankaların içini boşaltmayı bir finans yöntemi olarak kullanıyorlardı. Bu durum da o bankanın bir süre sonra batmasına neden oluyordu. Bu olayın adı halk arasında hortumlama olarak anılmaya başlandı. Hortumculuk krizin tek nedeni olarak insanların önüne sürüldü. Ancak hortumlama olayları da krizler de kapitalizmin haydut ve anarşik doğasının sonuçlarıydı. Tabi ki AKP kapitalizmin aleyhine tek bir söz bile kullanmadı ama hortumcularla mücadele söylemini kullanarak halkın kapitalizme karşı gelişen bulanık tepkisini de kendi istediği tarzda değerlendirdi.

Halkın gözünde TÜSİAD, hortumcular ve kartel medyası lanetlendi. Ancak onlardan hiç de aşağı kalır tarafı olmayan MÜSİAD ve türlü yolsuzlukları ortaya çıkan İslamcı sermaye yüceltildi. Yeşil sermaye temizdi çünkü dinsel ahlakları dolayısıyla temiz çalışıyorlardı. Diğerleri ise lâikliklerinden kaynaklanan ahlaksızlıkları dolayısıyla her yolsuzluğa açıktılar. Bu söylemle laikliği savunan tüm kesimler de bu ahlaksızlığın ortakları durumuna düşürülüyordu. Halk kesimleri de AKP eliyle kapitalizme değil lâikliğin savunucusu kurumlara, özellikle de Ordu’ya düşman edildi. Kriz bile lâik Cumhurbaşkanının Anayasa kitapçığını fırlatmasıyla çıkmamış mıydı?

Büyük sermaye de ulus devlet kurumlarının toplumsal ağırlığından ve Ordunun gücünden rahatsızdı. Bu nedenle AKP’nin bu kurumlara karşı saldırısını desteklediler. Ancak durum ilerleyen süreçte onlar için de iyi olmayacaktı. AKP gücünden emin olmaya başladığı andan itibaren kendine bağlı İslamcı burjuvaları kolladı palazlandırdı ve Aydın Doğan başta olmak üzere büyük sermayenin de tasfiyesinin işaretlerini vermeye başladı. Artık sistemin çarkları TÜSİAD için değil, yeşil sermaye için dönüyordu. Değişmeyense halkın yoksulluğu ve ezilmişliği oldu.

Lümpenleşen Kitlelerin Tarikatlara ve Cemaatlere Sığınışı

Alman ve İtalyan faşizmleri yoksunlaşan, sefilleşen kitlenin üzerinde yükselmişti. Bu kitlenin en lümpen, saldırgan kısmı faşizmin ana damarını oluşturdu. Bu kesimler toplumsal mücadelenin içinde yolunu bulacak ve gelecek daha ileri safhaların habercisi olan yoksullar değildi. Bu kesimlerin temel yönlendiricisi varlığa duyulan kıskançlık oldu. Faşizm bunların yoksunluğunu değerlendirmeyi çok iyi bildi. Hitlerin kahverengi gömlekli SA ve SS kıtaları da Mussolini’nin kara gömlekli Fascio’su da hep bu toplumun tortusu durumuna düşmüş kesimlerden insan buluyordu. Bir zamanlar sistemin içinde ezilen ve bilenen insanların bir kısmı artık egemen tarafta olmanın ve faşist liderin yanında muzaffer duruma gelmenin hazzına kapıldılar. Esas faşistleşme, kitlenin kendini kaybetmesiyle oldu. Gerçek faşist yükseliş de böyle başladı. Hitler ve Mussolini bu örgütleri aracılığıyla kan kusturdular. Varoşlar faşizmin yanında böyle yer aldı.

Aynı süreç Türkiye’nin varoşlarında da yaşandı. 12 Eylül’le beraber kent yoksulları arasındaki çalışmadan çekilen sol buraları iki önemli faşist güce teslim etti. Bunlardan bir AKP’de kristalleşen tarikatlar olurken diğeri de Kürt ırkçısı faşist PKK oldu. İtalya’da Fascio, faşist yapının mahalle örgütüydü. Bu örgüte girenler kendilerini kurtardıkları gibi, Duce’nin hizmetinde faşist piramidin bir parçası olarak egemenlerin arasında yerlerini alıyorlardı. Türkiye’de ise lümpenleşen varoş kesimlerinin sığındığı yer tarikat ve cemaat oldu. Bu yapı bir taraftan ekonomik bir dayanışmanın rahatlığını sağlarken diğer taraftan da kendisini bir hiç olarak hissedenlere tebaa şeklinde de olsa bir kimlik ve bir amaç verdi.

Tarikatın yarattığı diğer şey de türban, çarşaf ve cüppeden oluşan faşist türdeşlik duygusuydu. Faşizm gerçek eşitliği sağlayamadığı için bunu görüntüde gerçekleştiriyordu. Ancak yoksul varoş sakinleri kara çarşafta türdeşleşirken, İslamcı burjuvazi türbanlı ama son derece lüks bir saltanat hayatı yaşamaya başlamıştı. Kendisini faşizmin sahte türdeşliğine kaptıran birey ise kendisi yapamasa da bu “türdeşi” burjuvaların onun adına yaşadığı saltanatın ve zenginliğin tadını çıkarmaya bakıyordu. Gerçekliğin yerini hayaller ve duygular dünyası almıştı. Bu da faşizmin diğer önemli koşuluydu.

Şeriat, Taassup ve Mucize: Akıldışı Faşizm

Faşist lider tartışmasız bir ruh hastasıydı. O dünyanın hakimi olmanın peşine düşmüştü ve her şeyde, her zaman haklıydı. Führer, Duçe ya da “İmam” kurulan faşist piramidin en tepesine daha işin başında yerleşmişti. Piramidin en önemli özelliği ise bir yanılsamanın dışavurumu olmasıydı. Faşist piramidin en üstünde yer alan şizofrenik liderin altında faşist partinin yöneticileri bulunuyordu. Onun altında da onlara tabi olanlar. En altta ise faşizmin egemenlerinin de tebaasının da dışında yer alanlar vardı. Bu biraz da eski Yunan demokrasilerine benzer bir durum yaratmıştı. Bu demokrasilerde de bir kısım insan sistemin içindeyken onun dışında kalanlar yani köleler sistemin eziyetini çekerlerdi. Ancak aralarındaki fark faşizmin yarattığı tatminin tebaa kitlesi açısından büyük oranda psikolojik bir tatmin olmasıydı. O da birilerinden üstün olmanın tadına varıyordu ama aslında köle olmaktan da kurutulamıyordu. İşte akıldışılığın ilk basamağı da buradaydı.

Bundan sonra da bu konumu terk etmemek yani gerçek dünyaya geri dönmemek için faşist lidere teslim olmanın yüceltilmesi geliyordu. Türkiye’de gelişen AKP faşizminin dinsel taassupla buluştuğu ve birbirini tamamladığı esas nokta da burası oldu. Taassup sorgulamadan kabul etmeyi ve istisnasız bir imanı içeriyordu. Ama artık bu iman, Tanrıya karşı gösterilen bir teslim oluştan çok faşizmin sahte piramidine teslim oluş anlamına geliyordu. Bu “iman”ı destekleyen şeyse geliştirilen akıldışı ideoloji olacaktı.

Kürt-İslam faşizmi olarak özetlediğimiz bu akıldışı ideolojinin yarattığı ortamın bileşenleri de çok cepheli, karmaşık ama gene de istenen noktada nihai olarak birleşen bir yapı oluşturuyordu. Bir tarafta AKP’li Kürt aşiret ve tarikat ehlinin Türk düşmanı ırkçılığı, geçmişten gelen derin bir sol ve Türk karşıtlığıyla birleşmişti. Bunu demokrasi masalıyla perdeleme görevi ise Şeriatçı ya da soldan devşirme bir faşist-sosyal faşist aydınlar korosuna verilmişti. Bunlar bir taraftan halkı aşağılarken. Bir taraftan da Türk’ün ne kadar vahşi ve aşağı olduğunun propagandasını yaptılar. Vakit, Zaman gibi gazeteler ise faşizmin tetikçisi ve hedef gösterme birimleri olarak kurulan kara rejimin bayraktarı oldular.

Aşiret ve kabile düzeyinden bir Kürtlük davası bu tablonun tamamlayıcısı oldu. Şeriatçı akıldışılık faşizmin mucizevi kurtuluş beklentisiyle de iç içe geçti. Bu kesimlerin bolca ürettiği cinli, perili, öbür dünyalı dizileri izleyenlerin ruh dünyasını iyiden iyiye sakatladı, adalet beklentisini ötelere ertelemeye yardım etti. Bu şeriatçı sayıklamaların diğer kanadını da topluma pompalanan komplo teorileri oldu. Bizzat Fethullah ve AKP tarafından üretilip yaygınlaştırılan bu hastalıklı fikirler, toplumun faşizme kapılmış kesimlerinden de çok muhalefet etmeye hevesli “ulusalcı” kesimler arasında rağbet gördü. Delilik hızla yayılıyordu.

Faşizm öyle hastalıklı, şizofrenik bir ortam yarattı ki sadece kendi kitlesini değil muhaliflerinin bir kısmını da bu süreçte fikirsel ve ruhsal olarak sakatlamayı başardı. Bir taraftan kitleler faşizm karşısında tek savunma yöntemi olan aklın uzağında tutsak alınırken bir taraftan da muhalefet etkisiz duruma düşürüldü.

AKP Faşizminin Alternatif Devleti: Belediyeler

Bu akıldışı mekanizmanın işlemesinin toplumsal koşullarını da faşizm kendi yapısını kurarak oluşturdu. Hitler ve Mussolini, emperyalist ülkelerde uygulanan faşizmin temsilcileri olarak devlet ve düzen vurgusunu hiç eksik etmediler. Onların ideolojisinin bir yanını hep bu ele geçirdikleri ve faşistleştirdikleri devletin kutsallaştırılması oluşturdu. Türkiye’de ise faşist hareket ezilen ulusun devletine de karşıtlığı içeriyordu. Bu nedenle Kürtçü ve Şeriatçılığın ağır devlet ve ulus düşmanlığının da yansımasıyla AKP faşizmi kendi alternatif devletini yaratmaya koyuldu.

Bu noktada Şeriatçı partilerin 1980’li yılların sonlarından beri adım adım ele geçirdikleri belediyeler önemli bir rol oynadı. Belediyeler devletin karşısına başka bir devlet olarak çıkıyordu artık. Bu devletin en tepesinde Belediye Başkanı ve üst düzey AKP’li yöneticiler bulunuyordu. Bunların yakınları ve aileleri de belediye sisteminin elitini oluşturuyordu. Belediyelerin hükmettikleri devasa bütçeyi yönlendirerek ihaleleri aktardığı İslami sermaye çevreleri de faşist burjuvazinin ta kendisini oluşturdu. Sistemin bir diğer bileşeni de belediye çalışanları, onların aileleri ve en nihayetinde belediyenin dağıttığı yardımlarla kıt kanaat geçinme mahkum edilmiş olanlardı. Ancak bu kesim bile daha kötü bir duruma düşmenin ve akıldışı teslim oluşun etkisiyle faşist belediye mekanizmasına şükretmenin dışında bir şey düşünemez duruma gelmişlerdi. Faşist egemenler ve faşizme kapılmış tebaanın yaratılmasında AKP’li belediyenin rolü bu kadar önemli oldu. Artık devletin kendisi değil onun faşist alternatifi egemendi. Bir kısım ezilenin de bu mekanizmanın içinde eritilmesi faşizmin kitle tabanının yaratılmasının yolu oldu. Tüm bu yapının esas olarak yıkıma uğrattığı şey ise ulus devlet ve onun rejimi olan Cumhuriyet’ti.

AKP Faşizmi, Ulusa, Devlete ve Halka Karşı

AKP faşizmi, Avrupa’daki seleflerinin, ezilen ülke gerçekliğinde ortaya çıkan bir sürümü oldu. Batı faşizmleri kendi ırklarını ve devletlerini yücelten bir anlayıştaydılar. Dışarıya karşı gösterdikleri istila hareketi de bu faşist devlet aracılığıyla gerçekleştirilecekti. AKP faşizmi ise kendi alternatif devlet yapısını yaratarak gerçek devleti ortadan kaldırdı. Diğer taraftan da ırkçılık Türk düşmanı bir ırkçılık olarak kendini gösterdi. Bu bağlamda faşist yayılmacılık da AKP faşizminde dışa karşı değil ülke içinde Türk’ün elindeki vatana karşı bir yayılmacılık oldu.

Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinde ve AKP’nin tüm uygulamalarında ortaya çıkan şeyin ulusa ve devlete düşmanlığın yanında halka karşı da bir küçümsemeyi, eziciliği içerdiği ortadadır. Onların kara rejiminde Türk’e de halka da yer yok. Bunu Türk halkına göstermek de ancak gerçekten milliyetçi ve sosyalist olmayı başarabilen bir siyasal hareketin görevi olacak. Faşizmi ortaya çıkaran toplumsal koşulları, kapitalizm ve burjuvaların Amerikancı sahte demokrasisi yarattı. Ancak en sonunda yarattıkları düzen kendilerinin de dizginleyemeyeceği bir gericiliğe dönüştü. Faşizmin koşullarını ortadan kaldırmak için kapitalizmin ve bağımlılığın da şartlarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Ulusal ve sosyalist bir mücadelenin Cumhuriyeti kurtarması artık bir zorunluluktur.

Halka ve millete kast eden AKP faşizmine karşı ulusal devrimci hareketi kurmak en devrimci ve kutsal görevdir. Çağrımız bu görevi kafasında ve yüreğinde hissedenlere…


http://www.turksolu.com.tr/ileri/38-39/ataberk38.htm


***

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1

AKP Faşizminin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Koşulları, BÖLÜM 1




Kaya Ataberk

Faşizm Diğer Sağcı Akımlardan Neden Farklı?

Türkiye AKP iktidarıyla altıncı yılını yaşıyor. Bu altı yılın özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra gelen kısmında artık AKP’nin kurduğu rejimin kara bir faşizm olduğu iyice ortaya çıktı. İlk başlarda AKP’nin yönelimini anlamayan ve siyasal bir körlük içine hapsolan kesimler bile artık faşizm üzerine konuşmak zorunda kalıyorlar. Hatta sıranın kendilerine gelmek üzere olduğunun farkına varan bir kısım İkinci Cumhuriyetçiler, liberaller ve Aydın Doğan kalemşorları bile AKP faşizminin gerçekten de büyük bir tehlike teşkil ettiğini kabul etmek zorunda kaldılar. Evet, faşizm gerçekten de soğuk ve korkutucu bir kavram. Bunda faşizmin ilk ortaya çıkış yıllarında dünyaya yaşattığı katliamların, savaşların elbette payı var. Diğer taraftan da Üçüncü Dünyada ilerici hareketleri bastırmak adına bizzat Batılılar tarafından örgütlenen faşist diktatörlüklerin muhasebesi de bu korkuyu çoğaltıyor. Ama gene de faşizmin neden diğer sağcılık ve gericilik türlerinden farklı olduğunun da üzerinde durulması gerekli. Aradaki farkı anlamadan verilecek mücadelenin de bir başarı şansı yok. Klasik işbirlikçilere, kapitalistlere karşı verilecek mücadeleden daha farklı bir yönteme ihtiyaç olduğunu bilmeliyiz.

Aslına bakılırsa sağcılığın her türlüsü kapitalizmi ve onun sömürüsünü devam ettirmenin araçları olarak ortaya çıkar. Liberaller, faşistler ve hatta “sol” sayılsalar da kapitalizmin dışında bir anlayışı olmayan sosyal demokratlar açısından bile durum aynıdır. Hepsi de özel mülkiyetin kutsallığını ve piyasanın vazgeçilmezliğini bir dini savunur gibi savunurlar. Türkiye de yıllardır bu kapitalist diktatörlüklerin çeşitli türleriyle yönetildi. Atatürk’ün ölümünden sonra gelen tüm rejimler ve iktidarlar kapitalizmle, emperyalizmle ya iyi geçindiler ya da bizzat onun temsilcisi oldular.

Türkiye Özal ve Demirel gibi sağcı-kapitalist diktatörlerin yönetiminde yıllarca ABD’ye teslim edildi. 12 Mart ve 12 Eylül ise ciddi faşizm uygulamalarıydı. Faşizme en çok yaklaşan gericiliklerden biri de DP’nin 10 yıllık iktidarı oldu. DP muhalefeti şiddet ve baskıyla sindirmeye kalkışmıştı. Fakat kitle desteğine ulaşmanın rahatlığı içindeki DP bile açık bir faşizmin temsilcisi olamadı. Bu ancak AKP’ye nasip olacaktı.

Türkiye’de AKP’nin oluşturduğu kara rejimle beraber ortaya çıkan faşizmin temel özelliklerinin başında kendi dışındaki tüm fikirlere ve muhalefete tahammülsüzlük var. Bugüne kadar dünyanın gördüğü tüm faşizmler ilk olarak kendilerine direnebilecek muhaliflerden ve soldan başlayarak, kendi rakipleri olan başka egemenlere kadar toplumsal arenada kim var kim yoksa ortadan kaldırmakla diğer gericiliklerden ayrıldılar. Fakat faşizmi tehlikeli kılan yalnızca bu özelliği değildi. Faşizm tüm bunları hem de şiddet ve acımasızlıkla yaparken aynı zamanda kendisini destekleyecek bir kitleyi yaratmasıyla tehlikeliydi. Faşizm toplumun tümüne bulaşan bir hastalık olarak da değerlendirilmeliydi.

Faşizm büyük çoğunlukla geniş halk kitlelerini peşine takmayı başararak ilerledi. Türkiye açısındansa AKP’ye kadar bu olmamıştı. Ne 12 Eylül, ne MC koalisyonları ne de Menderes bu anlamda bir kitle desteğini yakalayamadı. Peki, bu kitle temelli faşizmi ortaya çıkaran neydi? AKP faşizmini yaratan toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar nelerdi?

Finansal Kriz, Toplumsal Bunalımlar ve Faşizm

Faşizm en aşırısından bir sağcılık ve kapitalizm savunuculuğuydu. Bu doğası gereği de halk yığınlarına getirdiği tek şey yıkım ve sömürü oldu. Buna karşın faşizmin halk yığınlarını arkasından sürükleyebilme yeteneği nereden ileri geliyordu? Kitleler açıkça kendi çıkarlarına tamamen zıt bir akımın peşine düşüyorlardı. Burada yaşanan toplumsal bunalımın etkisini yakından ele almak gerekir. Gerçekten de tüm faşizm dönemleri ağır toplumsal krizlerin ardından başarıya ulaştılar. Faşist rejimlerin kuruluşunun temel koşulu yaşanan bunalımdan bir çıkış arayan kitlelerin karşılarına çıkan faşizme kapılmalarıydı. O kriz anı geldiğinde akıldışı da olsa en kolay çıkışı gösterenlerin şansı büyük oluyordu.

Toplumun eskiden beri hüküm süren bir geleneksel egemenler kesimi vardı. Ancak artık toplumun yaşadığı bunalım o kadar ileri bir seviyeye yükselir ki onlar da eski konumlarını tek başlarına koruyamayacaklarını anlarlar. Bu koşullarda faşizm onlara da bir kurtarıcı gibi görünür. Ancak faşizm onların da sonudur. İlk başlarda faşist hareketi desteklemenin ödülünü kendi tasfiyeleriyle alırlar. Faşizmin en önemli koşulları burada düğümlenmeye başlar.

Bu toplumsal bunalıma yaratan temel nedenlerin başında ekonomik buhran ortamı gelir. Faşist hareketin yükselişi genel olarak bir ekonomik krizi, özellikle de bir finansal krizi takip eder. O güne kadar çok da önemsenmeyen ve marjinal bir grup olarak toplumun kıyılarında yaşayan faşist gruplar yavaş yavaş toplumun dokusuna yayılmaya başlar.

Zaten büyük çoğunluğu kredi borçları altında ezilen küçük esnaftan başlayarak, işçilere, köylülere kadar uzanan kesimler daha da yoksullaşırken bir taraftan da sahipsiz kalmanın acısını yaşarlar. Aslında faşizm bu noktadan itibaren sadece bir siyasal-toplumsal olgu değil psikolojik bir olgudur da. Ancak kitle psikolojisi birey psikolojisinden daha farklı işler. Faşizm aynı zamanda bir hastalık olarak toplumun içinde hızla yayılır. Yaşanan bunalım faşizmle beraber daha ağır bir bunalımın önünü açar. Ancak faşizmin başarı nedeni de bunalım ortamında bir kısım insanın yalan da olsa tatminini sağlamasından ileri gelir. Faşizm bazı düşmanlar belirler, kitlelere bunları öcüler olarak gösterir. Onları kendi çıkarları için ezerken kitlenin de kinini bunlar üzerinden örgütler ve bastırır.

Bu eğilimleri tarihten izlemek öğretici olacaktır.

1929 Krizi: Öncesi ve Sonrası

1929 Dünya Ekonomik Buhranı faşizmin ortaya çıkmasının tek nedeni değildi. Aslına bakılırsa İtalya’da faşizmin iktidara gelişi de krizden yedi yıl öncesine denk geliyordu. Ancak faşizmin dünya çapında bir güç ve siyasal akım olarak ortaya çıkmasında 1929 krizi son derece belirleyici oldu. Avrupa’da ortaya çıkan faşist hareketler birebir piyasa toplumunun sonuçları olarak doğdular. Piyasanın ve kapitalizmin egemenlerinin toplumu sürükledikleri kriz, faşizmin gelişiminin koşullarını yarattı. Krizler kapitalizmin, faşizm de krizlerin sonucu olarak belirdi bir bakıma. Faşizm İtalya’da bir çeşit devlet kapitalizmini kutsallaştırarak yola çıkarken Almanya’da ise piyasanın hakimi bulunan Alman tekellerinin hizmetinde bir baskı rejimi oluşturdu. Faşizm kriz dönemlerinde bir anlamda kapitalizmin yeniden üretilmesinin de aracı oldular. Bu ülkelerde faşist yükselişte emperyalist beklentilerin de payı büyüktü.

Almanya, ulusal birliğini sağlamış bir emperyalist olarak ortaya çıkana kadar İngiltere başta olmak üzere diğer sömürgeciler dünyayı kendi aralarında paylaşmışlardı. Bismarck’la beraber Almanya da yarışa katıldı. Eşitsiz gelişme yasası da bir taraftan işlemeye devam ediyordu. 1930’lu yıllara gelindiğinde Almanya tüm diğer rakiplerini sanayi üretiminde geride bırakmıştı. Ancak bu konumuna karşın sömürge bulmakta sıkıntı yaşıyordu. Hedefi artık “Doğuya doğru abanmaktı”. Bunu “Drang nach Osten”le sloganlaştırdılar. Alman faşizminin temel hedeflerinden biri olan dünyaya hükmeden III. Reich denilen Alman İmparatorluğu da bu amaçla ortaya bir fikir olarak atıldı. İtalya da benzer bir durumdaydı. I. Dünya Savaşı’ndan zararlı çıkmıştı ve sömürge yarışında geri kalmıştı. Mussolini, İtalyanları Roma İmparatorluğu hayalleri etrafında örgütlemekte zorlanmadı. Faşist ideolojinin yayılmacılığıyla emperyalist hedefler birebir örtüşüyordu. Ancak bir taraftan da dünyaya hükmetme isteği en sıradan Alman’ı ya da İtalyan’ı bile birilerinin efendisi yapıyordu. Bunun yarattığı tatmin hissi de krizden bunalmış kitleyi faşizme bağlayan harç olacaktı.

Almanya’da sıradan Alman’ı örgütlemenin yolu da Yahudi finans kapital çevrelerine karşı duyulan düşmanlığın yönlendirilmesi oldu. 1930’lu yıllarda, yani krizin etkileri tüm ağırlığıyla sürerken ipler hala finans çevrelerinin elindeydi. İngiltere’de Citibank, Almanya’da Die vier D’s, ABD’de de Wall Street ekonomiyi yönlendiriyordu. Bu odakların tümünün de başında Yahudi sermayedarların bulunması faşizmin propagandasının en önemli dayanağı oldu. Faşizm, kitlelerin finans çevrelerine, “tefeci Yahudiler”e duyduğu çekinmeyle karışık nefret duygularını kullanmayı çok iyi bildi. Faşist hareket iktidarı bu çevrelerden aldı. Bunu yaparken de Yahudi düşmanlığını temel bir referans olarak ortaya koyacaktı.

Krizin öncesinde ortaya çıkan faşizm Almanya’da kökenleri Bismarck’a kadar giden Alman sağcılığının mirasçısı oldu ama yalnız bu mirasla da sınırlı kalmadı. Krizin ardından tüm Avrupa’da faşizm bir mikrop gibi yayıldı. 1929 krizinin dünyaya hediyesi Hitler ve Mussolini olmuştu…

Türkiye’de 2001 Krizi: Sefilleşen Kitleler AKP Faşizmine Yöneliyor

Yıllardan beri Batı kapitalizmine teslim edilmiş olan Türkiye ekonomisi sık sık finansal krizlerle karşı karşıya kalıyordu. Özellikle 24 Ocak kararlarının uygulandığı ve neo-liberal politikanın Türkiye’ye iyice yerleştiği, Batı finans kapitalinin Türk ekonomisini iyiden iyiye işgal ettiği 80’li ve 90’lı yılların ardından çok kırılgan bir yapı oluşmuştu. 1995’te kendisini hissettirmeye başlayan krizlere açık kırılgan ekonomik yapı, 2000’lere gelindiğinde artık Türkiye’nin kaderi üzerinde belirleyici olacak kadar kronikleşmiş ve ağırlaşmıştı.

Türkiye DSP-MHP-ANAP koalisyonunu yaşarken 2001 krizi patlak verdi. Aslında bu dünya çapında yaşanan finans krizinin bir yansımasıydı. Ancak kriz Batı ülkelerini yıkmadan geçerken Türkiye gibi ülkeler açısından ağır sonuçlara gebeydi.

Türkiye’de emekçi sınıflar ciddi yoksulluk içerisinde yaşıyordu. Diğer taraftan da küçük esnaf ve çiftçi de kredi borçları içinde boğulmuştu. Tüketimin aşırı teşvik edilmesiyle beraber artan konut ve taşıt kredisi borçlarının neredeyse tamamı dövize endeksliydi. Krizle beraber Türk lirasının dolar karşısında ani ve yüksek oranda değer kaybetmesinin sonuçları özellikle bu kesimler açısından çok ağır oldu. Orta ve alt gelir seviyesindeki tüm kesimlerin bir anda yoksullaşması ve sefilleşmesi böyle ortaya çıktı. İşte AKP faşizmine yönelen kitleler de bunlar arasından çıkacaktı.

1929’da Almanya’da bulunan öcü Yahudi tefeci sermayedar ve tüm Yahudilerdi. Bu bir anlamda doğruydu ama kapitalist sistemin kendisi hedef alınmayacaktı asla. Bu nedenle bir kısım kapitalist yani Yahudiler kötü ilan edilirken diğerleri iyi olarak kutsanacaktı. Türkiye’de de halk, bankaların içini boşaltan hortumcu denilen sermaye kesimine tepki ve kin duyuyordu. Herkes bu bankalara borçluydu. Bu durum kitlelerde ve ortalama insanda kin ve sahipsizlik duygusu yaratmıştı. Bir anda sokakları şiddete teslim eden ve Türkiye’nin en hareketsiz kesimi sayılan esnafın bile sokağa indiği eylemler yaşanmaya başladı. Halk doğal olarak iktidardaki koalisyon partilerini de bu işten sorumlu tutuyordu. İşte tam da bu anda AKP faşizmi bu ortamı çok iyi değerlendirerek, hortumculardan, tefecilerden hesap sorma söylemleriyle ortaya çıktı. 2002 seçimlerinde AKP tek başına iktidara geldiğinde herkes bunun geçici bir zafer olduğunu düşünüyor ve çok da önemsemiyordu. Ancak aynı önemsememe Avrupa’daki faşizm örneklerinde de görülmüştü ve sonuçları da çok ağır olmuştu. Türkiye, krizin kendisine hediye ettiği yeni “Hitler”le karşı karşıyaydı.

Artan Yoksulluk Her Zaman Solu mu Güçlendirir?

Son dönemde yaşadığımız finansal krizin de etkisiyle birçok kesim bir yanılgıya kendini kaptırmaktan kurtulamıyor. AKP iktidarın yıkılması için bu krizin bir fırsat olduğu düşüncesiyle sol ve Atatürkçü kesimler kriz beklentisi içine girdi. Bu teze göre kriz yoksulluğu artıracak böylece halk kendiliğinden AKP’nin karşısına geçecekti. Bu beklenti aslına bakılırsa 1929’dan beri yanlışlanıyordu. Özellikle Türkiye’nin 2000’den beri yaşadıkları da bunun böyle olmayacağını gösteriyordu. Sözgelimi tarım kesiminde yaşanan yoksullaşmaya karşın kırsal kesim oylarının büyük çoğunluğunun hala AKP tarafından alınması açıklanamıyordu.

Ortaya atılan tez kaba bir materyalizme dayandığı için gerçek hayatta bir karşılık bulamadı. Bu teze göre sol yoksulların ezilenlerin hareketi olduğuna göre yoksulluk arttıkça hem solcuların sayısı, hem de insanların solculuğu kendiliğinden artmalıydı. Ancak 1929’da ve 2001 Türkiye’sinde yoksullaşan ve sefilleşen kitleler, sola yönelmediler. Solun gelişmesi gerçekten de ekonomik yoksulluğun ve toplumsal eşitsizliğin doğrudan sonucuydu. Fakat solun örgütlenebilmesi ve iktidara gelebilmesi için bazı öznel koşullara da ihtiyaç vardı. Solun örgütlenmediği ya da yanlış bir noktada bulunduğu ortamda, garibanlaşan kitleler faşizme sığınacaktı. Ezilen ama doğru bilinç ve örgüte sahip yoksullarla, Türkiye’de faşizme sığınan kitle arasında önemli fark vardı. Bu kitlenin lümpenleşmesi ve yaşadığı kimlik sıkıntısı faşizmin temel gücü oldu.

Dönüşümü sadece ekonomik koşullardan beklemek solun hatası olurken, faşizmin yükselişini önemsemeyen diğer toplumsal güçler ve kurumlar da yaklaşan kara tehlikenin sorumlusu oldular.

Faşizmle Uzlaşanlar, Önemsemeyenler ve Devrimcilerin Zayıflığı

Dünyanın tüm faşist rejimleri benzer yükseliş dönemleri geçirmişlerdi. Bu dönemlerin ortak özelliği de o güne kadar toplumun bir kenarında çok da önemsenmeden bekleyen faşist hareketin bir anda iktidara gelip toplumun tüm kurumlarına hakim olmasıydı. 1922’de Mussolini iktidara geldiğinde kimse bunun yıllarca süreceğini aklından bile geçirmedi. I. Dünya savaşının ardından yoksullaşan proleter, lümpen ve küçük burjuva unsurlar kısa sürede Mussolini’nin peşine takıldı. Önemli olan bu kesimleri, sosyalistlerin zayıflıkları dolayısıyla örgütleyememeleriydi. Faşizm kitlelerin karşısına çarpık bir eşitlikçi propagandayla çıkarken bir taraftan da İtalyan yayılmacılığının ve küçük burjuvaların çıkarlarının korunacağının da vurgusu yapılıyordu. Faşizm İtalyanların önemli bir kesimini etkisi altına almıştı ama sosyalistler başta olmak üzere tüm kesimler ciddi bir aymazlık yaşıyorlardı. 1922’den 1926’ya kadar geçen zaman içinde sosyalistler ezildi ve tasfiye edildi.

Almanya ise benzer bir tasfiyeyi on yıl sonra yaşamaya başlayacaktı. 1932 Haziranında Von Papen Alman Başbakanıydı. Hitler’in karşısında Sosyal Demokratları yalnız bırakarak korkuttu ve yönetimden çekilmelerini sağladı. Bundan sonra gelen altı ay içinde Hitler tüm yönetimi ele geçirdi. Kısa süre içerisinde, I. Dünya Savaşı sırasında sıradan bir onbaşı olan Hitler, “Führer” olacaktı. Artık ortada ne Weimar Cumhuriyeti ne de Anayasa kalmıştı.

Almanya’nın egemen sınıfları da Alman devletini yönetenler de ilk başlarda Hitler’den çok memnundular. Hitler’in solu ve iyice zayıflamış komünistleri ezmesini zevkle izleyenler sıranın kendilerine geldiğini anladıklarında artık onlar için çok geçti. Hitler’le uzlaşanlar ve onun yolunu açanlar da tasfiyeden kurtulamadılar. Faşizmle uzlaşan egemenler, kendi egemenliklerini faşizme devretmeyi ister istemez ya da zorla kabullendiler.

Devrimci hareketin ezilmişliği ve zayıflığı özellikle Almanya’da faşizmin yükselişi açısından belirleyici olmuştu. Almanya’da Spartakistler’i ezen Sosyal Demokratlar, Hitler devrimci hareketin kalıntılarına savaş açtığında hala aymazlık içindeydiler. Devrimcilerin olmadığı yerde faşizmin işi çok daha kolay oldu.

Türkiye’de yaşanan AKP faşizmi örneğinde de benzer bir durum söz konusu oldu. AKP faşizmini yaratan şey bir anlamda 12 Eylül’ün ortaya çıkarttığı ortamdı. Yediği darbelerden sonra sosyalist ve devrimci hareket bir kenara çekilmişti. Geniş devrimci kesimler reformculaşmıştı. Sol, sosyal demokrasiye dönüşürken, Atatürkçülük de devrimci, milliyetçi özünden uzaklaştırılıp kuru bir lâiklik savunusuna indirgenmişti.

Ulus devleti AKP faşizminden koruyabilecek olan kurumlar da gaflet içinde kaldılar. AKP bu başarısını uzun süre devam ettiremeyecekti. Beklenti bu yöndeydi. Bu beklenti de AKP karşıtı kesimleri atalete sürükledi. Ordunun, yargının Cumhuriyet rejimine sahip çıkmaktaki ataleti her geçen gün AKP faşizminin bu kurumlar karşısında mevzi kazanmasına neden oldu. Sonunda bu kurumlar da susturuldu ve 2002’de çok kolay durdurulabileceği düşünülen AKP çok da kolay alt edilemeyeceğini ispatladı.

Faşizmin Öznelliği: 150 Yıllık Kesintisiz Kürt-İslamcı Hareketinin Varlığı

AKP faşizminin öznel koşulu da kendi örgütlülüğüydü. AKP, 2002 yılında yeni kurulmuş bir partiydi. Ancak arkasında 150 yıldır hiç ara vermeden örgütlenen ve ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerden destek bulan bir Kürt-İslam hareketini taşıyordu. Kürt-İslamcılık Türkiye’deki işbirlikçi sağın ideolojisi oldu hep. Osmanlı’nın son yıllarından beri hatta Hürriyet ve İtilaf sağcılığının ortaya çıkmasından bile önce Şeriatçılık sömürgeciliğe karşı hastalıklı bir tepki olarak ortaya çıkmış durumdaydı. Bu hareketin Kürtçülükle el ele vermesi uzun sürmedi. Türkiye’de Atatürk’ün devrim yaptığı yıllarda bile hareketlerini kesintiye uğratmadılar. Devrim karşısında geri çekildiler ama yeraltına inen tarikatlar aracılığıyla etkinliklerini sürdürdüler. Atatürk’ün ölümünün hemen ardından da İnönü’nün tavizleri ile kafalarını yeniden dışarı çıkarmaya başladılar. DP iktidarı ise faşist eğilimleriyle beraber bu Kürt-İslam ideolojisinin de temsilcisi olma özelliğini de açıkça taşıyordu. Menderes, Kürt-İslam hareketinin ideolojik referansı Said-i Nursi’nin elini öpecek kadar bu hareketin güdümündeydi. 12 Mart ve 12 Eylül dönemleri de solu ve devrimciliği ezerken onun alternatifi olarak toplumun daha geniş kesimlerine Kürt-İslam virüsünün bulaşmasına gayret sarf ettiler.

Kürt-İslamcı gericilik bu dönemlerde çok büyüdü. Türk halkının gerçek yapısına çok ters olması nedeniyle ne kadar örgütlenirse örgütlensin gene de geniş kitlelerin desteğine ulaşamıyordu. Bu kitleselleşme ilk olarak Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle gerçekleşti.

28 Şubat kararlarıyla geçici olarak geriletildi ama toplumun karşısına devrimci bir alternatif çıkarılamadığı için AKP ile beraber uygun zamanı kollayarak çok daha güçlü bir şekilde geri döndü.

Esas mesele AKP’ye oy veren herkesin Kürtçü ve Şeriatçı olması değildi. Bunu en başarılı faşist bile gerçekleştiremez. Tabi AKP bu hızla yeterince süre çalışırsa ve kimse de ona engel olmazsa Türkiye’nin İran ya da Afganistan olmayacağını da kimse iddia edemez. Toplumun hızla geriye gittiği ortadadır. İlk başta AKP’ye oy vermek onun tüm programını destekleme anlamına gelmiyordu. Kitlenin faşizmin peşine takılmasının başka kuvvetli nedenleri de vardı. Faşizmin etkili bir sürükleyiciliği oldu. Burada da toplumsal ve nesnel koşullar etkili oldu. AKP’ye yakalanan kitle her geçen gün biraz daha onun istediği yapıya evrilecekti.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

25 Ocak 2017 Çarşamba

Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları BÖLÜM 2


 Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları, BÖLÜM 2




Bir gelişmişlik düzeyi var. 

Bunların böyle bir derdi yok en fazla arabaları için tüketiyorlar. Dolayısı ile bu bölge ürettiğini, dışarıya satıyor, dışarıya ödüyor. Bunun sonucunda ise 
ciddi bir ekonomik kaynak ortaya çıkıyor. Adamlar bir şey yapmıyor ama yıllık fiyatlar değişmekle beraber, yani bu körfez ülkeleri, bahsetmiş olduğumuz 
ülkeler hatta İran’ı dışarı koyarak hesaplıyoruz biz, orası 500 milyar dolarlık ki bahsettiğim gibi bu fiyatlar sürekli değişir. Şimdi ben sabit bir rakammış 
gibi bahsediyorum. Yani bir Suudi Arabistan’ın gelir 350 milyon dolardır. Yani toplamda ortalama bir şey diycek olursak 750 milyar dolarlık ham petrol 
satışı vardır. Doğalgazı ekledin mi, 1 trilyonun civarında nakit para vardır. Ve nakit, petrolü satıyorsun, eline para geçiyor. Bu çok mu önemli? Bunu özellikle 
buradaki nüfus yapıları ile birlikte düşündüğünüz vakit önemli oluyor. Mesela bizde şöyle bir yargı vardır; Katar’ıda, Kuveyt’ide biliyoruz. 

Bugün Katar diye sözünü ettiğimiz ülkede her doğan çocuğun hesabına 25 bin dolar hesabınızda bulunuyor. Eğitiminiz yurtdışı, ücretsiz, sağlığınız ücretsiz, 
verginiz ücretsiz. Bu bölgede boykot falan yapmanıza gerek yok. Netice itibari ile 450 binlik bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülkeye baktığınız vakit doğal gaz kaynakları, dünyadak en büyük doğal gaz kaynakları Rusya Federasyon devleti topraklarına ait. 2. Olarak İran’a ait. 3. ülkede Katar’dır. 

Yani 450 bin kişilik bu topluluk dünya doğal gaz kaynaklarında 3. sırada yer alıyor. Yalnız son 4-5 yılda doğalgazdan kaynaklanan, 2010’uda sayacak olursak tabiki 110-120 milyar dolardır. Yalnızca doğalgazdan elde ettikleri gelirdir. 450 bin nüfuslu bir devletten bahsediyoruz. 

Bunun yanısıra petrol kaynaklarına baktığımız vakit. Tüm Avrupa kıtasının sahip olduğu petrol kaynakları Katar kadardır. Şimdi Katar neden önemli; çok ciddi ekonomik kaynaktır, dünya için düşündüğümüz vakit, diğer yandan Kuveyt’e bakalım; bu ülkede 3 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz. 

Yerli nüfusun %55 ila 60 arasında olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla 1 buçuk milyonla 2 milyon arasındaki bir ülkeden bahsediyorsunuz. 

Bu ülkenin toplam ekonomik değeri, petrol var bu bölgede doğal gaz çok sınırlı, daha araştırmalar yapılıyor ama daha fazla petrolde çıkmayabilir, ama 100 
milyar varilin üstünde bir petrol rezerleri bulunmaktadır ülkede. Ve bu ülkeyi düşündüğünüz vakit, onun dışında diğer ülkeler içinde geçerli olan bir durum var ki; bu nakit paralar, başka ülkelerdeki borsalara, ordaki bankalara, hisselere gidiyor. Bugün dünyadaki, birçok hisse mesela İtalya’da ki büyük bir bankanın hisselerine gidiyor. Bu ülkelerin tümüne baktığımız vakit, Bahreyn problemli bir yer zaten onun petrol kaynakları yok. Birleşik Arap Emirlik’lerine bakıyorsunuz, bu bölgede siyasal sisteme baktığınız vakit, gevşek eyalet sistemi üzerine kurulu, bu petrol kaynakları iki vilayette vardır aslında tek vilayette sayılabilir. Yalnızca 3- 4 milyar varil petrol vardır. Burasi siyasal sürecin merkezi olmakla birlikte, diğer vilayetlerde kendi içlerinde özerktir. Birbirlerinin iç işlerine müdahale edemez. Bu ülkeye gidildiği vakit; muazzam gelişmiştir. Birleşik Arap Emirlik’lerini düşündüğümüzde yedi ayrı vilayet olduğunu bilsekte siyasal sistemlerinden dolayı çok farklı değil hatta tek devlet olarak düşünüyoruz değil mi ama oraya gidince mesela Dubai’ye gittiğimiz vakit, bu bölgede sadece zenginler yaşar, onlar çalışmazlar, devlet herşeylerini karşılar ve ordaki nüfusun %90- 95i yabancıydı. Bir emirlik düşünün nüfusunun %95i yabancı %5 i yerli ve dünyada ekonomik önemli bir güç. Abudabi’ye bakıyorsunuz gelişmiş bir bölge. Ekonomik olarakta çok gelişmiş bir ülkede nüfusun %75 i yabancı, %25 i yerli ve toplam 96 milyarlık petrol rezervi var. Bu nedenle merkez bunların elinde, diğerleri de yabancı ve çok gelişmiş. Daha dışarda olan diğer eyaletlere gttiğiniz vakit ise ekonomi daha düşük, arap kadınları taksicilik yapıyor. Bu nedenle yedi eyalet ekonomik olarak bağımsız olan yönetimlerin siyasal olarakta birbirlerinin iç işlerine müdahale hakları yoktur. Birbirinden çok farklı yapılar var. Buradaki 
sistemlere baktığınız vakit, rejimlerde bir tek tipleşme görüyoruz. Rejimlerin tek olduğunu görüyoruz. O da ya emirliktir ya hanlıktır. Körfez İşbirliği Konseyi 
üyelerinin ortak özelliği yönetimlerinin monarşik olmasıdır. Yani belirli bir ailenin elinde durma-sıdır. Suudi Arabistan’da Suud ailesi gibi, doğrudan 
Suudi ailesinin ülkesi deniyor. Artık Suudi Arabistan diye bir ülkeden bahsedemeyiz. Yukarıda da belirttiğim gibi her kavrama bakmamız gerekir. Suudi Arabistan Suudların kurmuş olduğu ülke. Sonra Kuveyte bakıyorsunuz Elsabh ailesi, Katara bakıyorsun Tahan ailesi, Bahreyne bakıyorsunuz Elabahan 
ailesi ve bunlar günümüze kadar buradaki yönetimleri kendi ellerinde tutan ailelerdir. Bazen amcaoğlu çocuğu gelebilir. Bazen amcaoğlu çocuğu 
gelebilir. Ama bu ailelerin dışına sarkmıyor rejimler. Belirli bir soy ağacından gidiyor. Hani babadan oğula gitmesi önemli değil. Bazen amcaoğluna, amcaoğlunun çocuğunada gidebilir veya onlar darbe ile yönetimi alabilirler. Ama bir ailenin elinden çıkmıyor. Ve bunların en büyük ortak özelliği; bir ara 
bir arap gazeteci diyordu işte, Yemen Devlet Başkanı demiş ki “Beni de Körfez İşbirliği Konseyine alın.” 

Dolayısı ile ortak özelliği bu Körfez İşbirliği Konseyi dediğimiz ve Irak’ı, İran’ı dışarıda tutan yapıdır. Kuveytten başlıyorsunuz Suudi Arabistan, Katar, 
Bahreyn, Umman’a kadar ortak özellik, hatta Ürdün’ü de içine katarak, hatta Suriye’yi de içine katarak çünkü Esad’dan sonra yine Esad ailesinden biri geldi. Ama rejim cumhuriyet o farklı bişey. Temel özellik monarşik yapıya sahip olmaları. Buradaki anayasalarda monarşik. Anayasayı zorla ele geçiriyor, 
düzenliyor. Buradaki temel özellik sistemin monarşik, geleneksel, muhafazakar o ailenin iktidarını koruyan yapıda olmasıdır. Belirli 5- 6 aile dünya ekonomisinde ciddi şekilde, enerji kaynaklarını denetleyen aileler olmaktadır. Ve bu aileler, petrol ihracatı, hammadde, petrolde bir hammadde ama doğal gazı hammadde olarak düşünmeyin. Petrolün rafine edilmesi vardır. Bunun taşınması vardır. Petrolü yerin altında buluyorsunuz, teknolojiniz varsa çıkartıyorsunuz. Yoksa yardım alıyorsunuz. Onu çıkarttıktan sonra taşıyorsunuz. Ya boru hattı ile çekiyorsunuz ya da denize yakın bir noktaya kadar boru hattı dışında bir ihtimal yok zaten. Denize kadar taşıdıktan sonra tankerede taşıycaksınız. Sonra rafineriye götürüceksiniz ya kendi kapasiteniz imkanınız vardır ki Arap ülkelerinin genel olarak kapasitesi düşük, Amerika’da, Japonlarda vardır rafineri, bunlarda ise yoktur. Taşımacılık %4- 7 dir buradaki taşımacı olan ülkelerin payı ve en son piyasaya, bugün buradan çıktığınız vakit, arabanız varsa bir benzinliğe gidiyorsunuz shell opet v.b. gibi. O aşamaya kadar gelen aşama ne kadara mal oluyor, maliyeti? Bu paranın bir kısmını ham petrol üreticilerini alıyor ise diğer kısmını diğer ülkeler, farklı noktalara taşımacılık v.s yöntemlerle ele geçirdikleri ni görüyoruz. Dolayısı ile bu ülkeler çok önemli, dünya ekonomisi için çok önemli, bu liderler dünya politikaları için çok önemli kendi başlarına istedikleri politikaları gösterebiliriz diyemeyiz. Ve siyasal yapılarına baktığımız vakit, bu ülkelerden Irak ve İran’ı dışarda tuttuğumuz vakit, monarşik, emirlik, krallık diyebilceğimiz, yani bir soyda yönetimin sürdürüldüğü, yapılar olarak karşımıza çıkıyor. 

Körfez ülkelerinde teknoloji yok ve diğer devletlerde vermiyorlar. Ya bizle ortak olursun diyorlar, %51 veya 50 sini ben alırım diyorlar. İşletmesini veya benzeri ni ben alırım diyorlar, Vermiyorlar teknolojiyi. Yapamıyorda devlet çünkü gerçekten yüksek teknoloji gerektiren şeyler bunlar. Ya bu teknoloji işi her kime satarsanız satın, yüksek teknolji gerektiren şeyler çünkü petrol alıyorsunuz, işletiyorsunuz, yani araştırıyorsunuz, parçaları var bunların, onları  araştırıyor sunuz. En son tüketiciye gelece noktaya taşıyorsunuz. Bu gerçekten yüksek teknoloji işi ve birçok ülkede de mühendislik bölümleri var, bizim ülkede de var ama teknolojiya sahip olmak malesef zor. Bunlar ilk petrolü bulmuşlardı belkide 1859’larda gerçi ondan önce Baküde falan, petrol kullanılmıştı ama bu içten patlamalı motorlarda nasıl olsa kullanırız noktasına geçmemişti. Dolayısı ile bu teknolojiyi onlar yarattıkları için hem çok iyide paralar kazandıkları için vermiyor lar. Ama buna rağmen Japonlarda, orada burada var ama hiç bir tanesi gerçekten ABD teknolojisi gibi değil. Yani ABD’liler bu işi iyi çözmüşler iyi geliştiriyorlari, iyi götürüyorlar. Her neyse siyasal rejimler monarşiktir. Buradaki toplumsal yapı farklı, siyasal yapı benzeşiyor, ekonomik yapı benzeşiyor ama her ülkede ben-zeşmiyor tabi ki örneğin Irak’a çıktığımız vakit, çok farklı bir tabloyla karşılaşabilirsiniz, yani 19 Mart 2003 yılına kadar Baas dediğimiz Sünni Araplığı, her ne kadar sistem Baascıysa da sistem her ne kadar sosyalist değerleri ön plana çıkartsa da buradaki toplumsal yapının, siyasal sistemi kontrol etmesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani buradaki toplumsal yapı, belirli Sünni kabileleri siyasal sitemlerini kendi denetimleri altına alması ve diğerlerini dışlaması ile sonuçlanıyor. İki büyük aile İbrahim ve Maliki aileleri, başta Şiiler ve Kürtler olmak üzere siyasal sitemi kendi gözaltlarına alıyorlar. Üçüncü sırada da Sünni Arapların, sistemle barışık olmayan kabilelerin sistemin içine girmesini sağlıyorlar. 

Bu yapı bir dönemeç mi, değişim mi geçirdi. Örneğin en çok tartışılan ülkelere ve yapılara geldiğimiz vakit, Bahreyn’dir. Bahreyn köken olarak tatardır. 

1787’li yıllarda Bahreyn’e geçmişler ve buranın kontrolünü ele geçirmişlerdir. İran’ın sayesinde almışlardır. Ondan önce Osmanlı ile İran arasında, iki bayrak varmış, İran tarafına bakan kısmında İran bayrağı, Arap kısmına bakan tarafında ise Osmanlı bayrağı varmış. 2 ayrı bayrak dalgalanıyor. Osmanlıya bağlı çünkü vergi veriyorlar Osmanlı ailesine ama aynı zamanda İran’la da iyi ilişkilere sahipler. Burada yaşayan toplumsal nüfusun %65 ya da 70’i Şii olmasına rağmen, 1780’li yılların başında bu bölgeye Sünni ailesi geliyor yerleşiyor, o günden bugüne kendi kontrolü altına alıyor. 

Bahreyn denilen bölgede nüfus ırk itibari ile mezhepsel itibari ile köken itibari ile, Arap bir kısım Farsi ama çoğunluk Arap çünkü islamiyetle birlikte bunlar bu bölgeye geçince burayı Müslümanlaştırınca aynı zamanda bu bölgeye yerleşmişlerdi, sonra bu topluluk Şiiliğe geçiyorlar, ve dolayısıyla uzunca 
yıllar burada Şii yönetimler hakim olmuş, Şii yönetimler kurulmuş. Sonra Hanif ailesi 1780’lerin başında, Hanif ailesinin kökeni, El hanife aslında Katar çıkışlıdır. Kuveyt’e gitmiştir, padişah dönemi İranlılar gelince, bunlar bu bölgeyi boşaltıp, Kuveyt’e yerleşmişlerdir. Sonra Kuveyt’te Elsabh ailesinin üstünde olan bir ailedir. Bugün Kuveyt’i yöneten elsabr ailesinin amiri konumundaki aileydi her zaman. Daha da önemli bir aileydi Elhanif ailesi, Katara gelip oradan Bahreyn’e geçip oranın kontrolünü ele aldılar ki Bahreyn çok stratejik bir bölgedir, deniz ticareti yapanlarının tümünün en azından bu bölgeyi tarih boyunca stratejik bir derya olarak bildiğini bilmeliyiz ve Elhanif ailesi buradaki siyasal yönetimi ele geçiriyor. Sonra tabi İngilizler bu bölgeye girince, İngilizler özellikle 1820’lerden sonra, bu bölgeyi denetimi atına alınca, Elhanif ailesiyle iş birliği yapıyorlar, yönetim Elhanif ailesinde kalıyor, Sünni Arap aşiret, kabile ve böyle olunca da günümüze kadar gelen süre içinde bu aile burayı yönetiyor. İngilizlerin başta olduğu dönem ki bu 1971’lere kadar gelen bir dönemdir. Nüfuzun siyasi, idari, askeri ve ekonomik alandaki dağılımı %50- %50 gibi bir denklik var. Yani Şiilerle ve Sünnilerle birlikte, yerel yönetimlerde, ekonomik alanlarda, idari birimlerde teftiş ediliyorlardı. Ama İngiltere gidince bu oran düşmeye başladı. Yani bir 
ayrımcılık politikası, siyasal sistemi elinde tutan aşiret ve mezhep diğerlerini sistemin dışına itmeye başladı. Ve buna karşı bir tepkiler gelişti. Yani iktidar 
döneminde de olmuştu, 1930’larda da bunlar ayaklanmışlardı, 1934’te de ayaklandılar, dolayısıyla İngilizler nispeten burada bir denge kurmuştu. 

Bunları sistem içerisine entegre etmişlerdi ama İngilizler gidince bölgeden, Elhalif ailesi bunu rejime bir tehdit olarak gördü, ve bunları sistemin dışına 
itmeye başladı, 2010’lara geldiğimiz vakit Şiilerin %10 idari sistemin ve diğer sistemlerin içerisinde temsil edilmeye başlandı ve %90’ı sistem dışına 
itildi. O yüzden burada bir toplumsal istikrasızlık unsuru vardı. O da şuydu; buradaki toplumun bir kesimi ki önemli bir kesimi, sistemin dışındaydı. 
Bir tehdit unsuruydu sistem açısından ve hiç bir şekilde sistem içerisinde temsil edilmesine yol açmadı. Bunlar bir dönem uzunca bir süre isyan ettiler; 
meclis kurulması karar verildi. Yani bir danışma kurulu, bir de seçimle gelen bir kurul oluşturuldu ama öyle bir oran oluşturdular ki hiç bir zaman seçimde Şiiler 17 (toplam 40 milletvekili var) veya 18 parlamenteri geçebilecek sayıda oy alamıyorlar. Çünkü seçim bölgeleri belirleniyor, Şiilerin yaşadığı 11 şehirlik bir bölgede 1 parlamenter çıkıyorsa, aynı Sünni bölgesinde 100 kişi 1 parlamenter çıkarıyor. Seçimse seçim, ne yapılabilir seçim kanunu böyle deniyor. Adaletin kestiği parmak acımaz deyip Şiileri kandırmaya çalışıyorlar ama Şiiler durmuyor ve bugün Bahreyn’de yaşanan krizin arkasında Şii olan kısmın siyasal ekonomik hakları, burada devlet size ev almanız için izin veriyor, devlete başvuruyorsunuz ev almak için, bir Şii başvurduğu zaman 5-6 yıl bekliyor, bir Sünni başvurduğu zaman 17 gün en olmadı 1 ay içerisinde ev alabiliyor. 

Onun dışında nüfus dengesini bozmak adına, diğer ülkelerdeki Sünnilerin ki bunların rakamlarının önemli olduğunu söylüyorlar, göç ediyorlar ve böylelikle denge sürekli olarak Şiiler aleyhine bozuluyor ve böylelikle de bölgede ciddi bir istikrarsızlık durumu var. 

Bu sorunun birde bölgesel etkileri de var tabi. Diğer bölgelere baktığımızda da benzer sorunlar var, mesela Suudi Arabistan’a baktığımız vakit; tarihsel 
olarak toplumsal olarak, ekonomik olarak farklı bölgelerin birbirine entegre edilmesi ile ortaya çıkartılmış, çıkmış bir devlet. Hangi toplumsal gruplar 
vardır; mezhepsel itibari ile baktığımız vakit, Suudi Arabistan doğusu ki bugün doğu vilayetleri olarak geçen bölge Şiilerin etkili olduğu hem siyasi hem ekonomik, hem de Osmanlı döneminden bu yana ayrı bir niteliği vardı, bu nedenle Necif vilayeti kurulurken Necif’in diğer vilayetlerden ayrı olduğu 
özellikle vurgulanıyor ki bakıldığı vakit 1913’e kadar olan dönemdir, Şii aydınlar; Şii halkından, Şii muhalifi durumunda oluyorlar. Osmanlı dönemini en altın yıllar olarak nitelendirirler çünkü Osmanlı bunların varlıklarını kabul etmiştir. Ve onların varlıklarını yaşamalarına izin vermişlerdir. O nedenle dini, ekonomik ve siyasi olarak geliştikleri en önemli dönemler olarak tarihe geçer. Ama 1913’ten sonra tekrar Suudi yönetimi altına geçiyorlar ve böylelikle bunların varlıklarını yok edici bütün politikalarda hayata geçiyor. Siyasal alanda, idari alanda, ekonomik alanda, bunları deşifre edici, dışlayıcı, ayrıştırıcı politikalar izliyorlar ve daha tutucu bir yaklaşım seyrediyorlar. 

İkinci Bölge, Suudi Arabistan’la Yemen arasında olan bölgedir. Kapsadığı bölgede 3 önemli vilayet vardır; Cezril, Vecram ve bir tane daha vardı. 

Bu bölgenin nüfusu, baktığınız vakit ne Vahabi’dir ne de Sünni’dir. Bunlar Zeydi dediğimiz kesimi oluşturur. Yani bugün Yemen’in % 55’lik nüfusu Zeydi’dir. 
Yemen’in doğu kısmı Sa-ara Bölgesi dediğimiz kısım, yani başkentin üst kısımları Zeydi mezhebine bağlıdır ve bunlar Suudi Arabistan’la Yemen sınırının bir 
kısmında, İsmaili vardır bu bölgede, özellikle idris ailesinden. O sınır anlaşması tam olarak imzalanmadı, her zaman bir sorun kaldı aralarında. 

Bu bölgedeki toplumsal yapının tarihsel geri planını mezhepsel geri planını Suudlardan ziyade, Vahabilerden ziyade, Necdi kabilelerden ziyade, Yemeni 
kabilelere aittir. O nedenle burada da ciddi sorunlar vardır. Bu ikinci bölgedir, tarihsel olarak ayrıdır, mezhepsel olarak ayrıdır, ekonomik olarak ayrıdır. 

Üçüncü Bölge, Mekke-Medine bölgesidir. Mekke- Medine bölgesinin en önemli özelliği Osmanlı dönemi öncesi dahil olmak üzere, sonrası da dahil olmak üzere, burayı hep Şerif ailesine bırakmışlar, peygamber soyundan gelen şerifler burayı yönetmişler. Bu bölgeye, siyasal olarak Mısır’a, ekonomik olarak Suriye ve Mısır kısımlarına, etnik köken olarak Necbi kabilelerle bağlantıları var bir kısmı bu bölgeden çıkmaktadırlar, ama bütün Müslüman dünyasına hitap eden bir yapısı vardır. Daha entelektüeldir, daha burjuvazidir ekonomik olarak. Mısırdan yönetiliyordu, Riaya’dan falan yönetilmiyordu. 

Dicle dediğiniz, Mekke-Medine dediğiniz vakit burada, bu bölgeden yönetilmiyordu ve bunları hep Arap dağlı kabileler olarak görüyorlardı. 
Kendilerini ise daha soylu daha kentli olarak görüyorlardı, ekonomik olarak da böyle görüyorlardı. Onlar yerleşik hayattaydılar, ticaret yapıyorlardı 
ama Arap’tırlar. Kültür olarak bahsetmiyorum. 

Dolayısıyla 3. Bölge dediğimiz kısımda burasıdır. 

Aslında bir 4. Bölge daha vardır. 

Bu 4. Bölge tam net değildir. Suudi Arabistan bugün homojen bir ülke değildir. Çevrelerindeki Arap kabileleri de bağlılık olarak Suriye ve Irak’taki kabilelerle iş birliği içindedir. 

En büyük mücadelelerden biride Osmanlı’da o dönemde onlarla işbirliği yaparak göstermişlerdir. Suudi Arabistan ne mezhepsel olarak homojendir, 
ne tarihsel olarak ortak bir tarih, birlikte bir tarih bilinci yaratmışlardır. Ne ekonomik çeşitlilik olaraktamamen bir olmuş bir ülkedir. Bunların hepsi Suudi 
ailesinin bir başarısı olarak görülür. Bugün Suudi Arabistan’ın ortaya çıkmasında, Suudi Arabistan’ın politik stratejisi, askeri stratejisi, mezhepsel tuttuğu 
yol ve bunu ortaya koymasının bir başarısı olarak ben bunu görüyorum. 

Kuveyt’e gelecek olursak; Kuveyt’te bildiğiniz üzere Elsadr ailesinin denetiminde 
olan bir bölgedir. 

Soruya gelecek olursak; buradaki haritalar, buradaki ülkeler cetvelle mi çizildi? Veya buradaki ülke sınırları 1900lerden sonra mı oluşmuş? Hayır, bu ülkelerin 
sınırları kanla çizilmiş. Ve bu ülkelerin sınırları belirleyenlerde, bugün o ülkede bulunan insanlar olmuştur. 

Aslında bu bölgenin sınırları o kadarda düz değildir, gittiğinizde görebiliyorsunuz. Kuveyt’ten başlayalım; Elsabh ailesi yaşar, Elsabh ailesi 1600’lerin sonunda 
veya 1750’lerin başında bu bölgeye göç etmiş bir ailedir. Ondan önce Elhaid ailesi bu bölgedir. El Sabh ailesi Elhaid ailesine bağlı bir birim oluyor. 

Elhaid ailesi ise Basra’da, Şiilerle, İranlılarla çatışan bir aile olarak karşımıza çıkıyor ve Basra körfezi Elhaid ailesine bağlı bir bölgedir. Ve bu bölgenin 
tümünü kendi içerisinde kapsar. Bu bölge Osmanlı öncesi dönemde, İslamiyetle birlikte ki İslamiyet öncesi dönemlerde de belirli kabilelerin etkili olduğu yerler ve alanlardır. Ama Elhaid ailesi ile birlikte Osmanlı bu bölgeye, Yavuz Sultan Selim ilk önce kuzeyden gidiyor, 1516’lı yıllarda, sonra1530’lu yıllarda, Irakiye Saavileriyle Osmanlı Irak’a geçiyor. Ondan sonra 1938’lerde Basra Körfezine geliyor ve buradaki ailelerde, Elhaid ailesi de, Basra körfezinin de bir şekilde Osmanlı denetimi altında olduğunu teyit ediyorlar. İşte burada yaşayan Kuveyt’i, tabi bu bölgede yaşayan Elhaid ailesiyle Osmanlı bu bölgeye gelince nispeten Basra körfezinde bunlar yaşıyordu ve Şii’iler, Kuveyt’te yaşayan grup ise Basra’da evleri, bağları, bahçeleri olmak ile birlikte, Elsabh ailesi ile birlikte üç aile idiler ve bu bölgeye yerleşiyorlar. 

Bu bölgede çalışıyorlar da. Özellikle Elhaid ailesi buradan ayrılıp katara geri gidince, Elsabh ailesi buranın yönetici ailesi olmaya başlıyor. Buranın yönetici ailesi olmaya başlayınca, 1800’lerin başından itibaren kendi Kuveyt sınırlarını ortaya koymaya başlıyor. Bu aşirete bağlı, temel sorun şu; aşiretlerin göçebe olmasından dolayı ortaya çıkan sorunlar var, yani size vergi veren aşiretler, 1 ay burada kalıp 2. Ay başka bölgeye gidince, siz aşiret temelli gittiğiniz için, aşiretin gittiği topraklarda sizin topraklarınız olarak geçiyor. Dolayısı ile tartışmalı bölgeler ortaya çıkıyor. Bugün hala çözülmemiş bölgelerdir bu tartışmalı bölgeler aslında, ama buna rağmen Elsabh ailesi kendi bu bölgesini denetimi altına alıyor. Elsabh ailesi zamanla Suud ailesi il çekişme, rekabet ve savaşlar yaşamaya başlıyor. Ve Kuveyt, Suudi Arabistan sınır bu iki aile arasında ama buna daha sonradan Katar’daki bir aile daha katılıyor, bu bahsettiğim ailelerin kökeni 400- 500 yıllıktır. Ve 400- 500yıldır bu aileler bu topraklarda, bu bölgelerde denetim kurmuşlardır. Bazen sınırları daralmış, bazen sınırları genişlemiştir, ama Kuveyt’i deyince Elsabh ailesinin 300 yıllık bir geçmişi vardır. Ailelerin bağımsızlık tarihleri kaçtır ve kaç yüz yıllıktır. Amerika’nın tarihinden daha eski bir tarihe sahip bir ülkenin sınırlarından bahsediyoruz. Bunu bilhassa gözden kaçırmayalım lütfen. Burada en son Suudlarla yaptığı savaştan, mesela Bağdat burada karakol kuramıyor, Basra emri burada karakol kuramıyor, Osmanlının denetiminde olmasına rağmen İngiltere ile 1898’de anlaşma imzalıyorlar. Ondan öncede burası Osmanlı’ya ait, ama asla Elsabh ailesi Osmanlı’nın buraya bir karakol kurmasına izin vermiyor. Ve Osmanlı buraya karakol kurmuyor. 1913 İstanbul Anlaşması ile bunlar tamamen teyit ediliyor zaten. Dolayısı ile baktığımız vakit sınırlarda, bu kadar ciddi savaşlar oluyor. Suudlarla bir yandan Irak’la da netleşmiyor sınırlar. 1922’de hem Irak’la hem Suudlarla tartışmalı dediğimiz bölgeler oluşmuş savaşlar sonuçlarında tam netleşmeyince buranın sınırları, araya İngilizler giriyor. Aslında bunlar savaştılar ama tam paylaşamadılar, yapamayınca da araya İngilizler giriyor, bunları uzlaştıramayınca tartışmalı bir bölge bırakıyorlar aralarında ve sınırı öyle ortaya koymaya çalışıyor. Her ikisi de buna razı oluyor dolayısı ile bir Kuvvet’in sınırı cetvelle çizilmemiş. Burada iki ülke burada savaşmış sınırları için ve tarihsel olarak da bir sınırı vardır. Ve Basra vilayeti her ne kadar Kuveyt’in Bafra vilayetine de bağlıysa da Elsabh ailesi gerçekten bu bölgeyi kendi başına yönetmiş, kendi kurallarını kendisi koymuştur. 

Osmanlı kaymakamlığı olmuş, unvanını almış ama Osmanlının buraya karakol kurmasına izin vermemiş. 

Diğer ailelerden Suudilerde bir anlamda Suudi ailesi Vahabilerle böyle bir ittifak kurdu; kız alıp verdiler derken aile iç içe girdi. Ve gerçekten verilen sözler 
tutuldu; siyasal işlere karışılmadı, tabi sonradan, Suudlar dinsel otorite haline geldi, hem dini hem siyasal otorite haline dönüştü. Ve böylelikle Suudi 
ailesi bu neşt dediğimiz bölgede yavaş yavaş yayılmaya başlıyor. 1800lerin başından itibaren bölgeyi kendi içerisinde hem doğudan hem batıdan bir yayılma takip ediyor. 


Soru: 
1700’lerden bahsettik, işte kabileler var dediğiniz ki daha öncesinde de varmış, ama şuan bir yerleşik düzen var iyi kötü... Yani 1600- 1700’lerdeki 
yapı yok kısıtlayamasak da en azından sınırlar değişmiyordu, her gün değişmiyor en azından ki değişeceğini söylediniz şimdi... Yani 1600- 1700’lerden 
beri bu Ortadoğu bölgesine en azından bahsettiğiniz ailelerden, aralarında eylemler oldu dediniz, bir takım anlaşmalar yapmaya çalışıldı dediniz. İçlerinde 
bu mezhepsel ayrılıkları yok etmek adına bir girişim yapmadılar mı? 

Veysel AYHAN: 
Yaptılar, yok etmeye çalıştılar. 

Soru: 
En azından 5- 6 aile bir araya gelip anlaşmada mı olmadı? 

Veysel AYHAN: 
Arap kültüründe şöyle bir şey vardır; Mesela Umman’a gelelim, Umman’da Elsaid ailesi vardır. Buradaki iktidara bakarsanız genelde, babalarını öldüren çocuklar yönetime gelmişlerdir. Yani mezhepsel birleşmeyi bırakın bir köşeye, yani yönetim üzerindeki mücadele bu şekildedir. Buranın sınırları da, yukarıda değindiğimiz gibi tarihsel olarak çizilmiştir ve daha gelişip İran’ın bir kısmını denetim altına almışlardır. Libya’nın bir kısmında denetimleri vardır. 

Soru: 
Şimdi şöyle bir şey var; burada Emeviler döneminde de, Abbasiler döneminde de, Asurlar döneminde de, Akadlar döneminde de federe diyebileceğimiz 
ve bu bölgedeki topluluklara kendi yönetimlerini kurdukları, mesela Asurlar çok güçlenince, merkezden bu bölgeye, zayıflayınca burada ki yerel adetleri 
ve yerel yönetimleri kabileler adına kuruyorlardı. 

Abbasilerde bu yönetim adına buraya giden valiler buranın yönetimlerini alıyorlardı ve dolayısı ile bu bölgedeki veya vali gitmiyor ise burada İslamiyeti 
kabul ediyorlarsa ki hani İslamiyet öncesi diyorsunuz ama İslamiyetin en büyük özelliklerinden biriside; Eğer İslamiyeti kabul ediyorsanız, kendiniz, İslamiyeti kabul ediyorsanız kendi yönetiminizi, İslama uygun olmak koşulu ile tabi ki kendi yönetimlerinizi sürdürün diyorlar. Yani İslamiyet onlara otoriter veya tamamen tek bir yönetim sergilemiyordu. Onlarında kendi yönetimlerini kurması, kendi yönetimlerini sürdürmelerine izin veriyordu. 

Bu ayrıcalıkları kabul ediyordu. Aşiretler, Abbasiler döneminde vardı, ondan sonrada vardı bugünde var ve bunun en büyük özelliği aşiretçiliğin en büyük 
özelliği bağımsız olması, bağımsızlığa çok büyük önem vermesi, zaten göçebe olmasının en büyük nedenlerinden biride belki de oturmayı kabul etmiyor 
yerleşik düzene geçmiyor. Yerleşik toplumlar üzerinde kendi devletini, kendisi kuruyor. 

Veysel AYHAN: 
Bu politika yani ben şöyle açıklayayım, Ortadoğu’nun en büyük, en önemli özelliği, önemli bir nüfus barındırıyor. Bununla birlikte imparatorluk siyasal kültürüne ve inşasına sahiptir. İmparatorluk siyasal kültürü içerisinde, farklı grupların yaşadıkları bölgedeki özerkliklerine, siyasi, ekonomik özerkliklerine tabi imparatorluk doğası gereği bunu yapmak zorunda tanıyordu ve dolayısı ile bunların neden olmasına gerek yoktu. O günün koşullarında imparatorluk vardı. Kim vardı mesela; biraz önce bahsedilen tarihten başlayalım günümüze kadar, Emeviler, Abbasiler var, devam ediyorsunuz, Eyyübiler var, devam ediyorsunuz, Memlüklüler geliyor. Devam ediyorsunuz, Osmanlılar geliyor. Devam ediyorsunuz İngilizler parantez içinde geliyor. Ve bunlar dolayısı ile o dönemden günümüze kadar o bölgedeki siyasi otoriteyi kullanan ailelerdi. Bu sınırlar içerisinde, bu siyasal otoriteyi kullanıyorlardı. 

İmparatorluk üst çatısı çökünce, bunlar yukarı çıkıp devlet oldular. Yani şöyle düşünebiliriz; Su ile kaplı bir alan düşün adalar var, parçacıklar, Suyla kaplı olduğu için imparatorluklar vardır Suyu boşalttığınızda ise bunlar üste çıkıyor ve devlet oluyor. Bir imparatorluk gelse tekrar üst bir kimlik, şemsiye olsa, bunların varlığı yok olmayacak bunlar gene var olacaklar. Yani bunları kimse ortaya çıkartmadı, bu sınırları kimse yaratmadı, bu haritayı İngilizler, Amerikalılar yapmadı. Bunlar vardı. Osmanlı’dan öncede vardı. Osmanlı döneminde de vardı. Bugünde var. Yarında olmaya devam edecek. 

Soru: 
Bu dönemden sonra bağımsızlığını ilan eden o bölgedeki devletler? 

Veysel AYHAN: 
Suudi Arabistan zaten bağımsızdı, Umman bağımsızdı. Yemen bağımsızdı. Kuveyt 1961’de bağımsızlığını ilan etti ama özel manda anlaşması vardı. 
Irak’ın zaten ayrı bir tarihsel gelişimi vardı. Burada Gata, 7 emirlik ve Kuveyt 1960’larda ne olacağı belirsizdi. İktidar ben çekileceğim dedi. Kuveyt zaten 
1961’de bağımsızlaştı. Burada 8 emirlik vardı, ayrı bir birimi vardı. Suud çekilecekti. Ve bu 8 emirlik ortaya çıkacaktı. Ayrı bir devlet mi kuralım, birlik mi kuralım tartışması yaşandı. Kuveyt’te bunun içerisindeydi. Kuveyt öncelikli bende varım dedi. Sonra bağımsız olmaya karar verdi ve gerçekten bağımsız 
oldu. Bu 7 si ise birlik dediğimiz; Birleşik Arap Emirliklerini kurdu. Hepsi bir araya geldi, hepsi ayrı bir öz yönetime sahip, hepsinin başında ayrı aileler var. Bugünde böyle, o dönemde öyle, bundan öncede böyleydi. Mezhepleri ayrıydı. Birbirlerine bağlı değil, aileleri ayrı. İngiltere çekileceğim dediğinde; siz isterseniz emirlik kurun daha ayakta kalırsınız dedi. Onlarda tartıştılar, uzlaştılar, kendi içerlerinde bir birlik kurdular. Ama bütçeleri ayrıdır. Bir konseyleri vardır. Başında da Ebudabi durur. Ama bütçeleri ayrıdır diğer yönetimleri ayrı. Her şeyleri ayrıdır. Yalnızca öylesine sözde, yani küçük bölgeleri geçiyorsunuz bir yere geldiğinizden 4 km. geçince başka bir eyalete geçiyordunuz. Sonra bu eyaletin başka yerde başka toprağı vardı çünkü oraya eskiden vergi veren aileler başka yere yerleşmişlerdi. Yani toparlayacak olursak; Basra Körfezi dediğimiz alan uluslararası hukuk ilkeleri itibari ile düşündüğümüz vakit, İran Körfezi’dir. Kendi içerisinde toplumsal düzeni homojen olmayan, heterojen olan bir yapıya sahiptir. Heterojen yapı bir anlamda aynı zamanda mezhepsel ve etnik heterojenliği de içeriyor. Bunun en büyük özelliği, özelliklede Asya Pasifik’ten olan Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerden, ciddi anlamda yabancı göç almasıdır. Dünyanın ekonomik üretim merkezidir. Ayrıca enerji kaynaklarının en fazla yoğun bulunduğu dünya sıralamasında 1. Bölgedir. Yaşamsal öneme sahiptir. Yaşamsal çıkarları bulunduran bir bölgedir. Nüfus dengesi, nüfus oranı çok düşüktür. 

Tüm Basra körfezi, Irak ve Suudi Arabistan çıkar, Irak ve İran’ı çıkardığımız vakit, 35 ile 40 milyon arası bir nüfustur ama maksimum 40 milyondur. 

Dünyanın en önemli enerji kaynakları bu bölgede bulunur. Yani Türkiye’ye oranın iki katıdır. Ve ciddi toplumsal istikrarsızlık unsurları vardır. Bunların temel nedeni bazı gruplarınki o gruplar ya mezhepseldir ya ideolojiktir mesela Baas bunlar için sosyalist değere sahip rejimdir ve tehdittir. Bunla ilgilide zaten mücadele ettiler. İran Şiiliktir. Ve kendi ülkelerindeki Şiiliği provoke ediyor. Onları canlandırıyor ve siyasi hayatta sürekli öne koyuyor diye onları bir tehdit unsuru olarak görüyor, görmeye devam ediyor ve bugün Bahreyn üzerindeki çekişmelerden 2 tanesi bir tanesi Suudi Arabistan bir tanesi İran ve nüfusun %65’i Şii, İran Şiileri destekliyor, siyasal iktidara geçirdi iddiası var. Suudlarda o bölgedeki Suudi aileleri destekliyor ve desteklemeye devam ediyor. Askeri anlamda da desteklemeyi sürdürüyor. 

Irak konusu işlendiğine göre, o bölgeye girmeye gerek yok. Ama Irak çok önemli bir şey; Irak Osmanlı döneminde 3 ayrı vilayeti. Bunu birleştirmeye çalıştılar. 
Her bir birleştirme ciddi dirençleri meydana getirdi; yani sitem içerisinde Şiileri ve Kürtleri, Bağdat merkezi yönetimi içerisinde almaya çalışmak, ciddi dirençleri meydana getirdi. Şiiler başka yerde ayaklandılar, Kürtler başka yerde ayaklan dılar. İran bu işin içerisine girdi. En son bu tür istikrarsızlık unsurları 2003 müdahalesine kadar geldi. 2003 müdahalesinde rejim mezhepsel ve erklik olarak ters düz oldu. Bu sefer dışarıda kalan çemberin içine geldi, çemberin içinde olan çemberin dışına çıktı ve orduda bir çekişme, bir sancı yaşanıyor. Onu nasıl sonuçlanacağını hiç kimse tarih bize nasıl olsa gösterecek diye yaşansa da, yaşanmasa da... 

Soru: 
Osmanlı döneminde, bu kadar mezhepsel çatışma var mıydı bu bölgede? 

Veysel AYHAN: 
Bazı bölgede vardı bazı bölgede yoktu. Osmanlı döneminde sükunet, huzur barış, istikrar, savaş olmadığı dönemler diyebiliriz. Çok ciddi kavgalar 
olaylarında yaşandığı çok ciddi çatışmalarında yaşandığı dönemler oldu. Ama imparatorluk ne kadar güçlüyse, gruplar arasındaki çatışmada o kadar azdı. 

Soru: 
Yani mezhepsel karışıklıktan çok etnik karışıklıklar mıydı? 

Veysel AYHAN: 
Mezhepsel karışıklıklarda vardı. Hepsi vardı. Mezhepsel vardı, aşiretsel vardı. Şiiler ve vahabiler arasında sonra bazı diğer gruplar arasında; zenciler, 
Sünniler arasında... Yani bu Ortadoğu’nun realitesi, gerçekliği, sürekli birbirleri ile hareket eden çatışan uzlaşan dinamikler. 

Soru: 
Acaba bu dönemde de mezhepsel çatışmalarda var mıydı? 

Veysel AYHAN: 
Mezhepsel var. Mezhepsel çatışmalar başından itibaren var. Ve devam etti. Bitmedi. O yüzden yapılması gereken şey; mikro düzeyde bu bölgeyi tanımak. 
Mikro düzeyde tanıyamazsan, makro düzeyde analizler yapamazsınız. O nedenle Genel analizleri bırakın; örneğin AB’nin Ortadoğu politikası, nedir AB’nin Ortadoğu politikası ile kastı; Azerbaycan mı tam olarak neresi? Spesifikleştir mek, ayrıntılara girmek gerekir. Mutlaka ayrınıtya inin. Yapılması gereken 
şey; genel politikalardan vazgeçip, ayrıntılara inmek. Ayrıntı bilmiyorsak, inemiyorsak da yapabilecek bir şey yoktur. 

Soru: 
Irak ile İran’daki sınır bölgelerde bulunan spesifik etnik gruplarda yerleşik olanları mesela kimlerdir? 

Veysel AYHAN: 
Şii Arap onlar. Mahabbattan merkez alarak içe doğru biraz gidilir ise ve Urmiye Bölgesini de içine alırsan; bu bölgede Kürtleri görürsün. Genel olarak merkezi Azerbaycan alır gidersen Azeri görürsün, Ama Tebriz’de Ermenilerde vardır. Bazı bölgelerde ise Araplar, Şiiler ve Kürtler kendi içlerinde dağınık yaşar ama o dağınık yaşadıkları bölgeden sonra ise Araplar yaşar. Irak ve İran arasında ise sınırlar belli,karışma olmaz. Onlar çok ciddi anlamda sorunlardır ve karışmazlar. Zaten bu konuda sorunları ciddi şekilde sürüyor. Bölgeye baktınız mı ikisi de Arap ikisi de Şii ama karışmazlar ikisinin de ayrı sınırları var. Ama çok daha rahat bu sınırlar artık, eskisi gibi değil. Eskiden Saddam döneminde o sınırda bir bataklık vardı, bu bataklığı oluşturdu kimse geçmesin diye. 



***

Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları BÖLÜM 1



Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları BÖLÜM 1 



Prof. Dr. Veysel Ayhan 
ORSAM Ortadoğu Danışmanı 
Abant İzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 


Bugün, Basra körfezi ülkelerinin toplumsal siyasal ve rejim sorunlarını tartışıcaz, birlikte görüş alışverişinde bulunacağız. 

Dersin adı bilindiği üzere körfez ülkelerinin toplumsal siyasal ekonomik yapıları olarak geçmektedir. Temel soru şu biz niye körfez ülkeleri diyoruz? 

Bunun bir adı yok mu? 

Bunun adı arap körfez ülkesi mi? Basra körfez ülkesi mi veya iran körfezi mi? Dolayısı ile burada literatürde kullandığımız 3 kavram karşımıza çıkıyor. 
Araplar buna Arap körfezi, İranlılar İran körfezi veya Fars körfezi ve bizlerde Basra körfezi diyoruz. Aslında her kavramın kendince tarihsel bir gelişimi var ve 
aynı zamanda belirli bir ideolojik yansıması var. 

Ama buna rağmen aslında kavram uluslararası literatürde kullanımı itibari ile tektir. Yani belirli bir kavram üzerinden açıklama yapılır. Diğer kavramların 
tümü yalnızca genel olarak o toplumların kullanmış olduğu kavramlardır ve aslında uluslararası hukuk ve uluslararası toplum tarafından kabul görmeyen 
kavramlar olarak karşımıza çıkar. Uluslararası toplum tarafından kullanılan nitelendirme göz önüne alındığında sizce hangi kavram bölgeyi nitelendiriyor? 
Uluslararası hukuk itibari ile buraya bir Basra körfezi diyemeyiz, buraya Arap körfezi diyemeyiz. Arapların kurmuş olduğu Körfez İşbirliği Konseyi gibi bir örgütlenme var. Neden bunun ismi Arap körfez İşbirliği Konseyi değil de Körfez İşbirliği Konseyi örgütlenmesidir? “KİK” dediğimiz Körfez İşbirliği Konseyi vardır, madem Araplar buraya Arap Körfezi diyorlarsa neden buraya Arap Körfezi İşbirliği konseyi olarak adlandırmıyorlar? Diyemezler çünkü hem Birleşmiş Milletler metinlerinde hem uluslararası hukuk metinlerinde hemde uluslararası toplum bakımından buranın ismi Fars körfezi olarak geçer. Çünkü bu özellikle çok önemli bir kavramdır. Uluslararası hiç bir metinde buraya siz Arap körfezi veya Basra körfezi diyemezsiniz. Buna rağmen toplumlar, biz Irak’ı, Irak’ın Basra vilayetini Osmanlı döneminde denetim altına aldıktan sonra 2 seçenekle karşı karşıyaydık. Ya buraya Arap körfezi diyecektik ya da buraya Fars körfezi diyecektik. Biz Basra vilayetinden hareket ederek buraya Basra kavramını kullanmaya başladık ve o günden bugüne Basra kavramı özel literatürde kullandığımız bir kavram olarak geçiyor. O dönemde bir Araplık kavramı ki o zamanda Arapçayı, arap kavramını kullanmıyorlardı. 

Buraya en modern dönemde Arap körfezi denmeye başlanmıştır ki oda Farslarla İranlılar arasındaki çatışmanın son dönemlerde derinleşmesi ile birlikte Araplar baskın bir şekilde buraya Arap körfezi kavramını kullanmaya başlamışlardır. Tarih kitaplarına baktığımız vakit, milattan sonraki dönemlerde 10. Yüzyılda ondan sonraki dönemlerde yazılan birçok kitapta oranın ismi Fars körfezi olarak geçer. Dolayısı ile aslında bizim literatürde yok, ingilizce literatürde Fars körfezi türkçe literatürde Basra körfezi demeyi devam ederiz. Ve böyleliklede hala o kavramla nitelendirmeyi sürdürürüz. 

Dolayısı ile buraya biz bir anlamda isim olarak nereden geldiğine bakacak olursak ontolojik açıdan yukarıda anlattığım gibidir. Zaten herşeye ontolojik 
olarak bakmak gerekir. Bir kavramın nereden çıktığını, nasıl çıktığını, ne anlama geldiğini bilmediğimiz takdirde, ne bölgeyi iyi bir şekilde analiz edebilirsiniz, 
ne de bölge üstündeki devletlerin temel hak taleplerini buraya hangi misyonu yüklediklerini ortaya koyamayız, dolayısıyla buraya bir anlamda İranlılar kendi iç körfezi, kendi iç denizi olarak nitelendirmişler ve böyle görmüşlerdir.

 Nitekim 1945lere kadar körfezde yaşayan bir kişinin hiç bir kimlik, pasaportu olmadan İran tarafından, Arap tarafına geçmesi serbestti. Burada bir sınırlama yoktu çünkü İran bu bölgede yaşayan herkesi İranlı olarak görüyordu. İran kültürünün bir parçası olarak görüyordu ve dolayısıyla bunlara herhangi bir sınırlama koymayı düşünmüyordu. 1945, yani savaştan sonra değişen güç pozisyonları ve çatışan tarafların farklılaşması ile birlikte geçişler yasaklandı ve nitekim sınırlar dediğimiz, ilk kez modern anlamda Basra körfezine sınırları, İran’la diğer Arapların sınırlarının belirlendiği bir dönem başlamış oldu. 
Dolayısıyla burası bir anlamda Fars körfezidir. Burada kimler yaşıyor diye baktığımız anda, aslında Ortadoğu’nun birçok bölgesinde şöyle bir analiz, 
mantık var; homojen bir yapı varmış gibi sınırları İngiliz veya Amerikalılar tarafından çizilmiş, cetvelle çizilmiş, cetveli koyup bölgeleri hangi devletlere 
verileceğini belirlemişler ve bu devletleri ortaya çıkarmışlar gibi bir algı var bizim toplumumuzda ama böyle bir şey yok. Buradaki toplumsal yapılar, 
bu toplumsal yapıların dayanmış olduğu tarihsel geri plan ve burada ki devletleşme süreçleri İngiltere daha bu bölgeye gelmeden önce vardı. Hatta Osmanlı bu bölgeye gelmeden önce vardı. Dolayısıyla burada şunu bilmemiz gerekir buraya yaklaşırken genellemeci yaklaşmamak gerekir, buraya yaklaşırken ayrıntılara inmek lazım ve burada yaşayan toplumsal yapıların bu bölgedeki siyasal faaliyetlerini tarihsel geri planlarını mutlaka ve mutlaka bilme
miz ve göz önünde bulundurmamız lazım. Buradan hareket ederek körfez dediğimiz bölgeyi nereden başlatıp, nerede bitirmemiz lazım sorusuna cevap 
verecek olursak, İran’ı da içine alıyor, Umman’ı da kesen bir tarafta hat çizerek bir bölge denetimi içine alıyor. Buradan başlayarak ilk etapta buradaki toplumsal yapılar üzerinde durmamız gerekiyor. Bugün Ortadoğu’da yaşayan bütün bu halk hareketlerinin temelinde toplumsal dinamikler yatar. 
Bu toplumsal dinamiklerin temelinde de faklılaşan mezhepsel, farklılaşan etnik farklılaşan kabilesel, mezheplerinde kendi içinde farklılaşan yanları yatar. 

Dolayısı ile bunu iyi kavrayabilmemiz için buradaki toplumsal yapıları iyi bir şekilde görmemiz lazım. Burada kimler yaşıyor? Bu soruya net cevap 
vermek lazım, bu soruya net cevap verebilmek içinde bölgeyi detaylı bir şekilde kendi içerisinde ayrıntılı bir şekilde ayırmamız lazım. Ki buradaki toplumsal 
yapıları bildiğimiz vakit, buradaki kültürel yapıları, buradaki mezhepsel yapıları, buradaki dinsel yapıları buradaki siyasal faaliyetleri, bu siyasal faaliyetlerin ne tür sonuçlar doğurduğunu, bölge dışı ülkelerin bu ülkelerdeki hangi toplumsal gruplarla ilişki kurabileceğini veya kurduğunu daha iyi ortaya koyabiliriz. Dolayısı ile bir çalışmaya başlarken, bir bölgeyi tanımaya başlarken, ilk önceliğimiz buradaki toplumsal yapıyı çıkarmak, herşeyi bir köşeye bırakıyoruz çünkü bu somut bir şeydir. Duyguya, önyargıya gerek yoktur. Objektif bir araştırma, objektif bir bakış, buradaki toplumsal yapıların somut bir şekilde ortaya konulması ile başlayabilir. Bizim akademik hayatta yaptığımız en büyük yanlışlardan bir tanesi kendimiz bu bölgenin toplumsal yapılarının da öyle ya da böyle olduğunu tam doğru olmadan ortaya koyup siyasal analizler yapıyoruz eğer temel zaten yanlışsa toplumsal yapıyı zaten ortaya koymakta hatalıysak, önyargılıysak, bilgisizsek zaten ondan sonra gelecek bütün analizlerimiz tüm ortadoğu analizlerimiz sapar, yanlış olur. Dolaysıyla bugüne kadar ciddi şekilde Ortadoğu çalışmalarının, politik anlamdaki olayların çözümlenemeyişi, çözemeyişimiz bu bölgeyi, altında yatan temel neden buradaki toplumsal yapıları görmememiz. Bölgeye bakacak olursak; bu bölgede kim yaşar? Berduşlar yaşar, Beduci dediğimiz bölücü gruplar yaşar. Pakistan ile İran sınırları arasında dağlık bir bölgede yaşarlar ve Berduşlar Beducistan dediğimiz kendilerine göre Beducistan toprakları içerisinde bir devlet kurma mücadelesi hem Pakistan’da hem de İran’da yürüttüler. Ve bu gruplar hem İran rejimi için tehdit oluşturuyorlar hemde Pakistan rejimi için tehdit oluşturuyorlar ve her iki rejimde de bunlar siyasal alanda temsil edilmeyen gruplardır. Dolayısıyla bir ülkede bir toplumsal grup siyasal, ekonomik alanda temsil edilmiyorsa bu ülkede toplumsal istikrarsızlık unsuru vardır. Toplumsal istikrarsızlık unsuru barındırıyordur. Ve her an bu ülkede ciddi sorunlar yaşanabilir. Bugün yaşanmıyor diye, yarın yaşanmayacak anlamınada gelmiyor. 

Neden körfez önemli? 

Çünkü burada ciddi anlamda toplumsal istikrarsızlık unsurları var. Toplumsal istikrarsızlık unsurlarının en temel başlangıç noktası, bu grubun siyasal, 
bu grubun ekonomik, bu grubun idari temsili var mıdır, yok mudur? Yoksa ozaman bu grup her zaman rejim karşısında bir tehittir. Bunu net bir biçimde 
ortaya koymamız gerekir. Eğer biraz önce bahsettiğimiz noktadan başlayacak olursak buradaki toplumsal yapı Berduşlardır. Beducistanda dediğimiz 
berduşlardır. Berduşlar sunni bir topluluktur. 

Burada bir ara hatırlayacak olursanız burada üst düzey subayları bombalı eylemler yapıldı. Bundan yaklaşık 7-8 ay önce, biara Dubai’den bir tane yine 
birisini yakalayıp getirdiler Yunanlı ajanlar, bunların hepsi Berduş kökenliydi. Şu anda ki durumları, rejimlere karşılar, rejim karşısında askeri anlamda bir karşı koyuşları var, ama ciddi bir örgütlenmeleri yok, sınırlı bir askeri yapıları var. Buna rağmen rejime karşı nokta operasyonlarını ciddi bir şekilde ger-
çekleştirebiliyorlar. Ve burada toplumsal yapı aslında bu hereketi destekliyor. Baskı nedeni ile şu an çok yaygın bir toplumsal destek bulamıyor ama İran rejimi burada istikrarlı bir kontrol kurabilmiş değildir. Ve burada her zaman istikrarsızlık unsurunu kendi içerisinde barındırıyor. Bu bölgenin biraz daha yukarısına çıktığımızda özellikle Irak sınırından başlar, bu bölge Huzistan dediğimiz bölgedir. Ve bu Huzistan bölgesinde araplar yaşar, ve bu araplarda 
şii kökenli araplardır. Saddam Hüseyn 25 Eylül 1980’de İran’ı işgal ederken bir hat çizdi, Huzistanı içine aldı ama sonradan bu bölgeyi dışarda bıraktı çizdiği 
sınırda çünkü bu bölge zaten fars değil, araptı. Ama İran tabi sonuna kadar savaşı sürdürdü. 

Bu bölgede yaşayan Arapların, islamiyet ile birlikte daha güçlü bir şekilde bölgeyi islamlaştırma adına bölgeye giden araplar olduğu, islamlaştırabilmek için birleşen araplar olduğu, halkın karşısına çıktığını ve şuan ki toplumsal yapıları Şiidir. 1980- 1988 arasındaki savaşta aslında Şiiler İran’dan geri aldılar, 
Şiilik bunlar açısından birincil öneme sahip bir kavramdır, Şiilik bunlar açısından önemli olmakla birlikte, Araplık bilincininde hala farkındadırlar. Buna rağmen şiilik , kimlik tanımlamalarında, aslında bunlar şiiliği birinci sıraya koyuyorlar, ikinci sıraya araplığı koyuyorlar. Tabi aşağıdada belirticem, körfezin arap kısmında yaşayan şiilerin pekte mutlu olmadığını görüyoruz. Bunlar arap olduğu için hiçbir hak veya çok büyük haklar elde ettiği de olmuyor, böyle olduğu içinde İranlıl’arla şiilik kimliği üzerinde uzlaşarak birlikte yaşamanın daha uygun olacağı düşüncesindeler. Ayrıca tarihsel olarak çok uzun yıllardır Farslarla birlikte yaşıyorlar. Bu yüzdende rejimi reddeden bir varlık olarak karşımıza çıkmıyor. Mesela şu anda Irak’ta yaşayan şiilerin, hani bunlar İran’la yapılan savaşta ki ondan önce 1977- 1975 deki bu ayaklanmalarda 200- 300 bin Iraklı şii arap bölgeye gitmiş. Ondan sonra önemli bir kısım kendi içlerinde evlendiler, yani şuanda o bölgede Iraklı şiiliği ile toplumsal anlamda yeni her ikisininde karışımı çok ciddi bir nüfus var, 1 milyonu aşan bir nüfus var, iç içe geçmiş bir durumla karşı karşıyayız ki Basra körfezinden başlayıp Dialaya kadar yukarı çıkabilecek olan bir bölgeyi kapsar. Bu alandan haritada yukarı çıkıyorsunuz iç bölgeye girdiğiniz vakit toplumsal anlamda Farslarla karşı karşıya kalıyorsunuz, biraz daha Basra körfezinin dışına çıkan bir bölge burası, Fars ondan sonra Türkmenler vardır bu bölgede, biraz daha içeri doğru gidersek haritada Azerbaycan’ıda içerisine alan hatta Azerbaycan’ın hem doğusu hem batısını içine alacak kadar ciddi bir azeri nüfustanda söz etmek mümkündür. Burada yaşayan Azeriler eskiden kendi içlerinde bir bütündü, sonra İran rejimi bunu kendi içerisinde doğu batı ve bir eyalet daha olmak üzere 3 eyalete böldü kendi içerisinde ama körfeze çıkışları yok, bunların tam tersi Azerbaycan’a, Tebriz bunların merkezinde yer alır. Eğer İran’ın tarihsel geri planına bakacak olursanız, İran’ı her zaman Azeriler kurmuştur. En son 1925’lerde Farslar... Fakat şunu söylemeliyiz, İran’da Azeri ya da Fars dediğiniz vakit ciddi bir fark görmüyor sunuz, iç içe geçmiş bir yapı var. Çünkü yüz yıllardır Azeriler zaten bu ülkeyi Farslarla birlikte yönetiyorlardı, iç içe geçmiş bir toplumsal yapıları var, özellikle şiiliği, yani farsları kim şii yaptı? Azerileri kim şii yaptı? Farsları şii yapan Şah İsmail’dir. Azeriler, Farsları şii yaptı. Bugün şiiliği farsların savunduğuna bakmayın bugün dini rehber Azeridir. İrandaki dini rehbere baktığınız vakit azeridir. En büyük, en üstün otorite olan kişidir aynı zamanda. 

Dolayısı ile şiilik Azeriliğe özgü bir şeydir aslında. Çıkışı Şah İsmail, çıkışı yayılışı, güçlenmesi, etkili bir hale dönüşmesi Azerilerin çabalamaları sonucu gerçekleş miştir. Pek fazla farslar burada etkili değildir tabi farslar farklıdır yani birçok alanda çok önemli bir toplumdur yani bunuda göz ardı etmememiz gerekir. Haritada bu bölgenin de biraz aşağısına indiğimizde kim yaşar bu bölgede? 

Bu bölgede Kürtler yaşar ve bunlarda rejimle iç içe geçtiğini düşündüğümüz vakit, rejimle sorunlar yaşayan bir diğer topluluktur. Yani berduşlar gibi rejimle uzlaşamayan, rejimle ciddi problemleri olan ve aynı zamanda berduşlar gibi sunni kökenli olan çok az feyhi vardır yani şii kökenli olan vardır. Onun dışında hepsi sunni kökenlidir ve bunlarda rejimle ciddi anlamda sorun yaşayan bir kesimdir. Sınır boyları Türkiye’ye kadar uzanır. Doğu Beyazıt’a kadar uzanan bir bölgede yer alırlar. O bölgede küçük köylerde ermenilerde yaşar. Azeriler vardır, kürtler ve ermenilerde mevcuttur bazı bölgelerde, böyle bir dağılım gösterir. Körfezden inen bölgeye kadar bir dağılım gösterir buradaki toplumsal yapı. Hattı çizip, Iraka gittiğiniz vakit, bu bölgede çoğunluklu olarak %80 – 85’i şii araplar yaşar. Bağdat’ın aşağısına indiğimizde, Kuveyt’e kadar Basra vilayeti dahil olmak üzere olan bölgeyi şii arapların nüfusun % 80 – 85 ini oluşturmaktadır. Burada sunni Araplar da yaşar ama çoğunluk şii araplardadır. Dolayısı ile Irak’ın diğer 
tarafında sunniler yaşar, kürtler yaşar, türkmenleryaşar, ama körfez kısmını da şiiler oluşturur. Ondan sonra Kuveyt’e iniyorsunuz, Kuveyt’te nüfusun %70 sunni araptır. %30’u şii araptır. Kuveyt’ten sonrada Suudi Arabistan çıkıyor karşımıza, Elhasra, Kadir dediğimiz bölgelere, vilayetleri bu bölge şiidir. 
Bu bölgenin üstüne çıktığınız vakit bunlar kabiledir ve sunni araptır, mezhep olarakta vahabidir. Kendi iç bölgelerinde( Meç dediğimiz bölgeyi kapsar). 
Bunlar gene bu hat boyunca şemman dediğimiz birçok farklı kabile vardır. Bunlarda sunni arap kabilelerdir. Bunların kökeni Mekke, Medine, Yemen 
kökenlidir. Ama bunlar bu hat boyunca geldiğiniz vakit şiiliğin en önemli 2. Merkezi ile karşı karşıya kalırsınız. 1. Mekke merkezi, Necef, Kerbela, 
Küfe bölgesi ise 2. Bölgesi de bu körfezdir. Yani Bahreyn’de dahildir. Bu nedenle Bahreyn çok önemlidir. Bunlar iç içe geçmiş ailelerdir aynı zamanda. 

Ondan sonra Katar’a baktığınız vakit Katar nispeten daha bütüncüldür, vahabidir. Ve belli kabileler vardır bu bölgede. Birleşik Arap Emirlikleri ise, çok 
dağınıktır. Yerleşkesi çok fazla olmayan ama vahabi olan aynı zamanda sunni ve şii varlığınıda kendi içerisinde barındıran ama buna rağmen 7 ayrı emirlik 
olan bir ülkedir. 7 ayrı emirlik, gevşek kompederasyon, halende yaşayan 7 ayrı emirlik, sonra Umman’a geliyoruz. Burada nüfusun önemli bir kısmı ibaridir yani Hariciliğin bir koludur. Sonra Suur bölgesi birazcık daha vahabi sunni kökenli kesimler vardır. Hatta orada 3 – 4 ay önce bir ayaklanma çıkmıştı. Bu bölgedede Yemenli Zeydi kabileler yaşar. Toplumsal yapıları bir toparlıycak olursak, Ortadoğu’da hiç bir ülke homojen bir toplumsal yapıya sahip değildir. Mekke ise tarihsel köken itibari ile baktığımız vakit her zaman Sünniliği ya da Şiiliğin en önemli merkezlerinden bir tanesidir. Vahabiler buraya zorla girmiştir. Ve her zaman vahabiliğe karşı hayır diye ciddi bir tansiyon orda vardır. Orada 4 mezhep vardır ama buna rağmen vahabilik o bölgede ortaya çıkmış bu bölge toplumsal dengesini sağlamış bir mezhep değildir. Çünkü zaten sunni dünyasının en önemli merkezi burasıdır, şiilerde gider oraya ama vahabiler için burası problemli bir yerdir aslında. Her zaman sorun yaşadıkları bir bölgedir burası. 

Katılımcı: 

İnanç olarak düşündüğümüz zaman vahabilik farklı ama ticari olarak veya mezhepsel olarak düşündüğünüz zaman vahabilik, islamiyetin diğer grupları 
tarafından benzer birçok uygulama var. Kabeyi yağmalıyorlar, tüm değerli eşyaları alıyorlar, onlara göre bu tür yani caminin olması veya ibadet yerlerinin 
olması, mezarların olması, bunlara karşı insanların gelip, sürekli dini inançlarını göstermesi, dinsel anlamda yani mezhepsel anlamda kabul edilebilecek 
bir şey değil. Dolayısıyla, Kabenin böyle çok fazla öne çıkartılması sunni dünyasından ve diğer inançlardan bu bölgeye gelinmesi onlar tarafından kabul 
görülmüyor, mezhepsel anlamda görülmüyor. O nedenle bazı Sunniler, vahabiliğinde harici olarak veya aşırı Serefi bir akım olarak görürler yani sere-
filer çok sade, hiç bir şey yok onlar için ve bu tür binalarda yok. Binaya benzeyen bir mekanlarıda yoktur. Yani onlar için herşey sadedir. Bir yere gidilir, 
oturulur öyle çok fazla birşey istemezler. 

Katılımcı: 

Biz suudi arabistan devletinin uygulamaları demiyoruz. Vahabi mezhebinin uygulamaları diyoruz. Fark bu. Bir devletin uygulaması ile bir mezhebin 
inançtan yaklaşımı farklıdır. 

Katılımcı: 

Suudi Arabistan’da, Zeydiler mi yaşar? Suudi Arabistan’da Şiilerde yaşar, Suudi Arabistan’da Sünnilerde yaşar, Suudi Arabistan’da Hıristiyanlarda yaşar. 

Katılımcı: 

Şiillerle bakacak olursak; Şiiliği, Vahabi din adamları, fetva vererek din dışı olarak görürler, bu çok önemli birşey yani toplumunuzda, %25’ini veya 
islamiyetin önemli bir kesimini siz din dışı olarak nitelendiriyorsunuz. Din dışı olarak gördüğünüz vakit tüm haklarınıda elinden alıyorsunuz. Yani bu 
adamaları artık kutsal görmüyosunuz ve kutsal görmediğinize karşı, Hıristiyan da görmüyorsunuz. 

Katılımcı: 

Şiiler zaten orayı çok kutsal görürler, oranın korunması gerektiğine inanırlar, o yüzden ordaki camide Şiilere yönelik çok ciddi olaylar yaşandı. İki sefer 
orda çok ciddi öldürme olayları gerçekleşti; biri 1980’lerde gerçekleştirildi, biri de 1990’larda gerçekleşti, sonra birde İran’lı Şiiler yaşadı bu sorunları, 
İranlı Şiiler gelip orda çok büyük problemler yaşadılar, o nedenden Şiileri zaten buradan atamazsın burayı onlar kutsal olarak görürler. 

Veysel AYHAN: 

Güvenlik birimlerinde Şiilere ayrımcılık yapıldığı çok net ortada hem dinsel hem siyasi hem ekonomik hem idari anlamda. Kişi yani bu dediğimiz tümü için geçerlidir, berduşlar içinde geçerlidir diğerleri içinde geçerlidir. Kendi kimliklerini ön plan plana çıkarmasa, sistemde hareket edebilmesi, sistemde bir noktaya gelebilmesi kolaydır, problem yaşamazlar. Bu dünyanın her yerinde böyledir. Sistemle sorun yaşamaya ne zaman başlanıyor, bu tür ayrımcılık politikalarına karşı çıkmaya başladığınız andan itibaren başlıyorsunuz. Eğer bu ayrımcılık politikalarına karşı çıkmazsanız sorun yok zaten, sistemle sorununuz olmaz ki; sistem sizi polise yapar, sistem sizi bir noktaya kadarda taşır. Çünkü siz orada yaşanan ayrımcılık politikalarına karşı gelmiyorsunuz. 

Gelmediğiniz takdirde de bir sorun yok zaten. İstediğiniz noktayada çıkarsınız, bu dünyanın her yerindede böyledir. Amerika’dan daha çok 
Amerikacı olursanız Obama gibi başada geçersiniz. Yeter ki siz Amerika’nın çıkarlarını savunun, en başa en tepeyede sizi getirir. Bu böyle. Buradan hareketle bölgedeki ekonomik yapılara değinelim. Buradaki ekonomik yapının önemli bir kısmı petrol ve doğal gaz kaynaklarına dayanır ve petrol şuan dünyadaki en önemlii tüketim maddeleri içerisinde en önemlisidir. Dünya petrol ve doğalgaz kaynaklarının önemli bir kısmı Basra körfezinde bulunur. 
Yani petrolde %56 doğalgazda %40- 41 e kadar çıkabilcek bir orandır. 

Bunların tümüne baktığınız vakit, Basra körfezinde yoğunlaşmış alanlarda bulunmaktadır. 

Şunu söylüyoruz çoğu zaman; Ortadoğu dünya enerji kaynakları açısından çok önemli bir bölgedir. Aslında doğru olan Basra körfezi dünya petrol ve doğal gaz kaynakları açısından önemli bir bölgedir. Çünkü Ortadoğu dediğiniz vakit; çok geniş bir coğrafya içerisine giriyor. O zaman Suriye’de de, Ürdün’de de, İsrail’de de, Mısır’da da petrol olsun. Ama yok. Demek ki petrol ve doğal gaz dünya enerji kaynaklarının iki önemli ham maddesi, yalnızca ve yalnızca Basra körfezi ülkelerinde bulunur. Dolayısı ile dünya petrol ve doğal gaz kaynaklarının dünyada ve Ortadoğu’da adil bir şekilde dağıtılmadığını görmekteyiz. Ne anlama geliyor bu; Dünyada doğal gaz ve petrol tüketen önemli ülkelerin başında baktığımız vakit ABD, Avrupa sonra Asya Pasifik ülkeleri geliyor. O açıdan bunların gelişmişlik düzeylerini sürdürebilmeleri için, en temel ihtiyaçları olan doğal gazı ve petrolü güvenli erişim yollarını politikalarını, güzergahlarını, her zaman ellerinde tutmak veya en azından buna erişmek istiyor. Ve bu açıdan Ortadoğu dünya siyaseti açısından her zaman hayati öneme sahip bir bölge olarak karşımıza çıkıyor. Ondan önce, Hindistan’a giden ticaret yollarının geçiş güzergahları yine kullanılıyordu. Özelliklede bu kralların oluşturulması ile ama günümüz itibari ile düşündüğümüz vakit; burası neden bu kadar çok önemli, 
çünkü bu bölge ciddi anlamda dünyadaki enerji tüketimini karşılayacak. Peki, ne zaman biter? Bilemiyoruz 1900’lerin başında 40 yıl sonra bitecek deniliyordu. 
Ama bitmedi. Yarın yeni teknolojileer bulunur, yeni kaynaklar bulunur. 

Bir 50- 60 yıl sonra biter diyorlar. Ama biz bugün yaşıyorsak  bugüne bakacaksak,  bu politikalar üzerinden, bu bölgeye dünya bağımlıdır. Yani dünyadaki gelişmiş ülkeler, bu bölgeye, bugün AB’nin tümünü daha doğrusu Avrupa kıtasının tümünü düşünecek olursanız, tümünde 15 milyar varillik petrol vardır. Ama körfez ülkelerinin her hangi bir tanesini düşünecek 
olursanız. Bugün 101 artı 103 - 104 milyar varillik petrol vardır. Bu muazzam bir rakam. 100 milyar varilin üstünde bir kaynak var. Birleşik Arap Emirlik’lerine 
baktığımız zaman böyle, Suudi Arabistan zaten bilindiği üzere dünyadaki en önemli petrol kaynaklarını bulunduran ülke ve 236 milyar varil petrol varillerine sahip. Dünyadaki en önemli, yaklaşık dünya petrolünün %25ini elinde tutan bir ülkeden bahsediyoruz. Irak’a baktığımız vakit; 1970’lerde yapılan aramaların sonucundaki, petrol rezervleri 115 milyar varil ki bugün yeni araştımalar yapılırsa, bu miktarın çok daha üste çıkabileceğini öngörebiliriz. Dolayısı ile bu bölgenin, Basra körfezinin en önemli özelliği, bu toplumsal yapıyı bir kenara bırakacak olursak, bu bölge dünyadaki enerji tüketimini karşılayan bölge çünkü bunlar üretiyor, tüketmiyor. Mesela Avrupa üretiyor da, tüketiyor da ve bir sanayisi var. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***