Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üniversitesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2017 Cuma

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 2


ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 2


Cedit Hareketinin Lideri İsmail Bey Gaspıralı 

Ceditçilik hareketinin kurucu babası ve Türk düşünce tarihinin parlak siması İsmail Bey Gaspıralı, 21 Mart 1851 tarihinde Kırım’ın Gaspıra denilen bölgesinin Avcı köyünde dünyaya geldi. Babası Mustafa Bey, Kafkas ve Kırım genel valisi Kenyaz Vorontsov’un yanında tercüman olarak çalıştı. Sadakatli hizmetlerin den dolayı mülazım, asilzade mertebelerine yükseldi. Annesi Fatma Hanım ve bakıcısı Habibe Hanım, İsmail Bey’in iyi yetişmesi için önemli rol oynadılar.71 

Gaspıralı sekiz yaşındayken Bahçesaray Hacı İsmail’in eski okuluna verildi. On yaşına gelince babası, annesinin itiraz etmesine rağmen Akmescit Uberniye askeri okuluna yazdırıldı. 12 yaşındayken Voronej subaylar okuluna geçti. 13 yaşına geldiğinde Moskova Milyutin72 lisesine girdi. Özellikle lise öğretmenlerinin mutaassıp davranışları İsmail Bey’in milli duygusunu güçlendirdi.73 Gaspıralı 1868 yılında eğitimini tamamlayarak yurdu Bahçesaray’a döndü ve Zincirli Medresesinde Rusça dersi vermeye başladı. Daha sonra yüksek eğitimini tamama erdirmek üzere 1872 yılında Fransa’ya gider orada bir süre kaldıktan sonra 1876 yılında Bahçesaray’a döner. Fransa’da İ.S. Turgenev74 gibi büyük 
düşünürlerin fikirlerinden yararlanır ve doğu batı kültürüne sahip olan İsmail Bey Gaspıralı içindeki duygularını bir süre gizlemeye çalışır ve 1878–1884 yıllarında belediye başkanlığı görevi yapar. 

Bahçesaray’ı güzelleştirmeye, ışıklandırmaya çalışır. Bu faaliyetleri yapan İsmail Bey Gaspıralı “yersiz masraflar” iddiasıyla suçlanır ve istifa etmek zorunda kalır.75 

Bu dönemde yeteri kadar üne sahip olan İsmail Bey Gaspıralı, asli görevi olan millete hizmet faaliyetlerine, 1879 yılında Tercüman gazetesini çıkararak ilk adımını atmış olur. Bununla yetinmez, davasını daha iyi tanıtmak için 1881 yılında “Türkistan Müslümanlığı” adlı eserini kaleme alır. Bu kitabı yazmakla Rusya Türk Müslüman halkının hak ettiği hakkını aramaya çalışır.76 

Gaspıralı bu kitabında, Rusya’da bir Türk Müslüman topluluğunun varlığından ve bunun bir gerçek olduğundun, bunların Rus tebaası olduğundan, Rusya tarafından medenice yetiştirilmesinden, bunu yaparken Rusya’nın bu durumdan korkmamasından, bilakis kendi yararına olduğunu bilmesinden, farklı halkların din, dil, kültürlerinin korunmasından bahseder.77 Gaspıralı Müslüman halkının ilim merkezi olan medreselerin yeniden yapılandırılması, yeni modern dünyaya göre hazırlanması, bu medreselere ayrı bütçe tahsis edilmesinden bahseder. Medreselerin çok kötü şartlarda olduğunu belirtmek için şu olayı aktarır: “ Odessa78 Genel Valisi H.H. Roop bir sebeple Bahçesaray’a gelmişti. 
Gaspıralı ona eşlik ve tercümanlık etmiş ve vali Bahçesaray’ın baş medresesi “Zincirli Medrese”sini ziyaret eder ve gözlemlerini şöyle aktarmıştır: “Beyler, bizim devrimizde mahpusların, cinayetçilerin yaşam imkânları dahi bu çocukların eğitim imkânlarından daha iyidir”79 buyurarak Türk-Müslüman çocuklarının eğitildiği ortamın kötülüğüne işaret etmiştir. 

İsmail Bey Gaspıralı da, halkını böyle kötü durumlardan kurtarmak ister ve “Rusya Müslümanlığı” eserinde halkın biran evvel bu acılardan kurtarılmasını dile getirmiştir. O halkın dinini asla unutturulamayacağını ve asimile edilemeyeceğini ifade etmiş ve şu olayı aktarmıştır: “Bir zamanlar Lituanya asilzadelileri, Tatar süvarilerini harbi işler ve şahsı mülahazaları için hizmete almışlardı. 
Geçen yıl onların çocuklarını gördüm, İsimleri, dilleri değişmiş fakat hala Müslümanlığa tutunmaktalar. Bu olaydan sonra inandım ki Müslümanlık yok edilemez”80 demiştir. 

Kısacası O, Müslümanların hukukunu, yegâne yol olarak Müslümanlara eşitlik, hürriyet, ilim ve eğitim zemininde manevi tekâmülü gerçekleştirmek ve Ruslarla aynı seviyeye çıkarmalarını sağlamakla olacağına inanmıştır. Bundan şu anlaşılmaktadır ki Gaspıralı bilgin, kültürlü bir toplum istemektedir. Cahil bir toplumla hedefe varılamayacağının farkındadır. O, gerçekte bu şekilde hürriyet 
mücadelesi vermektedir. 

Semerkant Ceditçisi Mahmud Hoca Behbudi Ve Düşünceleri 

Türkistan ceditçilik hareketinin önemli siması, müftü, siyasetçi, yazarlık gibi sıfatlarla anılan Mahmud Hoca Behbudi 1875 yılında Semerkant kentinin Bahşitepe köyünde doğdu. Onun soyu meşhur Türkistan Piri Ahmed Yesevi'ye dayanmaktadır. Mahmud Hoca Behbudi'nin dedesi olan Kâri Niyaz Hoca aslen Ürgençli olup ancak 12. asırda Semerkant emiri Şah Murat Han tarafından hafız 
yetiştirmek üzere Semerkant'a getirilmiş, burada ömrünün sonuna kadar hafız yetiştirmiştir.81 

Türkistan Ceditçi Mahmud Hoca Behbudi, Türkistan gençlerinin aydınlanması için faaliyet göstermiş, onların her türlü gelişmeden bilgilenmesi, çağdaşlaşması için çalışmış, gençlerin bir dini rehber olarak dini muhafaza etmeleri, bununla birlikte dünyevi bilimi de öğrenmeleri ve bunları sosyal hayatta Müslümanların menfaati için uygulamaları gerektiğini öne süren ceditçi bir düşünürüdür.82 Onun 
bütün faaliyetleri sadece halkının menfaati çerçevesinde olmuş, halkının mutlu yaşaması için onların evlatlarının okuma yazma bilen şahıslar olarak yetişmesi için mücadele vermiştir. O, 1914 yılında yazdığı “Yoldaşlara Müracaat” adlı makalesinde şöyle yazmıştır:“İslamiyet öyle bir dini metin ve terakkiye temayüllü olan bir din ki, insan ne kadar ilim öğrense İslami akideleri de o kadar güçlenir, hatta ne kadar mülkünüz varsa satınız ve evlatlarınızı okutunuz”.83 

1868 yılında Ruslar Semerkant’ı işgal edince Behbudi'nin babası Behbud Hoca ailesiyle birlikte Semerkant’ın merkezini terk ederek Siyab bölgesinin Bahşi Tepe köyüne yerleşmiş, yedi yıl o mahallenin imam-hatipliğini yapmıştır. Mahmud Hoca Behbudi işte burada doğmuştur. Mahmud Hoca Behbudi 6–7 yaşlarına gelince büyük dayısı Muhammed Sıddik'ın yanında okuma yazmayı öğrenmiş, sonra hafız olmak üzerine babasını yanında okumaya başlamış ve dört yıl içinde Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmiştir. O, bununla birlikte küçük dayısı Molla Adil'den Arapça sarf, nahiv, Kafiye, Şerh-i Câmi'yi, mantık ilminden "Şemsiye" adlı kitabı, fıkıhtan "Muhtasar-ı Vikâye"nin birinci cildini, biraz hadis ve matematik öğrenmiştir. Babası Behbûd Hoca Salih Hocaoğlu Türkistan’ın itibarlı, soylu  âlimlerindendi. 1894 yılında Behbudi Hoca vefat edince Mahmud Hoca Behbudi dayısı Kadı Muhammed Sıddiki’nin himayesinde büyüdü.84 


Geleneksel medrese eğitimini Semerkant ve Buhara’da alan Mahmud Hoca Behbudi, 18 yaşında kâtip, daha sonraları ise kadılık, müftülük makamlarına yükseldi. 1899–1900 yılları arasına hacca giden Mahmud Hoca Behbudi’nin dünya görüşü çok değişti. Kendi ifadesi ile “sekiz yıl yolculuk” yaptı. Bu 
süre zarfında farklı çevreler ve farklı gruplarla tanıştırır. Onun dünya görüşünün şekillenmesinde bu yolcuk ve Ceditçilik hareketinin kurucusu İsmail Bey Gaspıralı’ etkili olmuştur. Karşılaştığı bu durumlar Mahmud Hoca Behbudi’nin “Usul-ı Cedit” mektepleri hakkındaki fikirlerini pekiştirmiş ve 1903 yılında Semerkant’ta “Recebemin”, “Helvayı” köylerinde cedit okulları açmıştır.85 

O, bu okullarda okutulmak üzere, farklı konuları içeren kitaplar yazmıştır. 1904 yılında “Risale-i Esbab-ı Sevad”ı, 1905 yılında “Risale-i Coğrafya-i Ümraniye”yi, yine aynı yılda “Risale-i Coğrafya-i Rusiya”yı, 1908 yılında “Kitabetü’l- Etfal”, 1909 yılında “Ameliyat-ı İslam”, “Tarih-i İslam”ni 1911 yılında ise Özbek dramcılığının ilk numunesi olan “Pederkuş”u ve seyahat anıları olan “Seyahat 
Hatıraları”nı yazmıştır.86 

Mahmud Hoca Behbudi'nin yakın arkadaşı ve onun hayatı hakkında çok çalışmalar yapan Hacı Muin, Mahmud Hoca Behbudi'yi şöyle tanımlar:"Behbudi Efendi yumuşak huya, üstün zekâya, güçlü hafızaya, etkin bir hitabete sahipti. O, sözlerini örneklere dayandırır, yeri geldiğinde ayet ve hadislerle güçlendirirdi. Bundan dolayı onun konuşmaları gayet lezzetli ve faydalı olurdu. Behbudi Efendi her zaman insanların akıllarının alabileceğine durumuna göre konuşurdu. Bazen da latifeleriyle meclistekileri güldürürdü. Onun meclisinde bulunanların ruhları açılır, gönülleri şenlenirdi. O, söz ve yazılarında özellikle biz iki türlü kişinin gerekli olduğunu vurgulardı. Bunlardan biri dini ilimler ile felsefi ilimleri bilen kişi, ikincisi ise dünyevi ilimlerle türlü hünerleri bilen aydın kişilerdi.87 

1908 yılında Tercüman gazetesinin başyazarı İsmail Bey Gaspıralı Semerkant’a geldiğinde Mahmud Hoca Behbudi ağlayarak onu kucaklar ve şöyle dedi: Bugün sizin huzurunuza gelip sözünü dinleyecek aydın kişi yok diyince İsmail Bey Gaspıralı da cevaben şöyle der Behbudi Efendi ağlamayınız! (Oturan kişileri işaret ederek) işte bunlar az mı? Sizler uyanacaksınız ve milletin derdine 
derman olacak insanlar yetiştireceksiniz. 88 

İşte bu durum Mahmud Hoca Behbudi'nin ne kadar mütevazı ve milletine düşkün biri olduğunu göstermekle birlikte ceditçilik hareketinin lideri İsmail Bey Gaspıralı' dan ne kadar etkilendiğinin bir göstergesidir. 

Mahmud Hoca Behbudi şahsi düşmanlıları istemez ve hiç kimsenin özel işlerine karışmazdı. Kendini tekfir ve tahkir eden düşmanlarına karşı bile kötü söz söylemezdi. Belki de kendisiyle ilgili kötü sözleri işittiğinde “zaten din ve dünyadan habersiz kişilerden iyi söz dinlemeyi beklemek abestir 
diyerek gülerdi.” “Böyle tekfir ithamlarıyla yalnız ben değil benden büyük zatlar da karşı karşıya kalmıştır”, diyerek kendini teselli ederdi. Onun başka bir özelliği de onun arkasından konuşan ve hakaret edenler onun meclisine geldiklerinde hiçbir kötü söz söyleyemezdi. Kendisine yapılan tüm hakaretlere şöyle derdi: "Acaba bunlar niye benim şahsiyetime dil uzatıyorlar? Ben her ne kadar iyi 
veya kötü olsam da benden milletime zarar gelmemiştir. Aksine halkıma hizmet etmek için çalışmışımdır."89 

Hayatının son anına kadar vatan ve milletinin kalkınması, yükselmesi için kendini adayan Türkistan ceditçisi ve Türkistan’ın maddi ve manevi yenileşme, canlanma hareketinin öncüsü Mahmud Hoca Behbudi, ilim, irfan sosyal ve kültürel yönden geri kalan milletinin yükselme yollarını aramış ve fikirlerini şöyle beyan etmiştir: 

“Her milletin uleması, ehli kalemi, mütefekkiri, kendi milletinin geleceği için yol gösterir, meşveret verir, millet ahlakının ıslah edilmesi için camilerde öğüt verir, mektep ve medreselerde dünya ve ahireti ilgilendiren ilim, fen, talim verir, ümmetin ıslahı için kitap ve dergilerle müzakerede bulunurlar. Kalkınmakta olan milletlerin uleması gündemdeki gelişmelerden haberdar olarak kendi milletinin menfaati için çalışır. Milletin kalkınması için halkın zenginlerinin yardım etmesini teklif eder. Kısacası her milletin uleması, ehli kalemi, millet için söyler, yazar ve milli gereksinimi için çalışır, milletini gelişmelerden haberdar ederler. Mesela yeni usulde modern mektepler açar, modern insanlar hazırlamak için hareket ederler. Ancak bu sözlerin Türkistan için söylenmesi için daha erken. 
Belki de sırası gelmemiştir. Burada herkes kendi özel işleriyle meşguller. Milletin ahlakinin ıslah edecek bir hareket yoktur.”90 

Özetle söylememiz gerekirse O, milletlin yükselmesi, devletin kalkınması için özellikle iki sınıf üzerine durmuştur. Onun kastettiği iki sınıfsa ulema ve zengin kesimdir. Ona göre ulema sözüyle, zengin sermayesiyle halkı eğitebilirken ülkeyi de kalkındırabilir. 

Behbudi “İhtiyacı Millet” başlığı altında Türk milletinin ilmi ve kültürel seviyelerinin geri kalmışlığını dile getirir ve biran evvel bu ihtiyaçların giderilmesini öne sürer ve şöyle açıklar: 

“Başka milletlere bakılırsa çoğunun muntazam okulları var ve birinci olarak dini ilimlerin yanında dünyevi ilim ve fenler okuturlar. Çünkü dünyada ayakta durabilmek için dünyevi ilim ve fenlerden haberdar olmaları gerekir. Bu zamanda ilimden uzak kalan milletler başka milletlerin ayakaltında kalırlar. Elli yıl evvel biz kendimiz iç içe yaşıyor idik. Dışarıyla pek alakamız yoktu. Kendi dini 
kitaplarımızı okumakla yetinirdik. Ama şimdiki durumumuz çok farklı. Artık dini ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimleri de öğrenmemiz gerekir. 

Diğer milletlere göre çok geri kalmışız. Hastalandığımızda derdimizi anlatabilecek dilimiz yok. Dilimizi bilecek doktorumuz da. Rus Duma’sına gidip hukukumuzu savunacak, kanunları bilecek bir hukukçumuz yok. Bir bina yapacak olursak bunun planını çizecek bir mühendisimiz yok. Şimdi Avrupalılar gelip en değerli mallarımızı birer alır, götürüp satar. Gecesini gündüzüne katıp çalışan 
çiftçi ve esnafımızın ondan alacağı hiçbir bir faydası yok. Avrupa’ya mal götürüp satmak da bilgi ister, dil ister, onu becerecek adamımız yok.”91 

Kısaca özetlemek gerekirse Behbudi şunu vurgulamakta; diğer milletlerin zenginleri, fakir ve yetimler için okul açar, onları okutmak için vakıflar kurarlar. Başka milletler milyonlarca okul vakıf ve gazeteyi idare eder ve bunlarla iftihar ederler. Bizimkiler ise atla, at arabasıyla, düğünlerle meşguller. Hatta kendi evlatlarını bile okutmayanlar var. İşte bu gidişatın sonu vahimdir. Okumak ve okutmak gerekir. Babaların evlatlarına dini ve dünyevi ilimleri miras bırakmaları gerektiğini sonucuna varmaktadır. 

Taşkent Ceditçisi Münevver Kâri Ve Düşünceleri 

Türkistan ceditçilik hareketinin önemli dini ve siyasi liderlerinden ve Taşkent Ceditlerinin öncüsü olarak bilinen Hafız Münevver Kâri 1878 yılında Taşkent’in Şeyhantahur’un Darhan mahallesinde doğdu. Babası Abdurreşid Han medrese müderrisi idi. Annesi Hasiyet Hanım, bilgili ve dindar bir hanımdı. 
Dini hassasiyetleri yüksek olan ana baba, oğullarına, nurlu anlamına gelen Münevver ismini verdiler. Yedi yaşında babasını kaybeden Münevver Kâri’yi annesi Hasiyet Hanım büyütmüş ve okutmuştur.92 

Münevver Kâri’nin diğer kardeşleri Azam Han ve Müslim Han ata mesleği olan müderrislik yaparlar. Taşkent’in Şeyhantahur bölgesinde Hafız Osman’ın yanında Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmiştir. Daha sonra okumak üzere Buhara’ya gitmiş ve orada da ilim tahsil etmeye devam etmiştir. Tefsir, Hadis ilimlerini iyice öğrenen Münevver Kâri mahallesinde imamlık yapmıştır.93 

Münevver Kâri, dini ilimlerinin yanı sıra müspet ilimlerle de ilgilenir. Bu çerçevede siyasi, içtimai kitap ve gazeteleri takip eder. Özellikle Ceditçilik Hareketinin öncüsü olan İsmail Bey Gaspıralı’nın Kırım’da çıkarmakta olduğu “Tercüman” gazetesini yakından takip eder. Gazete Münevver Kâri’ye 
çok tesir eder ve milli duygularını geliştirir.94 

Bundan anlaşılan şu ki Münevver Kâri’yi daha çok Türkiyeli, Mısırlı, İranlı düşünürlerin fikirleri yakından etkilemiştir. Nitekim bu dönemde bahsedilen ülkelerde modernist ve reformist hareketler görünmekteydi. Buna örnek olarak Seyyid Cemâleddin Afgani (Afganistan ve İran bölgesinden), Seyid Ahmed Han(Hindistan’dan) Muhammed Abduh (Mısır’dan) gibi yenilikçi ve modernist âlimleri verebiliriz. 

İşte bu düşüncelerden etkilenen Münevver Kâri, işgale yüz tutan ana yurdu Türkistan’ı, Ruslaştırma faaliyetleriyle kimliklerini kaybeden halkını, klasik sistemlerle geri kalmış usul-ı kadimden kurtarmaya karar verdi. O, tüm bunların ancak ilim, medeniyet ve maneviyatla kurtarılacağına inandı ve 1900 yılında Ceditçilik hareketine katıldı. Çok geçmeden 1901 yılında Taşkent’te ilk cedit okulunu açmış ve faaliyete başlatmıştır95. 

Okuma - yazma için yaklaşık 5 yılını klasik medrese sisteminde geçirenler artık iki yılda okuma yazma öğrenirlerdi. Bu faaliyetlere başlayan Münevver Kâri defalarca Çar Hükümeti tarafından ihtar, uyarı ve hatta sürgün edilmekle ilgili tehditler aldı. Tüm bu tehditlere yılmayan Münevver Kâri bu Usul-ı Cedit okullarında okutulmak üzere “Edib-i Evvel”, “Edib-i Sâni”,“Tecvide’l- Kur’an”, “Yer Yüzü” gibi alfabe eserleriyle okulunun alt yapısını oluşturmuştur. Behbudi, onun okulundan övgüyle bahsetmiş ve bu konuda “ Ayna” dergisinde yazılar yazmıştır.96 

Münevver Kâri’nin yenilikçi faaliyetleri iki döneme ayrılmıştır. Birinci dönem 1905–1907 yılları ve ikinci dönem de Bolşevik Rus İnkılâbı olan 1917 yılı olarak belirtilmiştir. O, bu dönemlerde milletinin uyanması için sadece okul açmakla kalmamış, aynı zamanda milletinin dünyadaki siyasi ve içtimai gelişmelerden haberdar olması için gazete ve dergilerde çıkartmıştır. Bu çerçevede ilk defa sekiz sayfadan oluşan, dini ve içtimai konuları içeren “Hurşit” ve “Terakki” gazetesini çıkartmıştır. O, daha sonraları daha fazla hizmet verebilmek için arkadaşları Abdullah Avlanî, Ahmed Can Bektemir, Muhammed Can Celil gibi Ceditçilerin adına da ayrı ayrı gazeteler çıkartmıştır. O, bu şekilde birleştirici bir rehber olurken, açtığı okullar ise ilim merkezleri haline gelmiştir.97 

Maalesef bunca faaliyetlerde bulunan Münevver Kâri, Türkistan’ın yakın tarihine kadar, ondan “ Halk Düşmanı”, “Irkçı”, “Yerel Burjuvazi İdeologu”, olarak anılmış, yeni doğmuş neslin kafasına geçmişi kara bir Münevver Kâri yerleştirilmeye çalışılmıştır. 

Münevver Kâri gençliğinden itibaren keskin zihinli, üstün zekalı ve diğer ağabeyleri gibi ilme kendini adayan bir şahsiyettir. O, dini ve dünyayı yakındna takip eder ve özellikle ceditçilik hareketinin lideri İsmail Bey Gaspıralı’nın Tercüman gazetesini hiç elinden düşürmezdi. İşte bu gazete Münevver 
Kâri’nin ceditçi, milliyetçi ve halkçı olmasında çok etkili olmuştur.98 

O, gençlik yıllarından itibaren, vatanın geleceğini, halkın sosyal durumunu, Rus müstemlekecilerinin halkı Ruslaştırmasını, dinsizleştirilmesini düşünmeye başladı. Kendini vatanı ve milletine adayan Münevver Kâri, vatan özgürlüğünün medeni ve iktisadi kalkınmaya bağlı olduğunu görmüş, bu yüzden İsmail Bek Gaspıralı’nın Kırım’da uygulamaya başlattığı usul-ı savtiye yönetimini  benimsemiş, 1901 yılında Türkistan’da bu yöntemi uygulamaya başlamıştır.99 

Onun Hatıralarım adlı eserinden anlaşıldığı kadarıyla O, çok mütevazı bir hayat yaşamıştır. Hep kendi el emeğiyle geçinmeye çalışmış, gerektiğinde geçimini sağlamak için evde oturup el dokuma işleri ile meşgul olmuştur. Dini temayülü yüksek olan Münevver Kâri dava hayatında asla İslam dininden taviz vermemiştir. Dindar bir aileden gelen Münevver Kâri peygamber Efendimiz (s.a.v.)in sünnetine itaat ederek sakal bırakmış, şapka giymiş, karısı da başörtüsünü asla çıkartmamıştır.100 

Onun, içine yer aldığı “Milli İttihat” hareketi 1926 yılında “Milli İstiklal” hareketi olarak değişmiş ve 1929 yılına kadar devam etmiştir. O, Ceditçilik davasına başlayalı mutlu bir gün görmemiştir. Neredeyse hayatının çoğu takibatla geçmiştir. 1929 yılı Ceditçilerin kara yılı olarak tarihe geçmiş bu yıldan sonra Stalin’in tutuklama kampanyası başlamış Münevver Kâri dâhil Ceditçilerin önderleri gözaltına alınmaya başlanmıştır. Münevver Kâri de 1931 yılında kurşuna dizilerek şehit edilirken ardına bugünkü modern Özbek dil, kültür ve edebiyatını bırakmıştır.101 

Münevver Kâri, “Sebebi Tertip” adlı makalesinde usul-ı cedit yöntemi ve hareketi hakkındaki düşünceleri dile getirerek bu yöntemin basit ve kolaylığı hakkında bilgi verir ve şöyle açıklar: 

“Çocuklara yazı öğretmek için usul-ı savtiyenin ne kadar kolay bir yöntem olduğu yıllardır tecrübe görmüş, bütün İslam vilayetlerinin mektep ve medresesi bu yöntemle süslenmiştir. 1902–1903 yılları arasında bizim Türkistan vilayetinde birçok öğretmenimiz kendi rızasıyla bu yöntemle ders vermekteler. Ne yazık ki bu gayretli öğretmenlerimizin hareketi daha ileri gidemedi. Çok geçmeden bu yöntemi terk ederek klasik yöntemi uygulamaya yöneldiler. Bunun sebebi nedir? Uygulanan bütün İslami mekteplerde etki eden bu yöntem Türkistan mekteplerine mi etki edemedi? Hayır efendim. Elbette etki ederdi. Bu Türkistan Müslümanlarının ilerlemesinde çok önemli rol oynardı. 

Öğretmenlerimizin bu yöntemden vazgeçmelerinin birinci nedeni öğretmenlerimizin bu yöntemi bilmemeleridir. İkinci sebep ise Türkistan Türkçesinde basılmış kitapçıklara sahip olmamalarıydı. Bu 
sebeplerden dolayı değerli öğretmenlerimiz bu yöntemden vazgeçmelerinde haklıydılar. Bir de Türkistan halkının zannınca usul-ı savtiye, İbrahim Hakkı’nın “ Akaid” manzumesi ile “Kur’ân Oku Güzelce” şiarının çokça zikredildiği Tatarca bir manzumeden ibaretti. O risalelerin kendi lehçelerinde olmadığı, belki çocukların bunu doğru anlamadığı, öğretmenlerin de doğru bilmemesi de sebeplerindendir. İşte bu sebepler usul-ı savtiyeden yararlanmanın önünde elbette ki bir engeldir. 

Şimdi o dönemler geçti. Artık kendi içimizden usul- savtiye bilen adamlarımız çıktı. İstanbul, Kazan, Mısır’dan gelen öğretmenler, usul-ı savtiyeyi Türkistan öğretmenlerine çok iyi öğrettiler. Artık öğretmenlerimiz usul-ı savtiyeyi kendi harflerin seslerini, harflerin çıkış şekillerini, söyleme ve yazmasını öğretmekteler. Bu yönteme göre tarih, coğrafya, matematik, dini bilgiler dersler vermekte 
ve yeniden bu yönteme geri dönmekteler. Artık Türkistan mekteplerinde bir sıkıntı varsa o da kitap sıkıntısıdır. Kendi lehçelerinde yeni ses yönetimiyle yazılmış, eserlerin bulunmamasıdır. Kendim de bu sıkıntıyı yaşamaktayım. Tatar lehçesinde yazılan eserleri tercüme ederek ders vermekteyim. Her işe en baştan başlamak gerekir usulünce ben de usul-ı savtiye eserlerinin elifbasından tercümeye başladım ve “Edib-i Evvel” adlı eserimi yazdım.102” 

Münevver Kâri, bu yöntemi çocukların harfleri ve harflerin seslerini kolay çıkması için yardımcı olacağını düşünür. Bu yöntemle dini ve fenni ilimlerin öğretilmesini savunur. Bu konuda kendisini örnek vererek yıllarca eski yöntemle okuduğunu ve çok zorluklar çektiğini dile getirir. Ayrıca O, bu yöntemle bir sonraki neslin daha çabuk ve kolay okuma yazma öğrenmesini hedeflemiştir. 

Cehaletin yerini bilginin alması için emek harcayan Münevver Kâri ilerleyen ülkelerin âlim, tüccar ve sıradan halklarından örnekler vererek bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklar: 

 “Medeni memleketlerinin her birinde maarif ve medeniyet işlerini âdet olarak halkın kendisi uygulamaktadır. Hükümet ise yalnız kılavuzluk ve yardımcılık görevini yapar. Bu sebepten dolayı gelişmiş milletler kendi aralarında ilmi, fenni, edebi ve sosyo- kültürel cemiyetler kurar, hükümetin rehberliği ve halkın yardımı yanı sıra maarif ve medeniyet seviyelerini yükseltirler. Dünyanın en 
medeni memleketine bakarsak orada maarif ve medeniyet toplulukları en ileri seviyede olduğunu görürüz. Bu ülkelerde devlet büyükleri bile resmi işleri dışındaki boş saatlerinde maarif ve medeniyet topluluklarına katılır, halkla görüşür, vicdani vazifelerini ifa ederler. 

İşte bu devlet adamlarının hizmetleri, faaliyetleri ve davranışlarıyla genel olarak halkın desteğini kazanırlar. İşte bu yollarla Avrupa ve Amerika halkları göğe çıkar, denizde yüzer, iletişim aletlerini geliştirir ve böylece medeniyete ulaşırlar. Şimdi biraz kendi tarihimize bakalım. Bir zamanlar Avrupa vahşiyken biz medeni idik. Avrupa papazları kendi aralarında(İsa göğe cismen uçtu mu, Ruhen uçtu 
mu)gibi dini tartışma ve nizalarla boğuşurken, Osmanlı Türkleri İstanbul’u fethetmekle, Türkistan Türkleri medrese, rasathane açmak gibi medeni işlerle meşguldüler. Sonradan Avrupa halkı maarif ve medeniyetle meşgul oldular ve bu seviyeye ulaştılar. Biz ise düştük, yattık ve bu hale geldik. Bugüne 
kadar Avrupa halkı uzaya çıkarken biz hala saç, sakal nizalarıyla, Avrupalılar deniz üstünde gezerken biz hala uzun veya kısa giyim tartışmalarıyla, bütün Avrupa şehirleri elektrikle ısıtılır ve aydınlanırken biz hala okullarımızda coğrafya-tabiat dersleri okutulsun mu? Okutulmasın mı tartışmalarıyla gün geçirmekteyiz. 

20. asır başlarından itibaren bizde de maarif ve medeniyet sözlerini ağzına alan, yükselme ve kalkınmanın gerekli olduğunu yazan, bunu toplantılarda söz konusu eden kişiler çıkmaya başladı ve bilfiil yeni usul okulları (usul-ı cedit) açılmaya başladı. Gazeteler çıkarıldı, dernekler kuruldu, ilim yayma toplulukları oluşturuldu. Ancak Çar hükümeti bu işlere pek hoşgörülü davranmadı. Bir 
taraftan açılan bu kurumlar diğer taraftan kapatıldı. Durum böyle olsa da dönemin sebatkâr gençleri kendi hedeflerinden vazgeçmediler. Hükümet bir gazeteyi kapattı mı aynı gazeteyi ikinci isimde çıkarttılar. İkinci gazete kapatılınca üçüncü isimde çıkartmaya başladılar. Cemiyet ve okullar için aynı 
yolu izlediler. Bir okul kapatılınca ikincisini açtılar, bir dernek kısıtlanırsa ikinci derneği güçlendirdiler. Hükümetin kıskaç altına almasından, sıkıştırmasından ümitsizleşmediler. İşte bu yukarıda saydığımız ve bugüne kadar yapılmış olan milli ve medeni işlerin hepsi hükümet öğretmenleri tarafından değil cemiyet okulları tarafından yapılmıştır. O dönemdeki hükümet öğretmenleri belki de böyle faaliyetlerin yapılmasından yana değillerdi. Hatta karşı çıkarlardı. Cedit 
okulları ve öğretmenleri kıskaç altına alınmış, halkın iradesi ve seviyesi hiç dikkate alınmamıştır. Bizim öğretmenler de inkılâptan sonra devlet işlerine girdiler ve halktan uzaklaştılar. İşte bizim en büyük yanlışımız buradadır. Türkistan’ın geleceği, Türkistan’ın kurtuluşu yalnız maarif ve terakkide 
ise bütün halkın neşri maarif toplulukları etrafında toplanmasına bağlıdır. Bu durumda biz medeni milletler içine girer ve kendi hukukumuza erişiriz.”103 

Münevver Kâri Türkistan halkının içindeki cehaletten son derece yakınmakta ve onu en büyük düşman olarak görmektedir. Bu konudaki fikirlerini seçilmiş eserlerinin “Nutuk ve Makaleler” kısmında Bizim Cehalet, Cehli-i Mürekkep” başlığı altında şöyle zikretmektedir: 

“Her Milletin mektep ve medresesi olduğu gibi ‘her ne kadar düzensiz ve usulsüz olsa bile bizim de mektep ve medresemiz yok diyecek kadar az değildir. Her milletin kendi çocuklarının eğitim ve terbiyesi için gösterdiği gayret ve ilgiyi biz de kendi masum evlatlarımız için göstermeliyiz. Onların cehalet ve gaflet zulmü altında kalmalarından hiç razı değiliz. Ellerinden geldiğince evlatlarının 
terbiyesi için hiç kusur göstermeyen büyük zatlarımız da bulunmaktadır. Bazı değerli insanlarımız da vardır ki çocuklarının ellerinden tutarak okula götürürler ve öğretmene şöyle derler: Efendim, şu oğlumun eti sizin, kemiği benim, bir yolunu bulup biran evvel gelir-gider hesaplarını tutabilecek duruma getir. “Eşeğine yaraşa düşeyi” diyen Özbek deyimine muallimlerimizin çoğu talim ve 
terbiyeden habersizlerdi. Belki de terbiye etmenin kurallarını bilemezler. Çocuğun iki senede dini bilgilerini öğrenmesi gerekirken dört yılının hece usulü ile din ve dünya için faydası olmayan, Fuzuli, Nevai, Hafız ve Bedil’in müşkül manzume kitaplarıyla geçirirler. 

Ey kardeşler, ey soydaşlar! Gözümüzü gaflet uykusundan açıp etrafımıza dikkatle bir bakmamız lazım. Bütün milletlerin kendi saadet ve istikbali için yegâne yol olarak ilmi seçtiği, ilim ve marifet için daha çok çalıştığı bu devirde biz bu cehaletimize devam edersek istikbalimiz tehlikeye düşer ve el âlemin maskarası oluruz. Belki bu cehalet zulmetiyle ahretin saadetinden de mahrum kalabiliriz. Bu cehaletin neticesidir ki biz bu toplulukların yerli halkı olduğumuz halde misafir Rus ve Yahudilerin hizmetçisi durumuna düştük. Bunun sebebi cehalettir. Millet için kendinin kurban etmeye layık olan aslan gibi gençlerimiz milleti tümden unutarak tüm gayret ve gücünü çayhane ve eğlence yerlerinde 
harcamaktalar.”104 

Fikir ve eleştirilerini söylemeye devam eden Münevver Kâri bu eksikliklerin sebebini söylemeden geçmez. Ona göre bu olumsuzlukların sorumlusu ve sebebi öğrenci velisi olan baba ve ona dersi veren öğretmen değildir. Çünkü babanın hedefi oğlunun gelir-giderleri yazabilecek duruma gelmesi iken, öğretmenlerin de ancak bu kadar bilime sahip olmalarıdır. Dini ve dünyevi ilimleri yeterince 
bilmemeleri ve hatta bazılarının ismini bile duymamaları da mümkündür. Münevver Kâri’nin ifadesiyle çaresiz muallimler ne yapsın ki buldukları ve okudukları kitaplar bu kadardır. 

Sonuç 

Genel olarak ceditçilik tarihine baktığımızda iki türlü ceditçilik önümüze çıkmaktadır. Biri dini düşüncede ceditçilik ikincisi ise eğitimde ceditçiliktir. Dini düşüncedeki ceditçilik 1850’li yıllara baktığımızda İslam dünyasının birçok noktasında görülmektedir. Buna örnek olarak Abdurrahim Otuzimeni, Abdünnasîr Kursavi, Şehâbeddin Mercânî’nin öze dönüş ve dini düşüncedeki ıslahatçılığı, Seyyid Cemâleddin Afganî, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmed Han’ın dini düşüncedeki tecdit düşüncelerini örnek olarak verebiliriz. 

İlk başta eğitimde ceditçilik ve daha sonraları umumi insan hayatını etkileyen usul-ı cedit ise 1884 yılında İsmail Bey Gaspıralı’nın Bahçesaray’da açtığı usul-ı savtiye okullarıyla başlayan bir harekettir. Bu hareket çok kısa bir sürede dönemin Rusya sınırlarını aşmış, Türkistan illerine yayılmıştır. Burada 
da Mahmud Hoca Behbudi ve Münevver Kâri öncül rol oynamışlar, Türkistan cedit hareketinin rehberliğini yapmışlardır. Bu zatlar işgal altındaki Türkistan’ı eğitim yoluyla, halkı bilinçlendirmekle kurtarabileceğine inanmışlar, eğitim yuvalarını düzeltmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede her biri güçleri yettiği kadar, halkı cehaletten kurtarmak için okul açmış, gazete ve dergi çıkartmışlardır. 

Kısacası ceditçilik hareketi eğitimle işe başlamış, kültürel faaliyetlerle devam etmiş ve daha sonra siyasi bir yapıya dönüşmüştür. Ceditçilik hareketinin sadece bir eğitim reformu hareketi olmadığı gibi sadece bir Türkçülük, özgürlükçülük hareketi de değildir. Ceditçilik hareketi bunların bir bütünüdür. Ceditçilik tarihine baktığımızda da buna şahit olmaktayız. 
Nitekim bugünkü Türkistan coğrafyasındaki Türk cumhuriyetleri ceditçilik hareketinin alt yapısını oluşturduğu cumhuriyetlerdir. 
Daha bu cumhuriyetler bağımsız bir devlet değilken, milli dil, milli din ve milli kültürlerinin korunması ve devam ettirilmesi için mücadele verilmiştir. Bu uğurda Mahmud Hoca Behbudi, Münevver Kâri gibi yüzlerce ceditçi ya idam edilmiş veya kurşuna dizilmiştir. 1900’li yılların başına aktif siyasete başlayan Türkistan ceditçileri 1938’li yıllara gelindiğinde Bolşevikler tarafından bastırılmış, hapse atılmış, kuruşuna dizilmiş ve birçoğu da idam edilmiştir. Hatta 1980’li yıllara kadar vatan haini ilan edilmiştir. Ancak bu yıllardan sonra aklanmışlar ve “İstiklal Kahramanları” unvanı verilmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

78 Odessa, Ukrayna'nın güneybatısında şehir ve aynı isimdeki Odessa ilinin yönetim merkezi. Karadeniz kıyısındaki en büyük limanlardan birine sahiptir. 
79 Kasımov, s. 166. 
80 Kasımov, s. 168. 
81 Şerafeddinov, Hacın Muin Seçilmiş Eserler, s. 10. 
82 Timur Kocaoğlu, Türkistan’da Yenilik Hareketleri ve İhtilallar: 1900–1924, Soat- Haarlem, 2001, s. 178. 
83 D.A. Alimov vd., s. 49. 
84 Azat Şerafeddinov, Nimet Ahmedov, Naim Kerimov vd., Mahmud Hoca Behbudi, Seçilmiş Eserler, Taşkent, s. 7. 
85 Şerafeddinov vd., s. 8. 
86 Kasımov, s. 223. 
87 Şerafeddinov, Hacı Muin ve Seçilmiş Eserleri , s.17. 
88 Şerafeddinov, Hacı Muin ve Seçilmiş Eserleri , s. 17. 
89 Ülkü, s. 29 
90 Şerafeddinov vd., Mahmud Hoca Behbudi, s. 202. 
91 Şerafeddinov vd., Mahmud Hoca Behbudi, s. 199. 
92 Kasımov, 230. 
93 Hayıt, Milli Türkistan Hürriyet Davası, s. 601. 
94 Azat Şerafeddinvo, Nemam Ahmedov,Naim Kerimov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, Taşkent, 2003., s. 7. 
95 Coşkunaslan, s. 119. 
96 Şerafeddinvo, vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 190. 
97 Kasımov, s. 231. 
98 Hayıt, s. 601. 
99 D.A. Alimov, s. 39. 
100 Andican, s. 26. 
101 Kasımov, s. 237. 
102 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 95-96. 
103 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 120-121. 
104 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 93-96. 

Kaynakça 

AKPINAR, Yavuz , İsmail Gaspıralı Seçilmiş Fikri Eserleri, İstanbul, 2008. 
AKYOL, ,Taha, “Cedîdcilik”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 211. 
AHMEDOV, Böri Bey, MÜNIROV, Zahidullah, el-Arab ve’l- islâm Fî Özbekistan, Beyrut, 1996. 
ANDICAN, Ahad, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul, 2003. 
BAYSUN, Abdullah Recep,Türkistan’da Milli Hareketler, İstanbul, 1945. 
BIGI, Muhammed Zahir Mâverâünnehir, Basıma haz.: Ahmet Kanlıdere, İstanbul, 2009. 
DEVLET, Nadir, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998. -,İsmail Bey Gaspıralı, Ankara, 1988. 
ERŞAHIN, “Seyfettin Buhara’da Ceditçilik- Eğitim Islahatı Tartışmaları ve Abdurrauf Fıtrat” (XX. Yüzyıl 
Başları), Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan, 1999. 
GASPIRALI, İsmail Bey Rehberi Muallim Ya Ki Muallimlerge Yoldaş, Simferopol, 1898. 
KANLIDERE, Ahmet Kadimle Cedit Arasında Musa Cârullah, İstanbul, 2001. 
KALKAN, İbrahim, “Sovyet Dönemi Öncesi Orta Asya Aydınları ve Değişim” A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.4. Erzurum, 2000. 
KASIMOV, Begali, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009. 
MARDIN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev: Mümtazer Türköne, Fahri Uyan, İrfan, Erdoğan, İstanbul, 2012. 
MARAŞ, İbrahim, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul, 2002.  -,Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908, İstanbul, 1996. 
YALÇINKAYA, Alâeddin Sömürgecilik Pan-İslamizm Işığında Türkistan 1856’den Günümüze, Ankara, 2006. 


***

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 1

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 1



(Ceditçilik Hareketinin Ortaya Çıkışı ve Türkistan Âlimleri Üzerindeki Etkisi: Mahmud Hoca Behbudi ve Münevver Kâri Örneği)
Dr. Öğr. İzzetullah Zeki 
Necmettin Erbakan Üniversitesi,
izzetullahzeki@yahoo.com 

Özet 

Ceditçilik hareketi 19. Yüzyılın ikinci yarısında Müslüman Türkistan halkının başlattığı eğitimde ve dini düşüncede yenileşme ile birlikte siyasal ve kültürel bir hareketten ibarettir. Dini düşüncede yenileşme fikri üzerinde çokça duran Tatar ceditçileri Abdurrahim Otuzimeni, Abdunnâsir Kursavi, Şehâbeddin Mercâni iken, eğitimde yenileşme fikri üzerinde kafa yoran ise Kırım Tatarı İsmail Bey 
Gaspıralı olmuştur. Gaspıralı, 1884 yılında Kırım Bahçesaray’da açtığı ilk Usûl-i cedit okuluyla ceditçilik hareketinin ilk somut adımını atmıştır. 

Gaspıralı, daha sonra çıkarttığı “Tercüman” gazetesiyle ceditçilik düşüncesini Rusya dışındaki ülkelere yaymaya çalışmıştır. Bunun için Türkistan’a öğrencileri ni göndermiş ve daha sonraları ise bizzat kendisi Türkistan seyahatleri çerçevesinde Buhara emirliğine uğramış, Buhara emirine usûl-ı cedit okullarını anlatmış, Buhara emirini Tercüman’a abone yapmıştır. 

Gaspıralı’nın Türkistan seyahatleri, ceditçilik hareketinin Türkistan’a yayılması ve Türkistan âlimlerinin bu düşünceden etkilenmesinde önemli rol oynamıştır. Gaspıralı, Türkistan seyahati sırasında Mahmud Hoca Behbudi ile karşılaşmış, daha önceden de Tercüman üzerinden ceditçilik fikrine aşina olan Behbudi, İsmail Bey Gaspıralı’nın yenilikçi fikirlerinden derinden etkilenmiş, 1903 
yılında Semerkant’ta ilk cedit okulunu açarak Türkistan ceditçilerinin öcülerinden olmuştur. 

Semerkant’ta eğitim faaliyetlerini sürdüren Behbudi, eğitim faaliyetini tüm Türkistan’a yaymak için Semerkant, Buhara, Taşkent âlimleriyle irtibat halinde olmuştur. Bu sırada daha önceden de Tercüman’ı sürekli takip eden, 1901 yılında Taşkent’te ilk cedit okulunu açan Taşkentli Münevver Kâri ile yakından irtibat kurmuştur. Türkistan ceditçilerinin iki önemli siması olan Mahmud Hoca 
Behbudi ve Münevver Kâri sadece okul açmakla yetinmemişlerdir. Bunun yanı sıra, bu okullarda okutulmak üzere eser ve makale yazmışlar, gazete ve dergi çıkartmışlar, matbaa ve şirket açmışlar, Türkistanlı öğrencileri ücretsiz okutmak ve yurtdışına göndermek için dernek ve vakıflar kurmuş ve hatta Türkistan Özerkliğini ilan etmişleridir. 

Anlaşıldığı üzere eğitimle faaliyete başlayan Türkistan ceditçileri daha sonraları siyasi bir yapıya dönüşmüş, çok geçmeden 1938 yıllarında Sovyetler tarafından bastırılmış ve faaliyetleri durdurulmuştur. 1980’lere kadar vatan haini ilan edilen ceditçiler bu yıllardan Sovyet Özbek cumhuriyeti tarafından sonra aklanmış, “İstiklal Kahramanları” unvanı verilmiştir. 

Anahtar Kelimeler: ceditçilik, kadimcilik, Türkistan, Gaspıralı, Behbudi, Münevver Kâri) 

Giriş 

Medeniyet ve ilim beşiği olma şerefini tarihe mal eden Türkistan, 18. Yüzyılın ilk yarısında hanlıklara bölünmüştür.45 Türkistan, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Timurlular döneminde altın çağını yaşamış, büyük Türk düşünürleri, âlimleri, şairleri, mucitleri bu dönemde yetişmiştir. Örneğin Kaşgarlı Mahmud, Ali Şir Nevai, Uluğ Beg, Harezmi, Ali Kuşçu bu dönemlerde yetişmiştir. Dolaysıyla bunlar, dil, kültür, siyaset, bilim öncüleri olmuş ve ilim, medeniyet zirveye çıkmıştır. Ne yazık ki Timurlulardan sonra, özellikle Şeybânilerin son dönemlerin de bu faaliyetlerden bahsetmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Artık o bilim üreten medreselerde tasavvuf hâkim olmuş, inzivaya çekilme dönemi başlamıştır.46 

Özellikle 1868’li yıllara gelindiğinde Türkistan hanlıkları işgale uğramış,47 hanlıklara bölünmüş ülkenin medreseleri de tamamen bilim yapma üreticiliğini kaybetmiş, sadece var olan şerh edilmeye çalışılmıştır. Daha sonra kendisinden ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz Musa Cârullah bu durumu ağır bir şekilde eleştirmiş, selef dönemine dönüp bakmamız gerektiğini vurgulamıştır. İslam’ın, ilk dönem Müslümanlarınca anlaşıldığı şekliyle algılanmasını amaçlar ve bunun için sık sık selef geleneğine atıf yapar. Çünkü Kur’ân’ın mesajını en iyi anlayan onlar ve Hz. Muhammed (s.a.v) den sonra Kur’ân’ı en iyi yorumlayanlar onların olduğunu ifade eder.48 

Rus Çarlığının oyununa gelen Kadimciler, eski hece metodundan ses metoduna geçen Usul-ı Ceditçileri ağır bir şekilde eleştirmişler bunu Kur’ân-ı Kerîm harflerine ters olduğunu dile getirmişlerdir.49 Sadece hece değişikliği konusunda değil aksine Usul-ı Ceditçilerin tüm faaliyetlerini eleştirmişler ve hatta tekfir noktasına kadar gitmişlerdir. Daha beteri Ruslara şikâyet bile etmişler.50 

Usul-ı Ceditçilere geçmeden, Usul-ı Kadimciler ve dönemleri hakkında çalışmamıza ışık tutacak olan Tatar Ceditçisi Muhammed Zahir Bigi’nin “Mâverâünnehir’de Seyahat” adlı izlenimlerinden yola çıkarak açıklık getirmek istiyoruz. 1893 yılında Kazan’dan kalkıp Mâverâünnehir’a seyahate çıkan 
Bigi, adım adım Mâverâünnehir’i gezmiş, izlenimlerini bir kitap haline getirmiştir. O, özet olarak o dönemi şöyle tasvir eder: Türkistan adetleri Rusya topraklarındaki Kazan adetleri gibi değilmiş, orada dini yaşam çok güzel, hanımlar örtülü, âlimler ise değerliymiş. Medreselerde Arapça okutuluyormuş, 
Buhara’da ehl-i ilme Damla (Mele) ile kâtip deniliyor, en aşağı rütbelisi beş vakit namaz kıldırabiliyormuş. Buhara imamlarının ekseriyeti cahilmiş. Nahiv bilgisi biraz fazla olanı varsa kadı, müderris oluyormuş. Buhara Medreselerindeki odalar para ile satılıyor, zengin olan talebe daha güzelini alabiliyor, bu vakıf mallarını kontrol eden herhangi bir merciin olmadığı belirtilmektedir.51 

Bigi, başka bir gözlemini şöyle aktarır: pazarda gezerken “Yol Verin” “Ayağa Kalkın” diye bir ses duydum. Çayhanede oturanlar ayağa kalktılar ve el bağladılar. Bir dakika sonra araba ile bir Rus geldi geçti gitti. Bu duruma vakıf olmamıştım. Oradaki halka bunu sordum. Onlar bana, biz şeyhlerimize 
karşı böyle saygı duruşu yapıyoruz. Bunu gören Ruslar da kendileri için bunu talep etmişler diye cevap verdi.52 

Ceditçilik öncesi dönemle ilgili ceditçilik hareketinin öncüsü İsmail Bey Gaspıralı’nın da 1909 yılında kaleme aldığı “Kadimcilik-Ceditçilik” adlı yazıları Muhammed Zahir Bigi’nin seyahat izlenimlerini destekleyici bir nitelik taşımaktadır. Gaspıralı bu dönemle ilgili gözlemlerini şöyle betimler: “Bizim 
Kırım ve vilayetlerimizde yaylı açık fayton, ökçeli potin veya bot, demiryolu vagonu görüldüğünde “Kadimciler” muhalefet göstermeye başlayınca bunlara bizim “Ceditçiler” de tek tük karşı çıkmaya başladı. Yani “Kadimcilere” göre hanım ve hacıların kilim veya keçe örtülü mugedek araba (üstü örtülü araba) ile gezmeleri edebin; açık faytona binmeleri bozukluğun alametiydi. Dahası sarı mest ile sarı pabucu terk edip bot giymiş bir kadın yolda görülürse, mutlak fenalardan sayılırdı. Kadimciler on- on beş sene işlemeli bota, demiryolunda yürüyen trenlere yaklaşmadılar. Tâ ki, İstanbul’dan işlemeli botlar gelene kadar. Bundan sonra İstanbul’da giyer diye botu giymeye, İstanbul’da binerler 
diye trene binmeye başladılar”53. 

19. yüzyılda Türkistan’da bu vaziyet devam ederken işgalci Rus devleti bölgenin süper gücü haline gelmiş günden güne Türkistan topraklarını bilfiil işgal ediyordu. Çar hükümeti Türkistan’daki emirleri baskısıyla kendi egemenliği ve hegemonyası haline getirmiş, Türkistan halkını koyun gibi yönetebilmek için dünyaya göz açtırmıyordu. İlim yuvası medreseleri eğlence yerine, halkın rehberi olan müderrisleri at gözüyle bakan birer robot haline dönüştürmüştür. Kısacası bu hareket kadimcilere bir tepki olarak, 19. yüzyılın başlarında din, eğitim ve siyaset alanlarında bir uyanma dönemi başlamıştır. Bu uyanışa “Usul-ı Cedit” veya “Ceditçilik” adı verilmiştir. Kökleri her ne kadar geriye gitse de pratik olarak ilk defa İsmail Bey Gaspıralı’nın Kırım Bahçesaray’da açtığı “Usul-ı  Savtiye” yani “Usul-ı Cedit” mektebinin açılmasıyla duyulmaya başlanmıştır.54 Bu hareketin temel ilkeleri, okulu medreseden ayırmak, ilkokullara ayrı öğretmenler tayin etmek, öğretmenlere maaş bağlamak, okuma, yazma öğretmek, kız çocukları için ayrı ilkokullar açmak, belli bir programa göre 
öğretim yapmak gibi konulardan ibarettir.55 

Cedit hareketi her ne kadar başlangıçta eğitimde bir reform olarak görünse de çok kısa bir sürede toplumun tüm kesimini etkilemiş ve eğitim, din, siyaset gibi alanlarda yayılmıştır. Hatta o kadar ileri gidilmiş ki klasik medreselerde eğitim görmüş, kadimci dediğimiz ulemanın içinden, Türkistan Ceditçiliğinin öncüleri olacak Müftü Mahmud Hoca Behbudi, Hafız Münevver Kâri gibi büyük zatlar 
yetişmiştir. Bunlar Türkistan’da Cedit okulları açmış, Cedit öğrencileri yetiştirmiş, Cedit gazete ve dergileri çıkartmış, Türkistan’ın özgürlüğü için mücadele vermiş, bu şekilde Müslüman Türk kültür ve medeniyetini koruyarak, başta Özbekistan olmak üzere, bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin temel taşlarını atmışlardır.56 

Cedit Kavramı Ve Cedit Hareketinin Ortaya Çıkışı 

Cedit kelimesi, lügat anlamı itibarıyla; eskinin zıddı olarak, yeni anlamına gelmektedir. Aynı kelimenin bir başka türevi olan tecdit ise; yenilenmek, bir şeyi eki haline kavuşturmak gibi anlamları içermektedir.57 Usûl-i Cedit, eğitimde yenleşme veya diğer bir tabirle maarif reformu ile ilgili bir kavramdır. Her ne kadar kavram olarak Usûl-i Cedit , önceleri Osmanlı ıslahat hareketleri 
çerçevesinde kullanılmış ise de İsmail Bey Gaspıralı ile birlikte, Kırım, Rusya, Sibirya ve Türkistan’da yaşayan Müslüman Türklere mal edilmiştir.58 

Daha sonra Usûl-ı Cedit hareketi Türkistan Müslüman Halkının özgürlükçü, reformcu, ilerlemeci hareketinin ismi olup, 19. yüzyılın sonlarında bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin coğrafyası olan Türkistan’da ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın başlarında şekillenip çok kısa bir zamanda yüksek seviyelere ulaşmış, 1917 yılında Bolşevik devrimi sonrasında daha da güçlenmiş, kendi mevki ve yönelişini korumuş mücadeleci, özgürlükçü, yenilikçi, siyasal ve sosyal bir hareket haline 
dönüşmüştür.59 

Ceditçilik hareketinin çıkış noktasını daha geriye götürüp aslında 1828–1866 yılları arasında Mercânî’nin talebesi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani’nin “Islah-ı Medaris” adlı eserinde tartışıldığı fikrini savunanlar da bulunmaktadır.60 Her ne kadar anlam olarak yeni ve yenilik manalarına gelse de sadece yenilik 
taraftarı değildir. Yeni tefekkür, yeni insan, yeni evlat gibi geniş anlamları da içermektedir. Cedit hareketi, eski kültürel değerlerini koruyarak ve bu değerlerin kalıcı olmasını sağlamak için güncel gelişmeleri, siyasal olayları da takip eden bir harekettir. 

Kısacası bu terimin sistemli olarak ortaya çıkışı İsmail Bey Gaspıralı’nın 1884 yılında Bahçesaray’da “Usul-i Cedit” adında yeni bir okul açmasıyla başlamıştır. Bu bir eğitim faaliyetinin başlangıcı olmakla beraber bir hareketin de ilk kıvılcımı olmuş, faaliyet alanı genişlemiş, engelleri aşmış, bir hareketten öte bir ideolojiye dönüşmüştür. Uyuyan halk arasında yeni-eski fikirlerini doğurmuş, fikir hürriyeti, düşündüğünü ifade edebilme kabiliyeti kazandırmıştır. 

Bu dönemde eski geleneğin temsilcileri olan mollalar, kendileri gibi düşünmeyen leri, yani gazete okuyan ve yeni usulde eğitenleri ceditçilikle itham etmiştir.61 Ceditçiler Osmanlı yurdundaki siyasi oluşumlar (Genç Osmanlılar, Genç Türkler) etkisiyle Genç Buharalılar, Genç Hiveliler, Genç Türkistanlılar diye siyasi ve özgürlükçü oluşumlar içine girmişlerdir. Bu konuyla ilgili 1919 yılında 
Türkistan ceditçilerinden ve tiyatro yazarı Abdullah Badri’ye kim bu Genç Buharalılar sorusuna şöyle cevap vermiştir: “ Onlar fikirleri, hayalleri ve arzuları biz zavallı ve garipleri emirler, beyler ve zenginlerin zulmünden azat etmek üzere kurulmuş bir harekettir.”62 

Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, genel olarak cedit hareketi ve özel olarak Genç Buharalılar, Genç Türkistanların asıl hedefleri zorbacıların zulmünden kurtulmak ve özgürlüklerine kavuşmaktır. Tarihi verilerden edinilen bilgilere göre ceditçilik bir akım değil, bir harekettir. Hem de sosyal, siyasal ve kültürel bir harekettir. Son zamanlara kadar bu hareket sadece eğitim hareketi 
olarak gösterilmiştir.63 

Ceditçilik, XIX. yüzyılın sonuna doğru Rusya Müslümanları arasında eğitim ve kültür alanında başlayan yenileşme hareketidir.64 Tabii ki bu hareketin gelişme sürecinde bahsi geçen İsmail Bey Gaspıralı’nın “usul-î cedit” okulu başrolü oynamıştır. Bu okullarda okumuş cedit adamları çoğalmış, başta Kırım Bahçesaray olmak üzere Semerkant, Taşkent, Buhara, Kazan gibi birçok Türkistan illerinde yeni cedit okulları açılmış, buna tepki olarak usul-î kadimciler de sesiz kalmamış, bu okullarda okuyan ceditçileri tekfir etmiş ve idam sehpalarına götürmüşlerdir.65 

“ Milli Uyanış ” adlı eserin sahibi Begali Kasımov, ceditliğin tarihsel gelişimi ve aşamaları hakkında şu tarihleri bize sunmaktadır: Ceditçilik fikri esasen 1900–1925 yılları arasında ortaya çıkmış ve bu yıllar arasında da gelişmiş, genişlemiş, özellikle 1917 yılı Bolşevik devriminin gerçekleşmesiyle biraz derin nefes almaya başlamıştır. 1920’lere kadar bu hareket hakkında gözle görünen bir çalışma 
yapılmamıştır. 1920 yılında neşredilen “Buhara İnkılâbı Tarihinde Materyaller” ile Feyzullah Hocaev’in “Buhara İnkılâbına Dair” eseri, bu konuda yapılan ilk temel eserlerdir.1929–1937 yıllıları arası ceditçilerin karanlık yılları denilebilecek yıllardır. Bu yıllarda ceditçilerin liderlerinden Münevver Kari ve gurubu hakkında tutuklama kararı çıkartılmış, 1931 yılında OGPU’nun kararıyla 56 ceditçi mahkemeye çıkartılmış, 18’i idama mahkûm edilmiştir. 1937 yılına gelindiğinde ceditçiler hakkında toplu tutuklama emri çıkartılmış, millet, vatan diyen herkes hainlikle suçlanmış ve bu suçlamalarla katledilmiştir.66 

1938–1956 yıllar arasında cedit hareketi ve mensuplarına acımazsızca karalama propagandası başlatılmış, cedit hareketi temsilcileri halkın ve yeni neslin gönlünden silinmeye çalışılmıştır. Ancak 1956 yılı sonrası zalim Stalin tutuklama siyasetini yumuşatmış ve bazı cedit önderleri temize çıkartılmış ve halk, vatan, millet düşman suçlamalarından kurtulmuş, “Ötken Künler” gibi en meşhur  romanlar sansürlenerek yayınlanmaya başlamıştır.67 

1960-1970’li yıllarında yine her şey eskisi gibi olmaya başlamış, yine tutuklamalar, yine suçlamalar ve yine karamalar devam etmiştir. Cedit temsilcileri marifetçilikle suçlanmıştır. Bu durum 1985 yılı demokratik uygulamalar çerçevesinde, yeniden yapılanma ve açıklık politikası başlayana kadar devam etmiştir. Gorbaçov’un bu yeni açılımı, ceditçileri bir nebze olsun rahatlatmış ve ceditçiliği ilmi yollarla ve planlı bir şeklide öğrenme zeminini yaratmıştır.1987 yılında Özbekistan’da ceditçilere ithaf edilen bir toplantı yapılmıştır.68 

1995 yılında Özbekistan’ın Fransa elçiliği binasında “Merkezi Asya’yı Öğreniş İlmi Tetkikat Enstitüsünde bu konu ile ilgili bir sempozyum yapılmıştır. bu Fransa’daki bir ilmi dergide yayınlanmıştır. Yine aynı şekilde 1999 yılında Özbekistan’da Almanya Konrad Adenauer Derneği işbirliği ile cedit hareketinin ortaya çıkışı, şartları, milli bağımsızlıkla ilişkisi, kadın hakları ve özgürlüğü gibi konuları kapsayan “XIX. Yüzyılın başında Merkezi Asya: Ceditçilik, Muhtariyet çilik, İstiklalcilik ” adı altında bir uluslararası toplantı yapılmıştır.69 

Kısacası Cedit hareketinin tarihsel gelişm sürecine baktığımızda birçok olumlu ve olumsuz olaylar ve gelişmeler gözümüze çarpmaktadır. Cedit hareketi 1920’li yıllara kadar faaliyetlerine devam ettirmiştir. Ancak 1930’den 1980’lere kadar ciddi bir duraklama yaşamış, 1917 yılında ilan edilen 
Türkistan Muhtariyeti ortadan kaldırılmış, Mahmud Hoca Behbudi, Münevver Kâri gibi büyük liderleri şehit edilmiştir. Bu dönemlerde ceditçiler hep karalanmış, halkın gönlünden çıkartılmaya çalışılmıştır. Daha önce bahsettiğimiz gibi 1980’li yıllara gelindiğinde yumuşama dönemi başlamış, Gorbaçov’un göreve gelmesi ve açıklık şeffaflık politikasıyla daha da perçinleşmiştir. Bu dönemde az da olsa Sovyet işgali altındaki milliyetlere bazı haklar tanınmıştır. Bu çerçevede Ceditçiler aklanmış, istiklal kahramanları unvanını almışlardır. Bu da doğal olarak, her siyasal ve sosyal hareketin gerçekte kat etmesi gerekken merhalelerdendir. Burada önemli olan sosyal ve siyasal hareketin temel 
görüşlerinin baki kalması, gözle görünebilecek sonuçlar elde etmesidir. 

Cedit hareketinin tarihine baktığımızda şu noktaya şahit oluruz ki cedit hareketi ilimden, fenden yana özgürlükçü bir hareket olmuş ve bunu şiddete başvurmak sızın başarmaya çalışmıştır. Türk cumhuriyetlerinin bağımsız devletler olarak kurulması bunu açıkça kanıtlamıştır.70 Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, gerçekten Ceditçilik hareketinin Sovyetler dönemindeki milli uyanış ve aydınlan ma hareketi, milli istiklal için önemli bir girişimdir. Bu yönü ile Türkistan tarihinde önemli izler bırakmıştır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


45 Abdullah Recep Baysun, Türkistan’da Milli Hareketler, İstanbul, 1945, s. 5. 
46 Muhammed Zahir Bigi, Mâverâünnehir, Basıma haz.: Ahmet Kanlıdere, İstanbul, 2009, s. 92. 
47 Ahad Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul, 2003, s. 70. 
48 Ahmet Kanlıdere, Kadimle Cedit Arasında Musa Cârullah, İstanbul, 2001, s. 204. 
49 Yavuz Akpınar, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Fikri Eserleri, İstanbul, 2008, s. 279. 
50 İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul, 2002, s. 93. 
51 Bigi, s. 95. 
52 Bigi, s. 287. 
53 Akpınar, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri s. 278. 
54 Begali Kasımov, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009, s. 161. 
55 Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Ankara, 1988, s. 67. 
56 Böri Bey Ahmedov, Zahidullah, Münirov, el-Arab ve’l- islâm Fî Özbekistan, Beyrut, 1996, s. 417. 
57 Maraş, s. 31. 
58 Maraş, s. 39. 
59 Begali Kasımov, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009, s. 1. 
60 Nadir Devlet, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s. 45. 
61 Abdullah Avlani, Seçilmiş Eserler, II. Taşkent, 1988, s. 288. 
62 Abdullah Badri, Yaş Buharalılar Kimler?, Moskova, 1919, s. 3. 
63 Erşahin, s. 2. 
64 Taha Akyol, “Cedîdcilik”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 211. 
65 Coşkunaslan, s. 121. 
66 Kasımov, s. 7. 
67 Abdullah Kadiri, Ötken Künler, Taşkent, 1958, s. 30. 
68 Alâeddin Yalçınkaya, Sömürgecilik Pan-İslamizm Işığında Türkistan 1856’den Günümüze, Ankara, 2006, s. 393. 
69 Kasımov, s. 13. 
70 Altaylı, s. 439. 
71 Kasımov, s. 160. 
72 1857'de, Rus Kafkasya Ordusu Kurmay Başkanı General Milyutin. 
73 Kasımov,s.163. 
74 İvan Sergeyeviç Turgenev (1818-1883) Rus şair, oyun yazarıdır. 
75 Kasımov, s. 164. 
76 Kasımov, s. 165. 
77 Akpınar, s. 86. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

25 Ocak 2017 Çarşamba

Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları BÖLÜM 2


 Basra Körfezi Ülkelerinin Toplumsal ve Siyasal Yapıları, BÖLÜM 2




Bir gelişmişlik düzeyi var. 

Bunların böyle bir derdi yok en fazla arabaları için tüketiyorlar. Dolayısı ile bu bölge ürettiğini, dışarıya satıyor, dışarıya ödüyor. Bunun sonucunda ise 
ciddi bir ekonomik kaynak ortaya çıkıyor. Adamlar bir şey yapmıyor ama yıllık fiyatlar değişmekle beraber, yani bu körfez ülkeleri, bahsetmiş olduğumuz 
ülkeler hatta İran’ı dışarı koyarak hesaplıyoruz biz, orası 500 milyar dolarlık ki bahsettiğim gibi bu fiyatlar sürekli değişir. Şimdi ben sabit bir rakammış 
gibi bahsediyorum. Yani bir Suudi Arabistan’ın gelir 350 milyon dolardır. Yani toplamda ortalama bir şey diycek olursak 750 milyar dolarlık ham petrol 
satışı vardır. Doğalgazı ekledin mi, 1 trilyonun civarında nakit para vardır. Ve nakit, petrolü satıyorsun, eline para geçiyor. Bu çok mu önemli? Bunu özellikle 
buradaki nüfus yapıları ile birlikte düşündüğünüz vakit önemli oluyor. Mesela bizde şöyle bir yargı vardır; Katar’ıda, Kuveyt’ide biliyoruz. 

Bugün Katar diye sözünü ettiğimiz ülkede her doğan çocuğun hesabına 25 bin dolar hesabınızda bulunuyor. Eğitiminiz yurtdışı, ücretsiz, sağlığınız ücretsiz, 
verginiz ücretsiz. Bu bölgede boykot falan yapmanıza gerek yok. Netice itibari ile 450 binlik bir ülkeden bahsediyoruz. Bu ülkeye baktığınız vakit doğal gaz kaynakları, dünyadak en büyük doğal gaz kaynakları Rusya Federasyon devleti topraklarına ait. 2. Olarak İran’a ait. 3. ülkede Katar’dır. 

Yani 450 bin kişilik bu topluluk dünya doğal gaz kaynaklarında 3. sırada yer alıyor. Yalnız son 4-5 yılda doğalgazdan kaynaklanan, 2010’uda sayacak olursak tabiki 110-120 milyar dolardır. Yalnızca doğalgazdan elde ettikleri gelirdir. 450 bin nüfuslu bir devletten bahsediyoruz. 

Bunun yanısıra petrol kaynaklarına baktığımız vakit. Tüm Avrupa kıtasının sahip olduğu petrol kaynakları Katar kadardır. Şimdi Katar neden önemli; çok ciddi ekonomik kaynaktır, dünya için düşündüğümüz vakit, diğer yandan Kuveyt’e bakalım; bu ülkede 3 milyonluk bir nüfustan bahsediyoruz. 

Yerli nüfusun %55 ila 60 arasında olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla 1 buçuk milyonla 2 milyon arasındaki bir ülkeden bahsediyorsunuz. 

Bu ülkenin toplam ekonomik değeri, petrol var bu bölgede doğal gaz çok sınırlı, daha araştırmalar yapılıyor ama daha fazla petrolde çıkmayabilir, ama 100 
milyar varilin üstünde bir petrol rezerleri bulunmaktadır ülkede. Ve bu ülkeyi düşündüğünüz vakit, onun dışında diğer ülkeler içinde geçerli olan bir durum var ki; bu nakit paralar, başka ülkelerdeki borsalara, ordaki bankalara, hisselere gidiyor. Bugün dünyadaki, birçok hisse mesela İtalya’da ki büyük bir bankanın hisselerine gidiyor. Bu ülkelerin tümüne baktığımız vakit, Bahreyn problemli bir yer zaten onun petrol kaynakları yok. Birleşik Arap Emirlik’lerine bakıyorsunuz, bu bölgede siyasal sisteme baktığınız vakit, gevşek eyalet sistemi üzerine kurulu, bu petrol kaynakları iki vilayette vardır aslında tek vilayette sayılabilir. Yalnızca 3- 4 milyar varil petrol vardır. Burasi siyasal sürecin merkezi olmakla birlikte, diğer vilayetlerde kendi içlerinde özerktir. Birbirlerinin iç işlerine müdahale edemez. Bu ülkeye gidildiği vakit; muazzam gelişmiştir. Birleşik Arap Emirlik’lerini düşündüğümüzde yedi ayrı vilayet olduğunu bilsekte siyasal sistemlerinden dolayı çok farklı değil hatta tek devlet olarak düşünüyoruz değil mi ama oraya gidince mesela Dubai’ye gittiğimiz vakit, bu bölgede sadece zenginler yaşar, onlar çalışmazlar, devlet herşeylerini karşılar ve ordaki nüfusun %90- 95i yabancıydı. Bir emirlik düşünün nüfusunun %95i yabancı %5 i yerli ve dünyada ekonomik önemli bir güç. Abudabi’ye bakıyorsunuz gelişmiş bir bölge. Ekonomik olarakta çok gelişmiş bir ülkede nüfusun %75 i yabancı, %25 i yerli ve toplam 96 milyarlık petrol rezervi var. Bu nedenle merkez bunların elinde, diğerleri de yabancı ve çok gelişmiş. Daha dışarda olan diğer eyaletlere gttiğiniz vakit ise ekonomi daha düşük, arap kadınları taksicilik yapıyor. Bu nedenle yedi eyalet ekonomik olarak bağımsız olan yönetimlerin siyasal olarakta birbirlerinin iç işlerine müdahale hakları yoktur. Birbirinden çok farklı yapılar var. Buradaki 
sistemlere baktığınız vakit, rejimlerde bir tek tipleşme görüyoruz. Rejimlerin tek olduğunu görüyoruz. O da ya emirliktir ya hanlıktır. Körfez İşbirliği Konseyi 
üyelerinin ortak özelliği yönetimlerinin monarşik olmasıdır. Yani belirli bir ailenin elinde durma-sıdır. Suudi Arabistan’da Suud ailesi gibi, doğrudan 
Suudi ailesinin ülkesi deniyor. Artık Suudi Arabistan diye bir ülkeden bahsedemeyiz. Yukarıda da belirttiğim gibi her kavrama bakmamız gerekir. Suudi Arabistan Suudların kurmuş olduğu ülke. Sonra Kuveyte bakıyorsunuz Elsabh ailesi, Katara bakıyorsun Tahan ailesi, Bahreyne bakıyorsunuz Elabahan 
ailesi ve bunlar günümüze kadar buradaki yönetimleri kendi ellerinde tutan ailelerdir. Bazen amcaoğlu çocuğu gelebilir. Bazen amcaoğlu çocuğu 
gelebilir. Ama bu ailelerin dışına sarkmıyor rejimler. Belirli bir soy ağacından gidiyor. Hani babadan oğula gitmesi önemli değil. Bazen amcaoğluna, amcaoğlunun çocuğunada gidebilir veya onlar darbe ile yönetimi alabilirler. Ama bir ailenin elinden çıkmıyor. Ve bunların en büyük ortak özelliği; bir ara 
bir arap gazeteci diyordu işte, Yemen Devlet Başkanı demiş ki “Beni de Körfez İşbirliği Konseyine alın.” 

Dolayısı ile ortak özelliği bu Körfez İşbirliği Konseyi dediğimiz ve Irak’ı, İran’ı dışarıda tutan yapıdır. Kuveytten başlıyorsunuz Suudi Arabistan, Katar, 
Bahreyn, Umman’a kadar ortak özellik, hatta Ürdün’ü de içine katarak, hatta Suriye’yi de içine katarak çünkü Esad’dan sonra yine Esad ailesinden biri geldi. Ama rejim cumhuriyet o farklı bişey. Temel özellik monarşik yapıya sahip olmaları. Buradaki anayasalarda monarşik. Anayasayı zorla ele geçiriyor, 
düzenliyor. Buradaki temel özellik sistemin monarşik, geleneksel, muhafazakar o ailenin iktidarını koruyan yapıda olmasıdır. Belirli 5- 6 aile dünya ekonomisinde ciddi şekilde, enerji kaynaklarını denetleyen aileler olmaktadır. Ve bu aileler, petrol ihracatı, hammadde, petrolde bir hammadde ama doğal gazı hammadde olarak düşünmeyin. Petrolün rafine edilmesi vardır. Bunun taşınması vardır. Petrolü yerin altında buluyorsunuz, teknolojiniz varsa çıkartıyorsunuz. Yoksa yardım alıyorsunuz. Onu çıkarttıktan sonra taşıyorsunuz. Ya boru hattı ile çekiyorsunuz ya da denize yakın bir noktaya kadar boru hattı dışında bir ihtimal yok zaten. Denize kadar taşıdıktan sonra tankerede taşıycaksınız. Sonra rafineriye götürüceksiniz ya kendi kapasiteniz imkanınız vardır ki Arap ülkelerinin genel olarak kapasitesi düşük, Amerika’da, Japonlarda vardır rafineri, bunlarda ise yoktur. Taşımacılık %4- 7 dir buradaki taşımacı olan ülkelerin payı ve en son piyasaya, bugün buradan çıktığınız vakit, arabanız varsa bir benzinliğe gidiyorsunuz shell opet v.b. gibi. O aşamaya kadar gelen aşama ne kadara mal oluyor, maliyeti? Bu paranın bir kısmını ham petrol üreticilerini alıyor ise diğer kısmını diğer ülkeler, farklı noktalara taşımacılık v.s yöntemlerle ele geçirdikleri ni görüyoruz. Dolayısı ile bu ülkeler çok önemli, dünya ekonomisi için çok önemli, bu liderler dünya politikaları için çok önemli kendi başlarına istedikleri politikaları gösterebiliriz diyemeyiz. Ve siyasal yapılarına baktığımız vakit, bu ülkelerden Irak ve İran’ı dışarda tuttuğumuz vakit, monarşik, emirlik, krallık diyebilceğimiz, yani bir soyda yönetimin sürdürüldüğü, yapılar olarak karşımıza çıkıyor. 

Körfez ülkelerinde teknoloji yok ve diğer devletlerde vermiyorlar. Ya bizle ortak olursun diyorlar, %51 veya 50 sini ben alırım diyorlar. İşletmesini veya benzeri ni ben alırım diyorlar, Vermiyorlar teknolojiyi. Yapamıyorda devlet çünkü gerçekten yüksek teknoloji gerektiren şeyler bunlar. Ya bu teknoloji işi her kime satarsanız satın, yüksek teknolji gerektiren şeyler çünkü petrol alıyorsunuz, işletiyorsunuz, yani araştırıyorsunuz, parçaları var bunların, onları  araştırıyor sunuz. En son tüketiciye gelece noktaya taşıyorsunuz. Bu gerçekten yüksek teknoloji işi ve birçok ülkede de mühendislik bölümleri var, bizim ülkede de var ama teknolojiya sahip olmak malesef zor. Bunlar ilk petrolü bulmuşlardı belkide 1859’larda gerçi ondan önce Baküde falan, petrol kullanılmıştı ama bu içten patlamalı motorlarda nasıl olsa kullanırız noktasına geçmemişti. Dolayısı ile bu teknolojiyi onlar yarattıkları için hem çok iyide paralar kazandıkları için vermiyor lar. Ama buna rağmen Japonlarda, orada burada var ama hiç bir tanesi gerçekten ABD teknolojisi gibi değil. Yani ABD’liler bu işi iyi çözmüşler iyi geliştiriyorlari, iyi götürüyorlar. Her neyse siyasal rejimler monarşiktir. Buradaki toplumsal yapı farklı, siyasal yapı benzeşiyor, ekonomik yapı benzeşiyor ama her ülkede ben-zeşmiyor tabi ki örneğin Irak’a çıktığımız vakit, çok farklı bir tabloyla karşılaşabilirsiniz, yani 19 Mart 2003 yılına kadar Baas dediğimiz Sünni Araplığı, her ne kadar sistem Baascıysa da sistem her ne kadar sosyalist değerleri ön plana çıkartsa da buradaki toplumsal yapının, siyasal sistemi kontrol etmesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani buradaki toplumsal yapı, belirli Sünni kabileleri siyasal sitemlerini kendi denetimleri altına alması ve diğerlerini dışlaması ile sonuçlanıyor. İki büyük aile İbrahim ve Maliki aileleri, başta Şiiler ve Kürtler olmak üzere siyasal sitemi kendi gözaltlarına alıyorlar. Üçüncü sırada da Sünni Arapların, sistemle barışık olmayan kabilelerin sistemin içine girmesini sağlıyorlar. 

Bu yapı bir dönemeç mi, değişim mi geçirdi. Örneğin en çok tartışılan ülkelere ve yapılara geldiğimiz vakit, Bahreyn’dir. Bahreyn köken olarak tatardır. 

1787’li yıllarda Bahreyn’e geçmişler ve buranın kontrolünü ele geçirmişlerdir. İran’ın sayesinde almışlardır. Ondan önce Osmanlı ile İran arasında, iki bayrak varmış, İran tarafına bakan kısmında İran bayrağı, Arap kısmına bakan tarafında ise Osmanlı bayrağı varmış. 2 ayrı bayrak dalgalanıyor. Osmanlıya bağlı çünkü vergi veriyorlar Osmanlı ailesine ama aynı zamanda İran’la da iyi ilişkilere sahipler. Burada yaşayan toplumsal nüfusun %65 ya da 70’i Şii olmasına rağmen, 1780’li yılların başında bu bölgeye Sünni ailesi geliyor yerleşiyor, o günden bugüne kendi kontrolü altına alıyor. 

Bahreyn denilen bölgede nüfus ırk itibari ile mezhepsel itibari ile köken itibari ile, Arap bir kısım Farsi ama çoğunluk Arap çünkü islamiyetle birlikte bunlar bu bölgeye geçince burayı Müslümanlaştırınca aynı zamanda bu bölgeye yerleşmişlerdi, sonra bu topluluk Şiiliğe geçiyorlar, ve dolayısıyla uzunca 
yıllar burada Şii yönetimler hakim olmuş, Şii yönetimler kurulmuş. Sonra Hanif ailesi 1780’lerin başında, Hanif ailesinin kökeni, El hanife aslında Katar çıkışlıdır. Kuveyt’e gitmiştir, padişah dönemi İranlılar gelince, bunlar bu bölgeyi boşaltıp, Kuveyt’e yerleşmişlerdir. Sonra Kuveyt’te Elsabh ailesinin üstünde olan bir ailedir. Bugün Kuveyt’i yöneten elsabr ailesinin amiri konumundaki aileydi her zaman. Daha da önemli bir aileydi Elhanif ailesi, Katara gelip oradan Bahreyn’e geçip oranın kontrolünü ele aldılar ki Bahreyn çok stratejik bir bölgedir, deniz ticareti yapanlarının tümünün en azından bu bölgeyi tarih boyunca stratejik bir derya olarak bildiğini bilmeliyiz ve Elhanif ailesi buradaki siyasal yönetimi ele geçiriyor. Sonra tabi İngilizler bu bölgeye girince, İngilizler özellikle 1820’lerden sonra, bu bölgeyi denetimi atına alınca, Elhanif ailesiyle iş birliği yapıyorlar, yönetim Elhanif ailesinde kalıyor, Sünni Arap aşiret, kabile ve böyle olunca da günümüze kadar gelen süre içinde bu aile burayı yönetiyor. İngilizlerin başta olduğu dönem ki bu 1971’lere kadar gelen bir dönemdir. Nüfuzun siyasi, idari, askeri ve ekonomik alandaki dağılımı %50- %50 gibi bir denklik var. Yani Şiilerle ve Sünnilerle birlikte, yerel yönetimlerde, ekonomik alanlarda, idari birimlerde teftiş ediliyorlardı. Ama İngiltere gidince bu oran düşmeye başladı. Yani bir 
ayrımcılık politikası, siyasal sistemi elinde tutan aşiret ve mezhep diğerlerini sistemin dışına itmeye başladı. Ve buna karşı bir tepkiler gelişti. Yani iktidar 
döneminde de olmuştu, 1930’larda da bunlar ayaklanmışlardı, 1934’te de ayaklandılar, dolayısıyla İngilizler nispeten burada bir denge kurmuştu. 

Bunları sistem içerisine entegre etmişlerdi ama İngilizler gidince bölgeden, Elhalif ailesi bunu rejime bir tehdit olarak gördü, ve bunları sistemin dışına 
itmeye başladı, 2010’lara geldiğimiz vakit Şiilerin %10 idari sistemin ve diğer sistemlerin içerisinde temsil edilmeye başlandı ve %90’ı sistem dışına 
itildi. O yüzden burada bir toplumsal istikrasızlık unsuru vardı. O da şuydu; buradaki toplumun bir kesimi ki önemli bir kesimi, sistemin dışındaydı. 
Bir tehdit unsuruydu sistem açısından ve hiç bir şekilde sistem içerisinde temsil edilmesine yol açmadı. Bunlar bir dönem uzunca bir süre isyan ettiler; 
meclis kurulması karar verildi. Yani bir danışma kurulu, bir de seçimle gelen bir kurul oluşturuldu ama öyle bir oran oluşturdular ki hiç bir zaman seçimde Şiiler 17 (toplam 40 milletvekili var) veya 18 parlamenteri geçebilecek sayıda oy alamıyorlar. Çünkü seçim bölgeleri belirleniyor, Şiilerin yaşadığı 11 şehirlik bir bölgede 1 parlamenter çıkıyorsa, aynı Sünni bölgesinde 100 kişi 1 parlamenter çıkarıyor. Seçimse seçim, ne yapılabilir seçim kanunu böyle deniyor. Adaletin kestiği parmak acımaz deyip Şiileri kandırmaya çalışıyorlar ama Şiiler durmuyor ve bugün Bahreyn’de yaşanan krizin arkasında Şii olan kısmın siyasal ekonomik hakları, burada devlet size ev almanız için izin veriyor, devlete başvuruyorsunuz ev almak için, bir Şii başvurduğu zaman 5-6 yıl bekliyor, bir Sünni başvurduğu zaman 17 gün en olmadı 1 ay içerisinde ev alabiliyor. 

Onun dışında nüfus dengesini bozmak adına, diğer ülkelerdeki Sünnilerin ki bunların rakamlarının önemli olduğunu söylüyorlar, göç ediyorlar ve böylelikle denge sürekli olarak Şiiler aleyhine bozuluyor ve böylelikle de bölgede ciddi bir istikrarsızlık durumu var. 

Bu sorunun birde bölgesel etkileri de var tabi. Diğer bölgelere baktığımızda da benzer sorunlar var, mesela Suudi Arabistan’a baktığımız vakit; tarihsel 
olarak toplumsal olarak, ekonomik olarak farklı bölgelerin birbirine entegre edilmesi ile ortaya çıkartılmış, çıkmış bir devlet. Hangi toplumsal gruplar 
vardır; mezhepsel itibari ile baktığımız vakit, Suudi Arabistan doğusu ki bugün doğu vilayetleri olarak geçen bölge Şiilerin etkili olduğu hem siyasi hem ekonomik, hem de Osmanlı döneminden bu yana ayrı bir niteliği vardı, bu nedenle Necif vilayeti kurulurken Necif’in diğer vilayetlerden ayrı olduğu 
özellikle vurgulanıyor ki bakıldığı vakit 1913’e kadar olan dönemdir, Şii aydınlar; Şii halkından, Şii muhalifi durumunda oluyorlar. Osmanlı dönemini en altın yıllar olarak nitelendirirler çünkü Osmanlı bunların varlıklarını kabul etmiştir. Ve onların varlıklarını yaşamalarına izin vermişlerdir. O nedenle dini, ekonomik ve siyasi olarak geliştikleri en önemli dönemler olarak tarihe geçer. Ama 1913’ten sonra tekrar Suudi yönetimi altına geçiyorlar ve böylelikle bunların varlıklarını yok edici bütün politikalarda hayata geçiyor. Siyasal alanda, idari alanda, ekonomik alanda, bunları deşifre edici, dışlayıcı, ayrıştırıcı politikalar izliyorlar ve daha tutucu bir yaklaşım seyrediyorlar. 

İkinci Bölge, Suudi Arabistan’la Yemen arasında olan bölgedir. Kapsadığı bölgede 3 önemli vilayet vardır; Cezril, Vecram ve bir tane daha vardı. 

Bu bölgenin nüfusu, baktığınız vakit ne Vahabi’dir ne de Sünni’dir. Bunlar Zeydi dediğimiz kesimi oluşturur. Yani bugün Yemen’in % 55’lik nüfusu Zeydi’dir. 
Yemen’in doğu kısmı Sa-ara Bölgesi dediğimiz kısım, yani başkentin üst kısımları Zeydi mezhebine bağlıdır ve bunlar Suudi Arabistan’la Yemen sınırının bir 
kısmında, İsmaili vardır bu bölgede, özellikle idris ailesinden. O sınır anlaşması tam olarak imzalanmadı, her zaman bir sorun kaldı aralarında. 

Bu bölgedeki toplumsal yapının tarihsel geri planını mezhepsel geri planını Suudlardan ziyade, Vahabilerden ziyade, Necdi kabilelerden ziyade, Yemeni 
kabilelere aittir. O nedenle burada da ciddi sorunlar vardır. Bu ikinci bölgedir, tarihsel olarak ayrıdır, mezhepsel olarak ayrıdır, ekonomik olarak ayrıdır. 

Üçüncü Bölge, Mekke-Medine bölgesidir. Mekke- Medine bölgesinin en önemli özelliği Osmanlı dönemi öncesi dahil olmak üzere, sonrası da dahil olmak üzere, burayı hep Şerif ailesine bırakmışlar, peygamber soyundan gelen şerifler burayı yönetmişler. Bu bölgeye, siyasal olarak Mısır’a, ekonomik olarak Suriye ve Mısır kısımlarına, etnik köken olarak Necbi kabilelerle bağlantıları var bir kısmı bu bölgeden çıkmaktadırlar, ama bütün Müslüman dünyasına hitap eden bir yapısı vardır. Daha entelektüeldir, daha burjuvazidir ekonomik olarak. Mısırdan yönetiliyordu, Riaya’dan falan yönetilmiyordu. 

Dicle dediğiniz, Mekke-Medine dediğiniz vakit burada, bu bölgeden yönetilmiyordu ve bunları hep Arap dağlı kabileler olarak görüyorlardı. 
Kendilerini ise daha soylu daha kentli olarak görüyorlardı, ekonomik olarak da böyle görüyorlardı. Onlar yerleşik hayattaydılar, ticaret yapıyorlardı 
ama Arap’tırlar. Kültür olarak bahsetmiyorum. 

Dolayısıyla 3. Bölge dediğimiz kısımda burasıdır. 

Aslında bir 4. Bölge daha vardır. 

Bu 4. Bölge tam net değildir. Suudi Arabistan bugün homojen bir ülke değildir. Çevrelerindeki Arap kabileleri de bağlılık olarak Suriye ve Irak’taki kabilelerle iş birliği içindedir. 

En büyük mücadelelerden biride Osmanlı’da o dönemde onlarla işbirliği yaparak göstermişlerdir. Suudi Arabistan ne mezhepsel olarak homojendir, 
ne tarihsel olarak ortak bir tarih, birlikte bir tarih bilinci yaratmışlardır. Ne ekonomik çeşitlilik olaraktamamen bir olmuş bir ülkedir. Bunların hepsi Suudi 
ailesinin bir başarısı olarak görülür. Bugün Suudi Arabistan’ın ortaya çıkmasında, Suudi Arabistan’ın politik stratejisi, askeri stratejisi, mezhepsel tuttuğu 
yol ve bunu ortaya koymasının bir başarısı olarak ben bunu görüyorum. 

Kuveyt’e gelecek olursak; Kuveyt’te bildiğiniz üzere Elsadr ailesinin denetiminde 
olan bir bölgedir. 

Soruya gelecek olursak; buradaki haritalar, buradaki ülkeler cetvelle mi çizildi? Veya buradaki ülke sınırları 1900lerden sonra mı oluşmuş? Hayır, bu ülkelerin 
sınırları kanla çizilmiş. Ve bu ülkelerin sınırları belirleyenlerde, bugün o ülkede bulunan insanlar olmuştur. 

Aslında bu bölgenin sınırları o kadarda düz değildir, gittiğinizde görebiliyorsunuz. Kuveyt’ten başlayalım; Elsabh ailesi yaşar, Elsabh ailesi 1600’lerin sonunda 
veya 1750’lerin başında bu bölgeye göç etmiş bir ailedir. Ondan önce Elhaid ailesi bu bölgedir. El Sabh ailesi Elhaid ailesine bağlı bir birim oluyor. 

Elhaid ailesi ise Basra’da, Şiilerle, İranlılarla çatışan bir aile olarak karşımıza çıkıyor ve Basra körfezi Elhaid ailesine bağlı bir bölgedir. Ve bu bölgenin 
tümünü kendi içerisinde kapsar. Bu bölge Osmanlı öncesi dönemde, İslamiyetle birlikte ki İslamiyet öncesi dönemlerde de belirli kabilelerin etkili olduğu yerler ve alanlardır. Ama Elhaid ailesi ile birlikte Osmanlı bu bölgeye, Yavuz Sultan Selim ilk önce kuzeyden gidiyor, 1516’lı yıllarda, sonra1530’lu yıllarda, Irakiye Saavileriyle Osmanlı Irak’a geçiyor. Ondan sonra 1938’lerde Basra Körfezine geliyor ve buradaki ailelerde, Elhaid ailesi de, Basra körfezinin de bir şekilde Osmanlı denetimi altında olduğunu teyit ediyorlar. İşte burada yaşayan Kuveyt’i, tabi bu bölgede yaşayan Elhaid ailesiyle Osmanlı bu bölgeye gelince nispeten Basra körfezinde bunlar yaşıyordu ve Şii’iler, Kuveyt’te yaşayan grup ise Basra’da evleri, bağları, bahçeleri olmak ile birlikte, Elsabh ailesi ile birlikte üç aile idiler ve bu bölgeye yerleşiyorlar. 

Bu bölgede çalışıyorlar da. Özellikle Elhaid ailesi buradan ayrılıp katara geri gidince, Elsabh ailesi buranın yönetici ailesi olmaya başlıyor. Buranın yönetici ailesi olmaya başlayınca, 1800’lerin başından itibaren kendi Kuveyt sınırlarını ortaya koymaya başlıyor. Bu aşirete bağlı, temel sorun şu; aşiretlerin göçebe olmasından dolayı ortaya çıkan sorunlar var, yani size vergi veren aşiretler, 1 ay burada kalıp 2. Ay başka bölgeye gidince, siz aşiret temelli gittiğiniz için, aşiretin gittiği topraklarda sizin topraklarınız olarak geçiyor. Dolayısı ile tartışmalı bölgeler ortaya çıkıyor. Bugün hala çözülmemiş bölgelerdir bu tartışmalı bölgeler aslında, ama buna rağmen Elsabh ailesi kendi bu bölgesini denetimi altına alıyor. Elsabh ailesi zamanla Suud ailesi il çekişme, rekabet ve savaşlar yaşamaya başlıyor. Ve Kuveyt, Suudi Arabistan sınır bu iki aile arasında ama buna daha sonradan Katar’daki bir aile daha katılıyor, bu bahsettiğim ailelerin kökeni 400- 500 yıllıktır. Ve 400- 500yıldır bu aileler bu topraklarda, bu bölgelerde denetim kurmuşlardır. Bazen sınırları daralmış, bazen sınırları genişlemiştir, ama Kuveyt’i deyince Elsabh ailesinin 300 yıllık bir geçmişi vardır. Ailelerin bağımsızlık tarihleri kaçtır ve kaç yüz yıllıktır. Amerika’nın tarihinden daha eski bir tarihe sahip bir ülkenin sınırlarından bahsediyoruz. Bunu bilhassa gözden kaçırmayalım lütfen. Burada en son Suudlarla yaptığı savaştan, mesela Bağdat burada karakol kuramıyor, Basra emri burada karakol kuramıyor, Osmanlının denetiminde olmasına rağmen İngiltere ile 1898’de anlaşma imzalıyorlar. Ondan öncede burası Osmanlı’ya ait, ama asla Elsabh ailesi Osmanlı’nın buraya bir karakol kurmasına izin vermiyor. Ve Osmanlı buraya karakol kurmuyor. 1913 İstanbul Anlaşması ile bunlar tamamen teyit ediliyor zaten. Dolayısı ile baktığımız vakit sınırlarda, bu kadar ciddi savaşlar oluyor. Suudlarla bir yandan Irak’la da netleşmiyor sınırlar. 1922’de hem Irak’la hem Suudlarla tartışmalı dediğimiz bölgeler oluşmuş savaşlar sonuçlarında tam netleşmeyince buranın sınırları, araya İngilizler giriyor. Aslında bunlar savaştılar ama tam paylaşamadılar, yapamayınca da araya İngilizler giriyor, bunları uzlaştıramayınca tartışmalı bir bölge bırakıyorlar aralarında ve sınırı öyle ortaya koymaya çalışıyor. Her ikisi de buna razı oluyor dolayısı ile bir Kuvvet’in sınırı cetvelle çizilmemiş. Burada iki ülke burada savaşmış sınırları için ve tarihsel olarak da bir sınırı vardır. Ve Basra vilayeti her ne kadar Kuveyt’in Bafra vilayetine de bağlıysa da Elsabh ailesi gerçekten bu bölgeyi kendi başına yönetmiş, kendi kurallarını kendisi koymuştur. 

Osmanlı kaymakamlığı olmuş, unvanını almış ama Osmanlının buraya karakol kurmasına izin vermemiş. 

Diğer ailelerden Suudilerde bir anlamda Suudi ailesi Vahabilerle böyle bir ittifak kurdu; kız alıp verdiler derken aile iç içe girdi. Ve gerçekten verilen sözler 
tutuldu; siyasal işlere karışılmadı, tabi sonradan, Suudlar dinsel otorite haline geldi, hem dini hem siyasal otorite haline dönüştü. Ve böylelikle Suudi 
ailesi bu neşt dediğimiz bölgede yavaş yavaş yayılmaya başlıyor. 1800lerin başından itibaren bölgeyi kendi içerisinde hem doğudan hem batıdan bir yayılma takip ediyor. 


Soru: 
1700’lerden bahsettik, işte kabileler var dediğiniz ki daha öncesinde de varmış, ama şuan bir yerleşik düzen var iyi kötü... Yani 1600- 1700’lerdeki 
yapı yok kısıtlayamasak da en azından sınırlar değişmiyordu, her gün değişmiyor en azından ki değişeceğini söylediniz şimdi... Yani 1600- 1700’lerden 
beri bu Ortadoğu bölgesine en azından bahsettiğiniz ailelerden, aralarında eylemler oldu dediniz, bir takım anlaşmalar yapmaya çalışıldı dediniz. İçlerinde 
bu mezhepsel ayrılıkları yok etmek adına bir girişim yapmadılar mı? 

Veysel AYHAN: 
Yaptılar, yok etmeye çalıştılar. 

Soru: 
En azından 5- 6 aile bir araya gelip anlaşmada mı olmadı? 

Veysel AYHAN: 
Arap kültüründe şöyle bir şey vardır; Mesela Umman’a gelelim, Umman’da Elsaid ailesi vardır. Buradaki iktidara bakarsanız genelde, babalarını öldüren çocuklar yönetime gelmişlerdir. Yani mezhepsel birleşmeyi bırakın bir köşeye, yani yönetim üzerindeki mücadele bu şekildedir. Buranın sınırları da, yukarıda değindiğimiz gibi tarihsel olarak çizilmiştir ve daha gelişip İran’ın bir kısmını denetim altına almışlardır. Libya’nın bir kısmında denetimleri vardır. 

Soru: 
Şimdi şöyle bir şey var; burada Emeviler döneminde de, Abbasiler döneminde de, Asurlar döneminde de, Akadlar döneminde de federe diyebileceğimiz 
ve bu bölgedeki topluluklara kendi yönetimlerini kurdukları, mesela Asurlar çok güçlenince, merkezden bu bölgeye, zayıflayınca burada ki yerel adetleri 
ve yerel yönetimleri kabileler adına kuruyorlardı. 

Abbasilerde bu yönetim adına buraya giden valiler buranın yönetimlerini alıyorlardı ve dolayısı ile bu bölgedeki veya vali gitmiyor ise burada İslamiyeti 
kabul ediyorlarsa ki hani İslamiyet öncesi diyorsunuz ama İslamiyetin en büyük özelliklerinden biriside; Eğer İslamiyeti kabul ediyorsanız, kendiniz, İslamiyeti kabul ediyorsanız kendi yönetiminizi, İslama uygun olmak koşulu ile tabi ki kendi yönetimlerinizi sürdürün diyorlar. Yani İslamiyet onlara otoriter veya tamamen tek bir yönetim sergilemiyordu. Onlarında kendi yönetimlerini kurması, kendi yönetimlerini sürdürmelerine izin veriyordu. 

Bu ayrıcalıkları kabul ediyordu. Aşiretler, Abbasiler döneminde vardı, ondan sonrada vardı bugünde var ve bunun en büyük özelliği aşiretçiliğin en büyük 
özelliği bağımsız olması, bağımsızlığa çok büyük önem vermesi, zaten göçebe olmasının en büyük nedenlerinden biride belki de oturmayı kabul etmiyor 
yerleşik düzene geçmiyor. Yerleşik toplumlar üzerinde kendi devletini, kendisi kuruyor. 

Veysel AYHAN: 
Bu politika yani ben şöyle açıklayayım, Ortadoğu’nun en büyük, en önemli özelliği, önemli bir nüfus barındırıyor. Bununla birlikte imparatorluk siyasal kültürüne ve inşasına sahiptir. İmparatorluk siyasal kültürü içerisinde, farklı grupların yaşadıkları bölgedeki özerkliklerine, siyasi, ekonomik özerkliklerine tabi imparatorluk doğası gereği bunu yapmak zorunda tanıyordu ve dolayısı ile bunların neden olmasına gerek yoktu. O günün koşullarında imparatorluk vardı. Kim vardı mesela; biraz önce bahsedilen tarihten başlayalım günümüze kadar, Emeviler, Abbasiler var, devam ediyorsunuz, Eyyübiler var, devam ediyorsunuz, Memlüklüler geliyor. Devam ediyorsunuz, Osmanlılar geliyor. Devam ediyorsunuz İngilizler parantez içinde geliyor. Ve bunlar dolayısı ile o dönemden günümüze kadar o bölgedeki siyasi otoriteyi kullanan ailelerdi. Bu sınırlar içerisinde, bu siyasal otoriteyi kullanıyorlardı. 

İmparatorluk üst çatısı çökünce, bunlar yukarı çıkıp devlet oldular. Yani şöyle düşünebiliriz; Su ile kaplı bir alan düşün adalar var, parçacıklar, Suyla kaplı olduğu için imparatorluklar vardır Suyu boşalttığınızda ise bunlar üste çıkıyor ve devlet oluyor. Bir imparatorluk gelse tekrar üst bir kimlik, şemsiye olsa, bunların varlığı yok olmayacak bunlar gene var olacaklar. Yani bunları kimse ortaya çıkartmadı, bu sınırları kimse yaratmadı, bu haritayı İngilizler, Amerikalılar yapmadı. Bunlar vardı. Osmanlı’dan öncede vardı. Osmanlı döneminde de vardı. Bugünde var. Yarında olmaya devam edecek. 

Soru: 
Bu dönemden sonra bağımsızlığını ilan eden o bölgedeki devletler? 

Veysel AYHAN: 
Suudi Arabistan zaten bağımsızdı, Umman bağımsızdı. Yemen bağımsızdı. Kuveyt 1961’de bağımsızlığını ilan etti ama özel manda anlaşması vardı. 
Irak’ın zaten ayrı bir tarihsel gelişimi vardı. Burada Gata, 7 emirlik ve Kuveyt 1960’larda ne olacağı belirsizdi. İktidar ben çekileceğim dedi. Kuveyt zaten 
1961’de bağımsızlaştı. Burada 8 emirlik vardı, ayrı bir birimi vardı. Suud çekilecekti. Ve bu 8 emirlik ortaya çıkacaktı. Ayrı bir devlet mi kuralım, birlik mi kuralım tartışması yaşandı. Kuveyt’te bunun içerisindeydi. Kuveyt öncelikli bende varım dedi. Sonra bağımsız olmaya karar verdi ve gerçekten bağımsız 
oldu. Bu 7 si ise birlik dediğimiz; Birleşik Arap Emirliklerini kurdu. Hepsi bir araya geldi, hepsi ayrı bir öz yönetime sahip, hepsinin başında ayrı aileler var. Bugünde böyle, o dönemde öyle, bundan öncede böyleydi. Mezhepleri ayrıydı. Birbirlerine bağlı değil, aileleri ayrı. İngiltere çekileceğim dediğinde; siz isterseniz emirlik kurun daha ayakta kalırsınız dedi. Onlarda tartıştılar, uzlaştılar, kendi içerlerinde bir birlik kurdular. Ama bütçeleri ayrıdır. Bir konseyleri vardır. Başında da Ebudabi durur. Ama bütçeleri ayrıdır diğer yönetimleri ayrı. Her şeyleri ayrıdır. Yalnızca öylesine sözde, yani küçük bölgeleri geçiyorsunuz bir yere geldiğinizden 4 km. geçince başka bir eyalete geçiyordunuz. Sonra bu eyaletin başka yerde başka toprağı vardı çünkü oraya eskiden vergi veren aileler başka yere yerleşmişlerdi. Yani toparlayacak olursak; Basra Körfezi dediğimiz alan uluslararası hukuk ilkeleri itibari ile düşündüğümüz vakit, İran Körfezi’dir. Kendi içerisinde toplumsal düzeni homojen olmayan, heterojen olan bir yapıya sahiptir. Heterojen yapı bir anlamda aynı zamanda mezhepsel ve etnik heterojenliği de içeriyor. Bunun en büyük özelliği, özelliklede Asya Pasifik’ten olan Hindistan ve Pakistan gibi ülkelerden, ciddi anlamda yabancı göç almasıdır. Dünyanın ekonomik üretim merkezidir. Ayrıca enerji kaynaklarının en fazla yoğun bulunduğu dünya sıralamasında 1. Bölgedir. Yaşamsal öneme sahiptir. Yaşamsal çıkarları bulunduran bir bölgedir. Nüfus dengesi, nüfus oranı çok düşüktür. 

Tüm Basra körfezi, Irak ve Suudi Arabistan çıkar, Irak ve İran’ı çıkardığımız vakit, 35 ile 40 milyon arası bir nüfustur ama maksimum 40 milyondur. 

Dünyanın en önemli enerji kaynakları bu bölgede bulunur. Yani Türkiye’ye oranın iki katıdır. Ve ciddi toplumsal istikrarsızlık unsurları vardır. Bunların temel nedeni bazı gruplarınki o gruplar ya mezhepseldir ya ideolojiktir mesela Baas bunlar için sosyalist değere sahip rejimdir ve tehdittir. Bunla ilgilide zaten mücadele ettiler. İran Şiiliktir. Ve kendi ülkelerindeki Şiiliği provoke ediyor. Onları canlandırıyor ve siyasi hayatta sürekli öne koyuyor diye onları bir tehdit unsuru olarak görüyor, görmeye devam ediyor ve bugün Bahreyn üzerindeki çekişmelerden 2 tanesi bir tanesi Suudi Arabistan bir tanesi İran ve nüfusun %65’i Şii, İran Şiileri destekliyor, siyasal iktidara geçirdi iddiası var. Suudlarda o bölgedeki Suudi aileleri destekliyor ve desteklemeye devam ediyor. Askeri anlamda da desteklemeyi sürdürüyor. 

Irak konusu işlendiğine göre, o bölgeye girmeye gerek yok. Ama Irak çok önemli bir şey; Irak Osmanlı döneminde 3 ayrı vilayeti. Bunu birleştirmeye çalıştılar. 
Her bir birleştirme ciddi dirençleri meydana getirdi; yani sitem içerisinde Şiileri ve Kürtleri, Bağdat merkezi yönetimi içerisinde almaya çalışmak, ciddi dirençleri meydana getirdi. Şiiler başka yerde ayaklandılar, Kürtler başka yerde ayaklan dılar. İran bu işin içerisine girdi. En son bu tür istikrarsızlık unsurları 2003 müdahalesine kadar geldi. 2003 müdahalesinde rejim mezhepsel ve erklik olarak ters düz oldu. Bu sefer dışarıda kalan çemberin içine geldi, çemberin içinde olan çemberin dışına çıktı ve orduda bir çekişme, bir sancı yaşanıyor. Onu nasıl sonuçlanacağını hiç kimse tarih bize nasıl olsa gösterecek diye yaşansa da, yaşanmasa da... 

Soru: 
Osmanlı döneminde, bu kadar mezhepsel çatışma var mıydı bu bölgede? 

Veysel AYHAN: 
Bazı bölgede vardı bazı bölgede yoktu. Osmanlı döneminde sükunet, huzur barış, istikrar, savaş olmadığı dönemler diyebiliriz. Çok ciddi kavgalar 
olaylarında yaşandığı çok ciddi çatışmalarında yaşandığı dönemler oldu. Ama imparatorluk ne kadar güçlüyse, gruplar arasındaki çatışmada o kadar azdı. 

Soru: 
Yani mezhepsel karışıklıktan çok etnik karışıklıklar mıydı? 

Veysel AYHAN: 
Mezhepsel karışıklıklarda vardı. Hepsi vardı. Mezhepsel vardı, aşiretsel vardı. Şiiler ve vahabiler arasında sonra bazı diğer gruplar arasında; zenciler, 
Sünniler arasında... Yani bu Ortadoğu’nun realitesi, gerçekliği, sürekli birbirleri ile hareket eden çatışan uzlaşan dinamikler. 

Soru: 
Acaba bu dönemde de mezhepsel çatışmalarda var mıydı? 

Veysel AYHAN: 
Mezhepsel var. Mezhepsel çatışmalar başından itibaren var. Ve devam etti. Bitmedi. O yüzden yapılması gereken şey; mikro düzeyde bu bölgeyi tanımak. 
Mikro düzeyde tanıyamazsan, makro düzeyde analizler yapamazsınız. O nedenle Genel analizleri bırakın; örneğin AB’nin Ortadoğu politikası, nedir AB’nin Ortadoğu politikası ile kastı; Azerbaycan mı tam olarak neresi? Spesifikleştir mek, ayrıntılara girmek gerekir. Mutlaka ayrınıtya inin. Yapılması gereken 
şey; genel politikalardan vazgeçip, ayrıntılara inmek. Ayrıntı bilmiyorsak, inemiyorsak da yapabilecek bir şey yoktur. 

Soru: 
Irak ile İran’daki sınır bölgelerde bulunan spesifik etnik gruplarda yerleşik olanları mesela kimlerdir? 

Veysel AYHAN: 
Şii Arap onlar. Mahabbattan merkez alarak içe doğru biraz gidilir ise ve Urmiye Bölgesini de içine alırsan; bu bölgede Kürtleri görürsün. Genel olarak merkezi Azerbaycan alır gidersen Azeri görürsün, Ama Tebriz’de Ermenilerde vardır. Bazı bölgelerde ise Araplar, Şiiler ve Kürtler kendi içlerinde dağınık yaşar ama o dağınık yaşadıkları bölgeden sonra ise Araplar yaşar. Irak ve İran arasında ise sınırlar belli,karışma olmaz. Onlar çok ciddi anlamda sorunlardır ve karışmazlar. Zaten bu konuda sorunları ciddi şekilde sürüyor. Bölgeye baktınız mı ikisi de Arap ikisi de Şii ama karışmazlar ikisinin de ayrı sınırları var. Ama çok daha rahat bu sınırlar artık, eskisi gibi değil. Eskiden Saddam döneminde o sınırda bir bataklık vardı, bu bataklığı oluşturdu kimse geçmesin diye. 



***