TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Aralık 2017 Cuma

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 2


ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 2


Cedit Hareketinin Lideri İsmail Bey Gaspıralı 

Ceditçilik hareketinin kurucu babası ve Türk düşünce tarihinin parlak siması İsmail Bey Gaspıralı, 21 Mart 1851 tarihinde Kırım’ın Gaspıra denilen bölgesinin Avcı köyünde dünyaya geldi. Babası Mustafa Bey, Kafkas ve Kırım genel valisi Kenyaz Vorontsov’un yanında tercüman olarak çalıştı. Sadakatli hizmetlerin den dolayı mülazım, asilzade mertebelerine yükseldi. Annesi Fatma Hanım ve bakıcısı Habibe Hanım, İsmail Bey’in iyi yetişmesi için önemli rol oynadılar.71 

Gaspıralı sekiz yaşındayken Bahçesaray Hacı İsmail’in eski okuluna verildi. On yaşına gelince babası, annesinin itiraz etmesine rağmen Akmescit Uberniye askeri okuluna yazdırıldı. 12 yaşındayken Voronej subaylar okuluna geçti. 13 yaşına geldiğinde Moskova Milyutin72 lisesine girdi. Özellikle lise öğretmenlerinin mutaassıp davranışları İsmail Bey’in milli duygusunu güçlendirdi.73 Gaspıralı 1868 yılında eğitimini tamamlayarak yurdu Bahçesaray’a döndü ve Zincirli Medresesinde Rusça dersi vermeye başladı. Daha sonra yüksek eğitimini tamama erdirmek üzere 1872 yılında Fransa’ya gider orada bir süre kaldıktan sonra 1876 yılında Bahçesaray’a döner. Fransa’da İ.S. Turgenev74 gibi büyük 
düşünürlerin fikirlerinden yararlanır ve doğu batı kültürüne sahip olan İsmail Bey Gaspıralı içindeki duygularını bir süre gizlemeye çalışır ve 1878–1884 yıllarında belediye başkanlığı görevi yapar. 

Bahçesaray’ı güzelleştirmeye, ışıklandırmaya çalışır. Bu faaliyetleri yapan İsmail Bey Gaspıralı “yersiz masraflar” iddiasıyla suçlanır ve istifa etmek zorunda kalır.75 

Bu dönemde yeteri kadar üne sahip olan İsmail Bey Gaspıralı, asli görevi olan millete hizmet faaliyetlerine, 1879 yılında Tercüman gazetesini çıkararak ilk adımını atmış olur. Bununla yetinmez, davasını daha iyi tanıtmak için 1881 yılında “Türkistan Müslümanlığı” adlı eserini kaleme alır. Bu kitabı yazmakla Rusya Türk Müslüman halkının hak ettiği hakkını aramaya çalışır.76 

Gaspıralı bu kitabında, Rusya’da bir Türk Müslüman topluluğunun varlığından ve bunun bir gerçek olduğundun, bunların Rus tebaası olduğundan, Rusya tarafından medenice yetiştirilmesinden, bunu yaparken Rusya’nın bu durumdan korkmamasından, bilakis kendi yararına olduğunu bilmesinden, farklı halkların din, dil, kültürlerinin korunmasından bahseder.77 Gaspıralı Müslüman halkının ilim merkezi olan medreselerin yeniden yapılandırılması, yeni modern dünyaya göre hazırlanması, bu medreselere ayrı bütçe tahsis edilmesinden bahseder. Medreselerin çok kötü şartlarda olduğunu belirtmek için şu olayı aktarır: “ Odessa78 Genel Valisi H.H. Roop bir sebeple Bahçesaray’a gelmişti. 
Gaspıralı ona eşlik ve tercümanlık etmiş ve vali Bahçesaray’ın baş medresesi “Zincirli Medrese”sini ziyaret eder ve gözlemlerini şöyle aktarmıştır: “Beyler, bizim devrimizde mahpusların, cinayetçilerin yaşam imkânları dahi bu çocukların eğitim imkânlarından daha iyidir”79 buyurarak Türk-Müslüman çocuklarının eğitildiği ortamın kötülüğüne işaret etmiştir. 

İsmail Bey Gaspıralı da, halkını böyle kötü durumlardan kurtarmak ister ve “Rusya Müslümanlığı” eserinde halkın biran evvel bu acılardan kurtarılmasını dile getirmiştir. O halkın dinini asla unutturulamayacağını ve asimile edilemeyeceğini ifade etmiş ve şu olayı aktarmıştır: “Bir zamanlar Lituanya asilzadelileri, Tatar süvarilerini harbi işler ve şahsı mülahazaları için hizmete almışlardı. 
Geçen yıl onların çocuklarını gördüm, İsimleri, dilleri değişmiş fakat hala Müslümanlığa tutunmaktalar. Bu olaydan sonra inandım ki Müslümanlık yok edilemez”80 demiştir. 

Kısacası O, Müslümanların hukukunu, yegâne yol olarak Müslümanlara eşitlik, hürriyet, ilim ve eğitim zemininde manevi tekâmülü gerçekleştirmek ve Ruslarla aynı seviyeye çıkarmalarını sağlamakla olacağına inanmıştır. Bundan şu anlaşılmaktadır ki Gaspıralı bilgin, kültürlü bir toplum istemektedir. Cahil bir toplumla hedefe varılamayacağının farkındadır. O, gerçekte bu şekilde hürriyet 
mücadelesi vermektedir. 

Semerkant Ceditçisi Mahmud Hoca Behbudi Ve Düşünceleri 

Türkistan ceditçilik hareketinin önemli siması, müftü, siyasetçi, yazarlık gibi sıfatlarla anılan Mahmud Hoca Behbudi 1875 yılında Semerkant kentinin Bahşitepe köyünde doğdu. Onun soyu meşhur Türkistan Piri Ahmed Yesevi'ye dayanmaktadır. Mahmud Hoca Behbudi'nin dedesi olan Kâri Niyaz Hoca aslen Ürgençli olup ancak 12. asırda Semerkant emiri Şah Murat Han tarafından hafız 
yetiştirmek üzere Semerkant'a getirilmiş, burada ömrünün sonuna kadar hafız yetiştirmiştir.81 

Türkistan Ceditçi Mahmud Hoca Behbudi, Türkistan gençlerinin aydınlanması için faaliyet göstermiş, onların her türlü gelişmeden bilgilenmesi, çağdaşlaşması için çalışmış, gençlerin bir dini rehber olarak dini muhafaza etmeleri, bununla birlikte dünyevi bilimi de öğrenmeleri ve bunları sosyal hayatta Müslümanların menfaati için uygulamaları gerektiğini öne süren ceditçi bir düşünürüdür.82 Onun 
bütün faaliyetleri sadece halkının menfaati çerçevesinde olmuş, halkının mutlu yaşaması için onların evlatlarının okuma yazma bilen şahıslar olarak yetişmesi için mücadele vermiştir. O, 1914 yılında yazdığı “Yoldaşlara Müracaat” adlı makalesinde şöyle yazmıştır:“İslamiyet öyle bir dini metin ve terakkiye temayüllü olan bir din ki, insan ne kadar ilim öğrense İslami akideleri de o kadar güçlenir, hatta ne kadar mülkünüz varsa satınız ve evlatlarınızı okutunuz”.83 

1868 yılında Ruslar Semerkant’ı işgal edince Behbudi'nin babası Behbud Hoca ailesiyle birlikte Semerkant’ın merkezini terk ederek Siyab bölgesinin Bahşi Tepe köyüne yerleşmiş, yedi yıl o mahallenin imam-hatipliğini yapmıştır. Mahmud Hoca Behbudi işte burada doğmuştur. Mahmud Hoca Behbudi 6–7 yaşlarına gelince büyük dayısı Muhammed Sıddik'ın yanında okuma yazmayı öğrenmiş, sonra hafız olmak üzerine babasını yanında okumaya başlamış ve dört yıl içinde Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmiştir. O, bununla birlikte küçük dayısı Molla Adil'den Arapça sarf, nahiv, Kafiye, Şerh-i Câmi'yi, mantık ilminden "Şemsiye" adlı kitabı, fıkıhtan "Muhtasar-ı Vikâye"nin birinci cildini, biraz hadis ve matematik öğrenmiştir. Babası Behbûd Hoca Salih Hocaoğlu Türkistan’ın itibarlı, soylu  âlimlerindendi. 1894 yılında Behbudi Hoca vefat edince Mahmud Hoca Behbudi dayısı Kadı Muhammed Sıddiki’nin himayesinde büyüdü.84 


Geleneksel medrese eğitimini Semerkant ve Buhara’da alan Mahmud Hoca Behbudi, 18 yaşında kâtip, daha sonraları ise kadılık, müftülük makamlarına yükseldi. 1899–1900 yılları arasına hacca giden Mahmud Hoca Behbudi’nin dünya görüşü çok değişti. Kendi ifadesi ile “sekiz yıl yolculuk” yaptı. Bu 
süre zarfında farklı çevreler ve farklı gruplarla tanıştırır. Onun dünya görüşünün şekillenmesinde bu yolcuk ve Ceditçilik hareketinin kurucusu İsmail Bey Gaspıralı’ etkili olmuştur. Karşılaştığı bu durumlar Mahmud Hoca Behbudi’nin “Usul-ı Cedit” mektepleri hakkındaki fikirlerini pekiştirmiş ve 1903 yılında Semerkant’ta “Recebemin”, “Helvayı” köylerinde cedit okulları açmıştır.85 

O, bu okullarda okutulmak üzere, farklı konuları içeren kitaplar yazmıştır. 1904 yılında “Risale-i Esbab-ı Sevad”ı, 1905 yılında “Risale-i Coğrafya-i Ümraniye”yi, yine aynı yılda “Risale-i Coğrafya-i Rusiya”yı, 1908 yılında “Kitabetü’l- Etfal”, 1909 yılında “Ameliyat-ı İslam”, “Tarih-i İslam”ni 1911 yılında ise Özbek dramcılığının ilk numunesi olan “Pederkuş”u ve seyahat anıları olan “Seyahat 
Hatıraları”nı yazmıştır.86 

Mahmud Hoca Behbudi'nin yakın arkadaşı ve onun hayatı hakkında çok çalışmalar yapan Hacı Muin, Mahmud Hoca Behbudi'yi şöyle tanımlar:"Behbudi Efendi yumuşak huya, üstün zekâya, güçlü hafızaya, etkin bir hitabete sahipti. O, sözlerini örneklere dayandırır, yeri geldiğinde ayet ve hadislerle güçlendirirdi. Bundan dolayı onun konuşmaları gayet lezzetli ve faydalı olurdu. Behbudi Efendi her zaman insanların akıllarının alabileceğine durumuna göre konuşurdu. Bazen da latifeleriyle meclistekileri güldürürdü. Onun meclisinde bulunanların ruhları açılır, gönülleri şenlenirdi. O, söz ve yazılarında özellikle biz iki türlü kişinin gerekli olduğunu vurgulardı. Bunlardan biri dini ilimler ile felsefi ilimleri bilen kişi, ikincisi ise dünyevi ilimlerle türlü hünerleri bilen aydın kişilerdi.87 

1908 yılında Tercüman gazetesinin başyazarı İsmail Bey Gaspıralı Semerkant’a geldiğinde Mahmud Hoca Behbudi ağlayarak onu kucaklar ve şöyle dedi: Bugün sizin huzurunuza gelip sözünü dinleyecek aydın kişi yok diyince İsmail Bey Gaspıralı da cevaben şöyle der Behbudi Efendi ağlamayınız! (Oturan kişileri işaret ederek) işte bunlar az mı? Sizler uyanacaksınız ve milletin derdine 
derman olacak insanlar yetiştireceksiniz. 88 

İşte bu durum Mahmud Hoca Behbudi'nin ne kadar mütevazı ve milletine düşkün biri olduğunu göstermekle birlikte ceditçilik hareketinin lideri İsmail Bey Gaspıralı' dan ne kadar etkilendiğinin bir göstergesidir. 

Mahmud Hoca Behbudi şahsi düşmanlıları istemez ve hiç kimsenin özel işlerine karışmazdı. Kendini tekfir ve tahkir eden düşmanlarına karşı bile kötü söz söylemezdi. Belki de kendisiyle ilgili kötü sözleri işittiğinde “zaten din ve dünyadan habersiz kişilerden iyi söz dinlemeyi beklemek abestir 
diyerek gülerdi.” “Böyle tekfir ithamlarıyla yalnız ben değil benden büyük zatlar da karşı karşıya kalmıştır”, diyerek kendini teselli ederdi. Onun başka bir özelliği de onun arkasından konuşan ve hakaret edenler onun meclisine geldiklerinde hiçbir kötü söz söyleyemezdi. Kendisine yapılan tüm hakaretlere şöyle derdi: "Acaba bunlar niye benim şahsiyetime dil uzatıyorlar? Ben her ne kadar iyi 
veya kötü olsam da benden milletime zarar gelmemiştir. Aksine halkıma hizmet etmek için çalışmışımdır."89 

Hayatının son anına kadar vatan ve milletinin kalkınması, yükselmesi için kendini adayan Türkistan ceditçisi ve Türkistan’ın maddi ve manevi yenileşme, canlanma hareketinin öncüsü Mahmud Hoca Behbudi, ilim, irfan sosyal ve kültürel yönden geri kalan milletinin yükselme yollarını aramış ve fikirlerini şöyle beyan etmiştir: 

“Her milletin uleması, ehli kalemi, mütefekkiri, kendi milletinin geleceği için yol gösterir, meşveret verir, millet ahlakının ıslah edilmesi için camilerde öğüt verir, mektep ve medreselerde dünya ve ahireti ilgilendiren ilim, fen, talim verir, ümmetin ıslahı için kitap ve dergilerle müzakerede bulunurlar. Kalkınmakta olan milletlerin uleması gündemdeki gelişmelerden haberdar olarak kendi milletinin menfaati için çalışır. Milletin kalkınması için halkın zenginlerinin yardım etmesini teklif eder. Kısacası her milletin uleması, ehli kalemi, millet için söyler, yazar ve milli gereksinimi için çalışır, milletini gelişmelerden haberdar ederler. Mesela yeni usulde modern mektepler açar, modern insanlar hazırlamak için hareket ederler. Ancak bu sözlerin Türkistan için söylenmesi için daha erken. 
Belki de sırası gelmemiştir. Burada herkes kendi özel işleriyle meşguller. Milletin ahlakinin ıslah edecek bir hareket yoktur.”90 

Özetle söylememiz gerekirse O, milletlin yükselmesi, devletin kalkınması için özellikle iki sınıf üzerine durmuştur. Onun kastettiği iki sınıfsa ulema ve zengin kesimdir. Ona göre ulema sözüyle, zengin sermayesiyle halkı eğitebilirken ülkeyi de kalkındırabilir. 

Behbudi “İhtiyacı Millet” başlığı altında Türk milletinin ilmi ve kültürel seviyelerinin geri kalmışlığını dile getirir ve biran evvel bu ihtiyaçların giderilmesini öne sürer ve şöyle açıklar: 

“Başka milletlere bakılırsa çoğunun muntazam okulları var ve birinci olarak dini ilimlerin yanında dünyevi ilim ve fenler okuturlar. Çünkü dünyada ayakta durabilmek için dünyevi ilim ve fenlerden haberdar olmaları gerekir. Bu zamanda ilimden uzak kalan milletler başka milletlerin ayakaltında kalırlar. Elli yıl evvel biz kendimiz iç içe yaşıyor idik. Dışarıyla pek alakamız yoktu. Kendi dini 
kitaplarımızı okumakla yetinirdik. Ama şimdiki durumumuz çok farklı. Artık dini ilimlerin yanı sıra dünyevi ilimleri de öğrenmemiz gerekir. 

Diğer milletlere göre çok geri kalmışız. Hastalandığımızda derdimizi anlatabilecek dilimiz yok. Dilimizi bilecek doktorumuz da. Rus Duma’sına gidip hukukumuzu savunacak, kanunları bilecek bir hukukçumuz yok. Bir bina yapacak olursak bunun planını çizecek bir mühendisimiz yok. Şimdi Avrupalılar gelip en değerli mallarımızı birer alır, götürüp satar. Gecesini gündüzüne katıp çalışan 
çiftçi ve esnafımızın ondan alacağı hiçbir bir faydası yok. Avrupa’ya mal götürüp satmak da bilgi ister, dil ister, onu becerecek adamımız yok.”91 

Kısaca özetlemek gerekirse Behbudi şunu vurgulamakta; diğer milletlerin zenginleri, fakir ve yetimler için okul açar, onları okutmak için vakıflar kurarlar. Başka milletler milyonlarca okul vakıf ve gazeteyi idare eder ve bunlarla iftihar ederler. Bizimkiler ise atla, at arabasıyla, düğünlerle meşguller. Hatta kendi evlatlarını bile okutmayanlar var. İşte bu gidişatın sonu vahimdir. Okumak ve okutmak gerekir. Babaların evlatlarına dini ve dünyevi ilimleri miras bırakmaları gerektiğini sonucuna varmaktadır. 

Taşkent Ceditçisi Münevver Kâri Ve Düşünceleri 

Türkistan ceditçilik hareketinin önemli dini ve siyasi liderlerinden ve Taşkent Ceditlerinin öncüsü olarak bilinen Hafız Münevver Kâri 1878 yılında Taşkent’in Şeyhantahur’un Darhan mahallesinde doğdu. Babası Abdurreşid Han medrese müderrisi idi. Annesi Hasiyet Hanım, bilgili ve dindar bir hanımdı. 
Dini hassasiyetleri yüksek olan ana baba, oğullarına, nurlu anlamına gelen Münevver ismini verdiler. Yedi yaşında babasını kaybeden Münevver Kâri’yi annesi Hasiyet Hanım büyütmüş ve okutmuştur.92 

Münevver Kâri’nin diğer kardeşleri Azam Han ve Müslim Han ata mesleği olan müderrislik yaparlar. Taşkent’in Şeyhantahur bölgesinde Hafız Osman’ın yanında Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmiştir. Daha sonra okumak üzere Buhara’ya gitmiş ve orada da ilim tahsil etmeye devam etmiştir. Tefsir, Hadis ilimlerini iyice öğrenen Münevver Kâri mahallesinde imamlık yapmıştır.93 

Münevver Kâri, dini ilimlerinin yanı sıra müspet ilimlerle de ilgilenir. Bu çerçevede siyasi, içtimai kitap ve gazeteleri takip eder. Özellikle Ceditçilik Hareketinin öncüsü olan İsmail Bey Gaspıralı’nın Kırım’da çıkarmakta olduğu “Tercüman” gazetesini yakından takip eder. Gazete Münevver Kâri’ye 
çok tesir eder ve milli duygularını geliştirir.94 

Bundan anlaşılan şu ki Münevver Kâri’yi daha çok Türkiyeli, Mısırlı, İranlı düşünürlerin fikirleri yakından etkilemiştir. Nitekim bu dönemde bahsedilen ülkelerde modernist ve reformist hareketler görünmekteydi. Buna örnek olarak Seyyid Cemâleddin Afgani (Afganistan ve İran bölgesinden), Seyid Ahmed Han(Hindistan’dan) Muhammed Abduh (Mısır’dan) gibi yenilikçi ve modernist âlimleri verebiliriz. 

İşte bu düşüncelerden etkilenen Münevver Kâri, işgale yüz tutan ana yurdu Türkistan’ı, Ruslaştırma faaliyetleriyle kimliklerini kaybeden halkını, klasik sistemlerle geri kalmış usul-ı kadimden kurtarmaya karar verdi. O, tüm bunların ancak ilim, medeniyet ve maneviyatla kurtarılacağına inandı ve 1900 yılında Ceditçilik hareketine katıldı. Çok geçmeden 1901 yılında Taşkent’te ilk cedit okulunu açmış ve faaliyete başlatmıştır95. 

Okuma - yazma için yaklaşık 5 yılını klasik medrese sisteminde geçirenler artık iki yılda okuma yazma öğrenirlerdi. Bu faaliyetlere başlayan Münevver Kâri defalarca Çar Hükümeti tarafından ihtar, uyarı ve hatta sürgün edilmekle ilgili tehditler aldı. Tüm bu tehditlere yılmayan Münevver Kâri bu Usul-ı Cedit okullarında okutulmak üzere “Edib-i Evvel”, “Edib-i Sâni”,“Tecvide’l- Kur’an”, “Yer Yüzü” gibi alfabe eserleriyle okulunun alt yapısını oluşturmuştur. Behbudi, onun okulundan övgüyle bahsetmiş ve bu konuda “ Ayna” dergisinde yazılar yazmıştır.96 

Münevver Kâri’nin yenilikçi faaliyetleri iki döneme ayrılmıştır. Birinci dönem 1905–1907 yılları ve ikinci dönem de Bolşevik Rus İnkılâbı olan 1917 yılı olarak belirtilmiştir. O, bu dönemlerde milletinin uyanması için sadece okul açmakla kalmamış, aynı zamanda milletinin dünyadaki siyasi ve içtimai gelişmelerden haberdar olması için gazete ve dergilerde çıkartmıştır. Bu çerçevede ilk defa sekiz sayfadan oluşan, dini ve içtimai konuları içeren “Hurşit” ve “Terakki” gazetesini çıkartmıştır. O, daha sonraları daha fazla hizmet verebilmek için arkadaşları Abdullah Avlanî, Ahmed Can Bektemir, Muhammed Can Celil gibi Ceditçilerin adına da ayrı ayrı gazeteler çıkartmıştır. O, bu şekilde birleştirici bir rehber olurken, açtığı okullar ise ilim merkezleri haline gelmiştir.97 

Maalesef bunca faaliyetlerde bulunan Münevver Kâri, Türkistan’ın yakın tarihine kadar, ondan “ Halk Düşmanı”, “Irkçı”, “Yerel Burjuvazi İdeologu”, olarak anılmış, yeni doğmuş neslin kafasına geçmişi kara bir Münevver Kâri yerleştirilmeye çalışılmıştır. 

Münevver Kâri gençliğinden itibaren keskin zihinli, üstün zekalı ve diğer ağabeyleri gibi ilme kendini adayan bir şahsiyettir. O, dini ve dünyayı yakındna takip eder ve özellikle ceditçilik hareketinin lideri İsmail Bey Gaspıralı’nın Tercüman gazetesini hiç elinden düşürmezdi. İşte bu gazete Münevver 
Kâri’nin ceditçi, milliyetçi ve halkçı olmasında çok etkili olmuştur.98 

O, gençlik yıllarından itibaren, vatanın geleceğini, halkın sosyal durumunu, Rus müstemlekecilerinin halkı Ruslaştırmasını, dinsizleştirilmesini düşünmeye başladı. Kendini vatanı ve milletine adayan Münevver Kâri, vatan özgürlüğünün medeni ve iktisadi kalkınmaya bağlı olduğunu görmüş, bu yüzden İsmail Bek Gaspıralı’nın Kırım’da uygulamaya başlattığı usul-ı savtiye yönetimini  benimsemiş, 1901 yılında Türkistan’da bu yöntemi uygulamaya başlamıştır.99 

Onun Hatıralarım adlı eserinden anlaşıldığı kadarıyla O, çok mütevazı bir hayat yaşamıştır. Hep kendi el emeğiyle geçinmeye çalışmış, gerektiğinde geçimini sağlamak için evde oturup el dokuma işleri ile meşgul olmuştur. Dini temayülü yüksek olan Münevver Kâri dava hayatında asla İslam dininden taviz vermemiştir. Dindar bir aileden gelen Münevver Kâri peygamber Efendimiz (s.a.v.)in sünnetine itaat ederek sakal bırakmış, şapka giymiş, karısı da başörtüsünü asla çıkartmamıştır.100 

Onun, içine yer aldığı “Milli İttihat” hareketi 1926 yılında “Milli İstiklal” hareketi olarak değişmiş ve 1929 yılına kadar devam etmiştir. O, Ceditçilik davasına başlayalı mutlu bir gün görmemiştir. Neredeyse hayatının çoğu takibatla geçmiştir. 1929 yılı Ceditçilerin kara yılı olarak tarihe geçmiş bu yıldan sonra Stalin’in tutuklama kampanyası başlamış Münevver Kâri dâhil Ceditçilerin önderleri gözaltına alınmaya başlanmıştır. Münevver Kâri de 1931 yılında kurşuna dizilerek şehit edilirken ardına bugünkü modern Özbek dil, kültür ve edebiyatını bırakmıştır.101 

Münevver Kâri, “Sebebi Tertip” adlı makalesinde usul-ı cedit yöntemi ve hareketi hakkındaki düşünceleri dile getirerek bu yöntemin basit ve kolaylığı hakkında bilgi verir ve şöyle açıklar: 

“Çocuklara yazı öğretmek için usul-ı savtiyenin ne kadar kolay bir yöntem olduğu yıllardır tecrübe görmüş, bütün İslam vilayetlerinin mektep ve medresesi bu yöntemle süslenmiştir. 1902–1903 yılları arasında bizim Türkistan vilayetinde birçok öğretmenimiz kendi rızasıyla bu yöntemle ders vermekteler. Ne yazık ki bu gayretli öğretmenlerimizin hareketi daha ileri gidemedi. Çok geçmeden bu yöntemi terk ederek klasik yöntemi uygulamaya yöneldiler. Bunun sebebi nedir? Uygulanan bütün İslami mekteplerde etki eden bu yöntem Türkistan mekteplerine mi etki edemedi? Hayır efendim. Elbette etki ederdi. Bu Türkistan Müslümanlarının ilerlemesinde çok önemli rol oynardı. 

Öğretmenlerimizin bu yöntemden vazgeçmelerinin birinci nedeni öğretmenlerimizin bu yöntemi bilmemeleridir. İkinci sebep ise Türkistan Türkçesinde basılmış kitapçıklara sahip olmamalarıydı. Bu 
sebeplerden dolayı değerli öğretmenlerimiz bu yöntemden vazgeçmelerinde haklıydılar. Bir de Türkistan halkının zannınca usul-ı savtiye, İbrahim Hakkı’nın “ Akaid” manzumesi ile “Kur’ân Oku Güzelce” şiarının çokça zikredildiği Tatarca bir manzumeden ibaretti. O risalelerin kendi lehçelerinde olmadığı, belki çocukların bunu doğru anlamadığı, öğretmenlerin de doğru bilmemesi de sebeplerindendir. İşte bu sebepler usul-ı savtiyeden yararlanmanın önünde elbette ki bir engeldir. 

Şimdi o dönemler geçti. Artık kendi içimizden usul- savtiye bilen adamlarımız çıktı. İstanbul, Kazan, Mısır’dan gelen öğretmenler, usul-ı savtiyeyi Türkistan öğretmenlerine çok iyi öğrettiler. Artık öğretmenlerimiz usul-ı savtiyeyi kendi harflerin seslerini, harflerin çıkış şekillerini, söyleme ve yazmasını öğretmekteler. Bu yönteme göre tarih, coğrafya, matematik, dini bilgiler dersler vermekte 
ve yeniden bu yönteme geri dönmekteler. Artık Türkistan mekteplerinde bir sıkıntı varsa o da kitap sıkıntısıdır. Kendi lehçelerinde yeni ses yönetimiyle yazılmış, eserlerin bulunmamasıdır. Kendim de bu sıkıntıyı yaşamaktayım. Tatar lehçesinde yazılan eserleri tercüme ederek ders vermekteyim. Her işe en baştan başlamak gerekir usulünce ben de usul-ı savtiye eserlerinin elifbasından tercümeye başladım ve “Edib-i Evvel” adlı eserimi yazdım.102” 

Münevver Kâri, bu yöntemi çocukların harfleri ve harflerin seslerini kolay çıkması için yardımcı olacağını düşünür. Bu yöntemle dini ve fenni ilimlerin öğretilmesini savunur. Bu konuda kendisini örnek vererek yıllarca eski yöntemle okuduğunu ve çok zorluklar çektiğini dile getirir. Ayrıca O, bu yöntemle bir sonraki neslin daha çabuk ve kolay okuma yazma öğrenmesini hedeflemiştir. 

Cehaletin yerini bilginin alması için emek harcayan Münevver Kâri ilerleyen ülkelerin âlim, tüccar ve sıradan halklarından örnekler vererek bu konudaki düşüncelerini şöyle açıklar: 

 “Medeni memleketlerinin her birinde maarif ve medeniyet işlerini âdet olarak halkın kendisi uygulamaktadır. Hükümet ise yalnız kılavuzluk ve yardımcılık görevini yapar. Bu sebepten dolayı gelişmiş milletler kendi aralarında ilmi, fenni, edebi ve sosyo- kültürel cemiyetler kurar, hükümetin rehberliği ve halkın yardımı yanı sıra maarif ve medeniyet seviyelerini yükseltirler. Dünyanın en 
medeni memleketine bakarsak orada maarif ve medeniyet toplulukları en ileri seviyede olduğunu görürüz. Bu ülkelerde devlet büyükleri bile resmi işleri dışındaki boş saatlerinde maarif ve medeniyet topluluklarına katılır, halkla görüşür, vicdani vazifelerini ifa ederler. 

İşte bu devlet adamlarının hizmetleri, faaliyetleri ve davranışlarıyla genel olarak halkın desteğini kazanırlar. İşte bu yollarla Avrupa ve Amerika halkları göğe çıkar, denizde yüzer, iletişim aletlerini geliştirir ve böylece medeniyete ulaşırlar. Şimdi biraz kendi tarihimize bakalım. Bir zamanlar Avrupa vahşiyken biz medeni idik. Avrupa papazları kendi aralarında(İsa göğe cismen uçtu mu, Ruhen uçtu 
mu)gibi dini tartışma ve nizalarla boğuşurken, Osmanlı Türkleri İstanbul’u fethetmekle, Türkistan Türkleri medrese, rasathane açmak gibi medeni işlerle meşguldüler. Sonradan Avrupa halkı maarif ve medeniyetle meşgul oldular ve bu seviyeye ulaştılar. Biz ise düştük, yattık ve bu hale geldik. Bugüne 
kadar Avrupa halkı uzaya çıkarken biz hala saç, sakal nizalarıyla, Avrupalılar deniz üstünde gezerken biz hala uzun veya kısa giyim tartışmalarıyla, bütün Avrupa şehirleri elektrikle ısıtılır ve aydınlanırken biz hala okullarımızda coğrafya-tabiat dersleri okutulsun mu? Okutulmasın mı tartışmalarıyla gün geçirmekteyiz. 

20. asır başlarından itibaren bizde de maarif ve medeniyet sözlerini ağzına alan, yükselme ve kalkınmanın gerekli olduğunu yazan, bunu toplantılarda söz konusu eden kişiler çıkmaya başladı ve bilfiil yeni usul okulları (usul-ı cedit) açılmaya başladı. Gazeteler çıkarıldı, dernekler kuruldu, ilim yayma toplulukları oluşturuldu. Ancak Çar hükümeti bu işlere pek hoşgörülü davranmadı. Bir 
taraftan açılan bu kurumlar diğer taraftan kapatıldı. Durum böyle olsa da dönemin sebatkâr gençleri kendi hedeflerinden vazgeçmediler. Hükümet bir gazeteyi kapattı mı aynı gazeteyi ikinci isimde çıkarttılar. İkinci gazete kapatılınca üçüncü isimde çıkartmaya başladılar. Cemiyet ve okullar için aynı 
yolu izlediler. Bir okul kapatılınca ikincisini açtılar, bir dernek kısıtlanırsa ikinci derneği güçlendirdiler. Hükümetin kıskaç altına almasından, sıkıştırmasından ümitsizleşmediler. İşte bu yukarıda saydığımız ve bugüne kadar yapılmış olan milli ve medeni işlerin hepsi hükümet öğretmenleri tarafından değil cemiyet okulları tarafından yapılmıştır. O dönemdeki hükümet öğretmenleri belki de böyle faaliyetlerin yapılmasından yana değillerdi. Hatta karşı çıkarlardı. Cedit 
okulları ve öğretmenleri kıskaç altına alınmış, halkın iradesi ve seviyesi hiç dikkate alınmamıştır. Bizim öğretmenler de inkılâptan sonra devlet işlerine girdiler ve halktan uzaklaştılar. İşte bizim en büyük yanlışımız buradadır. Türkistan’ın geleceği, Türkistan’ın kurtuluşu yalnız maarif ve terakkide 
ise bütün halkın neşri maarif toplulukları etrafında toplanmasına bağlıdır. Bu durumda biz medeni milletler içine girer ve kendi hukukumuza erişiriz.”103 

Münevver Kâri Türkistan halkının içindeki cehaletten son derece yakınmakta ve onu en büyük düşman olarak görmektedir. Bu konudaki fikirlerini seçilmiş eserlerinin “Nutuk ve Makaleler” kısmında Bizim Cehalet, Cehli-i Mürekkep” başlığı altında şöyle zikretmektedir: 

“Her Milletin mektep ve medresesi olduğu gibi ‘her ne kadar düzensiz ve usulsüz olsa bile bizim de mektep ve medresemiz yok diyecek kadar az değildir. Her milletin kendi çocuklarının eğitim ve terbiyesi için gösterdiği gayret ve ilgiyi biz de kendi masum evlatlarımız için göstermeliyiz. Onların cehalet ve gaflet zulmü altında kalmalarından hiç razı değiliz. Ellerinden geldiğince evlatlarının 
terbiyesi için hiç kusur göstermeyen büyük zatlarımız da bulunmaktadır. Bazı değerli insanlarımız da vardır ki çocuklarının ellerinden tutarak okula götürürler ve öğretmene şöyle derler: Efendim, şu oğlumun eti sizin, kemiği benim, bir yolunu bulup biran evvel gelir-gider hesaplarını tutabilecek duruma getir. “Eşeğine yaraşa düşeyi” diyen Özbek deyimine muallimlerimizin çoğu talim ve 
terbiyeden habersizlerdi. Belki de terbiye etmenin kurallarını bilemezler. Çocuğun iki senede dini bilgilerini öğrenmesi gerekirken dört yılının hece usulü ile din ve dünya için faydası olmayan, Fuzuli, Nevai, Hafız ve Bedil’in müşkül manzume kitaplarıyla geçirirler. 

Ey kardeşler, ey soydaşlar! Gözümüzü gaflet uykusundan açıp etrafımıza dikkatle bir bakmamız lazım. Bütün milletlerin kendi saadet ve istikbali için yegâne yol olarak ilmi seçtiği, ilim ve marifet için daha çok çalıştığı bu devirde biz bu cehaletimize devam edersek istikbalimiz tehlikeye düşer ve el âlemin maskarası oluruz. Belki bu cehalet zulmetiyle ahretin saadetinden de mahrum kalabiliriz. Bu cehaletin neticesidir ki biz bu toplulukların yerli halkı olduğumuz halde misafir Rus ve Yahudilerin hizmetçisi durumuna düştük. Bunun sebebi cehalettir. Millet için kendinin kurban etmeye layık olan aslan gibi gençlerimiz milleti tümden unutarak tüm gayret ve gücünü çayhane ve eğlence yerlerinde 
harcamaktalar.”104 

Fikir ve eleştirilerini söylemeye devam eden Münevver Kâri bu eksikliklerin sebebini söylemeden geçmez. Ona göre bu olumsuzlukların sorumlusu ve sebebi öğrenci velisi olan baba ve ona dersi veren öğretmen değildir. Çünkü babanın hedefi oğlunun gelir-giderleri yazabilecek duruma gelmesi iken, öğretmenlerin de ancak bu kadar bilime sahip olmalarıdır. Dini ve dünyevi ilimleri yeterince 
bilmemeleri ve hatta bazılarının ismini bile duymamaları da mümkündür. Münevver Kâri’nin ifadesiyle çaresiz muallimler ne yapsın ki buldukları ve okudukları kitaplar bu kadardır. 

Sonuç 

Genel olarak ceditçilik tarihine baktığımızda iki türlü ceditçilik önümüze çıkmaktadır. Biri dini düşüncede ceditçilik ikincisi ise eğitimde ceditçiliktir. Dini düşüncedeki ceditçilik 1850’li yıllara baktığımızda İslam dünyasının birçok noktasında görülmektedir. Buna örnek olarak Abdurrahim Otuzimeni, Abdünnasîr Kursavi, Şehâbeddin Mercânî’nin öze dönüş ve dini düşüncedeki ıslahatçılığı, Seyyid Cemâleddin Afganî, Muhammed Abduh, Seyyid Ahmed Han’ın dini düşüncedeki tecdit düşüncelerini örnek olarak verebiliriz. 

İlk başta eğitimde ceditçilik ve daha sonraları umumi insan hayatını etkileyen usul-ı cedit ise 1884 yılında İsmail Bey Gaspıralı’nın Bahçesaray’da açtığı usul-ı savtiye okullarıyla başlayan bir harekettir. Bu hareket çok kısa bir sürede dönemin Rusya sınırlarını aşmış, Türkistan illerine yayılmıştır. Burada 
da Mahmud Hoca Behbudi ve Münevver Kâri öncül rol oynamışlar, Türkistan cedit hareketinin rehberliğini yapmışlardır. Bu zatlar işgal altındaki Türkistan’ı eğitim yoluyla, halkı bilinçlendirmekle kurtarabileceğine inanmışlar, eğitim yuvalarını düzeltmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede her biri güçleri yettiği kadar, halkı cehaletten kurtarmak için okul açmış, gazete ve dergi çıkartmışlardır. 

Kısacası ceditçilik hareketi eğitimle işe başlamış, kültürel faaliyetlerle devam etmiş ve daha sonra siyasi bir yapıya dönüşmüştür. Ceditçilik hareketinin sadece bir eğitim reformu hareketi olmadığı gibi sadece bir Türkçülük, özgürlükçülük hareketi de değildir. Ceditçilik hareketi bunların bir bütünüdür. Ceditçilik tarihine baktığımızda da buna şahit olmaktayız. 
Nitekim bugünkü Türkistan coğrafyasındaki Türk cumhuriyetleri ceditçilik hareketinin alt yapısını oluşturduğu cumhuriyetlerdir. 
Daha bu cumhuriyetler bağımsız bir devlet değilken, milli dil, milli din ve milli kültürlerinin korunması ve devam ettirilmesi için mücadele verilmiştir. Bu uğurda Mahmud Hoca Behbudi, Münevver Kâri gibi yüzlerce ceditçi ya idam edilmiş veya kurşuna dizilmiştir. 1900’li yılların başına aktif siyasete başlayan Türkistan ceditçileri 1938’li yıllara gelindiğinde Bolşevikler tarafından bastırılmış, hapse atılmış, kuruşuna dizilmiş ve birçoğu da idam edilmiştir. Hatta 1980’li yıllara kadar vatan haini ilan edilmiştir. Ancak bu yıllardan sonra aklanmışlar ve “İstiklal Kahramanları” unvanı verilmiştir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

78 Odessa, Ukrayna'nın güneybatısında şehir ve aynı isimdeki Odessa ilinin yönetim merkezi. Karadeniz kıyısındaki en büyük limanlardan birine sahiptir. 
79 Kasımov, s. 166. 
80 Kasımov, s. 168. 
81 Şerafeddinov, Hacın Muin Seçilmiş Eserler, s. 10. 
82 Timur Kocaoğlu, Türkistan’da Yenilik Hareketleri ve İhtilallar: 1900–1924, Soat- Haarlem, 2001, s. 178. 
83 D.A. Alimov vd., s. 49. 
84 Azat Şerafeddinov, Nimet Ahmedov, Naim Kerimov vd., Mahmud Hoca Behbudi, Seçilmiş Eserler, Taşkent, s. 7. 
85 Şerafeddinov vd., s. 8. 
86 Kasımov, s. 223. 
87 Şerafeddinov, Hacı Muin ve Seçilmiş Eserleri , s.17. 
88 Şerafeddinov, Hacı Muin ve Seçilmiş Eserleri , s. 17. 
89 Ülkü, s. 29 
90 Şerafeddinov vd., Mahmud Hoca Behbudi, s. 202. 
91 Şerafeddinov vd., Mahmud Hoca Behbudi, s. 199. 
92 Kasımov, 230. 
93 Hayıt, Milli Türkistan Hürriyet Davası, s. 601. 
94 Azat Şerafeddinvo, Nemam Ahmedov,Naim Kerimov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, Taşkent, 2003., s. 7. 
95 Coşkunaslan, s. 119. 
96 Şerafeddinvo, vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 190. 
97 Kasımov, s. 231. 
98 Hayıt, s. 601. 
99 D.A. Alimov, s. 39. 
100 Andican, s. 26. 
101 Kasımov, s. 237. 
102 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 95-96. 
103 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 120-121. 
104 Şerafeddinov vd., Münevver Kâri ve Seçilmiş Eserleri, s. 93-96. 

Kaynakça 

AKPINAR, Yavuz , İsmail Gaspıralı Seçilmiş Fikri Eserleri, İstanbul, 2008. 
AKYOL, ,Taha, “Cedîdcilik”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 211. 
AHMEDOV, Böri Bey, MÜNIROV, Zahidullah, el-Arab ve’l- islâm Fî Özbekistan, Beyrut, 1996. 
ANDICAN, Ahad, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul, 2003. 
BAYSUN, Abdullah Recep,Türkistan’da Milli Hareketler, İstanbul, 1945. 
BIGI, Muhammed Zahir Mâverâünnehir, Basıma haz.: Ahmet Kanlıdere, İstanbul, 2009. 
DEVLET, Nadir, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998. -,İsmail Bey Gaspıralı, Ankara, 1988. 
ERŞAHIN, “Seyfettin Buhara’da Ceditçilik- Eğitim Islahatı Tartışmaları ve Abdurrauf Fıtrat” (XX. Yüzyıl 
Başları), Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan, 1999. 
GASPIRALI, İsmail Bey Rehberi Muallim Ya Ki Muallimlerge Yoldaş, Simferopol, 1898. 
KANLIDERE, Ahmet Kadimle Cedit Arasında Musa Cârullah, İstanbul, 2001. 
KALKAN, İbrahim, “Sovyet Dönemi Öncesi Orta Asya Aydınları ve Değişim” A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.4. Erzurum, 2000. 
KASIMOV, Begali, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009. 
MARDIN, Şerif, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, çev: Mümtazer Türköne, Fahri Uyan, İrfan, Erdoğan, İstanbul, 2012. 
MARAŞ, İbrahim, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul, 2002.  -,Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895–1908, İstanbul, 1996. 
YALÇINKAYA, Alâeddin Sömürgecilik Pan-İslamizm Işığında Türkistan 1856’den Günümüze, Ankara, 2006. 


***

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 1

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Türkistan’da Eğitim Reformu Üzerine BÖLÜM 1



(Ceditçilik Hareketinin Ortaya Çıkışı ve Türkistan Âlimleri Üzerindeki Etkisi: Mahmud Hoca Behbudi ve Münevver Kâri Örneği)
Dr. Öğr. İzzetullah Zeki 
Necmettin Erbakan Üniversitesi,
izzetullahzeki@yahoo.com 

Özet 

Ceditçilik hareketi 19. Yüzyılın ikinci yarısında Müslüman Türkistan halkının başlattığı eğitimde ve dini düşüncede yenileşme ile birlikte siyasal ve kültürel bir hareketten ibarettir. Dini düşüncede yenileşme fikri üzerinde çokça duran Tatar ceditçileri Abdurrahim Otuzimeni, Abdunnâsir Kursavi, Şehâbeddin Mercâni iken, eğitimde yenileşme fikri üzerinde kafa yoran ise Kırım Tatarı İsmail Bey 
Gaspıralı olmuştur. Gaspıralı, 1884 yılında Kırım Bahçesaray’da açtığı ilk Usûl-i cedit okuluyla ceditçilik hareketinin ilk somut adımını atmıştır. 

Gaspıralı, daha sonra çıkarttığı “Tercüman” gazetesiyle ceditçilik düşüncesini Rusya dışındaki ülkelere yaymaya çalışmıştır. Bunun için Türkistan’a öğrencileri ni göndermiş ve daha sonraları ise bizzat kendisi Türkistan seyahatleri çerçevesinde Buhara emirliğine uğramış, Buhara emirine usûl-ı cedit okullarını anlatmış, Buhara emirini Tercüman’a abone yapmıştır. 

Gaspıralı’nın Türkistan seyahatleri, ceditçilik hareketinin Türkistan’a yayılması ve Türkistan âlimlerinin bu düşünceden etkilenmesinde önemli rol oynamıştır. Gaspıralı, Türkistan seyahati sırasında Mahmud Hoca Behbudi ile karşılaşmış, daha önceden de Tercüman üzerinden ceditçilik fikrine aşina olan Behbudi, İsmail Bey Gaspıralı’nın yenilikçi fikirlerinden derinden etkilenmiş, 1903 
yılında Semerkant’ta ilk cedit okulunu açarak Türkistan ceditçilerinin öcülerinden olmuştur. 

Semerkant’ta eğitim faaliyetlerini sürdüren Behbudi, eğitim faaliyetini tüm Türkistan’a yaymak için Semerkant, Buhara, Taşkent âlimleriyle irtibat halinde olmuştur. Bu sırada daha önceden de Tercüman’ı sürekli takip eden, 1901 yılında Taşkent’te ilk cedit okulunu açan Taşkentli Münevver Kâri ile yakından irtibat kurmuştur. Türkistan ceditçilerinin iki önemli siması olan Mahmud Hoca 
Behbudi ve Münevver Kâri sadece okul açmakla yetinmemişlerdir. Bunun yanı sıra, bu okullarda okutulmak üzere eser ve makale yazmışlar, gazete ve dergi çıkartmışlar, matbaa ve şirket açmışlar, Türkistanlı öğrencileri ücretsiz okutmak ve yurtdışına göndermek için dernek ve vakıflar kurmuş ve hatta Türkistan Özerkliğini ilan etmişleridir. 

Anlaşıldığı üzere eğitimle faaliyete başlayan Türkistan ceditçileri daha sonraları siyasi bir yapıya dönüşmüş, çok geçmeden 1938 yıllarında Sovyetler tarafından bastırılmış ve faaliyetleri durdurulmuştur. 1980’lere kadar vatan haini ilan edilen ceditçiler bu yıllardan Sovyet Özbek cumhuriyeti tarafından sonra aklanmış, “İstiklal Kahramanları” unvanı verilmiştir. 

Anahtar Kelimeler: ceditçilik, kadimcilik, Türkistan, Gaspıralı, Behbudi, Münevver Kâri) 

Giriş 

Medeniyet ve ilim beşiği olma şerefini tarihe mal eden Türkistan, 18. Yüzyılın ilk yarısında hanlıklara bölünmüştür.45 Türkistan, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Timurlular döneminde altın çağını yaşamış, büyük Türk düşünürleri, âlimleri, şairleri, mucitleri bu dönemde yetişmiştir. Örneğin Kaşgarlı Mahmud, Ali Şir Nevai, Uluğ Beg, Harezmi, Ali Kuşçu bu dönemlerde yetişmiştir. Dolaysıyla bunlar, dil, kültür, siyaset, bilim öncüleri olmuş ve ilim, medeniyet zirveye çıkmıştır. Ne yazık ki Timurlulardan sonra, özellikle Şeybânilerin son dönemlerin de bu faaliyetlerden bahsetmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Artık o bilim üreten medreselerde tasavvuf hâkim olmuş, inzivaya çekilme dönemi başlamıştır.46 

Özellikle 1868’li yıllara gelindiğinde Türkistan hanlıkları işgale uğramış,47 hanlıklara bölünmüş ülkenin medreseleri de tamamen bilim yapma üreticiliğini kaybetmiş, sadece var olan şerh edilmeye çalışılmıştır. Daha sonra kendisinden ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz Musa Cârullah bu durumu ağır bir şekilde eleştirmiş, selef dönemine dönüp bakmamız gerektiğini vurgulamıştır. İslam’ın, ilk dönem Müslümanlarınca anlaşıldığı şekliyle algılanmasını amaçlar ve bunun için sık sık selef geleneğine atıf yapar. Çünkü Kur’ân’ın mesajını en iyi anlayan onlar ve Hz. Muhammed (s.a.v) den sonra Kur’ân’ı en iyi yorumlayanlar onların olduğunu ifade eder.48 

Rus Çarlığının oyununa gelen Kadimciler, eski hece metodundan ses metoduna geçen Usul-ı Ceditçileri ağır bir şekilde eleştirmişler bunu Kur’ân-ı Kerîm harflerine ters olduğunu dile getirmişlerdir.49 Sadece hece değişikliği konusunda değil aksine Usul-ı Ceditçilerin tüm faaliyetlerini eleştirmişler ve hatta tekfir noktasına kadar gitmişlerdir. Daha beteri Ruslara şikâyet bile etmişler.50 

Usul-ı Ceditçilere geçmeden, Usul-ı Kadimciler ve dönemleri hakkında çalışmamıza ışık tutacak olan Tatar Ceditçisi Muhammed Zahir Bigi’nin “Mâverâünnehir’de Seyahat” adlı izlenimlerinden yola çıkarak açıklık getirmek istiyoruz. 1893 yılında Kazan’dan kalkıp Mâverâünnehir’a seyahate çıkan 
Bigi, adım adım Mâverâünnehir’i gezmiş, izlenimlerini bir kitap haline getirmiştir. O, özet olarak o dönemi şöyle tasvir eder: Türkistan adetleri Rusya topraklarındaki Kazan adetleri gibi değilmiş, orada dini yaşam çok güzel, hanımlar örtülü, âlimler ise değerliymiş. Medreselerde Arapça okutuluyormuş, 
Buhara’da ehl-i ilme Damla (Mele) ile kâtip deniliyor, en aşağı rütbelisi beş vakit namaz kıldırabiliyormuş. Buhara imamlarının ekseriyeti cahilmiş. Nahiv bilgisi biraz fazla olanı varsa kadı, müderris oluyormuş. Buhara Medreselerindeki odalar para ile satılıyor, zengin olan talebe daha güzelini alabiliyor, bu vakıf mallarını kontrol eden herhangi bir merciin olmadığı belirtilmektedir.51 

Bigi, başka bir gözlemini şöyle aktarır: pazarda gezerken “Yol Verin” “Ayağa Kalkın” diye bir ses duydum. Çayhanede oturanlar ayağa kalktılar ve el bağladılar. Bir dakika sonra araba ile bir Rus geldi geçti gitti. Bu duruma vakıf olmamıştım. Oradaki halka bunu sordum. Onlar bana, biz şeyhlerimize 
karşı böyle saygı duruşu yapıyoruz. Bunu gören Ruslar da kendileri için bunu talep etmişler diye cevap verdi.52 

Ceditçilik öncesi dönemle ilgili ceditçilik hareketinin öncüsü İsmail Bey Gaspıralı’nın da 1909 yılında kaleme aldığı “Kadimcilik-Ceditçilik” adlı yazıları Muhammed Zahir Bigi’nin seyahat izlenimlerini destekleyici bir nitelik taşımaktadır. Gaspıralı bu dönemle ilgili gözlemlerini şöyle betimler: “Bizim 
Kırım ve vilayetlerimizde yaylı açık fayton, ökçeli potin veya bot, demiryolu vagonu görüldüğünde “Kadimciler” muhalefet göstermeye başlayınca bunlara bizim “Ceditçiler” de tek tük karşı çıkmaya başladı. Yani “Kadimcilere” göre hanım ve hacıların kilim veya keçe örtülü mugedek araba (üstü örtülü araba) ile gezmeleri edebin; açık faytona binmeleri bozukluğun alametiydi. Dahası sarı mest ile sarı pabucu terk edip bot giymiş bir kadın yolda görülürse, mutlak fenalardan sayılırdı. Kadimciler on- on beş sene işlemeli bota, demiryolunda yürüyen trenlere yaklaşmadılar. Tâ ki, İstanbul’dan işlemeli botlar gelene kadar. Bundan sonra İstanbul’da giyer diye botu giymeye, İstanbul’da binerler 
diye trene binmeye başladılar”53. 

19. yüzyılda Türkistan’da bu vaziyet devam ederken işgalci Rus devleti bölgenin süper gücü haline gelmiş günden güne Türkistan topraklarını bilfiil işgal ediyordu. Çar hükümeti Türkistan’daki emirleri baskısıyla kendi egemenliği ve hegemonyası haline getirmiş, Türkistan halkını koyun gibi yönetebilmek için dünyaya göz açtırmıyordu. İlim yuvası medreseleri eğlence yerine, halkın rehberi olan müderrisleri at gözüyle bakan birer robot haline dönüştürmüştür. Kısacası bu hareket kadimcilere bir tepki olarak, 19. yüzyılın başlarında din, eğitim ve siyaset alanlarında bir uyanma dönemi başlamıştır. Bu uyanışa “Usul-ı Cedit” veya “Ceditçilik” adı verilmiştir. Kökleri her ne kadar geriye gitse de pratik olarak ilk defa İsmail Bey Gaspıralı’nın Kırım Bahçesaray’da açtığı “Usul-ı  Savtiye” yani “Usul-ı Cedit” mektebinin açılmasıyla duyulmaya başlanmıştır.54 Bu hareketin temel ilkeleri, okulu medreseden ayırmak, ilkokullara ayrı öğretmenler tayin etmek, öğretmenlere maaş bağlamak, okuma, yazma öğretmek, kız çocukları için ayrı ilkokullar açmak, belli bir programa göre 
öğretim yapmak gibi konulardan ibarettir.55 

Cedit hareketi her ne kadar başlangıçta eğitimde bir reform olarak görünse de çok kısa bir sürede toplumun tüm kesimini etkilemiş ve eğitim, din, siyaset gibi alanlarda yayılmıştır. Hatta o kadar ileri gidilmiş ki klasik medreselerde eğitim görmüş, kadimci dediğimiz ulemanın içinden, Türkistan Ceditçiliğinin öncüleri olacak Müftü Mahmud Hoca Behbudi, Hafız Münevver Kâri gibi büyük zatlar 
yetişmiştir. Bunlar Türkistan’da Cedit okulları açmış, Cedit öğrencileri yetiştirmiş, Cedit gazete ve dergileri çıkartmış, Türkistan’ın özgürlüğü için mücadele vermiş, bu şekilde Müslüman Türk kültür ve medeniyetini koruyarak, başta Özbekistan olmak üzere, bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin temel taşlarını atmışlardır.56 

Cedit Kavramı Ve Cedit Hareketinin Ortaya Çıkışı 

Cedit kelimesi, lügat anlamı itibarıyla; eskinin zıddı olarak, yeni anlamına gelmektedir. Aynı kelimenin bir başka türevi olan tecdit ise; yenilenmek, bir şeyi eki haline kavuşturmak gibi anlamları içermektedir.57 Usûl-i Cedit, eğitimde yenleşme veya diğer bir tabirle maarif reformu ile ilgili bir kavramdır. Her ne kadar kavram olarak Usûl-i Cedit , önceleri Osmanlı ıslahat hareketleri 
çerçevesinde kullanılmış ise de İsmail Bey Gaspıralı ile birlikte, Kırım, Rusya, Sibirya ve Türkistan’da yaşayan Müslüman Türklere mal edilmiştir.58 

Daha sonra Usûl-ı Cedit hareketi Türkistan Müslüman Halkının özgürlükçü, reformcu, ilerlemeci hareketinin ismi olup, 19. yüzyılın sonlarında bugünkü Türk Cumhuriyetlerinin coğrafyası olan Türkistan’da ortaya çıkmıştır. 20. yüzyılın başlarında şekillenip çok kısa bir zamanda yüksek seviyelere ulaşmış, 1917 yılında Bolşevik devrimi sonrasında daha da güçlenmiş, kendi mevki ve yönelişini korumuş mücadeleci, özgürlükçü, yenilikçi, siyasal ve sosyal bir hareket haline 
dönüşmüştür.59 

Ceditçilik hareketinin çıkış noktasını daha geriye götürüp aslında 1828–1866 yılları arasında Mercânî’nin talebesi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani’nin “Islah-ı Medaris” adlı eserinde tartışıldığı fikrini savunanlar da bulunmaktadır.60 Her ne kadar anlam olarak yeni ve yenilik manalarına gelse de sadece yenilik 
taraftarı değildir. Yeni tefekkür, yeni insan, yeni evlat gibi geniş anlamları da içermektedir. Cedit hareketi, eski kültürel değerlerini koruyarak ve bu değerlerin kalıcı olmasını sağlamak için güncel gelişmeleri, siyasal olayları da takip eden bir harekettir. 

Kısacası bu terimin sistemli olarak ortaya çıkışı İsmail Bey Gaspıralı’nın 1884 yılında Bahçesaray’da “Usul-i Cedit” adında yeni bir okul açmasıyla başlamıştır. Bu bir eğitim faaliyetinin başlangıcı olmakla beraber bir hareketin de ilk kıvılcımı olmuş, faaliyet alanı genişlemiş, engelleri aşmış, bir hareketten öte bir ideolojiye dönüşmüştür. Uyuyan halk arasında yeni-eski fikirlerini doğurmuş, fikir hürriyeti, düşündüğünü ifade edebilme kabiliyeti kazandırmıştır. 

Bu dönemde eski geleneğin temsilcileri olan mollalar, kendileri gibi düşünmeyen leri, yani gazete okuyan ve yeni usulde eğitenleri ceditçilikle itham etmiştir.61 Ceditçiler Osmanlı yurdundaki siyasi oluşumlar (Genç Osmanlılar, Genç Türkler) etkisiyle Genç Buharalılar, Genç Hiveliler, Genç Türkistanlılar diye siyasi ve özgürlükçü oluşumlar içine girmişlerdir. Bu konuyla ilgili 1919 yılında 
Türkistan ceditçilerinden ve tiyatro yazarı Abdullah Badri’ye kim bu Genç Buharalılar sorusuna şöyle cevap vermiştir: “ Onlar fikirleri, hayalleri ve arzuları biz zavallı ve garipleri emirler, beyler ve zenginlerin zulmünden azat etmek üzere kurulmuş bir harekettir.”62 

Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, genel olarak cedit hareketi ve özel olarak Genç Buharalılar, Genç Türkistanların asıl hedefleri zorbacıların zulmünden kurtulmak ve özgürlüklerine kavuşmaktır. Tarihi verilerden edinilen bilgilere göre ceditçilik bir akım değil, bir harekettir. Hem de sosyal, siyasal ve kültürel bir harekettir. Son zamanlara kadar bu hareket sadece eğitim hareketi 
olarak gösterilmiştir.63 

Ceditçilik, XIX. yüzyılın sonuna doğru Rusya Müslümanları arasında eğitim ve kültür alanında başlayan yenileşme hareketidir.64 Tabii ki bu hareketin gelişme sürecinde bahsi geçen İsmail Bey Gaspıralı’nın “usul-î cedit” okulu başrolü oynamıştır. Bu okullarda okumuş cedit adamları çoğalmış, başta Kırım Bahçesaray olmak üzere Semerkant, Taşkent, Buhara, Kazan gibi birçok Türkistan illerinde yeni cedit okulları açılmış, buna tepki olarak usul-î kadimciler de sesiz kalmamış, bu okullarda okuyan ceditçileri tekfir etmiş ve idam sehpalarına götürmüşlerdir.65 

“ Milli Uyanış ” adlı eserin sahibi Begali Kasımov, ceditliğin tarihsel gelişimi ve aşamaları hakkında şu tarihleri bize sunmaktadır: Ceditçilik fikri esasen 1900–1925 yılları arasında ortaya çıkmış ve bu yıllar arasında da gelişmiş, genişlemiş, özellikle 1917 yılı Bolşevik devriminin gerçekleşmesiyle biraz derin nefes almaya başlamıştır. 1920’lere kadar bu hareket hakkında gözle görünen bir çalışma 
yapılmamıştır. 1920 yılında neşredilen “Buhara İnkılâbı Tarihinde Materyaller” ile Feyzullah Hocaev’in “Buhara İnkılâbına Dair” eseri, bu konuda yapılan ilk temel eserlerdir.1929–1937 yıllıları arası ceditçilerin karanlık yılları denilebilecek yıllardır. Bu yıllarda ceditçilerin liderlerinden Münevver Kari ve gurubu hakkında tutuklama kararı çıkartılmış, 1931 yılında OGPU’nun kararıyla 56 ceditçi mahkemeye çıkartılmış, 18’i idama mahkûm edilmiştir. 1937 yılına gelindiğinde ceditçiler hakkında toplu tutuklama emri çıkartılmış, millet, vatan diyen herkes hainlikle suçlanmış ve bu suçlamalarla katledilmiştir.66 

1938–1956 yıllar arasında cedit hareketi ve mensuplarına acımazsızca karalama propagandası başlatılmış, cedit hareketi temsilcileri halkın ve yeni neslin gönlünden silinmeye çalışılmıştır. Ancak 1956 yılı sonrası zalim Stalin tutuklama siyasetini yumuşatmış ve bazı cedit önderleri temize çıkartılmış ve halk, vatan, millet düşman suçlamalarından kurtulmuş, “Ötken Künler” gibi en meşhur  romanlar sansürlenerek yayınlanmaya başlamıştır.67 

1960-1970’li yıllarında yine her şey eskisi gibi olmaya başlamış, yine tutuklamalar, yine suçlamalar ve yine karamalar devam etmiştir. Cedit temsilcileri marifetçilikle suçlanmıştır. Bu durum 1985 yılı demokratik uygulamalar çerçevesinde, yeniden yapılanma ve açıklık politikası başlayana kadar devam etmiştir. Gorbaçov’un bu yeni açılımı, ceditçileri bir nebze olsun rahatlatmış ve ceditçiliği ilmi yollarla ve planlı bir şeklide öğrenme zeminini yaratmıştır.1987 yılında Özbekistan’da ceditçilere ithaf edilen bir toplantı yapılmıştır.68 

1995 yılında Özbekistan’ın Fransa elçiliği binasında “Merkezi Asya’yı Öğreniş İlmi Tetkikat Enstitüsünde bu konu ile ilgili bir sempozyum yapılmıştır. bu Fransa’daki bir ilmi dergide yayınlanmıştır. Yine aynı şekilde 1999 yılında Özbekistan’da Almanya Konrad Adenauer Derneği işbirliği ile cedit hareketinin ortaya çıkışı, şartları, milli bağımsızlıkla ilişkisi, kadın hakları ve özgürlüğü gibi konuları kapsayan “XIX. Yüzyılın başında Merkezi Asya: Ceditçilik, Muhtariyet çilik, İstiklalcilik ” adı altında bir uluslararası toplantı yapılmıştır.69 

Kısacası Cedit hareketinin tarihsel gelişm sürecine baktığımızda birçok olumlu ve olumsuz olaylar ve gelişmeler gözümüze çarpmaktadır. Cedit hareketi 1920’li yıllara kadar faaliyetlerine devam ettirmiştir. Ancak 1930’den 1980’lere kadar ciddi bir duraklama yaşamış, 1917 yılında ilan edilen 
Türkistan Muhtariyeti ortadan kaldırılmış, Mahmud Hoca Behbudi, Münevver Kâri gibi büyük liderleri şehit edilmiştir. Bu dönemlerde ceditçiler hep karalanmış, halkın gönlünden çıkartılmaya çalışılmıştır. Daha önce bahsettiğimiz gibi 1980’li yıllara gelindiğinde yumuşama dönemi başlamış, Gorbaçov’un göreve gelmesi ve açıklık şeffaflık politikasıyla daha da perçinleşmiştir. Bu dönemde az da olsa Sovyet işgali altındaki milliyetlere bazı haklar tanınmıştır. Bu çerçevede Ceditçiler aklanmış, istiklal kahramanları unvanını almışlardır. Bu da doğal olarak, her siyasal ve sosyal hareketin gerçekte kat etmesi gerekken merhalelerdendir. Burada önemli olan sosyal ve siyasal hareketin temel 
görüşlerinin baki kalması, gözle görünebilecek sonuçlar elde etmesidir. 

Cedit hareketinin tarihine baktığımızda şu noktaya şahit oluruz ki cedit hareketi ilimden, fenden yana özgürlükçü bir hareket olmuş ve bunu şiddete başvurmak sızın başarmaya çalışmıştır. Türk cumhuriyetlerinin bağımsız devletler olarak kurulması bunu açıkça kanıtlamıştır.70 Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, gerçekten Ceditçilik hareketinin Sovyetler dönemindeki milli uyanış ve aydınlan ma hareketi, milli istiklal için önemli bir girişimdir. Bu yönü ile Türkistan tarihinde önemli izler bırakmıştır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


45 Abdullah Recep Baysun, Türkistan’da Milli Hareketler, İstanbul, 1945, s. 5. 
46 Muhammed Zahir Bigi, Mâverâünnehir, Basıma haz.: Ahmet Kanlıdere, İstanbul, 2009, s. 92. 
47 Ahad Andican, Cedidizmden Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul, 2003, s. 70. 
48 Ahmet Kanlıdere, Kadimle Cedit Arasında Musa Cârullah, İstanbul, 2001, s. 204. 
49 Yavuz Akpınar, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Fikri Eserleri, İstanbul, 2008, s. 279. 
50 İbrahim Maraş, Türk Dünyasında Dini Yenileşme (1850-1917), İstanbul, 2002, s. 93. 
51 Bigi, s. 95. 
52 Bigi, s. 287. 
53 Akpınar, İsmail Gaspıralı Seçilmiş Eserleri s. 278. 
54 Begali Kasımov, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009, s. 161. 
55 Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Ankara, 1988, s. 67. 
56 Böri Bey Ahmedov, Zahidullah, Münirov, el-Arab ve’l- islâm Fî Özbekistan, Beyrut, 1996, s. 417. 
57 Maraş, s. 31. 
58 Maraş, s. 39. 
59 Begali Kasımov, Milli Uyanış, çev: Fatma Açık, Ankara, 2009, s. 1. 
60 Nadir Devlet, 1917 Ekim İhtilali ve Türk-Tatar Millet Meclisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1998, s. 45. 
61 Abdullah Avlani, Seçilmiş Eserler, II. Taşkent, 1988, s. 288. 
62 Abdullah Badri, Yaş Buharalılar Kimler?, Moskova, 1919, s. 3. 
63 Erşahin, s. 2. 
64 Taha Akyol, “Cedîdcilik”, DİA, İstanbul, 1993, VII, 211. 
65 Coşkunaslan, s. 121. 
66 Kasımov, s. 7. 
67 Abdullah Kadiri, Ötken Künler, Taşkent, 1958, s. 30. 
68 Alâeddin Yalçınkaya, Sömürgecilik Pan-İslamizm Işığında Türkistan 1856’den Günümüze, Ankara, 2006, s. 393. 
69 Kasımov, s. 13. 
70 Altaylı, s. 439. 
71 Kasımov, s. 160. 
72 1857'de, Rus Kafkasya Ordusu Kurmay Başkanı General Milyutin. 
73 Kasımov,s.163. 
74 İvan Sergeyeviç Turgenev (1818-1883) Rus şair, oyun yazarıdır. 
75 Kasımov, s. 164. 
76 Kasımov, s. 165. 
77 Akpınar, s. 86. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Sözlü Tarih Ve Tarih Öğretiminde Kullanımı


ULUSLARARASI TARİH EĞİTİMİ SEMPOZYUMU 2016, Sözlü Tarih Ve Tarih Öğretiminde Kullanımı



Sözlü Tarih Yöntemi’nin Uygulanması Ve Yöntemin Tarihçilik, Tarih Eğitim Öğretimi Açısından Önemi 


Dr. Ayşenur BİLGE ZAFER 
Uludağ Üniversitesi, 
aysenurbilge@hotmail.com 

Özet 

Sözlü tarih, tarihin değişen toplumlardan ve kültürlerden insanları dinleyerek ve onların hatıralarını, deneyimlerini kaydederek yorumlanmasıdır. Bu makalede sözlü tarih yönteminin kısaca tanıtımı, geçmişi, önemi üzerinde durulmuş, sözlü tarih uygulamalarında dikkat edilecek hususlar ve uygulama sırasında elde edilen deneyimler aktarılmıştır. Ayrıca tarihçilik, tarih eğitim ve öğretimi 
açısından sözlü tarihin değeri tartışılarak, yöntemin öğrencilere katacağı değerler açıklanmaya çalışılmıştır. Bu sayede sözlü tarih yöntemine daha fazla başvurulmasını sağlamak ve yöntemi kullanacaklara yol göstermek amaçlanmaktadır. Çalışmada konuya ilişkin yerli ve yabancı literatürden ve özellikle yöntemin uygulanması kısmında araştırmacının sözlü tarih görüşmelerimde elde ettiği deneyimler aktarılmıştır. 

Anahtar kelimeler: sözlü tarih, uygulama, tarih, eğitim-öğretim. 

Giriş 

Hem anne hem de baba tarafından göçmen olan bir aileden geldiğim için 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başı Balkan ve Kafkas göçleri ve göçmenler konusu her zaman ilgimi çekmiştir. Dolayısı ile doktora tez konumu da bu doğrultuda belirlemiştim. “1878-1914 yıllarında Balkanlar ve Kafkasya’dan Gelen 
Göçmen Kadınların Kültürleşme Süreci (Bursa Vilayeti İnegöl Kazası Örneği)” başlıklı doktora tez çalışmalarım kapsamında, İnegöl’de yaşayan, Balkan ve Kafkas göçmeni olan 34 kişi ile yüz yüze mülakat gerçekleştirmiş oldum. Çalışmalarım sırasında sıradan insanlardan toplanan sözlü kanıtların 
tarihi bir bütün olarak anlamada oldukça önemli olduğunu gördüm. Sözlü tarih çalışmam kapsamında bilgi topladığım, görüşme yaptığım insanların pek çoğu şuan hayatta değiller ancak ben yaptığım çalışma ile onların hatıralarını geleceğe taşımış oldum. Elbette ki çalışmalarım sırasında çeşitli olumsuzluklarla karşılaştığım, endişelendiğim, hatalar yaptığım zamanlar da oldu. Ancak yine 
de iyi ki böyle bir çalışmayı gerçekleştirmişim diyorum. 

“Sözlü Tarih” Nedir? 

John Tosh (2008) sözlü tarihi; “sözlü hayat hikâyeleri yani bir tarihçinin görüşme yaptığı kişilerin ilk elden anıları” olarak tanımlamaktadır. (s.202). Thompson (1978) ise sözlü tarihi; “insanların söylediklerini dinlemekten ve belleklerini kullanmaktan kaynaklanan bir tarih biçimi” olarak ifade etmiştir. (s.18). Diğer bir deyişle, sözlü tarih; tarihin değişen toplumlardan ve kültürlerden insanları 
dinleyerek ve onların hatıralarını, deneyimlerini kaydederek yorumlanmasıdır. (Thompson, 2006, s.23). Özellikle yakın tarihin inceleneceği çalışmalarda uygulanmakta olan bu disiplinler arası yöntem tarihçiler, sosyologlar, antropologlar ve diğer pek çok alanda çalışanlar için de oldukça önemlidir. 

Diğer pek çok kaynaktan elde edilemeyecek veriler ve bakış açıları sıradan bireylerle yapılan görüşmeler yoluyla elde edilebilmektedir. Başka bir deyişle, sözlü tarih resmi kayıtların bize anlatamadığı ve kapsamadığı insani bakışı yakalamamızı sağlamaktadır. (Thompson, 2006, s.23; Danacıoğlu, 2009, s. 138; Oğuzoğlu, 2001, s.405-420). Kimi zaman sözlü tarih “alternatif tarih” olarak 
da tanımlanmasına rağmen aslında sözlü tarih alternatif değil, tarihin yeni bir biçimi ve ona zenginlik getiren yeni bir yöntemdir. 

Her türden insani ilişkilerin, ev-içi hayatların, anne-çocuk ilişkilerinin, küçük yerleşim yerlerindeki değişimlerin, gündelik yaşamın tarihi türündeki anıların derlenmesiyle, yazılı tarihin saptayamayacağı bilgilere ulaşılmasını sağlamakta dır. (Danacıoğlu, 2009, s.138). 
Diğer bir deyişle daha demokratik, katılımlı ve sivil bir tarihin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktadır. Sözlü tarih yöntemi ülkemizde göç tarihi araştırmaları için de vazgeçilmezdir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde resmi kaynaklar, göç konusunda resmi belgeler, demografik ve diplomatik kayıt bilgilerinin dışında, 
göçün ekonomik ve sosyal etkileri ile ilgili bilgi barındırmamaktadır. (Erdilek, 2006, s.79). Türkiye tarihinde sadece sayısal verilerle temsil edilen göç, mübadele, iltica gibi konular sözlü tarih görüşmeleri ile insanlı bir zemine taşınabilmektedir. (Danacıoğlu, 2009, s.141). Sözlü tarihin, sesleri gizli kalmış kişilerin tecrübelerine erişmemizde önemi büyüktür. Gizli kalmış bu sesler; kadınların, işçilerin, fakirlerin, özürlülerin, evsizlerin, göçmenlerin diğer azınlık gruplarının ya da marjinal grupların sesleri olabilmektedir. (Thompson, 2006, s.28). 

Sözlü malzeme toplayanlar ile bu malzemeyi onlara sağlayanlar, başka herhangi bir tarih araştırmasında söz konusu olmayan kişisel ve dinamik bir süreç yaşamaktadırlar. (Caunce, 2011, s.5). 

Sözlü tarihçi olmak isteyen herkes, sözlü malzeme sağlayacak insanlarla dürüst ilişkiler geliştirdiği sürece ve işi yaparken öğrenmeye açık olduğu sürece yeni deneyimlerde bulunabilir ve oldukça yararlı çalışmalar yapabilir. 

Tarihsel Geçmişi 

İnsanların bireysel anıları ile birlikte kuşaktan kuşağa aktarılan sözlü gelenek uzun yüzyıllar boyunca tarihçilerin yararlandığı temel malzemeydi. İlk tarihçiler olarak bilinen Herodotos ve Thukydides’in yazdıklarının önemli bir kısmı da sözlü kaynaklara dayanmaktadır. Tarih ile sözün ilişkisi, 19. yüzyıl ortalarına kadar sürmüş, 19. yüzyılın ikinci yarısında, tarihin kendisini bir bilim dalı olarak tanımlama uğraşısına girmesi ile sona ermiştir. Tarih, nesnelliği ve belgeye dayanmayı bilimselliğin temel kıstası yaparak, tarihin söz ile bağlantısını koparmıştır. (Danacıoğlu, 2009, s.135-136). Tarihçiler bütün enerjilerini yazılı belgeleri incelemeye harcamış, kütüphane ve arşiv çalışmalarına yönelmişlerdir. 
(Tosh, 2008, s.202-203). Tarih, kişisel bellek ve değerlendirmeleri dışarıda bırakırken, sosyoloji, antropoloji, etnoloji gibi yeni bilim dalları bunlara sahip çıkmıştır. 

20. yüzyılın ilk yarısından itibaren söz ve anlatı yeniden tarihin alanına girmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında sosyal tarih ve sosyoloji araştırmalarındaki büyük artış yaşanmıştır. Amerika’da, II. Dünya Savaşı’nda cephede savaşan askerlerin anılarının kaydedilmesinden oluşan mülakatlara, 1942 yılında araştırmacı Joseph Gould “sözlü tarih” adını vermiştir. Gould sözlü tarihle, tarihi aşağılara indireceğini, halkın işleri, aşkları, üzüntüleri, yaşam deneyimlerinin ele alınacağını ifade etmiştir. 

1960’ların sonlarından itibaren marjinal grupların, azınlıkların, göçmenlerin, zencilerin, kadınların, tarih yazılırken dışarıda bırakılan tüm kesimlerin tarihe dahil edilmesine ve yerel tarihin araştırılmasına yönelik talepler sözlü tarihi yeniden tarih yazımının gündemine getirmiştir. 

(Danacıoğlu, 2009, s.135-138). Çünkü bu konulara ilişkin belge bulmak bir hayli zordu ve özellikle yakın geçmişe yönelik araştırmalar için sözlü tarih bir hayli önemliydi. 

Öztürkmen’e (2011) göre; “sözlü tarihin tekrar gündeme gelmesinde sosyal tarih alanında çalışan araştırmacıların yazılı kaynakların aydınlatamadığı alanlara nüfuz etme çabalarının önemli bir katkısı olmuştur. 
İngiltere’de işçi tarihi, Latin Amerika’da darbe tarihi, pek çok başka ülkede ise göç tarihi ve kadın tarihi araştırmaları sonucunda sözlü tarihçilik sosyal tarihçiliğin ötesinde kurumsallaşarak kendi teorik çerçevesi itibariyle yeni bir araştırma alanı olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’deki ilk sözlü tarih çalışmaları ise ilk olarak kadın tarihi alanında başlamış ve daha sonraları da yerel tarih, kurum 
tarihi ve göç hafızası alanlarında devam etmiştir”. (s.53-54). Doğrudan insan
kaynağına inerek resmi kayıtlara yansımayan, göçü yaşamış kişilerin tanıklıkları ile konuyu incelemeyi mümkün kılan, göçün insani boyutunu belgelemek açısından büyük önem taşıyan ‘sözlü tarih’ yöntemi, Türkiye’de Göç Tarihi araştırmalarında da vazgeçilmez bir araç olarak yerini almıştır. (Erdilek, 2006, s.79). Ülkemizde özellikle Tarih Vakfı’nın gerçekleştirdiği çalışmalar sözlü tarih araştırmalarının öncüsü durumundadır. 

Eleştiriler Ve Eleştirilere Cevaplar 

Sözlü tarih yönteminin kullanılmaya başlanmasıyla birlikte tartışmalar da başlamıştır. Ancak günümüzde sözlü tarihe yönelik kaygılar büyük oranda ortadan kalkmıştır. Yine de burada sözlü tarihe yönelik eleştirilere ve bu eleştirilere cevaplara yer verilmiştir. 

Sözlü tarih, tarihin klasik kaynaklarını kullanan pek çok araştırmacı tarafından uzun süre şüpheyle karşılanmış ve eleştirilmiştir. Özellikle söz ve anlatı üzerinden yürütülen bir yöntem takip ettiğinden, sözlü tarihin arşiv ve maddi kültür kaynaklarının analizine dayalı genel tarihçilik içerisinde şüphe ile 
yaklaşılan bir çalışma alanı olarak karşımıza çıktığı söylenebilir. (Öztürkmen, 2011, s.54). 

Sözlü tarihe yönelik eleştirilerden ilki; öznelliğine ilişkindir. Thukydides’in şu ifadesi sözlü tarihle ilgili bugün bile dile getirilen şüpheciliğin bir örneğidir: “Aynı olaya farklı noktalardan bakan görgü tanıkları belleklerinden çekip çıkardıkları anılarıyla aynı olayı farklı biçimlerde anlatıyorlar.” (Danacıoğlu, 2009, s.135-136). Dolayısıyla bu noktada sözlü tarihin öznel olduğu, kişisel yorumlamalara dayalı olduğu ve gerçeği tam olarak yansıtmadığı gerekçesiyle eleştirildiğini 
söyleyebiliriz. Ancak diğer tarihsel belgeler de aslında gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilirler. 

Örneğin biyografiler, mektuplar, günlükler de tarihin meşru kaynakları arasında sayılmalarına rağmen gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilirler. (Danacıoğlu, 2009, s.135-139). Öztürkmen’e (2011) göre; Osmanlı tarihi araştırmalarında arşiv kaynağı olarak sıkça başvurulan kadı sicillerinin önemli bir kısmı, esasında, sözlü kaynakların verdikleri ifadelerin yazıya geçirilmiş halleridir. (s.54). 

Sözlü tarihin eleştirildiği bir diğer nokta; belgelerin hep aynı kalmasına rağmen, anıların değişebilir olduğu yönündedir. Olayın üzerinden geçen zaman (Uygun, 2011, s.101), bu süreçte yaşanan çeşitli deneyimler ve görüşme sırasında araştırmacı ile girilen ilişki anıların bellekten çıkarılıp aktarılması sürecini etkileyebilmektedir. Oysa, Danacıoğlu’na göre; insan belleği zaman içerisinde temellerinden değil de tepesinden aşınmaktadır. Bu sayede yaşlı insanlar dün yaşadıklarını unutabilirken, çocukluk ve gençlik anılarını oldukça net biçimde hatırlayabilmektedirler. (Danacıoğlu, 2009, s.140). 

Tüm bunlara rağmen, her yöntemde olduğu gibi sözlü tarihin de bazı sınırlılıkları, eksik ve yanlı tarafları olması doğaldır. Sözlü tanıklıkların geçmiş deneyimleri saf haliyle aktardığını düşünmek yanlış olacaktır. Elbette insan belleğinde bazı konularda yanılsamalar, unutmalar, yanlış hatırlanan tarihler, abartmalar, taraf tutmalar ya da önyargılar olabilir. Ancak bütün bunlar sözlü tarihin 
değerini azaltmaz. Çünkü bu eleştiriler yazılı kaynaklar için de geçerli olabilmektedir. (Avcı Akçalı ve Aslan, 2012, s.680). 

Dolayısıyla sözlü tarih kaynakları da tarihin diğer meşru sayılan kaynakları gibi 
karşılaştırma yapılarak, diğer kaynaklarla desteklenerek rahatlıkla kullanılabilir ler. Ayrıca, birçok durumda sözlü ve yazılı kanıt birbirini yararlı bir biçimde tamamlamaktadır. (Thompson, 2006, s.33). 

Dolayısıyla burada önemli olan sözlü tarihçinin bu durumu göz önünde tutması, ona göre değerlendirme yapması ve tuzağa düşmemek için uyanık durması gerekmektedir. Birer hammadde olan sözlü kaynakların eleştirel bir değerlendirmeden geçirilerek, ulaşılabilen diğer kaynaklarla birlikte kullanılması gerekmektedir. Tarihçiler, ortaya koydukları eserlerinin giriş kısımlarında sözlü 
kaynak kullanmalarını meşrulaştıran bölümler kullanma ihtiyacı hissetmediklerin de, sözlü tarihin geleceği güvence altına alınmış olacak ve tarih yazıldığı sürece bunun bir bölümünü sözlü tarih oluşturacaktır. (Caunce, 2011, s.223). 

Uygulama Sırasında Dikkat Edilecek Hususlar 

Her sözlü ya da görüntülü kayıt sözlü tarih görüşmesi olarak kabul edilememek tedir. Bir görüşmenin sözlü tarih sayılabilmesi için belirli bir plan ve program dâhilinde gerçekleşmiş olması gerekmektedir. 

 Sözlü tarih yöntemiyle görüşme yapmak üzere yola çıkan araştırmacı derlediği bilgileri, üzerinde çalıştığı araştırmaya kaynak olarak toplamaktadır. Bir sözlü tarih araştırmasının ilk aşaması ön hazırlık sürecidir. Bu süreçte görüşülecek kişiler ve görüşmede sorulacak sorular ya da konular belirlenmektedir. Mekân açısından sınırlı, yerel bir çalışmada, araştırmaya katılma konusunda istekli 
ve katılabilecek olan bütün yaşlılarla konuşulabilir. İlk görüşmeler daha çok deneme şeklinde geçmektedir, bu süreçte soru ya da konu listesinin ya da görüşülecek kişilerin gözden geçirilmesi ve gerekirse güncellenmesi gerekebilir. Araştırılmak istenen konu ile ilgili, diğer kaynaklardan bilgi sahibi olmak ve görüşülecek kişilerle ilgili de ön bilgileri toplamak yerinde olacaktır. 

Sözlü tarih çalışmasının ikinci aşaması olan görüşme süreci esnasında dikkat edilmesi gereken en önemli husus; görüşmenin randevulu bir şekilde, uygun bir mekânda gerçekleşmesidir. Görüşmelerin teke tek yapılması ve kişi ile doğru bir iletişimin kurulması, göz temasından yararlanılması önemlidir. 
Görüşmenin bir anket değil de sohbet tarzında geçmesi, görüşülen kişinin sözünün kesilmemesi de diğer önemli noktalardır. İyi bir görüşme sizin sesinizin en az duyulduğu görüşmedir. (Danacıoğlu, 2009, s.144). 

Yine evet-hayırla sonlanabilecek olmayan, açık uçlu sorular tercih edilmelidir. Görüşülen kişiden toplanan görsel malzeme (fotoğraflar, eşyalar) da araştırmaya katkı sağlayabilecektir. Görüşülen kişiden görüşme kaydının diğer insanlarla paylaşılabilirliğine ve araştırmada kullanılabileceğine ilişkin yazılı izin alınması da bu aşamada dikkat edilmesi gereken bir diğer husustur. Görüşme sırasında kişilerin genel hayat öyküleri hakkında bilgi sahibi olunması ve beden 
dili, mimikler gibi ayrıntılara dikkat edilmesi de değerlendirme aşamasında araştırmacı açısından faydalı olacaktır. 

Araştırmanın sonraki aşaması ise kayıtların deşifre edilmesi ve arşivlenmesidir. Bu aşama sözlü tarih görüşmesinin en zorlu ve zaman alan aşamalarından birisidir. Görüşme kayıtlarının olduğu gibi deşifre edilmesi ve belli bir düzene göre arşivlenmesi gerekmektedir. 

Araştırmanın son aşaması olan değerlendirme aşamasında ise görüşmeler sonucunda elde edilen bilgi ve verilerin birbirleriyle karşılaştırılarak sınanması ve diğer kaynak malzemelerden yararlanılması esastır. Bu aşamada, derlenen metnin yorumlanmasında karşımıza çıkan tuzaklardan biri; derlenen metnin içinde hapsolma tehlikesi ve yazarın kendi sözünüüretememe sıkıntısının 
ortaya çıkmasıdır. (Öztürkmen, 2011, s.60). Bu duruma karşı araştırmacı dikkatli olmalıdır. 

Kendi Deneyimlerim 

Sözlü tarih yöntemini uygulamaya 2009 yılı itibariyle, Uludağ Üniversitesi’nde, doktora tez çalışmalarım kapsamında yaşlı göçmenlerin anılarını kayıt altına alarak başladım. Doktora tezimde (Bilge Zafer, 2015) ele alınan tarih aralığı 1878-1914 yıllarıdır. Elbette bu dönemi yaşamış birinci kuşak göçmenlerle sözlü tarih yapma olanağına sahip olunamamıştır. Dolayısıyla İnegöl yöresinde yaşayan, incelenen süreç ve coğrafi bölge kapsamına giren göçmenlerle görüşmeler yapılarak geçmişe onların aracılığı ile ulaşmak durumunda kalınmış tır. Diğer bir deyişle henüz üzerinden üç kuşak geçmiş bir göç olayına ve daha sonra yaşanan kültürleşme sürecine ikinci ve üçüncü kuşak bireylerin katkılarıyla açıklık getirilmiştir. 

Yürütülen sözlü tarih araştırmasında 34 katılımcı bulunmaktadır. Araştırma konusu İnegöl’e göç eden Balkan ve Kafkas göçmeni kadınlar olmasına rağmen sözlü tarih görüşmesi yapılan katılımcılar arasında erkekler ve yerliler de bulunmaktadır. Bunun sebebi erkek ve göçmen olmayan katılımcılardan da göçmen kadınların kültürleşme sürecine ilişkin bilgi edinilebileceği inancıdır. 
Görüşülecek kişilerin seçiminde erkek-kadın dengesinin yanı sıra göçmen grupları bakımından da dengenin sağlanmaya çalışılmasına ve bu sayede tüm grupların temsil edilmesine dikkat edilmiştir. 

Çalışma kapsamında İnegöl merkezi ve köylerindeki Balkan ve Kafkas göçmenleri ile yapılan sözlü tarih görüşmeleri yani yüz yüze mülakatlar oldukça önemlidir. Yüz yüze mülakatta mülakatı yapan ile soruları yanıtlayan kişi arasında sosyal bir iletişim vardır. Yüksek bir yanıtlanma oranına sahiptir. 
Ancak yüz yüze mülakat masraflı ve zaman alıcı bir yöntemdir. Danışılan kişilerin mülakatçıdan çekinmesi ve soruları cevaplarken dürüst davranmama ihtimali ise bir diğer negatif özelliği olabilmektedir. (Sevinç, 2009, s.248). Kurulan iletişim yarı yapılandırılmış görüşmeler şeklinde tarafımdan gerçekleştirilmiştir. Diğer bir deyişle, katılımcılara sorulan soruların bir kısmı önceden hazırlanmış olup bir kısmı da görüşme esnasında, görüşmenin gidişatına göre ortaya çıkmıştır. 

Kişilere genelde açık uçlu sorular (yanıt seçenekleri olmayan ve bilinmeyenleri keşfe yönelik olan sorular) (Sevinç, 2009, s.248) yöneltilmiş ve sorulara verilen cevaplar doğrultusunda derinlemesine bilgiye ulaşılabilecek yeni sorular yöneltilmiştir. Katılımcıların kendilerini rahat ve güvende hissetmelerine önem verilmiş ve görüşme esnasında katılımcılara çok fazla müdahale edilmemeye 
çalışılmıştır. Yalnızca konu dışına çıkıldığında nazik bir biçimde müdahale edilmiştir. Eksik cevaplar varsa, bunların tamamlanması ya görüşme bitiminde ya da ikinci bir görüşme sırasında gerçekleştirilmiştir. Çünkü Soru-cevapla kesilen bir görüşme, bilginin alınmasına olumsuz etkide bulunabilmektedir. (Çakır, 2006, s.61). 

Görüşmelerin hepsine öncesinde randevu alınarak gidilmiştir ve görüşmeler görüşülen kişinin evinde (kendilerini daha rahat hissetmeleri açısından önemli ayrıca yaş ortalaması nedeniyle zorunlu olarak) gerçekleşmiştir. Görüşme yapılacak kişilerin seçiminde, kişilerin konuya ilgi duyması ve bildiklerini 
anlatmaya istekli olmasına önem verilmiştir. Görüşme öncesinde görüşülecek kişi hakkında bilgi toplanmaya çalışılmış ve görüşme için ön hazırlık da yapılmıştır. Gerçekleştirilen görüşmelerin süreleri 30 dakika ile 100 dakika arasında değişmektedir. Görüşmeler ses kayıt cihazı ile kayıt altına 
alınarak, dijital ortama aktarılmıştır ve tamamı çözümlenmiştir. Bir dizi söyleşi yapılarak başlatılan araştırma süreci doyma noktasına ulaştığında diğer bir deyişle araştırılan konu itibarıyla yapılan söyleşilerde tekrar, örtüşme ve benzer söylemler ortaya çıktığında görüşmelere son verilmiştir. 

Yapılan görüşmelerde sorun çıkaran durumlar; görüşme yapılan kişilerin bir takım olayları yanlış hatırlayabilmesi, yaşanmamış olayları yaşanmış olarak hatırlayıp, o şekilde aktarması, çeşitli deneyimlerin abartılarak anlatılması ya da görüşmeciden çekinilerek bazı sorulara dürüst cevaplar verilmemiş olmasıdır. Bu durum görüşülen kişilerin verdiği çelişkili ifadelerden ya da tekrar yöneltilen aynı soruya verilen farklı cevaplardan anlaşılmıştır. Geçmişi aydınlatmak amacıyla 
gerçekleştirilen görüşmelerde görüşülen kişilerin yaş ortalamasının yüksek olması gerektiğinden ve mümkün olduğunca yaşlı kişiler tercih edildiğinden bu tip durumların ortaya çıkması gayet doğaldır. 
Çalışmada bu tür engellerin önüne geçebilmek ve hatalardan kaçınabilmek için mülakat sırasında aynı sorular farklı şekillerde tekrar yöneltilmiş, mümkün olduğu kadar fazla kişi ile mülakat gerçekleştirilmiş ve mülakat sonuçları hem birbirleri ile hem de diğer kaynaklardan elde edilen bilgiler ile karşılaştırılmıştır. Dolayısıyla sözlü tarih verileri dikkatli bir biçimde kullanılmıştır. Ayrıca 
bu görüşmeler sırasında göçmenlere ait, araştırmaya katkı sağlayabilecek fotoğraflar ve yaşam materyalleri de kayda geçirilmiştir. 

Araştırmanın kaynakları ve yöntemi bağlamında, sonuç olarak yapılan görüşmelerin analiz sonuçları ile tarihsel arka plan üzerine yapılan çalışmalardan elde edilen bilgiler, teori ile pratiği bir araya getirmiştir. Kısacası çalışmada hem tarihsel araştırma yöntemi hem de katılımcı araştırma yöntemi yani hem yazılı hem de sözlü kayıtlar bir arada kullanılmıştır denilebilir. 

Tarih Eğitim-Öğretiminde Sözlü Tarihin Yeri 

Uzun yıllar boyunca öğrenci merkezli bir yaklaşım olan sözlü tarih yönteminden tarih eğitim ve öğretiminde yeteri kadar yararlanılmamış, ayrıca bu alan tarihçilerin de gündemi dışında bırakılmıştır. 

Okullarda verilen tarih eğitimi uzun yıllar ders kitabı ve öğretmen odaklı olarak gerçekleştirilmiş, öğrencilerin kendilerine sunulan bilgileri yorumlamaksızın ezberlemeleri istenmiştir. Ancak değişen dünyada bilinçli ve düşünen bireylere duyulan ihtiyacın artmasıyla bu durum tartışılmaya başlanmış ve tarih derslerinde öğretmenlerin standart yaklaşımların dışına çıkmaları ve öğrencilere aktif roller vermeleri beklenmiştir. Bu doğrultuda ders programları ve öğretim yöntemleri sürekli gözden geçirilmekte ve değişmektedir. Öğrencilerin tarih derslerinde aktif biçimde rol alarak öğrenme sürecine dâhil olmalarını sağlayan en etkin yöntemlerden biri sözlü tarihtir. (Avcı Akçalı ve Aslan, 2012, s.670). 

Geçmişten beri uygulanan gelenekselleşmiş öğretmen merkezli tarih öğretimi yerine öğrenci merkezli diğer bir ifade ile süreç odaklı bir öğretme-öğrenme uygulamasına geçilmesi gerekmektedir. Günümüzde halen eksik yanları olsa da kısmen böyle bir uygulamaya geçildiği söylenebilir. Yeni programlar, öğrenci merkezli etkinliklerle, öğrencilerin eğlenerek öğrenebilecekleri bir ortamı 
hazırlamaya yardımcı olmaktadırlar. Bu etkinlikler farklı öğrenme biçimleriyle birlikte öğrencilerde yaratıcılığı ortaya çıkaran, onları hayata alıştıran ve sosyal bir ehliyet kazandıran etkinliklerdir. Okul dışı etkinlikler; evde ve kütüphanelerde yapılabilecek sözlü tarih, grup çalışması, proje çalışması gibi faaliyetleri içermektedir ve bunlar okul-üniversite ile hayat arasındaki engelleri kaldırmakta dır (Ata, 2006, s.79-80). Sözlü tarih yöntemini de kapsayan okul dışı tarih öğretimi, öğrenciye kazandırdığı bilgi ve beceriler açısından oldukça değerlidir. 

Sözlü tarih, öğrencide ilgi ve merak uyandırarak onun aktif katılımını sağlar, motivasyonunu güçlendirir, öğrenci-öğretmen arasındaki tek yönlü bilgi akışını yıkar, öğrenciyi sürece dahil eder, interaktif ve demokratik bir ders ortamı yaratır, eleştirel analize teşvik eder ve kendine güven duygusunu geliştirir. Sözlü tarih aktivitelerinin öğrencilere kazandırdığı temel beceriler; empati, dinleme, gözlem, araştırma, soru sorma, bilgiyi düzenleme, ilgisiz bilgi arasında ilgili bilgiyi bulma, analiz yapma, yazma becerileridir. (Safran ve Ata, 1998, s.7). 

Öğrenciler sözlü tarih yöntemini, önemli tarihi olayları yaşamış kişilerle görüşmeler yaparak sürdürebilecekleri gibi kendi aile ve kimliklerini araştırmak maksadıyla da kullanabilirler. Yine sözlü tarih uygulaması bireysel olabileceği gibi grup projesi olarak da gerçekleşebilir. (Uygun, 2011, s.106). Böylelikle öğrencilere dayanışma ruhu ile işbirliği içerisinde araştırma yapma olanağı da tanınmış olacaktır. 

Sözlü tarihin en güçlü yanlarından biri de, hem insanların kendilerini ortaya koyabilmesi, hem de benzer bir biçimde kendi yaşamlarının ne denli önemli ve değerli olduğunu görme fırsatı vererek onları güçlendirmesidir (Thompson, 2006, s.37). Sözlü tarih, öğrencileri dünyayı diğer insanların gözleriyle görmeye teşvik ederek onların empati kazanmalarını sağlar. Öğrencilerin kendilerini tarih 
sahnesinde ortaya çıkacak birer tarih oyuncusu olarak görmelerini ve kendilerine güvenmelerini sağlar. (Sarı, 2006, s.122). 

Yükseköğretimdeki tarih öğrencileri de eğitimlerinin bir parçası olarak sözlü tarih deneyimi yaşamaktadırlar. Günden güne artarak üniversitelerde akademik araştırmaların yanı sıra sözlü tarih ders olarak da okutulmaktadır. Bu derslerde öğrenciler sözlü tarih görüşmeleri ve projeleri gerçekleştirmektedirler. Bilhassa üniversitelerde verilen sözlü tarih derslerinde araştırmacı konumundaki öğrenciler dönem boyunca görüştükleri kaynak kişilerden derledikleri yaşam 
öykülerini sınıf ortamı içinde sunarak analiz edebilirler. Bu aktarımlar zamanla sözlü tarihin “yüz yüze görüşmeyi” öngören yöntemi hakkında deneyimlerin paylaşıldığı ortak bir sözlü anlatım alanına dönüşebilir. Bu sahaya inme deneyimi ise pek çok öğrencinin deyişiyle “başlı başına bir macera tadında” yaşandığından yaşanan deneyimin aktarımı anlatıcı açısından da yeni bir gösterim alanı 
oluşturabilir. Yüz yüze görüşme deneyimi esnasında, araştırmacı öğrenciler de kendileri hakkında önemli bir farkındalık geliştirme fırsatı bulacaklardır. Çoğu zaman sözlü tarih görüşmeleri dinleyicisini dönüştüren bir deneyime kapı açabilirler. (Öztürkmen, 2011, s.56-57). 

Üniversitelerde sözlü tarih görüşme kılavuzları hazırlanmakta ve öğrencilerin sözlü tarih görüşmeleri ile doğrudan tarihle yüzleşmeleri, yorum yapmaları ve olgu ve olaylara ilişkin düşüncelerini yeniden yapılandırmalarına ortam hazırlanmaktadır. Tüm bu etkinlikler sözlü tarih çalışmalarının gücünü de 
arttırmaktadır. (Uygun, 2011, s.105). Umarım en kısa zamanda sözlü tarih tüm üniversitelerde ve diğer eğitim öğretim kurumlarında hak ettiği yere kavuşur. 

Sonuç Ve Öneriler 

Sözlü tarih resmi kayıtların bize anlatamadığı ve kapsamadığı insani bakışı yakalamamızı sağlaması nedeniyle önemli bir araştırma yöntemidir. Her yöntemde olduğu gibi sözlü tarihin de bazı sınırlılıkları, eksik ve yanlı tarafları olması doğaldır. Ancak bütün bunlar sözlü tarihin değerini azaltmaz. Sözlü tarih kaynakları da tarihin diğer meşru kaynakları gibi karşılaştırma yapılarak, diğer 
kaynaklarla desteklenerek rahatlıkla kullanılabilirler. 

Uzun yıllar boyunca öğrenci merkezli bir yaklaşım olan sözlü tarih yönteminden tarih eğitim ve öğretiminde yeteri kadar yararlanılmamıştır. Oysa sözlü tarih yöntemini de kapsayan okul dışı tarih öğretimi, öğrenciye kazandırdığı bilgi ve beceriler açısından oldukça değerlidir. En kısa zamanda sözlü tarih yönteminin tüm üniversitelerde ve diğer eğitim öğretim kurumlarında hak ettiği yere 
kavuşması yararlı olacaktır. 

Kaynakça 

Ata, B. (2006). Sosyal Bilgiler: Toplumsal Yaşama Disiplinlerarası Bir Bakış. (Ed. Öztürk C.), Hayat 
Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi Yapılandırmacı Bir Yaklaşım, Ankara: PegemA. 
Avcı Akçalı, A., Aslan, E. (2012). Tarih Öğretiminin İyileştirilmesi yolunda Alternatif bir Yöntem: Sözlü Tarih. Kastamonu Eğitim Dergisi, C.20, No:2, 669-688. 
Bilge Zafer, A. (2015). 1878-1914 Yıllarında Balkanlar ve Kafkasya’dan Gelen İkinci Kuşak Göçmen 
Kadınların Kültürleşme Süreci (Bursa Vilayeti İnegöl Kazası Örneği). (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Uludağ Üniversitesi/Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa. 
Caunce, S. (2011). Sözlü Tarih ve Yerel Tarihçi. (çev. Bilmez Bülent Can – Alper Yalçınkaya) (3.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Çakır, S. (2006). Sözlü Tarih Projelerinde Yöntemsel ve Etik Sorunlar ve Bu Sorunları Çözme Yolları. 
(Yay. Haz. İlyasoğlu A. – Kayacan G.) Kuşaklar Deneyimler Tanıklıklar: Türkiye’de Sözlü Tarih 
Çalışmaları Konferansı (içinde ss.57-70) (1.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Danacıoğlu, E. (2009). Geçmişin İzleri: Yanıbaşımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, (2.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Erdilek, N. (2006). Türkiye’de Göç Araştırmalarında Sözlü Tarih Metodu. (Yay. Haz. İlyasoğlu A. – 
Kayacan G.), Kuşaklar Deneyimler Tanıklıklar: Türkiye’de Sözlü Tarih Çalışmaları Konferansı, 
(içinde ss.79-85), (1.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Oğuzoğlu, Y. (2001). Yerel Tarih. (Ed. Engin V.-Şimşek A.) Türkiye’de Tarih Yazımı, (içinde ss.405-420) 
(1.basım), İstanbul: Yeditepe. 
Öztürkmen, A. (2011). Sözlü Tarihin Poetikası: Anlatı ve Gösterim. (Yay. Haz. Uysal Z.), Edebiyatın 
Omzundaki Melek, (içinde s.53-61), (1.basım), İstanbul: İletişim. 
Safran, M. - Bahri, A. (1998). Okul Dışı Tarih Öğretimi. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, C.18, S.1, 87-94. 
Sarı, İ. (2006). Akademik Tarih ve Tarih Öğretiminde Sözlü Tarihin Yeri ve Önemi. Türkiye Sosyal 
Araştırmalar Dergisi, Yıl:10, S.3, 109-125. 
Sevinç, B. (2009). Survey Araştırması Yöntemi. (Ed. K. Böke), Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, (1.basım), s.244-284, İstanbul: Alfa. 
Thompson, P. (2006). 21. Yüzyılda Sözlü Tarih İçin Potansiyeller ve Meydan Okumalar. (Yay. Haz. 
İlyasoğlu A. – Kayacan G.) Kuşaklar Deneyimler Tanıklıklar: Türkiye’de Sözlü Tarih Çalışmaları 
Konferansı, (içinde s.23-37), (1.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Thompson, P. (1978). The Voice of the Past: Oral History. Oxford: Oxford University. Eserin Türkçesi; 
Thompson, P. (1999). Geçmişin Sesi: Sözlü Tarih, (çev. Ş. Layıkel), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Tosh, J. (2008). Tarihin Peşinde, (Çev. Ö. Arıkan), (3.basım), İstanbul: Tarih Vakfı. 
Uygun, S. (2011). Türkiye’de Sözlü Tarih Araştırmaları ve Öğretmen Eğitiminde Sözlü Tarih Yönteminin Kullanımı. Akademik Araştırmalar Dergisi. Sayı:50, 95-112. 


***