DARBELERİN EKONOMİK ETKİSİNİN ANALİZİ, BÖLÜM 8
2.8.Beşeri Kaynakların Üretkenliğini ve Gelişmesini Engellemesi
28 Şubat süreci özellikle askeri kesimde siyasi görüşü ya da dini inancından dolayı işten atılan subayların sayısında belirgin artışın yaşandığı dönemdir. Askeri personelin işten atılması bir yana bu kişilerin başka kamu kuruluşlarında çalışmaları yasaklanmış, hatta bazı özel sektörde istihdam edilen bu personelin çalıştırılmaması noktasında işyeri sahiplerine çeşitli şekillerde telkinlerde
bulunulmuştur. Bu süreçte TSK’dan YAŞ kararları ile çok sayıda asker personelin ilişiği kesilmiştir. Bu askerlerden büyük bir çoğunluğu irticai faaliyetlerde bulundukları iddiasıyla, diğer kısmı ise uyuşturucu ve diğer nedenlerden dolayı TSK bünyesinden çıkarılmışlardır.
Öte yandan 28 Şubat müdahalesinin bir başka mağdur kesimi başörtülü öğrencilerin eğitim kurumlarından uzaklaştırılmasıdır. Eğitimde fırsat eşitliğini, din ve vicdan özgürlüğünü tanımayan ve kadına karşı ayrımcılığın bir başka boyutunu oluşturan bu yasak otuz bin civarında genç kız veya kadının okuldan ve işinden ayrılması ya da atılmasına sebep olmuştur. Anlamsız bir şekilde laiklik yaftası altında yükseköğretimden mahrum bırakılan bu kızların başta eğitim olmak üzere sağlık sektörü ve diğer hizmetler sektöründe yetişmiş eleman boşluğunu giderebilme potansiyeli heba edilmiştir414.
2.9. Sermaye Şirketi Olarak OYAK’ın Ekonomik Gücünde Artış
Türkiye’deki askeri müdahalelerin önemli nedenlerinden birisi askeri kanadın gelir düzeyinin, dolayısıyla da hayat standartlarının azalması olarak söylenebilir. 1960 askerî darbesinin arkasında Demokrat Parti’nin kırsal kesiminin kalkınmasına yönelik politikalarından hoşnutsuz askerî ve sivil bürokrasi, sanayi burjuvazisi, aydın kesimlerden müteşekkil kent merkezli bir koalisyonun olduğu
bilinmektedir.
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden kısa süre sonra, günün askerî-sivil hükümetince önerilen ve Kurucu Meclis tarafından çıkarılan "Özel Kanun" ile OYAK adı altında bir oluşum meydana getirilmiştir.
Asıl amaç TSK üyeleri için yardımlaşma hizmetlerinin tesis edilmesi yanında üye birikimlerini artırma amacına yönelik olarak iştirak yatırımları da yapmaktır. Faaliyetleri açısından bakıldığında OYAK aynı anda hem zorunlu bir tasarruf kurumu, hem bir ek sosyal güvenlik ve hizmet kurumu hem de bir holding kuruluşu konumundadır. OYAK her şeyden önce bir zorunlu tasarruf kuruluşudur.
OYAK, üyeleri için Emekli Sandığı’nın yanı sıra bir ek sosyal güvenlik kurumudur. Bu açıdan OYAK’ın yasayla öngörülen hizmetleri sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler olarak ikiye ayrılmaktadır. Sosyal yardımlar, üyelerin ödediği aidatlar karşılığında yapılan emeklilik, ölüm ve maluliyet yardımlarından oluşmaktadır. Bunlar arasında en önemli kalem emeklilik yardımları olup, en az 10 yıllık süresini doldurmuş üyelere sunulmaktadır. OYAK’ın sosyal hizmetler (ya da sosyal amaçlı yatırımlar) adı altında yürüttüğü faaliyetler ise, kuruma belli oranda gelir sağlamakla birlikte, daha çok, üyelere piyasaya göre ucuz ve uzun vadeli borç ve kredi verilmesi esasına dayanmaktadır.
OYAK gelirlerini dört kaynaktan elde etmektedir. 1. Üyelerden topladığı kesintiler. Silâhlı Kuvvetlerin muvazzaf subayları OYAK'ın doğal üyesidir. Savunma Bakanlığı'nın sivil memurları ve OYAK'ın yüzde 50'den fazla hissesinin olduğu ticari kuruluşlardaki sivil memurlar da gönüllü üye olabilir; her ikisinin de aylık maaşlarının yüzde 10'u aidat olarak kesilir. Ayrıca yedek subayların
maaşlarının yüzde 5'i kesilir; ama bunların karşılıklı yardımlaşma fonlarından yararlanamazlar. 2. Yatırımlarından sağlanan gelir. Elde edilen gelirler tekrar yatırıma yönlendirilir. OYAK üyeleri hissedar değil aidat ödeyicisidir, bu yüzden onlara kâr payı dağıtılmamaktadır. 3. Bağışlar. 4. Krediler ve kamu borçları415.
OYAK kendi özel yasasına tâbi olmakla beraber farklı noktalarda hem özel hukukun hem de kamu hukukunun alanına girmektedir. 205 sayılı yasanın birinci maddesine göre OYAK Millî Savunma Bakanlığı'na bağlı ve özel hukuk hükümlerine tâbi olup, malî ve idari bakımdan özerk bir tüzel kişiliktir. Aynı kanunun 37. maddesinde ise Kurumun her çeşit malları ile gelir ve alacakları nın, Devlet malları hak ve rüçhanlığına sahip olduğu ve bunlara karşı suç işleyenlerin, Devlet mallarına suç işleyenler gibi muameleye tâbi tutulacakları belirtilmektedir. Buradan OYAK'ın bir yandan üçüncü kişilerle ilişkileri bağlamında özel hukuk kurallarına tâbi olduğunu ve bunun da özellikle gelir amaçlı faaliyetlerini daha rahat yürütebilmesi için öngörüldüğünü, diğer yandan da kurumun çeşitli kamusal hak, yetki ve imtiyazlarla donatıldığından kamu hukuku tüzel kişisi statüsü kazandığını söyleyebiliriz. Daha açık bir ifade ile OYAK’ın her iki hukuk alanının nimetlerinden yararlanacak bir hukuki yapıya
kavuştuğunu ifade edebiliriz416. "Özel Yasa" hükümleri çerçevesinde dünyada başka örneği bulunmayacak şekilde kurumlar vergisi, diğer her türlü gelir vergisi, üyelerinden katılım ücreti ve düzenli aidat alan tüm kuruluşların ödediği özel gelir vergisi, bütün satış ve tüketim vergileri, tüm yasal işlemlerden alınan damga vergisi gibi devlet alacaklarından muaf tutulmuştur417.
Askerlerin geçmiş yıllarda oldukça kötüleşmiş olan maddi koşullarını iyileştirme ve kendilerini o koşullara düşüren sivil iktidarlar karşısında iktisadî özerkliklerini garantileme temeline dayalı olarak kurulan OYAK’a sermaye kesimi de orduyu belli sınırlar dâhilinde kendi egemenlik alanlarının, yani ekonominin içinde görmekten dolayı herhangi bir rahatsızlık duymamış hatta bazı konularda ordunun desteğini almaktan dolayı kısa vadede bu oluşumdan memnun kalmıştır. Çünkü Türkiye ekonomisi olgunlaşmadığı ve pazarları boş olduğu sürece söz konusu sermaye kesimi üretim ve satım konularında herhangi bir sorun yaşamayacaktır. Dönemin büyük sermayesinin kafasında OYAK
içinde toplanacak büyük fonları kendi yatırımlarında finansman kaynağı olarak kullanma düşüncesi de yer almaktadır. Ancak dönemin güç dengeleri içinde askerlerin ağırlığı daha belirgin ve OYAK sermayenin değil ordunun öngörüleri doğrultusunda kontrol iplerini kendi tutacak şekilde dev bir holdingleşme yolunda ilerlemiştir.
OYAK'ın ilerlemesinin arkasında hukuki-kurumsal yapısından kaynaklanan unsurlar yanında genel olarak Türkiye'de sermaye birikim süreci ve sınıfsal yapının özelliklerinin etkisi de söz konusudur. Türkiye kapitalizminin yapısal bir özelliği az sayıda büyük sermaye grubunun eksik rekabetçi yapıdaki piyasaları kontrol etmesidir. Genel olarak izlenen gelişme stratejileri ve uygulanan
iktisat politikaları büyük sermaye gruplarının kontrolü altındaki sektörlerin desteklenmesine yöneliktir. Görece azgelişmiş bir kapitalist ekonominin temel yapısal eksiklerinden biri olan sermaye yetersizliği de göz önüne alındığında, kuruluşundan itibaren büyük fonları bünyesinde toplayan OYAK, büyük sermayenin girebileceği sektörlere yatırım yapmış ve devletin sermaye grubu yaratma politikalarından (krediler, teşvikler, muafiyetler vs.) en az diğer büyük sermaye grupları kadar yararlanmıştır. OYAK'ın çeşitli sektörlerdeki piyasa paylarına bakıldığında bu oligopolistik yapının bir parçası olduğu daha net olarak görünmektedir. Otomotiv sanayini ele alacak olursak OYAK 1960-80 arasında binek otomobil piyasasını Koç grubu ile beraber kontrolü altında tutmuştur. Ardından 1980 sonrası duruma baktığımızda da Oyak-Renault'un sektör payının 1992-2001 arasında ortalama yüzde 20, 2001 yılında da yüzde 27,7 olduğu görülmektedir. MAİS'in 2000 yılı sektör payı ise yüzde 23'tür. Lastik üretiminde 1960-80 arasında Goodyear, Uniroyal ve Pirelli piyasanın tüm talebini karşılayan firmalardır. Goodyear 1971'de toplam lastik üretiminin yüzde 28,8'ini üretirken, 1982'deki piyasa payı yüzde 21'dir. Çimento sektörünü ele aldığımızda 1976 itibariyle Türkiye'de üretilen çimentonun yüzde 23'ü OYAK fabrikaları tarafından üretilmektedir. Türkiye'de Oyak hisseli fabrikaların 1985-1998 arasındaki toplam çimento satışı içindeki payı ortalama yüzde 13,4 olup, yıllar içinde sürekli artış göstermiş ve 1998'de yüzde 18,8 seviyesine ulaşmıştır. Bunun yanında tarımsal
alanda faaliyet gösteren Hektaş'ın sektördeki payı ise yüzde 18-20 arasında değişmektedir418.
OYAK'ın büyümesinde etkili olan diğer bir unsur ise genel gelişme stratejilerinin gerektirdiği iktisat politikalarının siyasal iktidarların belli sermaye gruplarına iltimas geçmesi olgusudur. Büyük ve güçlü sermaye gruplarının belli siyasal iktidarlara yakın durarak ek ayrıcalıklar kazanmasının ülkemizde karşılaşılan olgulardan birisi olduğunu kabul ettiğimizde, özellikle askeri darbe
süreçlerinde ordunun sahip olduğu gücün bu yönde bir etkisi olacağını ifade etmek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Batık şirketlerin kamu iktisadî teşekküllerine devredilmesi veya bu teşekküllerle ortaklığa gidilmesi, kamu ihalelerinin alınması bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
OYAK, 1980'lerin başında krize giren otomotiv sektöründeki iki şirketini (Türkiye Otomotiv Endüstrileri A.Ş. [TOE] ve Motorlu Araçlar Ticaret A.Ş. [MAT]) 1984'te Ziraat Bankası'na devretmiş, inşaat sektöründeki Oyak-Kutlutaş'a bağlı dört şirkete Emlak Kredi Bankası 1985 yılında ortak olmuştur (Sönmez, 1987: 252). Benzer şekilde inşaat sektöründe, Oyak İnşaat'a 1995 yılında yüzde 25
hisse ile ortak olan SSK, OYAK'a 2 milyon 544 bin dolar ödemiş ve SSK'nın bütün inşaat işlerinin Oyak İnşaat bünyesinde ve yüzde 1 tenzilatla yapılması konusunda mutabakat sağlanmıştır. Ancak daha sonra bu anlaşma dâhilindeki kazançların ötesinde OYAK'ın SSK ihalelerinden ek kazançlar sağladığı dile getirilmiştir. Şöyle ki 1999'da o zamanın fiyatlarıyla 17 trilyon tutan 9 SSK inşaatının yüzde 1 ve 6,5 tenzilatlara Oyak İnşaat’a verilmesinin akabinde Oyak İnşaat'ın bu işleri yüzde 23,24 tenzilat ile taşeronlara devrettiği, böylece aradaki 2 trilyon 443 milyar liranın SSK'dan çekilip Oyak İnşaat'a aktarılmış olduğu ifade edilmiştir. İhaleye başka şirketlerin girebilmesi durumunda maliyetin yüzde 30 oranında azalabileceği söylenmiştir 419.
Finans sektöründe, özellikle bankacılık alanındaki gelişimine bakıldığında da OYAK'ın siyasal gücünün kendisine avantajlar sağladığına dair önemli göstergeler söz konusudur. 2001 krizinin ardından sermayesi yetersiz hale gelmiş bankalara kaynak aktararak bu bankaları kurtarma operasyonu gündeme geldiğinde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu'nda ancak sektör içi aktif
büyüklükteki payı %1'in üzerindeki bankaların bu kapsama alınacağı kararı çıkar. Esasında kurtarma limiti %1 değil de 1,5 olarak saptansaydı biri Türkiye'nin en büyük medya kuruluşunun, öbürü en büyük sınaî askerî grubunun olan iki banka dışarıda kalacaktır. Bunun yanında tasarıda kriter olarak yalnızca piyasa payının bulunmasının yetersiz kaldığı çeşitli kesimlerce de ifade edilmiştir. Özel sermayeli ticari bankalar grubunda batık kredi oranı Mart 2001 de % 3,9 iken Oyak Bank'ta 12,7 olması, ortalama aktif kârlılığında da Oyak Bank'ın %-5,3 ile 1,2 olan ortalamanın altında kalması, diğer kriterler açısından kötü durumda olan Oyak Bank'ın keyfî bir kriter belirlemesi sonrasında kurtarma çizgisinin üzerinde kaldığını göstermektedir. Bu sıkıntının atlatılmasından sonra Oyak Bank TMSF'den Sümerbank'ı alarak sektörde en büyükler arasına girmiştir. Sümerbank'ın alım sürecinde de ifade edilmesi gereken ilginç durumlar bulunmaktadır. OYAK Yönetim Kurulu başkanı Selçuk Saka Sümerbank'ı "satın alma bedeli olarak bütün tahminlerin aksine sadece 50 milyar TL gibi sembolik bir para ödemiş olduğumuzu bu vesile ile bildirmek isterim" demekte ve "değerini bu açık metinde rakam olarak belirtmeyi uygun görmediğim menkûl ve gayrimenkûlleri olan Sümerbank'ın 4,5 aylık faaliyet sonunda bırakacağı kâr diğer 25 iştirakin toplam kârına eşit, hattâ üzerinde bir rakam" olacaktır diye devam etmektedir. Gerçekten de bakıldığında Oyak Bank'ın 2000 yılı zararı 8,6 trilyon TL olmuş ve Sümerbank'a 27 trilyon sermaye koyacağını açıklamış, Sümerbank-Oyakbank birleşmesinden sonra ise bankanın 2001 yılı kârı 167 trilyon olarak açıklanmıştır. Yani tüm masraflarının kat be kat üzerinde kâr elde edilecek olan Sümerbank kelepir bir fiyata OYAK'a devir edilmiştir 420.
OYAK'ın karlığında büyük sıçrama gösterdiği dönem dışa açık ekonomik büyüme stratejisinin benimsendiği 1980 sonrası dönemidir. 1961-1980 döneminde
OYAK'ın ortalama kârlılığı 16 birim iken, 1981-2001'de 100 birime sıçramıştır. 1990-2001 için ise bu sayı 165 değerine ulaşmıştır 421.
Tablo:18
Grafik-6: OYAK Karlılık Göstergesi Gelişimi
Yukarıdaki tabloda OYAK Holding’e ilişkin 2000 yılı sonrası kârlılık durumu gösterilmiştir. Tablodan da görüleceği üzere 2001 yılına kıyaslandığında 2002 yılında
azalma söz konusudur. 28 Şubat darbesi sonrasında Türkiye'deki firmaların karlılık oranlarına bakıldığında ise en karlı çıkan kuruluşlardan birinin OYAK olduğu
görülmektedir. 28 Şubat öncesinde sıralamaya giremeyen OYAK, 2000 yılında 4,9 milyar dolarlık ciroyla Koç ve Sabancı Holding'den sonra üçüncü sıraya
yükselmiştir.
2001 sonuna gelindiğinde ise Sabancı Holding'in net kârının 120 trilyon lira olduğu dönemde OYAK'ın net kârının 594 trilyon TL değerine ulaşması dikkate
değerdir.
2.10. 2001 Krizinin Alt Yapısını Oluşturması
2000 yılı başından itibaren uygulamaya konulan istikrar programında ekonomik hedefler doğrultusunda uygulanacak döviz kuru politikası tespit edilmiştir.
Bu bağlamda geleceğe dönük beklentilerin ve enflasyonist baskıların azaltılması hedefi doğrultusunda döviz kuru “çapa” olarak benimsenmiştir422. Ancak,
kur artışlarının öngörülebilir olmasının ardından bankalar, döviz borçlanarak TL cinsinden ihraç edilen Devlet İç Borçlanma Senetlerini (DİBS) satın almaya
başlamışlardır. Bu durum bankacılık sektörünün artan oranda döviz pozisyonunda açık vermelerine, dolayısıyla büyük oranda kur riski taşımaya başlamasına
sebep olmuştur. Başlangıçta programa duyulan güven ve kamu borçlanma senetlerine karşı artan talep faiz oranlarını hızla aşağı çekmiştir.
Bu doğrultuda iç borçlanma faizlerinde kur çapasına uyum gösteren bir düşüş yaşanırken, enflasyondaki düşüşün aynı ölçüde hızlı olmaması sonucunda
reel kur değerlenme eğilimine girmiş, ithalat artma eğilimine girmiş ve cari işlemler dengesi olumsuz yönde işaretler vermeye başlamıştır.
Cari işlemler dengesindeki gelişmeler bilinmesine rağmen, portföylerinde yüklü miktarlarda TL cinsi DİBS bulunan bankalar bilanço zararı oluşmasının
önüne geçmek amacıyla mevcut faiz seviyelerini korumaya çalışmışlardır. Ancak, özelleştirme gelirlerinde hedeflere ulaşılamaması, yapısal önlemlerin
alınmasının gecikmesi nedeniyle programın azalan kredibilitesinin sonucu olarak iç borçlanma faizleri yükselmeye başlamıştır423. Aylık ortalamalar itibariyle,
gecelik basit faiz Ekim 2000’de yaklaşık yüzde 39’dan, Kasım ayında yüzde 95’e ve Aralık ayında yüzde 183’e çıkmıştır. İkinci el bono ve
tahvil piyasalarında aylık ortalama bileşik faizler Ekim ayında yüzde 38 iken, bu oran Kasım’da yüzde 45’e ve Aralık’ta ise yüzde 78’e yükselmiştir424.
Bu kısa dönemde bankaların portföylerindeki Hazine kağıtlarının piyasa değeri düşerken, şirket sektöründe kısa vadeli kredi faiz yükleri artmıştır.
Bu durumdan bilançolarında yüklü miktarlarda DİBS taşıyan bankaların bilanço yapıları olumsuz yönde etkilenmiş ve DİBS teminatları yetersiz kaldığı
için likidite sıkışıklıkları da yaşanmaya başlamıştır425. Likidite sıkıntısının yaşandığı süreçte Merkez Bankası net iç varlık tavanı hedefi nedeniyle faizlerin
yükselmesine karşı herhangi uygulamaya başvurması sonrasında faizler giderek artmıştır. Faiz oranlarının aşırı yükselmesi kamu kâğıtlarından çıkışlarda ve
dövize olan taleplerde artış meydana getirmiştir. Bu süreçte Merkez Bankası’nın bankalara vermiş olduğu kredilerin de döviz talebine dönüşmesi Merkez
Bankası’nın döviz rezervlerini azaltmıştır 426.
2000 yılı sonuna doğru IMF’den sağlanan ek destekle döviz rezervleri artırılmış ve mali piyasalar kısmen sakinlemiş olmasına rağmen piyasa aktörlerinin
beklediği yapısal değişimlerin gerçekleştirilmediği ve siyasi belirsizliğin giderek yükseldiği ortamda piyasanın tedirginliği tam olarak giderilememiştir.
Nihayetinde Milli Güvenlik Kurulu Toplantısında Cumhurbaşkanı ile başbakan arasında yaşanan tartışma sonrası başbakan tarafından yapılan açıklamaların
akabinde ikinci spekülatif hareket başlamıştır.
21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıkmış ve ortalama %4018,6’ya ulaşmıştır. 16 Şubatta 27,94 milyar dolar olan Merkez
Bankası döviz rezervi 23 Şubat’ta 22,58 milyar dolara inmiş ve rezerv kaybı 5,36 milyar dolar olmuştur. Kasım ayında yaşanan krizinde dövize saldırı yabancılarla
sınırlı kalırken, Şubat krizinde yerlilerin de, özellikle bankaların dövize hücum yaptıkları görülmüştür 427.
Kriz ile birlikte öngörülebilir kur rejimi seçeneği geçerliliğini yitirmiştir. Sermaye hareketlerinin kontrol edilmediği koşulda, hem döviz kurunu hem de faizleri bir
araç olarak kullanmak mümkün değildir. Serbest dalgalı kur rejimine ani ve zorunlu geçişin ardından ulusal paranın dış değerinde yüksek oranlı düşme meydana
gelmiştir. Devalüasyon sonrasında daha önce faiz şoklarıyla bilançoları hasar görmüş banka ve şirket sektörünü, özellikle açık döviz pozisyonları ile bu krize
yakalanan ekonomik birimleri beklenmedik ölçülerde kötüleştirmiş, öz kaynaklar erimiş ve varlık değerleri azalmıştır 428.
Türkiye’de 2001 yılında meydana gelen finansal krizin temel belirleyici unsurlarından olan kamusal dengesizliklere bağlı olarak reel ve finansal kesimin asli
görevinden uzaklaşması yanında finansal sektörün sorunlarının derinleşmesindeki temel aktörün 28 Şubat darbesi olduğunu söyleyebiliriz. 28 Şubat darbesinin
ardından bu süreci destekleyenlerin arzuları doğrultusunda bazı kamu bankaları özelleştirme adı altında 28 Şubatı onaylayan kişilere yada bunların destekledikleri
kuruluşlara devredilmiştir. %100 mevduat garantisinin varlığında yüksek faiz ile mevduat toplayan bankalar çeşitli şekillerde bağlı bulundukları holdinglerin
şirketlerini geri dönmeyecek kredilerle fonlamışlar ve bankaların içinin boşalmasına neden olmuşlardır. Öte yandan kamu harcamalarında rasyonel
kriterlerin uygulanmaması nedeniyle giderek artan kamu dengesizlikleri 2001 krizini tetikleyen ana unsurlardandır. Bunun yanında 1999 yılı sonunda
başlayan ve istikrarlı bir ekonomik yapıyı hedefleyen istikrar programının yürütücüsü konumundaki iktidarı temsil eden ve kendi aralarında dahi tam uyumlu
çalışmayan kısa vadeli üçlü koalisyon hükümetinin kurulması da yine 28 Şubat sürecinin ürünü olduğunu söylemek yanlış bir değerlendirme olmayacaktır.
2.10.1. Krizin Bazı Makro Ekonomik Değişkenlere Etkisi
2000 yılının ilk aylarında programa karşı güven oluşması sonrasında 9,6 milyar dolar yabancı sermaye girişi olmuştur. 2001 yılında Şubat ayında meydana gelen
kriz ise 14,6 milyar dolar sermaye çıkışıyla sonuçlanmıştır. Sermaye çıkışlarının ilk etkisi döviz kurları üzerine olmuş ve 2000 yılı sonunda 0,675 TL olan dolar
kuru 2001 yılı sonuna kadar %114 oranında yükselerek 1,446 seviyesine ulaşmıştır. Döviz kurunda meydana gelen yükselişler başlangıçta faiz oranları üzerinde
etkisini hissettirmiştir. Döviz ve faizdeki artış enflasyon beklentisini artırmış dolayısıyla da beklentilerde kötüleşme meydana gelmiştir.
Buna paralel olarak iç piyasada tüketim ve üretim düzeylerinde aşırı düşüşler meydana gelmiştir.
Tablo: 19
2000-2007 Bazı Makro Ekonomik Göstergeler
Kaynak: Hazine Müsteşarlığı, TCMB ve Kalkınma Bakanlığının elektronik veri sunum sayfasından alınmıştır.
Ekonomide talep daralması doğal olarak yatırım ve milli gelir seviyeleri üzerinde olumsuz etki meydana getirmiştir. 2000 yılında %6,3 oranında büyüyen
ekonomi 2001 yılında %9,5 oranında küçülmüştür. Gayri safi milli hâsılada meydana gelen bu küçülme ekonomide yaklaşık 57 milyar dolarlık düşüş meydana
getirmiştir. Milli hasıla seviyesinde dolar bazında bu küçülme kişi başına gelir seviyesine de sirayet etmiş ve 2000 yılında 2963 dolar düzeyinde iken 2001
yılında bu değer 2134 dolar düzeyine inmiştir. Ekonomide meydana gelen bu küçülme istihdam seviyesini de olumsuz etkilemiştir. 2000 yılına göre baktığımızda
2000 yılında %7 olan işsizlik oranı 2001 yılında %8,9 seviyesine ulaşmıştır.
Öte yandan döviz kurunda meydana gelen ani yükseliş ve piyasada belirsizliğin hakim olması hazinenin borçlanma maliyeti üzerine etkili olmuştur.
Bu bağlamda 2000 yılında %38 şeklinde ve 410 gün vadeli gerçekleşen iç borçlanma değerlerinde olumsuz değişim meydana gelmiştir. 2001 yılı mart
ayında devlet iç borçlanma senetleri ortalama faiz oranları %193 seviyesine tırmanmış ve vadesi de 98 güne düşmüştür. 2001 yılı sonuna gelindiğinde
ortalama borçlanma faiz oranları %96,2 ve vadesi 148 seviyesinde gerçekleşmiştir. Devlet iç borçlanma senetlerinin vade sürelerindeki azalma ve faiz
oranlarındaki yükselme kuşkusuz ki kamunun borçlanma maliyetini artırmıştır 429.
Bunun yanında devlet borçlanma kağıtları faiz oranlarındaki artışa ilişkin olarak reel faiz oranlarının yükselmesi özel sektörün finansman maliyetlerini de
etkilemiş ve yatırımlarda önemli oranda düşüş olmuştur. Yatırımlardaki bu daralma Türkiye’de üretim ve verimlilik düzeylerinde kayda değer seviyede
olumsuzluk meydana getirmiştir430. Hazine ihalelerinde 2000 yılı için reel faiz oranı negatif (-0,7) iken, 2001 yılında %16,4’e çıkmış, 2002 ve 2003 yıllarında
ise sırasıyla %26,3 ve %22,5 düzeylerinde gerçekleşmiştir. Reel faizlerdeki artış özel sektörün finansman maliyetine yansımış ve yatırımlar önemli oranda
düşmüştür. 2000 yılında özel sektör sabit sermaye yatırımlarında %10,5 oranında artış olmuş ve 32 milyar ABD dolarına ulaşmıştır.
Bunun yanında kriz yılı olan 2001 yılında %43,1 oranında azalarak 18,2 milyar ABD dolarına düşmüştür. Yatırımlardaki bu azalma reel faiz oranlarının %20’den
yüksek seyrettiği 2002 ve 2003 yıllarında da devam etmiştir. 2000 yılındaki yatırım düzeyi 2004 yılında ancak aşılabilmiştir. Yatırımların 2000 yılındaki
miktarının 2001, 2002 ve 2003 sürdürülebildiğini kabul ettiğimizde özel sektörün toplamda 30 milyar ABD doları değerinde daha fazla yatırım
yapabileceği kolaylıkla hesaplanabilecektir.
Tablo: 20
Grafik-7: Enflasyon, Kur ve Faiz Oranındaki Değişmeler
Türkiye’de üretim ve yurt içi talep miktarının ithalata bağımlılık katsayısı yüksek düzeydedir. Bu nedenle döviz kurlarındaki hızlı artışın etkileri 2001 yılı
içerisinde kendisini göstermiş ve 2000 yılında %39 olan tüketici mallarındaki fiyat artışı 2001 yılında %68,5 oranına çıkmıştır.
Makro ekonomik istikrarsızlığın varlığında ve sermaye hareketlerinin serbest olduğu koşullarda ulusal paranın fonksiyonlarını yerine getirememesinden dolayı
ekonomik ajanlar istikrarlı ve konvertibl olan başka ülke paralarına yönelmektedirler. Dolarizasyonun göstergelerinden birisi olan döviz tevdiat hesaplarının
M2Y’ye oranı 2001 krizi sonrasında %55 seviyelerine çıkmıştır. Dolarizasyon, başta mevduat olmak üzere kaynak yapısını olumsuz etkilemiştir. Yurt içi
makroekonomik istikrarsızlık, bankacılık sektörünün özellikle mevduata dayalı kaynak yapısını dolarizasyondan doğrudan etkilemiştir.
Bu durum, hem yabancı para cinsi tasarruf sahiplerinin hem de yabancı para kredi müşterilerinin, bankacılık sistemi dışına, kaymalarına neden olmuştur 431.
2.10.2. 2001 Krizinin Kamu Mali Dengesine Etkisi
2000 yılı başında uygulamaya konulmuş olan Ekonomik Programın önemli amaçlarından biri kamu kesimi borçlanma gereğinin azaltılması ve kamu
finansmanının dengeli bir şekilde yürütülmesi olmuştur. Bu çerçevede, uygulanan sıkı maliye politikaları, elde edilen özelleştirme gelirleri ve dış
piyasalardan uygun koşullarda sağlanan kaynaklar ile iç borçlanma ihtiyacının azaltılması ve kamu borç stokunun GSMH’ye oranının uluslararası kabul
görmüş seviyelere indirilmesi hedeflenmiştir.
Fakat 2001 yılı Şubat ayı sonlarına doğru patlayan kriz sonrasında meydana gelen yüksek faiz ortamı var olan kamu dengesizliği problemini körüklemiş,
kamu kesimi kısa vadede mali sistem içerisinde iç borç stokunu çevirme sorunuyla karşı karşıya kalmıştır.
Tablo: 21
Yukarıdaki tabloda 2000-2007 yılı kamu kesimi iç borçlanmasına ilişkin değerler ve bu değerler ile diğer ekonomik değişkenlere oranı sunulmuştur.
Tablodan da görüleceği üzere Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizler sonrasında kamu kesimi borçlarında önemli oranda artışlar söz konusudur. Çünkü bu
dönemde yukarıda da belirtildiği üzere finansal kesimde faaliyet yürüten 20 bankanın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devri yapılmıştır. Devredilen
bankaların mali yükümlülüklerinin Hazineye devri ile borç miktarı yükselmiştir. 2001 yılında iç borçlarda üç katından daha fazla artış yaşanmıştır.
Toplam kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safi yurt içi hâsılaya oranı yaklaşık %50 oranında yükselmiş ve % 8,9’dan %12,1’e çıkmıştır.
2000 yılı sonrasında kamu iç borçlanmasının önemli oranda tahvil ile gerçekleştirildiği dikkate değerdir. 2000-2004 yılları aralığında iç borçlanmaların
yaklaşık yüzde 15’i bono, yüzde 85’i tahvil şeklindedir. 2005 yılından itibaren bonoların oranında önemli düşüş olmuş ve 2005-2007 dönemi için
kamu iç borçlanmalarında bonoların payı ortalama % 4,5 seviyesine inmiştir. 2007 yılı için bonoların payı %2,4 düzeyine inmiş, tahvillerin payı ise 97,6
seviyesine çıkmıştır. 2001 krizi sonrasında gelişen süreç itibariyle bonoların payında azalış, tahvillerin paylarında artış gözlenmesi uygulanan istikrar programı
ve oluşan siyasi istikrar sonrasında iç borçlanmada vade baskısının giderek azaldığını ifade etmektedir.
Borç yükündeki düşüşün sürdürülebilmesi mali disiplinin yanı sıra, etkin bir borçlanma politikasının izlenmesini gerektirmektedir. Borçlanma maliyetleri düşerken
vadelerin uzamasını öngören söz konusu çerçevede, uzun vadeli değişken faizli senetlerle borçlanılmasının önemli etken olduğu söylenebilir432.
2001 yılı sonrası istikrar programıyla birlikte uygulamaya konulan yapısal reformlar ve sağlanan mali disiplin faiz oranlarını bir nebze kontrol edilebilir düzeye
indirmiştir. Buna ilave olarak faiz dışı fazla hedefinin tutturulması milli gelir, bütçe harcamaları ve vergi gelirleri içerisindeki faiz yükünün azalmasına katkı
yapmıştır. Özellikle 2005 yılından sonraki iki yıllık süreçte faiz ödemelerindeki gerçekleşmelerin gelişmiş ekonomilere benzer görünüm arz etmesi,
Türkiye’nin uzun zamandan beri özlediği tabloyu yakalaması bağlamında önemlidir.
Türkiye’de mali baskınlığın azalması ve finansal sistemin hacim kazanması hiç kuşkusuz faiz oranlarının yönünü aşağı doğru çekecektir. Faiz oranlarının
düşmesi bir taraftan enflasyonist beklentileri kırarken, diğer taraftan da kaynakların özel kesimin yatırımlarını daha uygun koşullarda gerçekleştirmesine
yardımcı olmakta ve ekonomik büyümeye katkı sağlamaktadır. Bu bağlamda 2001 sonrasında kamu kesiminin borç yükü yıllar itibarıyla azalış
göstermiş olmasına rağmen, uzun süre borç yükünün faiz oranları üzerindeki etkisi devam etmiştir. 2001-2007 döneminde iç borç servisinin %27,3’ü faiz
ödemelerine tahsis edilmiştir.
Daha önce de ifade edildiği gibi faiz oranları ekonomik parametreler yanında belirsizlik, güvensizlik ya da gerginlik ortamı gibi faktörlerin etkisinde kalmaktadır.
Bu bağlamda Şubat 2001 krizi sonrasında nominal faiz oranındaki yükselişe paralel olarak reel faiz oranlarında da artış meydana gelmiştir. Öyle ki 2001 krizi
sırasında gecelik nominal faizler %7000 gibi değerlere ulaşmış ve Türkiye’nin kırılması güç bir rekora ulaşmasına neden olmuştur. Bizim gibi gelişmekte olan
ülkelerde risk priminden dolayı % 4-5 değerine kadar olan reel faiz oranı kabul edilebilir seviyelerdir. Bunun üzerindeki reel faiz oranının ise ekonomik
performans üzerinde olumsuz etki yapacağını söyleyebiliriz433.
Reel faiz oranlarının ortalama %5 oranında olduğunu varsaydığımızda 2001-2007 yılları arasında yüksek reel faiz ödemesinin Türkiye’ye maliyeti 90 milyar
dolar değerindedir. Öte yandan iç borçların faiz ödemelerinin milli gelire oranının kabul edilebilir boyuta geldiği 2006 yılında iç borç faiz ödemelerinin milli
gelire oranı aynı zamanda 1997 yılının değeri olan %6,7 oranına eşittir. İç borçların faizlerinin gayri safi milli hasılaya oranının sabit kaldığını
varsaydığımızda 2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti 78,0 milyar dolardır. Her iki hesaplamadan ulaşılan sonuçlar bize çeşitli
nedenlerden dolayı artan kamu açıklarının finansman sorunu ile yakından ilişkili olan faiz oranlarının yükselmesinin 75 milyar doların üzerinde devlete ek
maliyet getirdiğini göstermektedir.
***