Cevat Yurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cevat Yurdakul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Eylül 2016 Cumartesi

1979 yılı Muhtırası





 1979 yılı Muhtırası



1979 yılı muhtırası

Çare’yi Ordu bulacaktı: Önce muhtıra, Arkasından darbe!


 1979 yılı Muhtırası

Yıl 1979 Aralık ayının son günleri. Türkiye  darbenin arifesi olan bir muhtıra ile karşı karşıyaydı.
İsterseniz,canınız sıkılmazsa, Ogünleri yaşayan birinin kaleminden okumak isterseniz; buyurun, benim “Balans Ayarları/Cumhuriyet Döneminde Askeri Muhtıralar” adlı kitabımdan okuyunuz. (*)

Muhtıra arafesindeki 1979 yılına gidelim.

 Hayat pahalılığının altında ezilen halk yığınları 1979 yılının ilk günü, çektikleri yetmiyormuş gibi “zamlara merhaba” demek zorunda kaldılar…
 Yılın ikinci günü ise, sağ partilerin oklarına hedef olan emekli hava generali İrfan Özaydınlı içişleri bakanlığından istifa etti.Yerine polis eski şeflerinden Orhan Eyüpoğlu getirildi.10 gün sonra da adı ileride bir film yıldızı ile dedikodulara karışacak olan Hasan Fehmi Güneş getirildi. 15 gün içinde üç işleri bakanı gören Türkiye’de anarşi ve terörü önlemenin imkanı varmıydı?
 AP, hükümeti/CHP iktidardadır/ devirmek için “Kahramanmaraş olaylarını” gerekçe göstererek gensoru önergesi verdi fakat meclis bu gensoruyu sanki böyle bir olay olmamış gibi vurdum duymazlıkla reddetti.
 Terör, enflasyon ve istikrarsızlık ile boğuşan hiçbir hükümet başarılı olamıyordu… Adeta zoraki ayakta durabiliyordu !...

 Bu üç sorun Türk insanının kaderi olmuştu: yıllarca terör ve anarşi ile iç içe olacak ve alışacaktı…

 Eskiden “ Üç kutup ” diye adlandırılan, değişik görüşteki militanlar arasında çıkan çatışma olarak görülen terör; zamanla devletin güvenlik güçlerini hedef seçerken; bununla yetinmedi: giderek hedef tesbiti yapılmadan halk yığınlarının üzerine de yöneldi. Bu terör örgütlerinin “bireysel terör” den, “kitlesel terör” stratejisine dönüşümüydü? Kurtarılmış mahallelerin yerini, kurtarılmış kentler aldı. Özelikle MHP, CHP ve AP’li siyasileri hedef alan öldürme olayları tepelerden, il ve ilçe bazındaki parti yöneticilerine inmeye başladı: Akpazar’ın CHP’li belediye başkanı Fikri Üstündağ, MHP Manisa il başkanı eczacı Cemil Çöllü, İstanbul’un eski polis şeflerinden Ilgaz Aykutlu, Adıyaman MHP il başkanı, Kars AP il başkanı,Uşak MHP il başkanı, Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul, Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Ümit Doğanay, gazetecilerden Abdi İpekçi ve İlhan E.Darendelioğlu, prof.C.O. Tütengil teröre kurban gittiler.. .İdeolojik bazlarda sivri uç olmayan, bilakis denge adamı olarak kabul edilen Abdi İpekçi’nin öldürülmesi Türkiyede fırtınalar kopardı. Sol kesim adres olarak MHP ve ülkücüleri gösterdi. İpekçi’nin katili olarak yakalanan M.Ali Ağca “İpekçiyi düzeni savunduğu için öldürdüm.” diyordu. Sol basın tarafından,Ağca’nın ülkücü kesim ile ilişkileri sergileniyordu… Bu tür cinayetler sağ ve sol partiler ile derneklerin, örgütler’in “öc alma” duygularını alevlendiriyor; bir cinayetin ardından hemen misilleme yapılıyor, daha çok kan dökülüyordu… Gazeteler adeta tiraj raporu verir gibi terör raporu yayınlıyorlardı… Güneydoğu bölgesinde sol örgütlerin yanı sıra “apo’cular/ daha sonra PKK’lı diye anılacak” bir terör örgütü de cinayetleriyle varlığını duyurmaya başladı. Bunların hedef kitlesi daha çok güvenlik güçleri elemanlarıydı. Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda “bağımsız bir kürdistan” savaşımı için “kürt milliyetçiliği” tez’i ile ortaya çıkmışlardı. Apo’cuların lideri Abdullah Öcalan/Apo’nun; eski bir Mit mensubunun damadı olduğu, devlet tarafından burs ile okutulmuş eski  solcu görüşlü bir öğrenci olduğu ortaya çıkıyordu.

 Bazı il ve ilçelerde karanlığının basmasıyla birlikte sokaklar boşalıyor ve insanlar tanımadıklarına evlerinin kapılarını açmıyorlardı.

 Ermeni terör örgütü ASALA’da temsilciliklerimize karşı eylemlerini sürdürüyor, elçilik mensuplarını öldürmeye devam ediyorlardı…

 Ticaret dünyamız bitkisel hayata girmişti: akaryakıt yokluğu yıllar öncesini hatırlatırcasına karne ile verilmeye başlanmıştı. Çiftçiler traktörleri ile şehirlerarası yolları kesiyor, şehirlerarası ulaşımlar da mazot ve benzin yokluğundan yapılamıyordu “Ezeli ve Ebedi düşman” diye adlandırılan Yunanlılardan bile petrol istenmiş; “yok!” cevabı alınmıştı. İlaç ve gerekli malzeme yokluğundan hastaneler ameliyat yapamıyorlardı… İlaç, yağ, petrol, ampul ve yedek parçalar karaborsaya düşmüştü… Gazeteler; havalanlarında pist lambasının ampulü bulunamadığı için uçakların Yeşilköy ve diğer havalanlarına iniş-kalkış yapmadığını yazıyorlardı !...

 Ecevit’in bir günde bağımsız yaparak hükümet kurduğu bakanlardan altısı hükümete bir uyarı mektubu vererek “hükümetin aşırı uçlara aman vermemesini ve teröre acil çözümler getirmesini” istediler. Sanki kendileri başka bir hükümetin üyesiymiş veya muhalefet partisi temsilcileriymiş gibi!...

 Gelen fırtınayı ürkerek seyreden cumhurbaşkanı Fahri Korutürkkendisine güven duyulmadığı inancını hissettiği”ni belirterek güvenoylaması istedi. Korutürk’ün bu talebi bir hassasiyetten mi kaynaklanıyordu, yoksa ayak sesleri duyulan bir darbeye muhatap olacak bir cumhurbaşkanı olmak mı istemiyormuydu ? İkisi de olabilir: AP lideriDemirel’in “Çankaya/ cumhurbaşkanını kastediyor/ tarafsızlığını yitirmiştir.” Sözü, biraz da askerleri tanıma  deneyi ve içgüdüyle bu davranış içine girmiş olabilir…
 Cumhurbaşkanı Korutürk istifa etmedi ama hükümette çatırdılar başladı: önce bir “uçkur” meselesinden dolayı içişleri bakanı H.Fehmi Güneş, 16 Ekim de de başbakan Ecevit istifa ettiler.

 Tahtaravallinin öteki ucu havaya kalkarken Demirel’in fötör’ü yekseliyordu. Diğer uçta oturan Ecevit’in altındaki koltuk da yere yapıştı: başbakanlık  Demirel’e verildi

 Demirel, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteğini alarak 12 Kasım günü hükümetini kurdu.


 ***

 Terör örgütleri yeni bir alan daha keşfetmişlerdi: sömürü düzeninin kasası olarak kabul ettikleri bankaları soymaya başladılar: Öyle ya, bankaları; kan emen kapitalistler soyacağına/ daha o zamanlar banka sahipleri bankalarını soymaya başlamamışlardı/, bu düzene karşı olan sol örgütlerdevrim için soymalıydı… Adam kaçırmalar, öldürmeler ve bombalamalar alabildiğine hızlandı… Ege bölgesinin birçok yerinde başlayan orman yangınları da organize bir hareketin damgasını taşıyordu; Eylül ayı geldiğinde; tamı tamına 120 yerde orman yangını çıkmıştı. Ekim ayında da Kuşadasında 600 dekarlık orman kül oldu. Bu arada Atatürk’ün yat olarak kullandığı Savarona okul gemisiİzmirde Tariş iplik fabrikasıda bu yangınlardan nasiplerini aldılar. Hatay’da bir ailenin sekiz ferdi üzerlerine benzin dökülerek yakıldılar; bunların fotğrafları gazetelerde yayınlandığında, cinnet geçiren bir toplumun ürünleri hüzünle seyrediliyordu…
 Kim tarafından mı ?
 Türkiyede yaşayan herkes tarafından!
 Yönetilenler,yönetenler ve askerler tarafından!
   Yılın son günleri geldiğinde Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü dolayısıyla TÖB-DER/Solcu Öğretmenlerin kurduğu dernek/ tarafından yurdun her tarafında başlatılan protesto gösterileri ve öğretmen direnişleri yüzünden birçok okullarda derslere girilmiyor, DİSK’in de destek vermesiyle fabrikalar da da kısa bir süreli işi durdurma eylemleri başlatıldı. Öğretmen ve işçi eylemlerine/ gerçi bu iki kesim de sol tandanslıydı/  sol örgütler de katılınca; eylemciler ile güvenlik güçleri arasında meydan savaşları oluyordu… Ankara ve İstanbul’da /askerlere göre / iç savaşın provaları yapılıyordu… İzmir, Bursa, Antalya , Adana… tüm kentler kaynıyordu… Antakya’da fırınlar açılmadığından halk fırınların kapılarını kırarak kendi ekmeklerini kendileri pişirmeye başlamıştı!
 21 Aralık günü Brüksel’den dönen Genelkurmay Başkanı orgeneralKenan Evren, siyasılerin ve gazetecilerin gözlerinden uzakta, 1 nci ordu komutanlığı karargahında ki bir toplantıya /ayağının tozuyla/ başkanlık etti. Toplantıya kuvvet komutanları,ordu komutanları ve Harb okulu komutanı katıldılar. Evren paşa “tepedeki askerlerin” ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu: “yaşanılan bu ortamdan Türkiye’yi nasıl kurtarabiliriz ? ” sorusuna cevap arıyordu…
 Herkes fikrini söyledi:genel düşünce; “…bu safhada 27 Mayıs gibi bir müdahalenin doğru olmayacağı, parlemento’nun, siyasi partilerin ve diğer bütün anayasal kuruluşların birlik ve beraberlik içinde olmaları ve terörün önlenmesi hususunda her kuruluşun üzerine düşen görevi yerine getirmesi için bir uyarıda bulunulmasının uygun olacağı üzerinde hemen hemen fikir birliğine varıldı



MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…


Ankaraya dönen Evren paşa , 24 aralık günü bu kez de kuvvet komutanları, jandarma ve donanma komutanlarını çağırdı: genelkurmayda yapılan toplantıda durum yeniden gözden geçirilerek, hazırlanacak mektup/ muhtıra üzerinde çalışma için start verildi.
 26 Aralık günü de genelkurmay ikinci başkanının da katıldığı bir toplantı daha yapıldı: bu toplantıda hazırlanan mektup/muhtıra müsveddesi üzerinde görüşler alındı. Genelkurmay Başkanı Evren, “mektubun muhatabının mevcut veya muayyen/ belirli bilinen/ partilerin veya kuruluşların olmaması, bütün siyasi partilere, anayasal kuruluşlara hitap etmesi” (7) üzerinde hassasiyet gösteriyordu. Paşa’ya göre “…aşağı yukarı bir aydan fazla bir zamandır iktidarda olan hükümeti sorumlu tutmak elbette mümkün değildi.”
 Son toplantıda muhtıranın/ mektubun radyodan okunmasının da doğru olmayacağını uygun gördüler. Muhatap olarak da Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilmesi üzerinde mutabık/ düşünce birliği/ kalındı.
 27 Aralık 1979 sabahı Evren paşa’nın başkanlığında toplanan komutanlar hazırlanan uyarı mektubunu/ muhtırayı imzaladılar. Birbirlerine “hayırlı, uğurlu olsun!” dedikten sonra, herkes rahatladı. Kenan paşamuhtıracı/ mektupçu arkadaşlarına dönerek “bu mektubun bir yarar sağlayacağı inincında değilim Göreceksiniz, hiçbirşey değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi de yerine getirelim ki ileride tarih bizi bu yönden tenkit etmesin!” dedi.  
 Kenan paşa’nın bu sözleri, işin muhtıra ile sınırlı kalmayacağı, arkasından bir darbe’nin/ ihtilalin geleceği fikri’nin kafasına yerleştiği düşüncesini öne çıkarıyor. Kısacası, Paşa kararını vermişti bile.
 Mektubun/muhtıranın Perşembe günleri yapılan “mutad görüşme” çerçevesinde verilmesinin uygun olacağı kabul edildiğinden 27 Aralık Perşembe günü saat 17.00 de Genelkurmay Başkanı Evren elindeki iki mektupla Çankaya köşküne çıktı. Muhtıracılardan başka kimse, genelkurmay başkanının mektubu götürdüğünden haberdar değildi. Kamuoyu bu görüşmenin; cumhurbaşkanı ile yapılan olağan görüşme/mutad görüşme olduğunu sanıyordu.
 Peki, Milli İstihbarat Teşkilatı/ MİT’in bu mektup’dan haberi varmıydı? Belki vardı, belki yoktu; bağlı bulunduğu başbakanına bilgi vermedikten sonra ne fark ederdi ki ?
 İstihbarat birimleri Mit, polis istihbarat, hiçbiri ihtilal veya muhtıra girişimini bugüne kadar başbakana veyahut siyasi iradeye haber vermemiştiki; bugün de haber versinler.
 Verseydi; gidişat değişirmiydi ?
 Demokrat Parti döneminde verilmişti de ne olmuştu? Değişen bir şey olmadığı gibi, bunu ihbar edenin de burnundan fitil fitil getirmişlerdi.
 Demirel’e göre ise “çok şey değişir” miş !...
 Siyasi irade, ordunun ihtilal yapacağına bir türlü inanamamıştı: ta ki, düdük çalınıp, parlamento tatil edilinceye kadar!
 Asker kökenli olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Korutürk’ün de muhtıra eline verilinceye kadar, hazırlanışından haberi olamamıştı !

 ***

 Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki koltuğa saygılı vaziyette oturdu. Nezaket konuşmalarından, hal hatır sormadan sonra; Cumhurbaşkanı Korutürk “Yurtdışı gezisindeydiniz… yurt içinde de geziyorsunuz, izlenimleriniz nedir ?” diye sorunca, Evren paşa’nın beklediği fırsat doğmuştu: fırsatı kaçırmadı; “sayın cumhurbaşkanım, geçtiğimiz haftalar içinde yurtiçi gezilerimde, ordu komutanlığına kadar her kademedeki subaylarla konuştum: durumdan, ne kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok! Yaptığımız görüşmeleri hülasa ederek bir mektup kaleme aldık. Size vermeyi uygun bulduk!” diyerek getirdiği mektubu cumhurbaşkanı’na verdi. Verirken de “bu mektubu vermek için çok düşündüğümüzü Türkiyenin ikidebir böyle durumlarla karşılaşmasını hiç arzu etmediğimizi, ancak yurt sathında yaptığım gezilerde, denetlemelerde silahlı kuvvetlerin komuta kademesindekilerin çok rahatsız olduklarını, hatta derhal yönetime el konulmasını düşünenlerinde bulunduğunu, silahlı kuvvetlerdeki subayların da büyük çoğunluğunun tedirgenlik içinde bulunduğunu bildiğimden büyük garnizonlardaki denetlemelerimden veya plan tatbikatlarından sonra subaylara hitab ederek, onlara Türkiyenin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için her türlü çaba’nın sarf edildiğini, kendilerinin eğitimleriyle meşgul olmalarını, birlik ve beraberliklerini kaybetmemelerini söylediğimi, çeşitli mektuplar aldığımızı, hatta bunlardan birçoğunun hakaretamiz bir lisanla yazıldığını, 27 Mayıs gibi alttan gelecek bir hareketten çekindiğimizi, Milli Güvenlik Kurulu’nda çekinmeden düşüncelerimizi ve alınması gereken tedbirleri acı acı dile getirdiğimizi, bu mektubu vermeseydik vazifemizi yapmamış olacağımızı, o takdirde daha kötü durumlarla karşılaşmamızın mukadder olduğunu söyledim.” diye anlatıyor o günüEvren paşa ! (
 Sonra ilave eder “ Bu mektubun doğrudan doğruya radyodan okunmasını da düşündük, fakat zat-ı alinize vermeyi daha uygun bulduk. O’nun için size takdim ediyorum.”

 Cumhurbaşkanı şaşkındır, biraz da gayrimemnun!

 İyi ki bana getirdiniz. Eğer radyodan okumuş olsaydınız, ben bu makamı bırakır, giderdim.” dedi. Burukluğunu da belirtmeden geri kalmadı.
 Mektubu okuduktan sonra, takriben bir saat’a yakın baş başa konuştular: neler konuştuklarını bilinmiyor. Kenan Evren’de anılarında bir şeyler yazmamış. Görüşme sonunda Evren paşa kalkarken, Cumhurbaşkanı Korutürk “yarın başbakan ile ana muhalefet partisinin genel başkanını çağırıp görüşeceğim. Kendilerine bu mektubu vereceğim. Zaten yarın saat 11.00 de başbakan mutad haftalık görüşmeye gelecek. Öğlenden sonra da Ecevit’i çağıracağım. Diyalog kurmalarını isteyeceğim.” diyerek mektubun akibeti hakkında da güvence vermek lüzumunu hissetti.
 Genelkurmay başkanı Evren de “esasen bizim düşündüğümüz bu iki partinin / AP ve CHP kastediliyor/ bir araya gelerek koalisyon kurmalarıdır. Diğer bütün koalisyonlar denendi. Hiç birisinden bir netice çıkmadı. Şimdiki hükümetin dışarıdan sağlanacak destekle büyük işler başarmasının mümkün olmadığını, Erbakan’a hiçbir zaman güvenilmeyeceğini, en büyük bu iki partinin bir araya gelemesini bütün aklı başında olanların arzuladığını başka türlü çıkış yolu görmediğimizi, İtalyadaki terör olaylarında sağdaki iktidar partisiyle komünist partinin terörü önleme konusunda işbirliği yaptığını, bizde de pekala, buna benzer bir işbirliğinin yapılabileceğini ifade ettim” diyor, Kenan paşa yine kendi yazdıklarında. “Büyük bir yükten kurtulmuştum. Bu mektubun bir yarar sağlamayacağı ve işlerin düzeleceği inancında değildim. Bu inancımı her zaman kuvvet kumandanı arkadaşlarıma da ifade ettim. Onlar da düşünceme katılırlardı. Zira meclisteki partiler o hale gelmişlerdi ki, en mantıki ve anlaşma sağlanabilecek konularda bile anlaşamayan bu partilerin şimdi bu mektupla anlaşmaları elbette mümkün değildi. Fakat yine de içimde bir ümit yok değildi. Olur ya bir müdahale korkusu ile belki anlaşabilirler diye düşünüyor” du.
 Sayın Cumhurbaşkanım” diye başlıyordu mektup ve 27.12.1979 tarihini taşıyordu, mektubun geri kalan kısmını okumaya başladı cumhurbaşkanı:“ Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliği nin temini için; anarşi ve terör ve bölücülüğe karşı parlementer demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir.
 Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülmediği yüksek malumlarıdır.
 Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, suretle bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirlerin müştereken tesbiti ile Tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi.

 Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zat-ı alilerine sunuyorum.
 Gereğini yüksek takdirlerine arzederim.


 Saygılarımla
 Kenan evren
 Orgeneral
 Genel Kurmay Başkanı

 Bu mektuba iliştirilmiş “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü” nü aksettiren bir ikinci mektup daha vardı: ikinci mektup ise şöyleydi; “Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahraman Maraş olaylarının yıldönümünde, henüz ilk ve orta öğretim çağındaki evlatlarımızın örtülü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.
 Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak, istiklal marşımızın yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.
 İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurulması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşun biribirine düşman kamplara ayrılmasına neden olmaktadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
 Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İşte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
 Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce meclisimizde en kısa zamanda kararlaştırılması içinde hayati bir önem taşımaktadır.
 Diğer yandan meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularını müzakere için bugüne kadar gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir.
 Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ilkeler etrafında toplanmanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apacık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar siyasi partilerimiz’in de görevleri arasındadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, biran önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.



 Kenan Evren                          Nurettin Ersin                              Bülent Ulusu
 Orgeneral                               Orgeneral                                    Oramiral
 Genelkurmay Bşk.                 Kara Kuvvetleri K.                      Deniz Kuvvetleri K.



 Tahsin Şahinkaya                                                    Sedat Celasun
 Orgeneral                                                                 Orgeneral
 Hava Kuvvetleri K                                                    Jandarma Genel K. “


 Cumhurbaşkanı Korutürk mektubu okuduktan sonra “maksatlarını” öğrenmek istedi:

 “ Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz ?”

 Kenan paşa düşünmeden cevap verdi: hazırlıklıydı, ama cumhurbaşkanını da ürkütmeden yanlarına almalıydı.
 “ Eğer bunlar doğru yol’u bulamaz iseler, Meclisi feshetmek ve başka bir yolu denemek gerekebilir. Bizim bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok! ” Son toplantıdaki ve emekli komutanların verdikleri havayı da yanıstamıyı, söylediklerini güçlendirici bir kanıtı olarak anlatmayı uygun gördü: “… MGK’nın eskileri yumruğunu vurma önerisinde bulundular, Ancak, ben anayasa dışına çıkmam, dedim” diyor.

 Cumhurbaşkanına “demokrat” gözükmeye çalışan Kenan Evren ilk önce kendisi masaya yumruğu vuracak ve düdüğü çaldırtacak, demokrasiyi kesintiye uğratacaktı.

 Peki olayların sorumlusu kimdi ? Asker mi ? Yoksa bu koşulları yaratanlar mı ? Ya da tepkilerini dedikodu kültüründen öteye ta+5ya0ayan   bir toplum mu ?



..

28 Ocak 2015 Çarşamba

KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 5




KENDİ ÜLKESİNİ İŞGAL EDEN ORDU., 5




Darbe Öncesi Yaşanan Gelişmeler 

 Siyasi Cinayetler 

 ” 11 Temmuz 1978‘de Bedrettin Cömert Ankara’da,
1 Şubat 1979‘da Abdi İpekçi İstanbul Teşvikiye‘de, 
10 Eylül‘de Türkiye İşçi Partisi Adana eski il başkanı Ceyhun Can yazıhanesinde, 
Çukurova Üniversitesi Rektör Vekili Fikret Ünsal evinin önünde, 
19 Eylül‘de Malatya Ülkü Ocakları eski başkanı Mürsel Karataş İstanbul Sultanahmet‘te, 
28 Eylül‘de Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul , 
19 Kasım‘da eski Adalet Partisi İstanbul milletvekili İlhan Egemen Darendelioğlu İstanbul Beyazıt‘ta, 
20 Kasım‘da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekan Yardımcısı Ümit Doğançay İstanbul Etiler Profesörler Sitesi’nde, 
3 Aralık 1979'da, Fedai Dergisi sahibi yazar Kemal Fedai Coşkuner İzmir Agora semtinde, 
7 Aralık‘ta İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi öğretim üyelerinden Cavit Orhan Tütengil İstanbul Levent’te, 
11 Nisan 1980‘de TRT İstanbul Radyosu prodüktörlerinden Ümit Kaftancıoğlu, 
27 Mayıs‘ta Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak Ankara’da, 
24 Haziran‘da Milliyetçi Hareket Partisi Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı Ali Rıza Altınok evinde ve kızıyla birlikte, 
15 Temmuz‘da Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu Şişli’deki işyerinde, 
19 Temmuz‘da Eski Başbakan Nihat Erim İstanbul’da Dragos Deniz Kulübü’nden çıkarken, 
22 Temmuz‘da Maden-İş Sandikası genel Başkanı Kemal Türkler İstanbul Merter semtinde silahlı saldırı sonucu öldürülmüştür. ” 


 Tüm bu siyasi Cinayetler fondayken, siyasi olarak huzursuzluklarda mevcuttu. 

 Siyasi Durum 

     5 Ocak 1978- 12 Kasım 1979 yılları arasında Bülent Ecevit daha sonraları 11'ler olarak bilinecek AP’den ayrılan 11 bağımsız milletvekili ile Güneşli Motel’de görüşmüş, yeni 
kurulacak hükümette bakanlık koltuğu vaadiyle Demirel hükümeti aleyhine destek amaçlı gensoru girişimini desteklemesi konusunda anlaşmıştı. 31 Aralık’ta İkinci 
Milliyetçi Cephesi hükümeti (ıÜü”Milliyetçi Cephe Hükümetleri, TBMM‘de grubu 
bulunan sağ eğilimli AP, MSP, MHP ve CGP‘nin sol eğilimli CHP‘nin yeniden iktidar 
olmasını engellemek ve yakın bir tehlike olarak gördükleri komünizmin gelişmesini durdurmak amacıyla kurdukları Hükümet.
DP’den ayrılan dokuz milletvekilinin destek vermesiyle 31 Mart 1975‘te, Süleyman Demirel‘in başkanlığında bir koalisyon hükümeti kuruldu. 
Bu hükümet sonradan kamuoyunda ve siyasal çevrelerde I. Milliyetçi Cephe hükümeti olarak adlandırıldı. Bir sonraki dönem seçimlerde CHP salt çoğunluğa kıl payı 
erişemedi ve çoğunluk için koalisyon ortağı bulamayınca CHP lideri Bülent Ecevit azınlık hükümeti kurmayı denedi ama bundan bir sonuç elde edemedi, çünkü “Milliyetçi Cephe”  P
artileri (Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ) 229 milletvekilliğiyle TBMM’de salt çoğunluğu* oluşturuyordu ve Ecevit’ in kurmaya çalıştığı azınlık hükümetine 
destek vermediler. Bunun ardından Cumhurbaşkanından hükümeti kurma görevini alan AP lideri Süleyman Demirel AP-MSP-MHP koalisyon ortaklığında “II. Milliyetçi Cephe” hükümetini 
kurdu.”) düşürülmüş, Ecevit hükümeti kurulmuştur. Görüşüldüğü üzere, bir milletvekili hariç diğer tüm milletvekillerine bakanlık koltuğu verilmiştir. AP’nin ‘ bir oya bakanlık ‘ cümleleriyle 
eleştirdiği bu hükümet ‘ Motel Hükümeti ‘ olarak anılmıştır. 

 Maraş Olayları 

 19 Aralık- 26 Aralık 1978'de Alevi-Sünni çatışmasının gerekli görülen her dönem bilinçli olarak kışkırtıldığı dönemlerden biri olan Maraş Olaylarında da aynı kışkırtmalar 
gerçekleşmişti. Kentteki Çiçek Sinemasında gösterilen milliyetçi bir filmin gösterimi sırasında Ökkeş Kenger adlı ülkücü bir gencin patlayıcı atması, Türk Solu tarafından olayların başlangıcı 
olarak kabul edilir. Olayın failinin solcular olduğunu iddia eden bir sağcı gurup ile bir ülkücü gurup, seyirci kitlesini etkileyerek, sloganlar atarak CHP il merkezine ve birçok yere saldırır. 

 Ertesi gün Alevilerin yoğunlukta bir başka bölgede bir kıraathane bombalanır. Bir Alevi vatandaş ölür. Aynı gün iki solcu öğretmen öldürülür. O dönem Maraş valisi olan Abdülkadir 
Aksu, bölgeye askeri güç gelmesini istemiş ancak bu isteği kabul görmemiştir. 22 Aralıkta, cenazelerin geldiği camide olay çıkaran ve cenazelerin kaldırılmasına, namazlarının 
kılınmasına itiraz eden bir gurup sağcının çıkardığı gürültü sonrasında gurup, kent çarşısına doğru yürür, burada bir Alevi-Sünni çatışması gerçekleşir ve 3 kişi yaşamını yitirir. 

 24 Aralık’ta saldırıların polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine, kentteki tüm polisler görev dışı bırakılır. Ortalık çok daha fena bir hal alır. Bölgeye asker gücü gelmek zorunda kalır. 

 Bu olaylar sırasında CHP iktidardır. Olaylardan sonra CHP’nin içişleri bakanı ve ülkücü ajanı olduğu iddia edilen İrfan Özaydınlı, olayların sebebinin sol örgütler olduğunu iddia etti, 
partisinden büyük tepki aldı. Bülent Ecevit ise olaylarının failinin uzun süredir direndiği sıkıyönetim talebine zorlamak için kontrgerilla tarafından çıkarıldığını belirtti. 

 Olaylar neticesinde birçok ilde sıkıyönetim ilan edildi. 105 kişi yaşamını yitirdi. Olaylardan sonra yargılanan Ökkeş Kenger çok ilginç bir şekilde beraat etmiş, soyadını Şendiler olarak 
değiştirmiş, daha sonra ise Kahramanmaraş’tan milletvekili seçilmiştir. 

 Burada bir not girelim. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği bir dönemde yaşananları bugünün şartları içerisinde çok daha kolay ve net isimlendirebiliriz ancak o 
dönem için bundan bahsetmek mümkün değildir. O dönem sol olarak kabul edilen CHP’nin sık sık faşizan ve ırkçı söylemlerine şahit olduğumuzdan kaynaklı olarak, tarihinin hiçbir 
zamanında olması gereken bir sol olmadığı, hatta iddialara göre solun yaşadığı kıyımlarda yer yer fail olduğu gerçeği yanısıra, Dersim gibi bir deneyim yaşamış olan bazı Alevilerin, halen 
CHP’li olması tutarsızlığı, sağcı kesimden birçok kişinin önce maşa olarak kullanılıp, sonra katledildiği gerçeği, mezhepsel ayrılıkları çatışmaya çevirmeyi bir gelenek haline getiren sağın 
şiddet içeren tutumları, bir dönemi aydınlatmanın ne kadar zor olduğunun kanıtıdır. Belki bugün tarafsız olarak yazmaya çalıştığımız tarihin bir bölümünün zorlanmasındaki neden, 
Ergenekon Davası süreciyle kısmen görebildiğimiz, işlerin ne kadar karmaşık yürüdüğü gerçeğidir. Sanırım ‘ tek tipçi ‘ siyaseti yürütmenin yolu, çok tipli katletmelerden geçiyor. 

 Muhtelif Gelişmeler 

 14 Ekim 1979'da yapılan seçimlerde, AP sandıktan ikinci parti olarak çıkar ancak Bülent Ecevit’in istifası üzerine Demirel azınlık hükümetini kurar. MHP ve MSP bu hükümeti dışardan 
destekler. Demirel bu dönem ‘ Yüz Gün planını ‘ açıklar. Güya, yüz gün gün içerisinde, anarşi ve enflasyon gibi iki temel sorunu kökünden çözecektir. 

 27 Aralık 1979'da Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren ve birçok üst düzey rütbelinin imzasını taşıyan ‘ uyarı mektubu ‘ (ıÜüTürk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati 
sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör 
ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla 
istemektedir.) Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e gönderilir. 

 24 Aralık 1980'e gelindiğinde ekonomik istikrarsızlık, üretimin azalması, yayılan karaborsacılık sonucu ortaya ekonomik önlemler zorunluluğu çıkar. Konuyla alakalı olarak 
Demirel, Turgut Özal’ı başbakanlık müsteşarlığına atar ve İMF ile bu kapsamda bir antlaşma imzalanır. 


     Şubat 1980'de ise o dönemin MSP başkanı Erbakan, Demirel Hükümetini kerhen desteklediğini açıklar ve o meşhur ‘ kadayıfın altı ‘ (ıÜüKadayıfın altı kızarmadan bu hükûmeti 
uzaklaştıracak olursanız, bu zihniyet milleti aldatmanın gene fırsatını bulacaktır. Onun için kadayıfn altının kızarmasını bekleyeceğiz. “ (Necmettin Erbakan, 13 Mart 1980 tarihli basın 
toplantısı)“18 Mayıs’a MSP il başkanları toplantısına kadar bekleyeceğiz. Kadayıfın altının kızarıp kızarmadığına bakacağız.” (Necmettin Erbakan, 23 Nisan 1980 tarihli basın toplantısı) 
teşbihini yapar. 

 Olaylara bir ekte Demirel’in bir açıklamasıyla yerleşir; ” 70 sente muhtaçız ” 

 Cumhurbaşkanlığı seçimi bunalımı ayrı bir pürüzdür. Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuştur ancak bir türlü oy birliği ile yeni bir cumhurbaşkanı seçilememiştir. 

 17 Haziran 1980'de Kenan Evren mevcut duruma bakarak, kod adı ‘ Bayrak Harekatı ‘ olan bir darbenin 11 Temmuz 1980'de yapılması talimatını, Genelkurmay 2. başkanı Necdet 
Öztorun’a vermiştir; ” ıÜüBütün Ordu Komutanlarına; Bayrak Planı’nın uygulanmaya giriş günü 11 Temmuz, saati ise: 04.00'dır.” Ancak 2 Temmuz’da Demirel hükümeti güvenoyu 
aldığı için ertelenmiştir. 

 Alevi- Sünni çatışmaları Maraş Olayları ile kalmaz, 1980 Mayıs-Temmuz aylarında Çorum’da meydana gelen olaylarda, MHP’den önemli bir isim olan Gün Sazak’ın, 27 Mayıs günü 
solcular tarafından öldürüldüğünün iddia edilmesi üzerine, zaten gergin olan ortamda, bir Alevi mahallesi olarak bilinen Milönü Mahallesine saldıran bir gurup ülkücünün çıkarttığı 
olaylarda, çoğu Alevi olmak üzere 57 sol görüşlü yurttaş öldürülür. Çorum Olayları, bir vahşet sahnesi olarak bölünmelerimiz arasındaki yerini alır. 

 Elbet aynı dönem Fatsa Nokta Operasyonundan da bahsetmeden geçilmez. Devrimci Yol’un bağımsız adayı olan, Fikri Sönmez, Fatsa Belediye Başkanıdır. Belediye halk komiteleri 
şeklinde örgütlenmiştir. Fatsa’da mevcut bu uygulamaları tehlike olarak gören Evren, 9 Temmuz 1980 tarihinde Fatsa’ya gider, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan kararla 11 
Temmuz sabahı, asker ve polis ‘ nokta operasyonu ‘ düzenlemiş, Fikri Sönmez ile beraber 300 kişiyi gözaltına alınır. 12 Temmuz’da sokağa çıkma yasağı ilan edildi ve kaymakam görevden 
alındı. Kenan Evren’in ‘ devletin hukukun uygulanmadığı, kurtarılmış bölge Fatsa ‘ olarak tanımladığı bu belde de, asker halk için kurguladığı kaderi çiziyordu. 

 Bardağı taşıran son damla ise Kudüs Mitingi‘dir. Erbakan 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın Anıtkabir’deki kısmı ile Genel Kurmay Başkanlığında yapılan kutlama törenlerine 
katılmamıştır. 23 Temmuz 1980'de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi sonucu MSP 6 Eylül Cumartesi günü, Konya’da ‘ Kudüs’ü Kurtarma Yürüyüşü Mitingi ‘ düzenler. Miting sırasında 
atılan ‘ şeriat ‘ sloganları, mevcut irtica tehlikesiyle(?) mücadeleyi tek görev haline getirenleri oldukça rahatsız eder. 

 Darbe 


 Kendiliğinden gelişmiş huzursuz siyasi ve sosyal ortam şartları biraz kendi halinde gelişse dahi, birazdan daha fazlası olarak tezgahlandığı 
ve tezgahın tuttuğu, zamanlardan sonra bir kesimce arzulanan ve hatta kurgulanan darbe günü gelir. 

 Her darbede olduğu gibi bu darbede de radyolardan halka okunan bildiriyle, asker yönetime el koymuştur. 13 sıkıyönetim 
bölgesine, 13 general sıkıyönetim komutanı olarak atanmıştır. Birçok derneğin faaliyeti durdurulmuştur. Emniyet Teşkilatı, Jandarma Genel Komutanlığının emrine verilmiştir. 20 
Eylül’de Evren, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Uslu’yu başbakan olarak görevlendirmiştir. 

 Darbeler, darbeye giden süreç, gerçekleşen darbe ve en kalıcılığı ve etkileri açısından darbe sonrası dönemleri ile mevcuttur. Türkiye’nin 12 Eylül dönemi, gelişme süreci ve darbe 
sonucu ile sınırlı değildir. 

 Darbeden hemen sonra, Demirel, Erbakan ve Ecevit’e birer pusula tutuşturuldu. Demirel ve Ecevit’e Hamzaköy Gelibolu, Erbakan ve Türkeş’e ise Uzunada İzmir adresi verilir. 

 Bu dönemden 1983 genel seçimlerine kadar Milli Güvenlik Konseyi adı altında askeri yönetim, Kenan Evren başkanlığında ülkeyi yönetir. 

 Darbeden hemen sonra, ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı idam edilir. Öyle ya, her iki taraftan birer 
kişinin idam edilmesi, sözüm ona bir eşitlik sağlayacaktır. Yerinin kışla olduğunu hiçbir dönem tam anlamıyla anlayamamış olan TSK 
içinden bazı isimlerin, tutarsız bir dönemde yarattıkları tutarlılık ancak iki eşit idam ile mümkündür. 

 19 Mart 1980'e gelindiğinde, idam kararı iki kez Yargıtay kararı ile iptal edilmiş olmasına rağmen, Erdal Eren hukuksuzca idam edilir. 
Bu hukuksuzluk uygulaması üzerine, bir vicdansızlık açıklaması, darbe mimarı Evren’den gelir; ‘ asmayalım da, besleyelim mi? ‘ 

 Bu dönem, her dönem olduğu gibi Kürtlerin de hiçe sayıldığı bir dönemdir. Bir milletin varlığı nasıl yok edilir, kelime oyunları ile 
asimilasyon nasıl sağlanır, soruları, akıl almayacak bir yorumlama ile Genel Kurmay Başkanlığınca bastırılmış ‘ Beyaz Kitap’ta, Kürt 
milletine kart-kurt-Kürt denilmesiyle cevap bulmuştur. 

 Sonra, YÖK, İç mihrakların yer yer yönetimi devrettiği dış mihrakların etkileri… 

  Sonra, bir itirafla gelen; ‘ Darbe olmasaydı ordu bölünecekti, Darbe biraz da ordu bölünmesin diyedir ‘. 

 Ancak darbe o yıllarda kalmaz. Darbecilerin, mevcutlarını devamlı kılma hastalığı sonucu yeni bir anayasa oluşturulur. Halen kullanmakta 
olduğumuz 1982 Darbe Anayasası, mavi rengin hayır, beyaz rengin evet olduğu, %92.7 ile evet, %8.6 ile hayır oyuyla kabul edilir. Ancak bu 
seçim, halk için mevcut bir anayasa oluşturmak için değil, güdümlü referandumla, sansürle, zorla uygulandı. Evren, hayır oyu konusunda telkin veriyordu, evet oyu için çeşitli gazetelere 
sansür uygulanıyordu. Tüm bu baskı altında ortaya çıkan anayasa sonrası, tüm yaptıklarına rağmen ortamın ruhundan faydalanarak Kenan Evren otomatik olarak Cumhurbaşkanı 
seçildi. Bugün halen yürürlükte olan ve yargılanması gerektiği halde yargılanamayan, darbe mimarlarından, Kenan Evren’in siyasi uygulamalarının imzasını taşıyan bir anayasa ile yol 
almaya çalışmamızdan daha garip ne olabilir ki? 

 Elbet bunlar, karıştırılacak birkaç kitap, birkaç internet sitesi ile edinilecek kronolojik bilgilerdir. Elbet bu bilgilere ek bilgiler de eklenebilir. Burada bilgilendirmeden çok 
bilinçlendirme niyeti önemlidir. Bilginin insana katacağı, söyleyecek söz ile kısıtlıdır ancak bilincin katacağı anlam yaşanacak alan ile bağlantılıdır. 

 O dönem öldürmeler, bilinçli olarak öldürmelere zemin hazırlamalar, hukuksuz tutuklamalar, insanın bırakın canına, onuruna ve şerefine en yüksek perdeden etki eden türlü 
türlü işkenceler, simgeleşmiş Diyarbakır Hapishanesi gibi gerçekler bu nedenle yukarıda yazılanlardan çok daha önemlidir. En azından o döneme ait bilinci oluşturmak açısından, çok 
çok önemlidir. Mesela bir utanç belgesi olan Diyarbakır hapishanesinin müze yapılması, kart kurt denilen Kürtlerin bir millet olarak hukuksal düzeyde tanınması, Evren’in yargılanması çok 
çok önemlidir. Solu, Kemalist anlayışın tekelinden kurtarmak çok önemlidir. Tarlaları sürenlerin kimler olduğunun ortaya çıkması çok çok önemlidir. Türk-İslam sentezinin, İslam 
ile bağdaşamayacağını vurgulamak çok çok önemlidir. 

 Şimdi ben bırakıyorum, kalemi o dönemin canlı şahitlerinden bir İslâmcı, bir ülkücü ve bir solcu anlayışa amade kılıyorum, tam da olması gerektiği gibi. Çünkü yazmak eylemdir, oysaki 
yaşamak yazılanları anlatmak açısından erdemdir. 


Yıldönümünde, Röportajlarla, Referandum Gölgesinde 12 Eylül Darbesi(2):

Mehmet Nazım Öztürk 

“… İnsanları gözlerini bağlayarak alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. 
Sorguya götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara 
içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, 
ne dedektiflik kabiliyeti. Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini 
vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. …” 

C.B: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 12 Eylül dönemi ve bugüne dair kendinizi tanıtabilir misiniz? 

N.Ö: Adım Mehmet Nazım Öztürk. 56 yaşındayım. Elektrik mühendisiyim.Üç erkek evladım var. Solcuyum, Ateistim. Eşitlik ve Demokrasi Partisi İstanbul il 

Y.K. üyesiyim. 

12 Eylül darbesi olduğunda, Tüm Sağlık Elemanları Derneği yöneticisi idim. Aynı zamanda İlerici Gençler Derneği üyesi ve illegal T.K.P taraftarı idim. (lütfen şu anki milliyetçi sahte T.K.P 
ile karıştırmayın) 

C.B: 12 Eylül dönemini o zamanlar nasıl okuyordunuz, ideolojiniz, fikirleriniz daha çok hangi tarafa yakındı? 

N.Ö: O zamanlar, toplu halk ayaklanması ve işçi sınıfının önderliğinde yapılacak bir devrim’e inanıyorduk. Sovyet tipi bir ülke kurulmasını istiyorduk. 

 Tüm sömürünün ortadan kalktığı ve halkın yönetimde olduğu bir ülke. Bireysel şiddete karşıydık. TKP’nin yasala 
çıkmasını, yasal parti olarak çalışmasını istiyorduk. Parti, silahlı eylemlere karşı idi. Fabrikalarda ve gençlik içinde 
örgütleniyorduk. Kadın, Barış, Sanatçılar, Kırsal kesim örgütlenmeleri de yoğundu. 

 Ancak sol güçlü olmasına rağmen çok parçalı ve birbirleri ile anlaşamayan yapılar halinde idiler. 

 Bu günkü sol ile karşılaştırılamayacak kadar güçlü idiler aynı zamanda. 

 CHP dışı sol, 500.000 kişilik mitingler yapabiliyordu. 12 Eylül’ün arifesinde, öldürülen Kemal Türkler’in cenazesi milyon kişi ile kaldırılmıştı. 

 Darbeyi Amerikancı generaller ve onun işbirlikçileri, yani ülkenin kaymağını yiyen Oligarşik gurubun yaptığını biliyoruz. O günde, bu günde aynı şeyi düşünüyorum. 

C.B: Bugüne geldiğimizde siyasi düşüncelerinizde herhangi bir değişiklik oldu mu? 

N.Ö: Elbette, bu gün geldiğim noktada görüşlerimizde değişiklikler oldu. O zamanlar, sol kendi içine kapanıktı. Daha çok birbiri ile rekabet halinde ve karşıt sağ çetelerin saldırılarına 
karşı koymak üzerine konuşlanmıştı. Gençliğimiz, cenaze kaldırmak, silahlı, bombalı saldırılara karşı koymakla geçiyordu. 

 Okula gidip gelmek, bir mahalleden diğerine gidip gelmek, ölüm riskleri içeriyordu. Ki ben gündüz Cerrahpaşa tıp fakültesinde, elektrikçi olarak çalışıyordum, gece de Yıldız 
Üniversitesine devam ediyordum.. 

 Nerede ise tüm sağ görüşlüleri düşmanımız ve bize saldırabilecekler olarak görüyorduk. Ortalık toz duman idi. Bu gün oynanan derin devlet
operasyonlarının, çok daha fazlası, tüm 
şiddeti ile tepemizde idi. 

C.B: O günden bugüne zihinsel değişimler yaşadık, bunu neye bağlıyorsunuz? Ya da değişim olduysa bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Geçen otuz sene içinde ne değişimler olmadı ki. 


 Sovyetler ve diğer Sosyalist ülkeler birden bire çöküverdi. Bu çöküşü, Amerikanın oyunlarına bağlamak, sığ tahlilinin yanında, Çöküşün hangi tarihsel hatalardan kaynaklandığını, 
sorgulamaya başladık. 

 Birer tabu halinde olan katı dogmatik ideolojiler, ve İsimler, tartışılabilir oldu. Tamamı ile olmasa da tabu olmaktan çıktı. 

 Tabulardan kurtulmayı becerebilenler, sorgulamaya başladı. Kendi ülkesini araştırmaya ve kendi halkını tanımaya başladı. Daha objektif bir bakışla, tarihimizi, kültürümüzü, irdelemeye, 
yeniden öğrenmeye başladık. 

 Benim gerçekten ezberlerim bozulmaya başladı. Ve bu ezberlerin bozulması süreci halen de devam ediyor. 

C. B: O günlere dönmek istiyorum, bize 12 eylül öncesi ve sonrası Türkiye’de mevcut siyasi ve sosyal şartlardan bahsedebilir misiniz? 

N.Ö: Yukarıda da bahsettim. Sağ Demirel’in başkanlığında, M.C. idi, Sol legal- illegal sol gurup ve partilerin yanında, Ecevit önderliğindeki C.H.P idi. Bu günkü CHP’nin konumunda olan CGP 
vardı ve MC içinde idi. DİSK, TÖB-DER gibi örgütler çok güçlü idi. 

 Ülke, geniş gümrük duvarları ile çevrilmiş, sosyal hakların kıt olduğu, yüksek karların ve ülke kaynaklarının, Bir avuç sanayici, bankacı, ve asker-sivil bürokrasi tarafından talan edildiği bir 
dönemdi. Bir general emekli olduğunda, bir sanayi kuruluşu ya da bir bankanın yönetim kurulunda yeri hazırdı. 

 Yükselen bir sosyal hareketlilik, buna karşıda, derin devletin örgütlediği çeteler ve onların katliamları vardı. Bu süreç, ister istemez, birçok kişiyi ve örgütlenmeyi, bu çatışma sürecinin 
içine çekmişti. 

 12 Eylül’den önceki yaklaşık iki yıl ülkede sıkıyönetim vardı. Ancak günde 10-20 kişi ölmeye devam ediyordu. Bakın burası önemli bir nokta. Sanki birileri, çatışmaların son sürat devam 
etmesini arzuluyor ve teşvik ediyordu. Çatışan yada çatışmaya hazır kesimler arasında hiç bir diyalog ortamı yoktu. Sol-sağ ile, Sol-sol ile, derin devletin çeteleri, tüm kesimler ile çatışma 
ve katliamlara varacak eylemler içinde idi. 

 Biz silaha tapan bir yapılanma içinde değildik. Ancak silah bulmak o kadar kolaydı ki. 

 Çok geniş ve güçlü grevler yapılıyordu. 

 12 Eylül’de, bu silahlar birden susuverdi. Aslında işin önemli noktası bu. 

 Darbeden sonra, bir insan avı başladı. Yıllarca kışkırtılan çatışma ortamından ve akan kandan bıkan, geniş halk kitleleri suskundu. İstanbul’daki grev çadırları boşalmıştı, ancak 
darbeciler, ne olur ne olmaz diye, bir hafta dokunamadılar. Belki de bir tepki bekliyorlardı. 

Halk tepki göstermedi. 

 Legal ve kendini illegal sanan sol örgütlerin üzerine balyoz tüm şiddeti ile indi. Dile kolay, 650.000 kişi tutuklandı, işkence gördü, asıldı, öldürüldü. 

 Birçok sol gurup illegaliteye çekildi. Ancak bu her zaman çok kolayca olamıyor. Bazıları dağa çıktı, bir kısım insan şu ya da bu şekilde ülke dışına çıktı. 

C.B: Bu günden 12 Eylül’e baktığımızda yorumlamalarınız değişti mi? 

N.Ö: Bugünde 12 Eylül üzerine olan düşünce ve kanaatlerim değişmedi. Amerikan devlet adamları demeç vermişlerdi. Bizim çocuklar iyi iş başardı diye. Yıllar boyu, senaryolar yazıp 
uyguladılar, 1 Mayıs 77'yi, tam göbeğinde yaşadım. Çorum, K.Maraş vb. katliamlar bir türlü ortaya çıkartılamadı. Bu provakasyonların, Amerika’nın ve kontrgerillanın birlikte 
düzenlediklerine o günde , bu günde inanıyorum. 

 Ancak, bugün şunu da görebiliyorum, sağa inanmış, Müslüman, milliyetçi, ve sol da olan birçok oluşumu bu oyunun ve provakasyonun içine çekebilmişler, ve bu büyük senaryonun 
figüranları haline getirebilmişler. 

C.B: Biraz çekinerek soracağım, malum bazı yaşadıklarımız geçmiştedir ancak ağırlıkları gelece yansımıştır. Siz o dönem yargılandınız mı, tutuklandınız mı? Bu süreci paylaşabilir 
misiniz? 

N.Ö: Darbeden sonra, ekim sonu gibi gözaltına alındım. Gayrettepe ve Selimiye’de 68 gün kaldım. Tutuklanmadım, çünkü tutuklanacak delil ve kendi ifadem yoktu. 

 Gayrettepe (ki orası ana işkence merkezlerine göre daha hafifti) belki de tam bir kıyım yeri idi. 

 Eski bir özel okul binasıdır o bina. Mahallelerin ortasında. Üç metrekarelik hücrelere ayırmışlar, eski okulun alt iki katını. Eskiden kantin olarak kullanılan katta idik. Üç 
metrekarede altı kişi, Işık yok, yatacak oturacak yer yok. Sadece bir tepsi büyüklüğünde bir tahta parçası var yerde. onun üzerinde sırayla oturuyoruz. Bizlerden para topluyorlar, süt, 
yoğurt, bisküvi, ekmek, zeytin, helva alıyorlar. Bu malzemelerin kağıt ambalajlarını biriktiriyoruz yerde üzerine oturmak için. Soğuk ve nemli.24 saat işkence sesleri geliyor. Hele 
de kadınların çığlıkları. Hala geceleri kulağıma o sesler gelir. İnsanları gözlerini bağlayarak alıp sorguya götürüyorlar. Getirdiklerinde, insanlığınızdan çıkmış halde geliyorsunuz. Sorguya 
götürülüp günlerce sonra getirilenler var. Bir aya yakın süre, lağımın içinde tutulan insanlar gördüm. Vücutları yara içinde idi. Tek yöntemleri, işkence ile suçu kabul ettirmek, hatta 
yapmadıklarını bile üstlenmeni sağlamak. Ellerinde ne bilgi var, ne dedektiflik kabiliyeti. 

Kemik kırarak, en zalim işkenceleri yaparak kabul ettirmek, ve insanların çok ama çok insan ismini vererek, o insanlarında oraya getirilmesini sağlamak. Tek amaçları bu idi. Ve hepsi 
aptal, acımasız polislerdi. Benden bir iki hafta evvel babam orada kalmış ve çıkmıştı. Babamla benim aramdaki akrabalık bağını dahi kuramadı salaklar. Ben kendi örgütümün soruşturması 
için değil, başka bir gurubun ” işlediği ” suç için alınmıştım. Bütün eziyetleri, üstlenmem doğrultusundaydı. 

 Çok yazıldı, çizildi söylendi o günler için. 

 Ben farklı bir şey söyleyeyim. Çıktıktan kısa bir süre sonra Gayrettepe’nin tüm etrafını gittim, dolandım. Apartmanlarla çevrili bir bölge, Emniyet binasına 8-10 metre yakın apartmanlar 
var. Aileler yaşıyor, çocuklar oynuyor sokaklarda. Ve bir kaç metre yakınlarında, bir işkence merkezi çalışıyor. Tüm feryatları ile ve çocuklar büyüdü o apartmanlarda. Duyulsun, 
korkulsun istendi çünkü. 

 Birde BİT konusu var. Hayatımda ilk kez bit ile tanıştım. Aman ne kadar çok bit. Her yer bit, çığlıklar, yürüyemeyen insanlar. 

 Alacakları ifadelerde, hayatınızı yazmanızı istiyorlar. İlkokul öğretmeniniz kim. Size ilk kitabı kim verdi. İş arkadaşlarınızın ismi, okul arkadaşlarınız, akrabalarınız, samimi olduğunuz 
komşularınız. Yanılıp ya da dayanamayıp bu isimleri yazdığınızda, o insanlarda, ertesinde getiriliyor buraya. Suç aramak falan yok. 

 Bir anektot daha, gözlerinizi bir çaputla bağlıyorlar, sorguya götürülürken. Ve sakın bu bağı çözmeyin diye hatırlatıyorlar. Gözleriniz bağlı işkence görüyorsunuz. Gözünüzün bağını ola ki 
çözdüğünüzde, tüm polisler, masaların arkasına tam siper atıyorlar kendilerini. 

Tanınmayacaklar ya. Peşinden de gelsin yeni metodlar. Gözümü çözüp onların saklandıklarını gördükten sonra, bir tanesi beni duvarlara vurdu. Nefessiz kaldım. Nefes alamıyorum… 

C.B: Çok özür dileyerek soruyorum, işkence desem… 

N.Ö: Yukarıda da anlattım. İşkence ikiye ayrılıyor. 

Gözaltı süresindeki, konuşturmak, üstlendirmek, yeni insanların ismini almak için yapılanlar, ilki bu. 

 Gözaltı süresi 90 gün idi. Bu süre içinde, kimse ile görüşemezsiniz. Sizin orada olduğunuzu bile söylemezler, sizi arayan eşinize, ananıza, babanıza. Ya sorguda, işkencedesinizdir. Ya da 
hücrede. Gece mi, gündüz mü bilemeyebilirsiniz. Günde bir kez tuvalet izni çıkar, 2 dakika. O iki dakikada da, hem ihtiyaç giderirsiniz, hem de içtiğiniz süt, yoğurt kabına su doldurursunuz 
heladan. 90 günün sonunda sizi askeri savcıya çıkartmak zorundadırlar. Ancak, gidip, savcılıkta bırakıldı gösterilip, tekrar getirilip bir 90 gün daha kalabilen insanlara şahit oldum. 

 Her türlü işkence var orada, sıralamayayım şimdi. Falaka, kaba dayak, su, elektrik benim şahit olduklarımdı. Ama hücrede bir arkadaş, kedi ile birlikte bir çuvala konulduklarını, ve 
çuvala sopalarla vurduklarını, çılgına dönen kedinin arkadaşı kan revan içinde bıraktığını anlatmıştı. 

 Benim işkenceyi anlatmam, en ağır işkenceleri gören, paramparça olan, orada son nefesini verenlerin yanında haksızlık olur kanısındayım. 

 Bu gözaltı sürecinden sonra askeri binalara gidiyorsunuz. Askeri savcı sizleri bir kez daha sorguluyor ve ya tutuklanıp askeri ceza evine gidiyorsunuz, ya da tahliye oluyorsunuz. 
Selimiye’de de diğer yerler gibi, oh işte işkencehaneden kurtuldum derken, hoş geldin dayağı ile karşılanıyorsunuz. Bu dayak başka bir şey, İşkenceden farklı, Allah ne verdi ise, kırıp 
geçiriyorlar. Ayrıca savcı sırası beklerken, her an dayak yiyebilirsiniz. 

 İşkencenin diğer bir safhası askeri ceza evinde tutuklu ya da hükümlü olarak yatarkenkidir. Diyarbakır, Mamak, Metris bunlara en acı örnektir. Yıllarca, ve her dakika süren bu işkence, 
sizi insanlığınızdan çıkartmak, robotlaştırmak, itaatkar insan yada itirafçı yapmak içindir. Buralarda yüzlerce insan öldü, bu uygulamalarda, yüzlercesi de, çıkınca, dağa çıktı. 

 Yani işkence ikiye ayrılıyor. Sorgu sırasındaki konuşturmak, itiraf ettirmek, üstlenilmesini sağlamak, dışarıdan yeni isimlerin getirtilmesini sağlamak için. 

 Ve cezaevinde, robotlaştırmak, yıldırmak, itirafçı olmaya zorlamak için yapılanlar. 

 Tabii ki, birde, bu yatan insanların ailelerinin yaşadığı işkenceler var… 

 Ben içerden çıktığımda, 3-4 tırnağım yoktu. Oğlum daha 3-4 yaşlarında idi. Görmüş ve hafızasına kazımış. 1988 de tekrar gözaltına alındım, 9-10 gün sonra salındım. Eve 
geldiğimde, oğlum koşarak geldi ve hemen parmaklarıma, tırnaklarıma baktı.Yerinde duruyorlar mı, bilmek istedi. 


 Son bir, not daha; insana elektriği cinsel organından ve kulağı ya da parmağından kabloları bağlayarak veriyorlar. Benimle dalga geçmişlerdi, ”Artık bir daha çocuğun olmayacak, i.ne 
oldun” demişlerdi. Yaşları 13 olan ikiz oğullarıma bakınca, hep hatırlarım bu lafı. Gözlerinin önünde karısına tecavüz edilenler mi desem, ya o kadınların çığlıkları… 

C.B: 12 Eylül sonrası malum birden kargaşa ve şiddet ortamı duruldu, neredeyse darbe ile sona erdi, bunu nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Yine yukarıda bahsettim. Derin devlet, vesayet rejimi, Amerikancı oligarşi, ne derseniz deyin, bu ülkeyi 100 yıldır zulümle ve birbirine düşürerek, halkları, birbirine düşman ederek, 
ve kanlı senaryolarını, uygulamaya, tüm kesimleri de figüran olarak olaya katarak sürdürdü. 

Hepsi, kendi yağma düzenlerinin sürdürülmesi için. İşlerine geldiğinde dozajı arttırarak ortalığı kana verdiler, Darbe ile başa geçtiklerinde, ortalık sütliman oldu. 

 Burada bir şey anlatmalıyım. Gözaltında iken, bir sol örgütü olduğu gibi toplayıp getirmişlerdi. 

 Hepsi hepsi 30-35 kişilik bir örgüt. Küçük ama ismi büyük. Ciddi suikastlara adları karışmıştı, ciddi de soygunlara. Bu örgütün 3 numaralı ismi ile aynı hücrede kaldım; Tuncay. Adam bir 
yüksek rütbelinin oğlu, karısı da Gayrettepe’de. Örgütün kasası. Paralar onda duruyor. ”Örgüt” şüpheleniyor, adamın evini basıyor, ve hepsi orada toparlanıp geliyorlar. Adam ajan 
çıktı. 3. numaralı adam. O örgütün nerede ise yarısı idam cezasına çarptırıldı. Tuncay nerede, hangi ülkede, hangi isimle yaşadığını, devlet açıklasın. 

C.B: Peki, darbe döneminden sonra hayatınız hem içsel olarak hem de sosyal olarak normale döndü mü? 

N.Ö: Darbeden sonra, çoğu insan karamsarlığa kapıldı. Bir kısmı her şeyden elini eteğini çekti. Ya iş adamı olmaya çalıştı, ya da alkole sığındı. Ben hala inandığım değerleri savunuyorum. 
Aynı ideolojik çizgide değil belki, ama zulmün, yoksulluğun, ortadan kalkması, gerçek adaletin sağlanması vb. konularda mücadelem farklılaşarak sürüyor. 

 Sosyal yaşamımız, çok etkilendi tabii ki, bizlerdeki ani parlamalar, zaman zaman agresifleşmeler, bu dönemin ürünü. 

 İş yaşamımızda, hep ötekileştirmenin acılarını yaşadık… 

 İlginç bir yaşantımı paylaşayım. Ben elektrik-elektronik sistemler kuruyorum. Tabii ki, devletle, hükümetle, belediyelerle, ve kapitalistlerle bağlarımız olmadığından, işi ihalede 
alanın işini, taşeron olarak yapıyoruz. İşi biz yapıyoruz, parayı ihaleyi alanlar kazanıyor. Bizde çorbamızı içiyoruz sadece. 

 90'lı yılları başı idi, Bir mimarlık şirketi, İstanbul Levent’teki Harp Akademilerinden bir iş almış. 

 Kurmaylık imtihanında, 3 salon olacak, kırmızı ve mavi kuvvetlerin salonları, ortada da jüri odası. Elektronik ortamda savaş yapacaklar. Bu üç salonun tüm elektrik ve elektronik 
sistemlerini kurma işini taşeron olarak aldık, mimarlık firmasından. 

 Araç giriş ve eleman giriş belgelerimiz verildi, 15 gün çalıştık, yüzlerce kablo çektik, binlerce kablo ucunu kodladım. Artık, montaja geçeceğiz. Bir sabah, girişte, sertçe azarlandım, 
belgelerim elimden alındı ve kovuldum. 

 Mimar bana telefon etti, beni yaktınız, mahvettiniz diye. Adam, 2 saat sonra tekrar aradı, Makine taşeronu mühendis de seninle aynı komünist çıktı, mahvettiniz beni dedi. 


 Kodlamaları ben yapmışım, kimse müdahale edemiyor, sürede azalıyor. Bir hafta sonra geri çağırıldım. Yanıma bir yarbay verdiler, adam bana karşı çok kibar, ama tuvalete bile yanımda 
geliyor. Neyse sistemi çalıştırdık, teslim ettik daha sonra. 

 Darbe sonrasını, kendimi işime vererek, yoldaşlarımla bağlarımı koparmayarak, ülkemi tanıyacak çok ama çok kitap okuyarak, en az psikolojik zararla atlattım diyebilirim… 

 Ancak, 5-6 yıl yarı illegal olarak yaşamak, askerliğimi 33 yaşımda yapmak gibi çok zorluklar yaşadım. 

 Askerde, 20 gün sonra, beni uyduruk bir göreve çektiler, ağaç dipçikli 1000 yıllık Kırıkkale tüfekle bir kez ateş edebildim. Halbuki, ben istihtamcı idim. Hiç bir şey göstermediler bana. 
Yinede ben diğer arkadaşların yanında en şanslısıyım. 

C.B: Sizce darbe nedir? Şartlara göre gereklidir, diyebilir misiniz? 

N.Ö: Darbe, bir sınıfın yada çıkar gurubunun, iktidara ve iktidarın nimetlerine, şiddet yolu ile kaba olarak, hile ile el koymasıdır. 

Asla gereklidir diyemeyiz. Gereklidir diyenler, korkutulmuş insanlardır. Ya da, ” hırsız çalsın, kaçsın, dökülenler bana yeter” diyen zavallılardır. 

Ne yazık ki, ülkemizde, yüzyılların getirdiği ötekileştirmeler, suni yaratılan korkular, darbecilerin değirmenine su taşıyor. 

C.B: Bugün malum Ergenekon yapılanmasına dair itiraflara şahit oluyoruz, halen süren bir dava var, 12 Eylül ve Ergenekon ya da derin devlet siyaseti arasında bağlantı kuruyor 
musunuz? Ya da 12 Eylül’ün mimari sizce kimlerdi? 

N.Ö: Bu gün, değil 12 Eylül’ü, 12 Mart’ı, 27 Mayıs’ı yapanlarla, Ergenekon’un arasında bağ kurmak, ” 31 mart gerici ayaklanmasını” tezgahlayanlarla bile bağ kuruyorum. Bu 100 yıllık 
bir sürecin günümüz versiyonu. Ergenekon’un kökü, 31 Mart ”ayaklanmasını ”tezgahlayanlara kadar gidiyor bence. 

 Burada, Amerika’nın rolünü de unutmamak lazım. Değişen dünya şartlarında, bugün niçin darbeleri rahatça yapamıyorlar. Amerika’nın, şu an işine gelmemesi de bir nedeni olmasın 
sakın? 

C.B: Türkiye malum militer bir yapıya sahip, hatta birçoğumuz için ‘ her Türk asker doğar ‘. Darbe yıllarını yaşamış biri olarak, TSK algınız nedir? 

N.Ö: İmparatorluk artığı bu topraklarda, onlarca ulusu harmanlayıp, o çağın kapitalist dünyasının ihtiyacı olan ULUS DEVLETİ yaratmak pek kolay olmamış, hatta başarısız olmuş 
günümüzde gelinen nokta itibariyle. 

 TSK derhal, asli görevine dönmeli, elini siyasetten ve ekonomik ilişkilerden çekmelidir. Dünyada, ülke içindeki 5. büyük holdingin sahibi, başka bir ordu var mı, Allah aşkına? 

 1.000.000'na yaklaşan bir ordunun, içinde 150.000 asker, emir eri olarak görev yapıyormuş, 70.000 kadar da, orduevinde hizmetçilik yapan asker varmış. Tayland ordusunda, böyle bir 
şey yok ya… 

C.B: Biraz da gündeme dönmek istiyorum. Önümüzde bir Referandum süreci var, özel değilse Referandum oyunuz nedir ve oyunuzun gerekçeleri nelerdir? 

N.Ö: Oyumun rengini, değil saklamak, sokaklarda haykırıyorum. 

BUGÜN EVET, YARIN YENİ BİR ANAYASA, DEMOKRASİ İÇİN EVET, YETMEZ, AMA EVET. 

 Ülkemin, en az Avrupa’da olduğu kadar demokrasiye kavuşmasını istiyorum. 12 Eylül darbecilerinin, ördüğü, kalın duvarda, bir delik açılmasını arzuluyorum. Oradan içeri güneş 
ışıklarının gireceğini, bir sonraki hamlede, askeri vesayet rejiminin anayasasının değişebileceğini umuyorum… Bizlerin, Alevi, Sünni, Kürt, Türk, inanan, inanmayan, kadın, 
erkek, gidecek başka bir ülkemiz var mı? Bu ülke sınırlarında doğduk, yaşadık yüzyıllarca, ve yaşıyoruz. Bizleri ötekileştirenler, bu ülkenin kaymağını yalayıp yutanların, onlarca ülkeleri 
var, gidecek…Bizleri bir arada, huzur içinde yaşatacak, suni karşıtlıkları ortadan kaldıracak olanda adaletli demokratik bir sistemin yerleşmesidir. Bu değişiklikler, ufak, az, korkarak 
yapılmış değişikliklerdir, Ama bir sivil başlangıçtır. 

 Çocukluğumdaki bir anı geldi aklıma. 12 Mart günleri, 15-16 yaşındayım. Babam, amcalarım, ağabeyim tutsak. Kartal Maltepe askeri ceza evindeler. O gün amcamın duruşması var, 
avukatla beraber, dinleyici olarak gittim Selimiye ye. Amcam söz istedi, ilk duruşması. Ayağa kalktı, ve işkencede makatına nasıl cop sokulduğunu anlatmaya başladı. Hakim bağırmaya 
başladı, amcamı azarladı, iki asker geldi ve sertçe amcamı oturtup susturdular. 

 Amcam yayınevi sahibi idi, suçu kitap. Yargılayanlar, askeri üniformalı kişiler. 

 Sivillerin bu değişiklikden sonra askeri mahkemelerde yargılanmayacak olması, devlete karşı suç işleyen, çete oluşturan askerlerinde sivil mahkemelerde yargılanacak olması, yeterli 
neden değil mi? 

C.B: Toparlayacak olursak 12 Eylül darbe yıllarını yaşadıklarınızdan yola çıkarak nasıl yorumluyorsunuz? 

N.Ö: Ülkemde yapılan bütün darbeler, yaşanan süreç, Ergenekon gerçeklerinin su yüzüne çıkması, hemen herkese göstermeli ki, bu ülkede en başta eksik olan ADALET, DEMOKRASİ, ve 
REFAH’ın ADİLCE PAYLAŞILMAMASI. Tüm, namuslu insanlar, insanlığından nasibini almış tüm kişiler, bu ülkenin sivilleşmesi, demokrasinin tüm kurumları ile oluşması için mücadele 
etmeliler. 


 Darbeciler, 650.000 kişiyi tezgahlarından geçirdiler, hayatlarını kararttılar, bitti mi? 

 30 yıllık savaşta 40-50.000 kişi öldü, 17.000 faili meçhul var. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Aileler hala kayıplarını arıyorlar. Bir bölgenin halkı ağır travmalar yaşadı, 
bedenlerinde, ruhlarında… 

 5.000.000 gencimiz askerliğini, savaşın en yoğun olduğu bölgede geçirdi. Bunların büyük kısmı, şu anda yoğun psikolojik tedaviye muhtaç. Her gün aramızda yaşıyorlar, dolaşıyorlar… 

 Çok anlattım belki. İsteğim ve amacım, tüm mazlumların, tüm vicdan sahibi olanların, tüm insanım diyenlerin, birlik olması. Ötekileştirme planları ile ayrıştırılanların, birbirlerini 
tanımaları, anlamaları. Mahalleler arasına örülen duvarların yıkılması. 

 Demokrasinin tüm kuralları ile gerçek yaşamda yer bulması. Sivil bir anayasa, sivillerin yönettiği bir ülke. Tabii ki, en başta refahın adaletli bölüşümü… 

C.B: Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler.