Düşüncenin Evrimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Düşüncenin Evrimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2017 Pazar

Jeopolitik Düşüncenin Evrimi



Jeopolitik Düşüncenin Evrimi 


Yrd. Doç. Dr. Murat Yeşiltaş 


Bugün burada ele alacağımız konu; eleştirel Jeopolitik perspektiften Ortadoğu’yu nasıl anlayabiliriz? Ayrıca bugün Ortadoğu’da yaşanan tarihsel dönüşümün, tarihsel kaynaklarına da baktığımız zaman, nasıl bir süreklilik arz ettiği üzerine durulacaktır. 

Başlangıç olarak her tarihsel dönemin aslında büyük dönüşümler sonrasında ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Küresel sistemin dönüştüğü dönemlerde, 
uluslararası sistemin alt bölgelerinde (Ortadoğu veya dünyadaki diğer bölgelerde) önemli değişimler olmaktadır. Bizler bu değişimlere tarihin farklı dönemlerinde şahitlik ettik. Diğer yandan, bu duruma tarihsel olarak baktığımızda söz konusu değişim sürecinde devletlerin ve toplumların kendilerini tanımlama süreci olduğunu gördük. Değişim sürecinde toplumlar ve devletler kendi durumlarını yeniden değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Bugün aslında Ortadoğu’da böyle bir değişimin yaşandığı dönemden geçmekteyiz. Özellikle Arap Baharı kavramı çerçevesinde, Ortadoğu’da bugün uluslararası siyaseti, bölgesel siyaseti ve Ortadoğu’nun içerisindeki farklı unsurları toplumlar ve devletler yeniden düzenleme ihtiyacı hissetmektedir. 

Arap Baharı kavramını bugün aslında İkinci Arap Baharı olarak da kavramsallaştıranlar olmuştur. Bu görüşe göre; Arap Baharı’nın birincisi 

20. yy. başlarından sonlarına doğru Arap ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmaları ile devam eden süreç kast edilirken, günümüzde Ortadoğu’da 
yaşananlar birçokları -özellikle Uluslararası İlişkilere ve Uluslararası Siyasete Ortadoğu’dan bakanlar-tarafından İkinci Arap Baharı olarak tanımlanmaktadır. Ancak günümüzde yaşanan Arap Baharı tıpkı bir önceki gibi toplumları yeni bir meydan okuma ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu meydan okuma kuşkusuz sadece Ortadoğu coğrafyasındaki devletlere karşı değil, bütün küresel sisteme ve uluslararası topluma karşı bir meydan okumadır. Söz konusu meydan okumaya her devlet ve her toplum farklı şekillerde yanıt üretiyor. Mevcut duruma bakıldığında ise bahsi geçen meydan okumalara tam olarak bir cevap üretilmediğini de görmekteyiz. 

Birinci Arap Baharı olarak tanımlayabileceğimiz dönemde Ortadoğu’da devletin gücü ekseninde tahkim edilmiş bir Ortadoğu siyasetine şahit olmuştuk. Ulus-devlet denilen yapı, Birinci Arap Baharı’nın temel sonuçlarından bir tanesidir. Tarihsel olarak farklı devletlerin hangi kimlik üzerinden inşa edildiğine bakılmaksızın Ulus-devlet birimi üzerinden tahkim edilmiş bir Ortadoğu ile karşı karşıyaydık. Bugün ise çok farklı bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız. Bugün, Ortadoğu’nun daha fazla meydan okuma ile karşı karşıya kaldığı ve devlet düzeyindeki yanıt vermelerin yetersiz kaldığı bir dönemdeyiz. Artık Ortadoğu’nun daha fazla toplumsallaştığı ve devlet dışı aktörlerin daha fazla arttığı bir dönemdeyiz. Bu yeni durumun ortaya çıkardığı sorunlar mevcuttur ki bu sorunları halen yaşamaktayız. Özellikle Arap Baharı’nın ortaya çıkması ile birlikte, aslında çok temel iki vadi vardı. Birincisi demokratik konsolidasyon yaşanacaktı, ikincisi ise demokratik konsolidasyondan sonra stratejik bir 
bölgesel restorasyona girilecekti. Eğer Arap baharı başarıya ulaşsaydı, yeni eski soğuk savaş bakiyesi ya da 20.yüzyıl bakiyesi stratejik antogonizmaların 
yada jeopolitik rekabet hatlarının dönüşeceği ve yeni bir jeopolitik dönemin açılacağı bir devire girecektik. 

Ancak geçen son 3 yıl içerisinde tecrübe ettiğimiz gibi bunun ikisi de yaşanmadı. Birincisi Tunus hariç demokratik konsolidasyon hiçbir ülkede başarılı olmadı, ve birçok ülkede daha farklı antogonizmaların ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin 20. yy. erken dönemlerinde Ortadoğu’da, Ulusüstü birimlerin çok fazla devrede olmadığı bir dönem ile karşı karşıya kaldıysak da, bugün Ulusüstü birimlerin daha fazla devrede olduğu bir dönemdeyiz. Bununla beraber örneğin yeni çatışma biçimleri ortaya çıkmaya başladı. 


20. yy. ilk yarısında Ortadoğu’nun küresel sistem içerisindeki temel konumu, küresel siyasetin merkezi alanlarından biriydi ve bu anlamda (Küresel Siyaset/Sistem) Ortadoğu’yu dışarıya doğru patlayan/açılan bir coğrafya olarak tasvir ediyordu. Bugün Ortadoğu’daki düşmanlık, antogonizma dediğimiz stratejik rekabet alanların değişmesi Ortadoğu’yu adeta içeriye doğru patlayan bir birim haline getirdi. Bu bağlamda Uluslararası Toplum, Bölgedeki Devletler veya Türkiye, Ortadoğu’daki meydan okumaya doğru ve yeterli bir cevap üretemediği takdirde, Ortadoğu adeta tarihin dışında kalma riski ile karşı karşıyadır. Bu sebepten dolayı Ortadoğu’nun bulunduğu süreç son derece ciddi bir süreçtir. Bugün üzerinde duracağım konu Ortadoğu’nun coğrafi bir bölge olarak nasıl ortaya çıktığını ve nasıl dönüştüğü üzerine olacaktır. Bu anlamda 
konuya iki temel çerçeveden bakılacaktır. 

Öncelikle Eleştirel Jeopolitik Perspektiften hareketle Ortadoğu’yu anlamaya çalışıyorum. Eleştirel Jeopolitik Perspektifi anlamak için ise Klasik Jeopolitik dediğimiz Ortadoğu ile doğrudan ilgili olan devlet merkezli ana akım realist paradigmaya dayanan ve onun üzerinden yükselen bir anlayışla karşılaştırarak Ortadoğu’nun hem içinde bulunduğu durumu, hem de tarihsel olarak dönüşümünü anlayabiliriz. 

Bilindiği üzere Eleştirel Jeopolitik Perspektif, 1980’lerde Klasik Jeopolitik’e yöneltilen eleştiriler sonucunda ortaya çıkan bir perspektiftir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, toplumların mekân tasavvurlarının, onların siyasi kimliklerini oluşturmalarında mekânın son derece önemli olduğunu söyler. Eleştirel Jeopolitik Perspektif, Klasik Jeopolitik’in aksine coğrafyanın objektif bir şekilde bilinebileceğine ilişkin ana akım realist paradigmaya meydan okuyor. Bu ne demektir? Coğrafya devletlerin dış siyasetlerini oluşturmada en temel faktörlerden biridir ve coğrafya dış politikada sabit bir veridir. Eleştirel Jeopolitik Perspektif açısından bakıldığında ise coğrafyanın dış politikada sabit bir veri olarak görülmemektedir. Yani devletler ve toplumlar coğrafyayı okuyor, anlamlandırıyor ve bunun üzerinden bir var oluş problemi ortaya koyuyorlar. Bu aslında 20.yy. geneline bakıldığında Jeopolitik Paradigmanın Uluslararası İlişkilerde hakim bir paradigma olmasına sebep olmuştur. Jeopolitik kavram olarak ilk defa 1898 yılında ortaya çıkmıştır ve Siyaset ve Coğrafya arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışmaktadır. Burada devletin gücünü devam ettirmeye çalışan fiziki bir metaa olarak biliniyordu. Ancak 20.yy.’ın ikinci yarısından itibaren önemli ölçüde değişmeye başladı. 

Bu aşamada Klasik Jeopolitiğin bazı temel özelliklerinden bahsetmek gerekmektedir. Ortadoğu’nun Batı tarafından kavramsal bir kategori 
olarak nasıl ortaya çıktığını ve farklı dönemlerde farklı güvenlik ihtiyaçlarına cevap üretebilmek için veya farklı jeopolitik gerekçelerle nasıl yeniden üretildiğini anlamak için son derece önemlidir. Burada birkaç kriterden bahsetmek gerekir; Jeopolitiği anlamak için, örneğin analiz düzeyi bağlamından baktığımız zaman (Uluslararası İlişkilerde analiz düzeyi; Sistemik, Devlet ve Birey) Klasik Jeopolitiğin küresel bir analiz düzeyi benimsediğini görüyoruz. Yani dünyaya bir bütün olarak bakıyorlar. Bu bütün içerisinde hangi coğrafyanın ne tür değeri olduğunu anlamaya çalışarak devletin pozisyonunu onun üzerinden geliştirmeye çalışıyorlar. Buna göre de Devlet merkezliliği, Klasik Jeopolitiğin temel analiz düzeylerinden biri olarak karşımıza çıkar. Klasik Jeopolitikte Devlet, tıpkı canlılar gibi doğan, büyüyen ve beslenmeye ihtiyacı olan bir birim olarak görülür. Bunun en çarpıcı örneğini Almanya’da görüyoruz. Jeopolitik ilmi 1930’lardan itibaren Almanya’da son derece önemli bir hale geldi. Bu anlamda General (Karl) Haushofer çalışmaları bağlamında Hitler’in Lebensraum siyasetine arka plan oluşturulduğu söylenebilir. Bu çerçevede Jeopolitik akıl ile dönemin Almanya siyasetini (Hitler) belirleyen paradigmalar arasında doğrudan bir ilişki vardır. Dolayısı ile organizma olarak devlet anlayışı, Klasik Jeopolitiğin merkezinde yer alan bir anlayıştır. Bu anlayışta devletin büyümesini sağlayacak 
temel unsur ise topraksal genişlemedir. Jeopolitik yapısalcı bir anlayışa sahiptir. Yapısalcıdan kasıt, coğrafyanın devletin siyasetini belirlediği bir kuramsal perspektiftir. Yani siz siyasetinizi coğrafyanızın oluşturmuş olduğu şartlara göre belirlemek zorundasınız. Ancak diğer yandan Eleştirel Jeopolitik Perspektiften bakıldığında, siyasetin coğrafya (Yer) tarafından belirlenmesinin aksine, coğrafyanın (Yerin) bizzat politika tarafından inşa edilmesinden bahseder. 


Türkiye açısından bakıldığında coğrafyadaki durumun ülkeye getirmiş olduğu bir zorunluluk vardır ve bu zorunluluk Türkiye’yi askeri açıdan daha güçlü bir devlet olmaya itmektedir. Bununla beraber siz izlediğiniz politikayı meşru kılmak için coğrafyayı bir referans olarak kullanabilirsiniz. 


Klasik Jeopolitik problem çözmeye yönelik bir yaklaşım sergiler. Aynı zamanda bir objektif gerçeklik algısı yerleşmiştir. Bu ne anlama geliyor? örneğin biz bir haritaya baktığımız zaman ülkelerin bulundukları yerleri bir hakikat olarak görürüz. Haritada Türkiye’yi dünyanın tam merkezinde göstermek veya bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin bir köprü olduğunu belirtmek ve bu algıyı yaratmak gibi yaklaşım sergilenebilir. Ancak diğer yandan harita insanlar tarafından yazılan, çizilen veya inşa edilen bir şeydir ve baktığınız ve durduğunuz yere göre değişiklik gösterebilir. Örneğin Çin’deki haritalarda Çin, dünyanın merkezinde görülür. Rusya’daki haritalarda Türkiye’nin konumu tam ortada değil, daha güneyde ve dikey bir şekildedir. Klasik Jeopolitiğin içerisinde Coğrafi olarak dünyayı az gelişmiş-çok gelişmiş, Doğu-Batı şakilinde kategorize eden ve ayıran, özellikle Avrupa’da ortaya çıkmasından dolayı da Avrupa Merkezli bir perspektif sahiptir. Coğrafik olarak bakıldığında Avrupa’yı dünyanın 
merkezinde görür. Politik olarak tüm bunların çıktısına baktığımızda ise Klasik Jeopolitik anti-demokratiktir, ırkçıdır ve muhafazakârdır. 

Eleştirel Jeopolitiğe aynı temeller üzerinden baktığımızda ise analiz düzeyinde karar alma süreçleri olan, devlet merkezli olmayan, devlet dışındaki aktörlerin de önemine dikkat çeken ve bu anlamda statik olmaktan ziyade dinamik bir perspektife sahip olduğu sonucu karşımıza çıkar. 

Eleştirel Jeopolitik Perspektif temel olarak, Post yapısalcı (Post-Pozitivist?) bir metodoloji üzerinden hareket eder. Bu anlamda siyaset, toplumsal olarak inşa edilebilen ve farklı iktidar unsurlarından etkilenebilen bir gerçekliktir. Eleştirel Jeopolitik Perspektifin temel sorunsalı özgürleştirici olmaktır. Farklılıkları ön plana çıkartarak ve hegemonik söyleme karşı direnmeyi gerekli kılan bir yaklaşımı ortaya çıkartarak politik muhalefete vurgu yapar. Politik muhalefet nihayetinde özgürleştirici bir misyona sahiptir. Gerçekliğin objektif değil sübjektif olduğunu söylediği için de haritaya bakıldığında coğrafyaya nereden bakıldığına bağlı olarak ülkenin konumu ve coğrafyanın siyaset içerisindeki rolü değişebilir. Baktığı şeyi kendisi üzerinden analiz eder ve coğrafi olarak topraksızlaştırma anlayışına sahiptir. Hegemonik bir yapıya karşı duruşunu göstermesi 
bakımından da daha demokratik olduğu söylenilebilir. 

Türkiye’de 3 tane Jeopolitik gelenek vardır ve bunları Kemalist, Milliyetçi ve İslamcı Jeopolitik olarak tarif edebiliriz. Bu açılardan bakıldığında Türkiye’nin konumu farklı şekillerde tanımlanır ve ülkenin dışpolitikasını oluşturmasında doğrudan etkili olabiliyorlar. 

Eleştirel Jeopolitiğin de 3 alanı vardır ve Ortadoğu’ya bakışımızda da etkilidir. 

Resmi Jeopolitik; Ortadoğu hakkında yazan Jeopolitikçilerin - Mahan, Kissinger ve Brzezinski gibi yazarların metinlerinde bir mekâna ilişkin Jeopolitik analiz yapılması anlamına gelirken, 

Pratik Jeopolitik de özellikle dış politikadaki pratikler üzerinde yola çıkar. 

Popüler Jeopolitik ise daha çok medya, gazete ve sinema aracılığı ile karşımıza çıkan coğrafi temsillerdir. 

Peki, bizler Eleştirel Jeopolitik Perspektiften Modern Ortadoğu’da nasıl bir coğrafik değişim gerçekleştiğine dair nasıl analiz gerçekleştirebiliriz? 

Bir kavram olarak Ortadoğu’nun ortaya çıkışı 20. yy. ilk yarısında görülür. Bundan daha önce Ortadoğu’nun bir kavram olarak uluslararası literatürde veya diğer metinlerde yer almadığını görüyoruz. Bu bölge daha çok yakın doğu ya da uzak doğu şeklinde kavramsallaştırılmıştı. 

1902 yılında Alfred Thayer Mahan’ın “The Persian Gulf and International Relations” adlı makalesinde ilk defa Ortadoğu’yu bir kavram olarak 
kullanıldığını görüyoruz. Ortadoğu bölgesini tanımlayan söz konusu makalede, bugünkü Ortadoğu’da yer alan devletlerin yer almadığını görmekteyiz. Buradan da Ortadoğu sınarlarının nerden başlayıp nerede bittiğinin sorulması gerekmektedir. Çünkü bu daha önce de bahsedilen Klasik Jeopolitik ile Eleştirel Jeopolitik arasındaki ayrımdan ortaya çıkabilecek bir tartışma ile anlaşılabilir. Çünkü Jeopolitik dediğimiz kavram devlet merkezli, güvenlik ve çıkar öncelikli niteliklerini ön plana alan bir yaklaşım olduğu için devletin hegemonik yaklaşımları nasılsa coğrafyanın (ör: Ortadoğu bölgesinin) da bu şekilde inşa edildiğini görüyoruz. 


Dolayısıyla (dönemin) İngilizlerin dünya üzerindeki hegemon konumları düşünüldüğünde Ortadoğu kavramının neden Irak’tan başlayarak Hindistan ve Singapur’a kadar giden bir coğrafi bölgeyi tanımladığının cevabı verilebilir. Ortadoğu’nun bir diğer tanımlaması yine Mahan’ın makalesinden sonra Valentine Chirol’un (Times Gazetesi) yazdığı The Middle Eastern Question adlı yazı serileri ile ortaya çıkıyor ve uluslararası literatüre yerleştiğini görmekteyiz. Burada da Ortadoğu’nun Hindistan merkezli olduğu ve sadece Irak, İran, Yemen gibi ülkelerin haritaya dâhil edilerek Doğuya doğru genişlediği görülür. Ortadoğu biraz daha bugünkü halini alması 1920’li yıllarda görülmektedir. 1920’de 
Kraliyet Coğrafya Topluluğu’nu çizmiş olduğu bir haritada bugünkü Ortadoğu’ya daha yakın bir harita ortaya çıktığı gibi bölgedeki önemli bazı ülkeler yine de haritanın dışında bırakılıyor. Ortadoğu Komutanlığı (ABD) 1942 yılında yayınlamış olduğu haritada ise Türkiye ve Suudi Arabistan’ın dâhil edilmediği, İran, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Sudan, Etiyopya gibi ülkelerin yer aldığı genişlemiş bir bölgeden bahsedilir. 1944 yılında ise (2. Dünya Savaşı sonları) ABD merkezli Ortadoğu ile ilgili departmanların yayınlamış oldukları haritalarda İran, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin olduğu görülmektedir. Türkiye’nin dâhil olduğu haritalarda ise daha çok Yakın doğu tabirleri kullanılmıştır. Soğuk Savaş 
dönemine ise önemli bir küresel değişimin başlangıcı olarak görülmesinin yanında İngiliz merkezli hegemonik dünya sisteminde Amerikan merkezli hegemonik sisteme geçiş yapılmıştır. Bu nedenden dolayı Ortadoğu’nun artık Avrupa Merkezli olmaktan çıktığı ve Amerika merkezli bir tanımlamaya yöneldiğini görmekteyiz. Bu yönelim Ortadoğu’daki bazı stratejik ilişkilerin de Amerikan merkezli gelişmesine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla Soğuk Savaş döneminde Amerika ile Sovyetler birliği arasındaki Jeopolitik rekabetin bir yansıması olarak Ortadoğu haritalarının da bu doğrultuda şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu da şu anlama gelir ki Ortadoğu’daki Amerika yanlısı ve karşıtı devletlerin göz önünde bulundurulduğu ve oluşturulan haritalarda bu unsurların etkili olduğu görülebilir. Soğuk Savaş ile birlikte Ortadoğu kavramının yerleşik 
ve popüler bir hal aldığını söyleyebiliriz. Bundan sonra Yakın doğu kavramı, Asya’nın batısını veya Ortadoğu’nun daha doğusunu tanımlamak için benimsendi. Tabii ki bu dönemde önemli olan Arap Ortadoğu’nun bölge tanımlamalarında yerleşmeye başlamasıdır. 

Elbette ki hem Batı merkezli haritaların hem de Ortadoğu ülkelerinin birbirleri ile olan ilişkileri açısından haritalarda bazı farklılıklar vardır. Bu bakış aynı zamanda disiplinlerarası (ör: Coğrafya) farklılıkları da ortaya çıkarmıştır. Diğer yandan Arap Ortadoğu’su da benimsenmeye başlaması ile Ortadoğu içerisinde Arap Doğusu olarak tarif edilen ülkeler Mısır, İsrail, Suriye, Ürdün, Lübnan gibi ülkelerdir. Uçlarda ise Türkiye, Kıbrıs, Kuzey Yemen, Güney Yemen, Sudan gibi ülkeler yer alırken, Körfez bölgesinde ya da Merkezde yer alan ülkeler arasında İran, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt bulunmaktadır. Arap Batısı olarak tarif edilen ülkeler de bugün Kuzey Afrika diye tabir ettiğimiz ülkeler yer almaktadır. Bu dönemde şüphesiz ki söz konusu dağılım küresel sistemdeki Jeopolitik mücadelenin bir yansımasıdır. Bir yandan Amerikan merkezli siyasetin 
oluşturulması ve sürdürülmesi yer alırken, diğer taraftan da bu sürece cevap üretmeye çalışan Ortadoğu’daki farklı ülkeler ve özellikle Soğuk 
Savaş döneminde tahkim edilen bir Arap Siyasetçiliğinden bahsedilebilir. 

Bu gelişim çerçevesinde Ortadoğu’ya ilişkin 4 farklı kavramsallaştırma 
ortaya çıkmaktadır. 

-Birincisi Amerika merkezli bir Ortadoğu’dur ki bu dönemde hakim olan bir paradigma olduğunu görürüz. 

-Arap Ortadoğu’su 

-Müslüman Ortadoğu’su 

-1980’lerden itibaren Avrupa güvenliği konulu politikaların ortaya çıkması ile Kuzey Afrika ülkelerinin merkezde olduğu bir (Akdeniz) Ortadoğu kavramları ortaya çıkmıştır. 

Burada tabii ki iki kutuplu bir dünya sisteminde Batı’nın Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikaları dâhilinde bir Ortadoğu tanımlaması ortaya çıkmaktadır. Daha doğrusu söz konusu bölgenin güvenlik parametreleri tarafından da tanımlanmasını gerekli kılıyor. Bu daha çok örneğin Dost ve Düşman ülkelerin tanımlandığı bir bölge olarak görülmelidir. Diğer yandan Arap Merkezli bir Ortadoğu tanımlaması da yer almaktadır. 

Burada iki temel unsur bulunmaktadır; Birincisi Pan Arabizm olarak ifade edebileceğimiz, Arap Milliyetçiliği ekseninde gelişen bir Ortadoğu anlayışı ve Arapların vatanı olarak kavramsallaştırılan bir Ortadoğu’yu görmekteyiz. Görebildiğimiz üzere bu anlayışta Arap olmayanlar, Ortadoğu’dan 
dışarıda bırakılmıştır. Aslında bu anlayış Batı merkezli bir Ortadoğu anlayışını kabul etmeyen ve milliyetçilik üzerinden Ortadoğu’da Araplara bir anavatan oluşturmaya çalışan bir harekettir. Bir diğer unsur ise tabii ki güvenlik meselesidir. Ancak burada Müslümanlıktan çok Arap olan ülkeleri korumaya yönelik ve Arap-Arap olmayan şeklinde bir ayrım yaparak güvenlik açısından ele alınan bir Arap Ortadoğu’su karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma 2005 yılı Mısır resmi kitaplarında, Mısır’ın Arap ülkelerinin ana vatanı olarak tasvir edilişi ve Ortadoğu’ya Arap olmayan ülkelerin dâhil edilmemesi güncel örneklerden biridir. Burada homojen bir yapı ortaya koyularak küresel sistemde Arap kimliğinin 
tanımlanması amaçlanmaktadır ancak farklı millet, dini ve kültürel unsurları da görmezden gelmesi Pan Arabizmin devamı niteliğinde bir harita olarak anlaşılması gerekir. Burada Arap olma ve Arap kimliğinin küresel sistemde tanımlanması açısından iki temel unsur karşımıza çıkmaktadır. Birincisi toplumsal bir anlayıştır ve Ortadoğu haritasını tarihi bir perspektiften ve Arap kimliği üzerinden ele almaktadır. İkincisi ise bu Arap kimliği üzerine inşa edilmiş Arap Devletler Topluluğunu ifade eden bir Arap Ortadoğu’su kavramı bulunmaktadır. Burada tabii ki Türkiye, İran ve İsrail Arap kimliğini pratik olarak tehdit eden ülkeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaş dökenimdeki Mısır eksenli Ortadoğu siyasetine bakıldığı zaman da bu tam manası ile karşılık bulan bir yaklaşımdır. 

Burada başta da söylediğimiz gibi Jeopolitik temsil ile - Coğrafik temsil/ Mekân inşası/Güvenlik Politikası - Jeopolitik Pratikler arasında doğrudan ilişki olduğunu 
söyleyebiliriz. 

Müslüman Ortadoğu kavramsallaştırması ise daha makro bir yaklaşımdır. Burada kimliğin referansı etnisite olmaktan çıkarak, adeta din olduğunu görmekteyiz. 
Ümmet kavramı/İslam Dünyası da Ortadoğu Arap coğrafyasını ve hatta daha geniş coğrafyaları tanımlamak için kullanıldığı görülmektedir. 

İran ve hatta Malezya’nın da dâhil olduğu bir İslam Dünyasını bir bütün görmekle birlikte, haritada yine sadece Arap ülkelerinin bulunduğu bir Ortadoğu tasvir edilmiştir. 

Burada iki temel tehdit karşımıza çıkar ki bunlardan; 

Birincisi Bölge dışı İslami olmayan unsurlar 
İkincisi ise Bölge için İslami olmayan unsurlardır. 

Bölge dışı İslami olmayan unsurlarda Batı’dan ve özellikle ABD’den bahsedilirken, Bölge içi İslami olmayan unsurlarda ise İsrail’in Arap 
halklarına karşı oluşturduğu tehditten bahsedilmektedir. 

Yukarıda bahsedilen hem Arap Ortadoğu hem de Müslüman Ortadoğu tanımlamaları daha çok içeriden yapılan tanımlamalardır. Diğer yandan 
Akdeniz Ortadoğu’su daha çok Avrupalıların, Avrupa Birliği projesinin 
ortaya çıkardığı bir kavramsallaştırmadır. Çünkü 1970’ler sonrasına bakıldığında Avrupa için güvenlik kavramının ve buna ilişkin siyasetin dönüşmeye başladığı bir döneme karşılık geliyor. Örneğin Avrupa’ya yakın olan Kuzey Afrika ülkelerinden gelen göçler gibi tehditler Avrupa’yı kendisine yakın olan coğrafyaya karşı önlem alan ve politikalarına da yansıtan bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. Yine burada 1970’lerin sonlarına doğru enerji güvenliğinin daha fazla ön plana çıkması, güvenliğin devlet merkezli olmaktan çıkarak, toplum merkezli ve topluma yönelik bir tehdit oluşturan bir alana dönüşmesi ile birlikte söz konusu bölge tanımlamasının (Akdeniz Ortadoğu) daha yoğun bir şekilde kullanıldığını görüyoruz. Avrupa güvenlik açısından bölgesel istikrar/ ve Arap-İsrail çatışması son derece öneme sahip olmuştur. Özellikle 
Arap-İsrail Savaşı’nda Avrupa’nın arabulucu bir rol oynaması, Avrupalılar için Akdeniz Ortadoğu kavramsallaştırmasını yerleşik bir hal almasına 
sebep olmaktadır. Ancak diğer yandan Avrupa’nın ortaya koymuş olduğu bu kavramsallaştırma Ortadoğu’da çok da kabul edildiğini söylemek 
mümkün değildir. 

Diğer yandan küresel dönüşüm ile bölgesel dönüşüm arasında bir paralellik bulunmaktadır. Küresel sistem değiştikçe, sistemin alt bölgeleri de kendilerini yeniden tanımlama ihtiyacı buluyorlar. Bu bazen coğrafi bir tanımlama olabiliyor. Tıpkı Ortadoğu’nun Osmanlı’nın yıkılmasından sonra kendini tanımlama ihtiyacı hissetmesi gibi. Ya da 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Doğu Avrupa ve Soğuk Savaş ile birlikte Orta Asya gibi bölge tanımlamalarının ortaya çıkması verilebilecek diğer örnelerdir. Bu gibi tanımlamalara yukarıda bahsettiğimiz gibi Ortadoğu’nun neresi olduğuna dair doğan tartışmalar ile birlikte ele alınmaktadır. Ne var ki Ortadoğu ile ilgili bu tartışmalar 11 Eylül saldırılarından sonra yeni bir safhaya girmiştir. 11 Eylül saldırıları sonrasında Ortadoğu’da yeni bir coğrafi tanımlama ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu dönemlerdeki 
tanımlamalar arasında Büyük Ortadoğu, Genişletilmiş Ortadoğu ve İslami Ortadoğu şeklinde kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu tanımlamalar Ortadoğu’nun içinden değil daha çok dışarıdan yapılmış tanımlamalardır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte Teröre karşı Küresel Savaş ilan edilmesi ve bu savaşın verildiği bölgedeki ülkelerin Ortadoğu kavramı ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Bu da yeni bir Ortadoğu algısına neden olmaktadır. Bu çerçevede 20.yy.’dan başlayarak Ortadoğu’nun kavramsallaştırılması 11 Eylül sonrası Ortadoğu kavramı ile önemli değişiklikler içermektedir. Saldırılar sonrasında Büyük Ortadoğu imajı bazen geri kalmışlığın, terörün, demokratik olmayan sistemlerin ortaya çıkardığı bir 
ülkeler topluluğu olarak tarif edilirken, bazen de Amerikan siyasetinin bir parçası olarak demokratikleşmenin bir temsili olarak ortaya çıktığını görüyoruz. Bu gelişmeler -özellikle 11 Eylül saldırıları- sonrasında Ortadoğu, haritalara istisnai bir bölge olarak yansımıştır. Bu ne anlama gelmektedir? Bu son dönemde gerçekleşen Arap Baharı ile son derece yakından ilişkilidir. İstisnai bir bölge olarak tanımlanan Ortadoğu’da artık meydana gelen her türlü olay, her türlü gelişme o coğrafi bölgenin içerisinde ancak tartışılabilir ve anlamlı hale gelebilir. Ve buna göre de çözüme yönelik oradan bir siyaset üretilebilir. Bu da demokrasiyi ancak Ortadoğu tarihselliği bağlamında değerlendirilmesi demektir. Örnek vermek gerekirse; Batı’nın Ukrayna ve Ortadoğu’da (Suriye İç Savaşı ve Mısır Darbesi) ki yaşanan olaylara verdiği tepkilere bakmak gerekir. 
Batı, Ukrayna’daki krize demokrasinin kurtarılması gereken bir unsur olarak bakmıştı fakat Ortadoğu’da demokrasi açısından yaşanabilecek 
her şeyin zaten normal olduğu ve bu istisnai duruma göre tepki verilmesine sebep olmuştur. Dolayısı ile 11 Eylül sonrası Terör kavramsallaştırması 
Ortadoğu’ya olan bakışı değiştirmekle birlikte bir yandan Büyük Ortadoğu’dan bahsedilirken, diğer yandan Büyük Ortadoğu Projesi de bir demokratikleşme 
süreci olarak Batı tarafından ortaya atılmıştır. Dolayısı ile burada Jeopolitik çıkar ile haritanın çizimi ve bölgenin tanımlanması arasında oldukça ciddi farklar vardır. Arap Baharı sonrasında Ortadoğu’nun yeni bir tanımlama sürecine girdiği ve bu sürecin devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bu bağlamda çizilen yeni haritalarda Ortadoğu ülkelerinin daha da bölüneceğine yönelik yaklaşımlar bulunmaktadır. 

Bu bölünecek ülkeler arasında başta Irak ve Suriye olmak üzere Suudi Arabistan da dâhil edilmiştir. Bu yaklaşımlar eskiye nazaran Ortadoğu anlayışında ciddi bir 
kopukluk olduğunu göstermektedir. Ulus-devlet üzerine oluşturulmuş bir Ortadoğu coğrafi bölge tanımlamasından daha çok dinsel ve mezhepsel temelli bir Ortadoğu tanımlamasına doğru bir geçiş yaşanmaktadır. 
Bu da Arap Baharının ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir. Örnek olarak eskiden beri Şii ve Sünni çatışmasından söz etmemiz her zaman için mümkündü ancak bu çatışmanın sınırları değiştirme ihtimali bugün yaşadığımız bir dönemdir. Bu gelişmeler Ortadoğu’ya yönelik algıyı değiştirdiği gibi haritaların da değişmesine ve aynı zamanda dış politikaların da şekillenmesine yol açmaktadır. 

Sonuç olarak biz mutlaka gerek Uluslararası politikaya gerekse bölgesel siyasetteki bu dönüşümü anlamak için böylesi bir mekânsal/coğrafik 
bir analizin peşine düşmemiz gerekmektedir. Bu çerçevede bölgedeki sorunlara cevap üretmede etkili olabiliriz. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler 
meselesinin, toplumsal meselelerin mekânsal bir perspektif ile ele alınmaları gerekmektedir. 


**