DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2019 Çarşamba

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 2



Nitekim derhal Farsça olan resmi yazışmalara son verilmiş, onun yerine Türkçe yazışma usulü getirilerek, divandan çıkacak yazıların ve gelecek cevaplar
ın Türkçe yazılmasını sağlamıştır 6.

Türk devlet adamlarından da, Karamanoğlu Mehmet Bey in Türkçe ye, dolayısıyla da Türklüğe ve Türk kültürüne gösterdiği tavrı istemek, her
Türk vatandaşının hakkıdır. Zira cumhurbaşkanı-nın, hükümetin, meclisin ve genelkurmay başkanlığının görevi, Türkü Türk yapan Türkçe yi korumak
ve gelişmesini sağlamaktır.

D. Mustafa Kemal Atatürk

Türklüğe hizmet etmiş ve Türk tarihine damgasını vurmuş devlet adamları arasında yerini alan en önemli tarihi şahsiyetlerden birisi de, hiç şüphesiz
Mustafa Kemal Atatürk tür. Zira Mustafa Kemal Atatürk, 1919-1938 yılları arasında Türk vatanını, Türk milletini, Türk kimliğini, Türk kültürünü, 
Türk devletini, Türk dilini, Türk tarihini yeniden yaratan ve yapılandıran adamdır. Bunları yaparken ne Müslümanlığı Türklüğe, ne de Türklüğü Müslümanlığa
engel saymıştır. Milli mücadeleyi ikisinin ittifakı ile yapmıştır. Mustafa Kemal akıl adamıdır, dava adamıdır. Davası Türklük davasıdır, aracı veya yol göstericisi 
(mürşidi) akıldır. Bir hadiste; ?Her ßeyin bir aleti ve hazırlığı vardır, müminin aleti ise akıldır. Her şeyin bir bineği vardır, kişinin bineği ise akıldır. Her şeyin bir
direği vardır, dinin direği ise akıldır. (....) sizi kurtaracak aklınızdır.7 denilmektedir. İşte Mustafa Kemal akıl zemininde inançla, cesaretle ve şuurla
yürüyerek, yok olmak üzere olan vatan?, devleti, milleti, Türk kültürünü ve Türkçeyi kurtarmıştır.

Mustafa Kemal bu başarılarıyla, kendisinin Mete nin, Atilla nın ve Karamanoğlu Mehmet in devamı olduğunu ispat etmiştir. Teodoz adlı bir Hıristiyan, Atilla ya ? Siz hangi asil ailedensiniz? diye sorar. Atilla ise, ?ıBen asil bir milletin evladıyım. diye cevap verir. Mustafa Kemal ise, aynen şöyle der: Benim hayatta yegane fahrim (övünç kaynağım), servetim Türklükten başka bir şey değildir.8 Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de Bundan sonra dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda Türkçe konuşulacaktır! diye emir çıkararak;

Mustafa Kemal de ? Milletin çok belirgin vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. 
Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, Türk milletine bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.? diyerek milli şuurlarını ortaya koymuşlardır. 

Mete Han Çinlilerin talep ettiği verimsiz, çorak, küçük bir toprak parçasını vermeyi reddederken; Mustafa Kemal de İngilizlerin, Fransızların, Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu topraklarını can ve kan pahasına geri alırken, kendilerinde milli vatan-milli istiklal Şuurunun ne kadar yüksek olduğunu ispat etmiş devlet adamlarıdırlar. Mustafa Kemal milli mücadele esnasında dil, tarih, din, coğrafya bağı yanında, Anadolu Türklüüünün üstüne çöken emperyalist felaketi dahi, milli birlik için en güçlü kader bağı haline getirebilmiş bir milli kahramandır. 
Bu açıdan da Bilge Kağan neslinin ve Şuurunun temsilcisi olmuştur.

Sonuç

Türk tarihinde Türk milletine, Türk kültürüne, Türk medeniyetine hizmet etmiş bilinen ve bilinmeyen şüphesiz pek çok devlet adamı vardır. 

Ancak biz; Türk devlet anlayışını, Türk ruhunu, Türk felsefesini kendi benliğinde duyan ve onu bütün yönleriyle temsil eden Mete Han, Bilge Kağan, Karamanoğlu Mehmet Bey gibi, yol arayan değil yol açan, Işık yansıtan değil Işık veren, tarih yazan değil tarih yapan, boyun eğen değil boyun eğdiren ve Türk milletinin gücüne, kültürüne inanan devlet adamlarını anmakla yetindik. Ayrıca Arap tarihinden de, Şahsi hırsı için Kur ânın sayfalarını yırtarak mızrakların ucuna taktırıp Hz. Ali nin askerlerini kandıran Muaviye den bahsetmeyi de, faydalı olacağı  düşüncesiyle uygun gördük. Zira Hz. Ali, her ne pahasına olursa olsun, sonu mağlubiyet bile olsa dini siyasi amaçları için kullanmamıştır. Aynı tavrı Mustafa Kemal de de görüyoruz. 

O da hiç bir zaman dini siyasi emelleri için kullanmaması ve insanların dini duygularını istismar etmemiştir. Laiklik ilkesiyle de, dinin devlet işlerine 
karıştırılmasını ve siyasete alet edilmesini engellemek istemiştir.

1938 den sonra Mete Han, Atilla, Mehmet Bey, Mustafa Kemal çizgisi, devleti yönetenlerce devam ettirilmemiştir. 

Mete çorak toprağı vermezken, Kıbrıs terk edilmeye çalışılmış, buna direnen büyük devlet adam? Rauf Denktaş saf dışı bırakılmak istenmiştir. 
Karamanoğlu Mehmet Bey, 1277 de her yerde Türkçe konuşulacak yazılacak diye emirname çıkarırken, Mustafa Kemal Türk Dil Kurumunu kurarak, 
Türkçe demek Türk demektir? şuuruyla Türkçe?nin hayatın her alanında kullanılmasını hedeflemiştir. Halbuki şimdi ilköğretimden Üniversiteye kadar 
İngilizce eğitim yaptırılmasına göz yumulmaktadır. 

Milli-üniter devletin devlet adamlarının, bu sesizliğinin sebebi doğrusu merak konusudur.

Türklüğün geleneğinde Dil birdir, dil birdir?

Sözü vardır. Ziya Gökalp bu geleneği şöyle dile getirmiştir.

Türklüğün bir ili (vatan) var
Yalınız bir dili var
Başka bir dil var diyenin
Başka bir emeli var

Bu dörtlük, içinde bulundu¤umuz durumu çok güzel ifade ediyor. Kürtçe eğitim isteyenlerin başka emelleri olduğu fark edilmiyor. Devletlilerimiz bu dörtlüğü bilmiyorlarsa Bir yurda iki töre sığmaz? sözünü de mi duymadılar. 
Mete, Atilla, Mehmet Bey, Türklükleriyle gurur duyarken, Mustafa Kemal: Ne mutlu Türküm diyene, Bu millet tarihte Türktü, halde Türk, ebediyen de
Türk olarak yaşayacak? derken, yöneticilerimizin ne ile övündükleri ve Türklükle ilgili ne dedikleri, henüz ne işitilmiş ne de duyulmuştur.

Netice olarak Machiavellinin şu sözünü hatırlatmakta fayda var: Bir devletin zaafa düşmesi öbür devletlerin merhametini değil, av insiyakını
(içgüdüsünü) uyandırır. Mustafa Kemal ise, bu sözü başka bir şekilde şöyle ifade eder:  İnsaf ve merhamet dilemekle millet işleri, devlet işleri görülemez. 
Devlet ve milletin şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf ve merhamet dilemek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye nin gelecek çocukları bunu bir 
an bile hatırdan çıkarmamalıdır.9 

Türklüğün, Türk milletinin, Irak Türkmenlerinin, Kıbrısın mukadderatlarının A.B.D., A.B., I.M.F., Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi devlet ve kuruluşların insafına, merhametine terk edilmesinin, dış politika zaferi!....olarak takdim edilmesi, milli ve tarihi şuuru olan  her  Türk vatandaşını tedirgin etmektedir. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe., diye boşuna denilmemiştir.
Tefrikan?n oldu¤u, yüreklerin bir çarpmadığı günümüz Türkiyesinde Mehmet Akifin şu mısralarını tekrar hatırlamakta fayda olduğunu mülahaza ediyoruz.
Tefrika girmezse bir millete, düşman giremez Toplu vurursa yürekler, onu top sindiremez

Devlet Adamlığı ve Ulus Devlet Kavramı

Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali atayarak 
sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 

Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz... Fatih Sultan Mehmet adı, ne yazık ki yalnızca 1453’te İstanbul’un fethiyle özdeşleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, İstanbul’un fethi, dünya siyasal tarihi açısından oldukça önemlidir. Ancak, Fatih Sultan Mehmet’in asıl devlet adamlığı, İstanbul’un alınışından sonra başlamış, Fatih, aslolanın İstanbul’u almak değil; elde tutmak olduğunu belirterek jeopolitik stratejisini genişçe bir öngörüyle oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden sonra, dünya politikasına egemen olmak için Mora Yarımada’sı, İstanbul ve Kırım’ı elde tutmanın dehasını ortaya koymuş, bu bağlamda yeni seferlerini bu yönlere doğru başlatmıştır.

İç Hukuk Sistemi

Böylece 1460’da Mora, 1475’de de Kırım’ın fethiyle Karadeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş, 1480’e kadar da balkanların genişçe bir bölümünü almış 
Sırbistan (1454- 1459), Mora Romanya, Moldova, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu’nun kısmen 
Batı Akdeniz Avrupa’daki egemenliğini pekiştirmiştir.

Batılı siyasi tarihçiler bizden farklı olarak 1453 değil de, Orta Çağ’ın kapanıp, Yeni Çağ’ın başlangıcı olarak her ne denli 1492 Amerika Kıtası’nın keşfini 
kabul etseler de , bu keşfe yol açan temel nedenlerden birisi, Batı devletlerin Mora, İstanbul ve Kırım üzerinden Doğu’ya ve Uzak Doğu’ya gitme yollarının 
kapanmasıdır.

İç siyasete Fatih’in devlet adamlığına gelince: Prof.Dr. İlber Ortaylı’nın belirttiği gibi 3. Roma olarak da adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu, iç hukuk sistemini de Roma hukuku üzerine tasarlamış, şeri hukuka yanında, geleneksel, yerleşmiş Örfi Hukuk’un kanunnamelerini yapan ilk Müslüman Türk devlet adamı olmuştur.

Bu geleneksel örfi hukuk sistemi, öylesine içselleştirilmiştir ki, günümüzde bazı kesimlerin “faşist Kemalist rejim”in bir ürünü olduğunu sandıkları devlet 
ve devleti kutsama da yine Roma hukuk geleneğinden esinlenerek taa 15.yüzyıldan beri Osmanlı Devleti’nin imparatorluğa dönüşüm sürecinin tutkalı 
olarak günümüze değin varlığını korumaktadır.

Viyana Kuşatması.,

Öyle ki, Batılıların Muhteşem (magnificent) sıfatıyla nitelendirdikleri Sultan Süleyman’ı bizim “Kanuni” sıfatıyla nitelememiz, bu sultanın yaptığı fetihlerden çok, Roma hukuk geleneğini sürdürerek Fatih’ten sonra ikinci kez örfi yasaları güncelleyip daha geniş kapsamlı hale getirmesiyle bilincimizde yer etmesiyle ilgilidir. Her ne denli Kanuni, Osmanlı’nın operasyon alanı dışında kalması, İstanbul’la lojistik desteğinin kesilmesi gibi temel nedenlerle Viyana kuşatmasın da başarılı olamamışsa da, hem imparatorluğun topraklarının Doğu’ya doğru genişlemesinde hem de Balkanlar, orta Avrupa ve Akdeniz’deki stratejik noktaları elinde tutmayı başarmıştır.

Bu bağlamda şu soru akla gelmektedir: 10 binlerce askerle gidilip 500 yıl vatan toprağı olarak kalan Balkanlar coğrafyasından 1912-1913 Balkan savaşları’ndan Osmanlı devleti hezimetle ve 5 milyon ölüm ve göçle çekilmek zorunda kalırken, 200 kişiyle Avustralya, Amerika, Hindistan, Kanada, Güney Afrika’ya giden İngiltere nasıl hâlâ üzerinde güneş batmayan bir Birleşik Krallık kurmuş ve 21. yüzyıla değin de bu varlığını koruyabilmiştir?

Palyatif Politika.,

Çünkü, İngilizler, Sanayi Devrimi’yle birlikte feodalizmden kapitalizme evrilen ekonomilerinin ruhuna uygun bir din ahlakı (protestanlık) üretip her 
gittikleri topraklarda dini misyonerleri aracılığıyla İncil dağıtırken, eğitim misyonerleriyle de İngilizce öğretmiş, öte yandan da kapitalist sisteme 
sömürgelerini öylesine entegre etmiştir ki, İngiliz sisteminden kopmak isteyen her sömürge, o sistemle birlikte kendi kolunun ve bacağının da gidebileceği 
farkındalığıyla bu entegrasyonu korumak zorunda kalmıştır.

Oysa Osmanlı devlet adamlarının jeostrateji vizyonu kadar ekonomik entegrasyon vizyonları olamamış, fethettikleri her toprağa merkezden bir vali 
atayarak sadece vergi toplamış, buna da yüzyılımızın (Türk düşünürleri !), anlaşılmaz bir biçimde “Osmanlı’nın Hoşgörüsü” adını vermişlerdir. 
Anlaşılmazdır; çünkü hoşgörü, insanlararası bir tutum olarak tanımlanabilir ve bir devlet politikası asla olamaz. Osmanlı’nın izlediği politika, fethettiği 
toprağın geliriyle ilgilenmek ama o toprakların insanlarını hesaba katmayan palyatif bir politikadır.

Parçalı Yatırım!.,

Örneğin, gayri müslimlerden toprak vergisi olarak alınan haraçta, Müslümanlığa geçerlerse vergi indirimi, askere giderlerse ve okullarda Türkçe öğrenirlerse cizye vergisinde hem indirim hem de can ve mal güvenliklerinin sağlanması, çiftebozan vergisinde tüm tebaadan her yıl toprağı işleme  karşılığı tarım ürünleri taban fiyatlarının yüksek tutulacağı gibi vergi indirim politikalarıyla tebaa sistemine entegre edilebilir, Osmanlı Devleti Balkanlar’dan  çekilebilir ama hezimete uğramaz ve ardında da 200 yıllık bir düşmanlık da bırakmayabilirdi.

Tıpkı SSCB döneminde Rusça’nın her cumhuriyette eğitim/resmi dili olması, devlet yatırımlarının parçalı olarak çeşitli cumhuriyetlere yapılması, örneğin, 
bir uçağın motorunun Kazakistan’da, kanatlarının Ermenistan’da, gövdesinin Beyaz Rusya’da üretilerek 1990 sonrası parçalanan SSCB cumhuriyetlerinin 
tek başına bir şey öğretme yeteneğinin kısıtlanması ve kendi dilleriyle birbirleriyle ilişki kuramayınca tekrar Rusçaya dönmeleri ve Rus Federasyonu 
etrafında dolaşmaya başlamaları gibi.

Kalkınma motoru.,

Her ne denli Sultan 3. Ahmet zamanında 1700’lerin başında sanayileşme, kalkınmanın motoru olarak algılanmışsa da atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, 
daha sonra İngiltere’yle 1838 Balta Limanı Anlaşması yapılarak bu ülkenin emperyalist kıskacına geri dönülmez bir biçimde girilmiştir. Bu emperyalist 
politikayla baş edemeyerek gerilemeye başlayan ancak Sultan 2. Abdülhamit’in Müslüman kalan toprak parçalarını korumak üzere izlediği Batıcı, baskıcı 
ve çok yönlü strateji politikasıyla imparatorluğun ömrü 33 yıl daha uzatılabilmiş, ama Müslüman Araplar da milliyetçiliğin yükselen değerler arasına  girmesiyle entegre olamadıkları sistemden 1.Dünya Savaşı sonrası kopmuşlardır.
İmparatorluktan artakalanlarla kurduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini toprağa dayalı bir milliyetçilik ilkesi, Türkçe resmi dil ve eğitim politikası, devletçilik ekonomik yapılanması ve barışçı dış politika stratejisiyle Atatürk, döneminde askeri alanda hiç yatırım yapılmamış yalnızca eğitim, sağlık, ulaşım ve sanayileşme girişimleriyle yurttaşlar sisteme entegre edilmeye çalışılmıştır.

Parçalanacak mı?.,

Ne var ki, diğer dünya devrimlerinden farklı olarak, BMM’sindeki sağ kanadın sürekli muhalefetiyle toprak reforumu yapılamayacak, bu nedenle 2000’lere 
gelindiğinde mikromilliyetçiliğin etkisiyle ancak yüzde 80’i sistemle bütünleşen, yüzde 20’sinin ayrılıkçı hareketiyle yüz yüze kalınan bir “Kürt sorunu” 
ortaya çıkacaktır.
Bir yandan yeni yerel yönetimler yasası, başkanlık sistemi tartışmaları ve bölücü hareketin önde gelenleriyle yapılan görüşmeler öte yandan  AKP’nin 2023 ve 2071 söylemleriyle oluşturulan stratejisiyle, anılan tarihlere devlet bir bütün olarak mı girecek yoksa  Anadolu Beylikleri gibi parçalanacak mı? 

Bekleyip göreceğiz.

DİPNOTLAR;

1 Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, III. Baskı, Ankara 2002, s. 88
2 Bahaddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı (XIII. yy. sonuna kadar), Ankara 1982, s.15 ; Ali Güler, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara 2003, s. 88
3 Namık Kemal Zeybek, a.g.e., s. 159-160
4 Karamanoğlu Mehmet Bey için bkz. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 567; 
   Ali Sevim-Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Ankara 1989, s. 189-190
5 Karamanlılar, İslam Ansiklopedisi, c. VI, s. 319
6 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, Ankara 1969, s. 3
7 Taner Ünal, Vatan ?çin Elele, Ankara 1997, s. 236
8 Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar , İstanbul 1955, s.95
9 Utkan Kocatürk, Atatürk?ün Fikri ve Düßünceleri, Ankara 1997, s. 269

***

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1


(Ya Devlet Başa.., Ya Kuzgun Leşe )

Prof. Dr. Bayram KODAMAN*
* S. Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

Bilindiği üzere her Milletin kendine göre Devlet,Vatan, Millet, Din ve tarih Anlayışları vardır. 

Bu anlayışlar hükümetlerin icraatlarında, devleti yönetenlerin özellikle cumhurbaşkanı, devlet başkanı ve başbakanların politikalarında, beyanatlarında
kendini gösterir ve Şekillenir. Tarihin süzgecindengeçerek ortaya çıkan bu anlayış zihniyet ve felsefe; dili, dini, coğrafyası ve Sosyal Şartlar?

Müşterek olan toplumlar? millet haline getirir ve onlarda milli ßuuru olußturur. Devletler, hükümetler ve devlet adamlar? ( Cumhurbaşkanlar?, Devlet
başkanlar?, başbakanlar, genelkurmay başkanlar vs.) Milli ve tarihi Şuura paralel politika üretirler, beyanat verirler ve icraat yaparlarsa, o millet ve
devletin uluslararası ilişkiler arenasında belli bir Şahsiyeti ve kimliği olur. Ancak unutulmaması lazımdır ki, bu Şahsiyet ve kimlik, onun uzun vadeli
milli hedeflerinin varlığı ile kaimdir.

   Devletleri devlet yapan, milletleri millet yapan, yöneticileri de devlet adamı seviyesine yükselten ve tarihi-milli kahraman ve Şahsiyetler olmalarını 
sağlayan husus, yöneticilerin söylem ve icraatlarıyla, Milli tarih felsefesi arasındaki paralelliktir, örtüşmedir. Eğer bu paralellik yoksa, toplum,
yöneticiler tarafından başka bir vadide başka bir maceraya sürükleniyor demektir. Bunu önlemek için yöneticilerin tarihe bir daha bakmalar?
gerekmektedir. Zira milleti ve devleti yönetmek, bir kurumu, bir partiyi, bir Şehri, bir Şirketi veya bir aşireti yönetmekten çok farklıdır. Bunları bilgi
ve becerisi olan herkes yönetebilir. Ancak devleti ve milleti yönetmek için daha ciddi, daha derin bilgi, Şuur ve yetenek ister. 

   Ayrıca devlet adamlarının, insan sevgisini (hümanizma), toplum sevgisini, aile sevgisini ve ümmet sevgisini, millet sevgisiyle karıştırmaması da gerekir. 
Bu sevgi ve hislerin hepsi de devleti yönetenlerde bulunması gereken hasletlerdendir. 

Bu sevgilerin ve duyguların hiç biri ihmal edilemez. Zira insan sevgisi, aile ve millet sevgisi doğaldır, ümmet sevgisi inanca dayanır, milli-tarihi şuur da 
sonradan kazanılır. Ancak milli devletlerde millet sevgisi en önde gelmesi gereken sevgidir ve şuur işidir. Milli devlette, yöneticiler milletin ve milli devletin cumhurbaşkanı, başbakanı ve Genelkurmay başkanıdır.

Bu kişiler ferdî, âilevî, dini duygularını terk etmeden, ancak gerektiğinde geçici olarak bir kenara bırakıp, milli menfaatler için milli duygularını, millet sevgilerini, milli görevlerini ön plana almak zorundadırlar.

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti, millet, milli kültür ve milli politika zemini üzerinde kurulmuş milli bir devlettir. Bu devleti kuran ve oluşturan millet Türk milletidir. Bu devletin zeminindeki kültür Türk kültürüdür. Bu devletin milli politikası da, Türk milletinin menfaatleri doğrultusundadır ve öyle de olmak zorundadır.

Elbette bunları söylerken, başka milletleri dışlayan, bağnaz ve şovenist bir tavrı kastetmiyoruz.

Atalarımız  Ot kök üstünde biter,  Otu çek köküne bak derken, milletlerin kendi kökleri üzerinde yükseldiğini ve milletlerin mazisine bakılması lazım geldiğini 
söylemek istemişlerdir. Bu kökü oluşturan unsurları şöyle açıklamak mümkündür:

Milletlerin dört vatanı vardır. Co¤rafi vatanı topraktır, kültür vatanı dildir, inanç vatanı dindir.

Bu üç vazgeçilmez unsurun vatanı ise, milli tarihtir.

Bu itibarla milleti yöneten ve yönetmeye talip olan devlet adamlarında, her şeyden önce bu dört vatan (milli coğrafya, dil, tarih, din) şuuru en üst
düzeyde olması gerekir ki, her türlü şart ve ahvalde kendilerini bunları korumaya mecbur hissetsinler.

Aksi takdirde devlet adamlığı vasfını kazanmaları mümkün değildir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için tarihten bazı örnekler vermenin
faydalı olacağı muhakkaktır.

Mete (Oğuz) Han ve Devlet Adamlığı

Türk tarihine baktığımızda, mükemmel bir devlet adamlığı örneğini veren, M.Ö. 220 lerde yaşamış, Hun Devletinin hakanı Mete Hanıdır.
Bilindiği üzere eski Türklerde at, avrat, silah (pusat) kutsaldır, dolayısıyla kimseye emanet edilemez.
Üçü de sahibinin şerefidir, namusudur. Çinliler, Hunlularla savaşmak için bahane ararlar.
Maksatları Hunlular zayıfken, onlar? kendileriyle savaşmaya zorlamak ve neticede mağlup ederek zafer kazanmaktır. Bunun için Çinliler Mete den
önce atını isterler. Mete kurultayı toplar ve devlet ileri gelenlerine, ne yapılması gerektiğini sorar.
Kurultay, Çinlilerin hakaretamiz isteklerine itiraz ederek atın verilemeyeceğini bildirir ve savaş açılmasını ister. Mete ise özetle: At benim şahsima aittir. 
Atımı istemekle Çinliler benim şahsıma hakaret etmişlerdir. Şahsıma yapılan hakaret ve saygısızlık için milletimi savaşa sokamam? der ve atını gönderir1. 

Bu defa Çinliler, hakanın cariyesini veya eşini isteyerek, Mete ye en büyük hakareti yaparlar. Mete yine Çinlilerin bu hakaretinin ve talebinin, Şahsını 
ilgilendirdiğini söyleyerek, cariyesini yollar. Nihayet Çinliler çok küçük ve verimsiz bir toprak parçasını isterler. Mete yine kurultayı toplar, kurultay üyeleri 
bu verimsiz toprak için savaßmaya gerek yok diyerek, Çinlilere verilmesi istikametinde fikir beyan ederler. Mete yüksek sesle; At ve cariye bana ait onun içinverdim. Ama toprak milletin malıdır, milletin malını kimseye veremem der ve şu emri verir: hazırlıklar derhal yapılsın, Çinlilerle savaşacağız. Milletin toprağını kimseye veremeyiz. 2

İşte devlet adamı, devlet anlayışı, vatan şuuru ve milli tavır budur. Bu, milli duruşun ve devlet adamlığının olmazsa olmaz şartıdır. 

Zira, Türk anlayışında vatan-istiklal bir değerlendirilir Günümüzde milli coğrafyamızdan, kültür coğrafyamızdan tavizlere yanaşıyoruz, milli güvenliğimizin kırmızı çizgilerinden vazgeçiyoruz, fakat at, avrat ve türbandan vazgeçemiyoruz. Elbetteki atavrat silahtan vazgeçmeyeceğiz. Bunlar; bizim
geleneğimizin kutsal öğeleri dir. Ancak önce vatan ve millet demek zorundayız. Zira vatan ve millet giderse, ne at, ne avrat, ne silah, ne de haysiyet ve
namus kalır. 

Bunun böyle olduğunu bilmek de, her şeyden önce kendilerine bu görevin verilmiş olduğu devlet adamlarına düşer. Bu itibarla, milleti temsil mevkiinde olanların özel işlerini, tarikat cemaat işlerini ve parti-şirket işlerini, kamu işleriyle, milli işlerle, milli politikalarla karışıtırmama konusunda hassasiyet göstermeleri gerekir.

Din İstismarına bir Örnek:

Hz. Ali ve Muaviye

Muaviye Şam valisi iken Müslümanların halifesi ve Devlet Başkanı olma hevesine kapılmıştır.

Neticede halife ve devlet başkanı olan Hz. Ali ye isyan ederek, zorla halifeli¤i ve devlet başkanlığını ele geçirmeye çalışır. Hz. Ali kendisine pek çok
adam yollayarak itaat etmesi için nasihatlerde bulunur.

Muaviye bu nasihatleri dinlemez ve sonuçta 657 yılında Sıffin savaşı meydana gelir.
Sıffinıde savaşı, Hz. Ali nin ordusu galip gelmek üzere iken, Muaviye nin askerleri, kutsal kitap Kurân-ı Kerimin sayfalarını yırtıp mızrakların ucuna takarak. Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakemdir, savaşı durdurunuz? diye bağrışırlar3. 

   Kurân sayfalarını gören Hz. Ali nin askerleri savaşı bırakırlar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerlerini uyararak bunun bir hile olduğunu ve savaşa devam etmeleri gerekti¤ini söyler. Ancak askerleri, aralarına karışan Muaviye nin casuslarının da etkisiyle, Hz. Ali nin ikazlarını dikkate almamışlardır. Neticede Hakem Olay? ile Muaviye kazanan taraf olur. Meşru halife Hz. Ali ve taraftarlar ise kaybeden taraf olur.Bu örnek İslam tarihinde, din sömürüsünün, sahtekarlığın ve iki yüzlülüğün en açık göstergesi olmuştur. Din sömürüsü ve hilekarlIk gerçek İslama, gerçek halife

Hz. Ali ye ve hakikate galip gelmiştir.

Kıssadan hisse; günümüzde türbanları siyasi mızrakların ucuna takıp siyaset meydanına sürerek, belki saf, temiz, sade ve mütedeyyin Müslümanlar pasifize 
edilebilirler; hatta bundan geçici olarak siyasi çıkar da sağlanabilir. Fakat daha sonra Yezitılerin çıkması , Kerbela olaylarının meydana gelmesi önlenemez. 
Bu İslam dinine ve islam dünyasına yapılan en büyük kötülük olmaktan öteye gidemez. O halde yapılacak iş, dini siyasete alet etmemektir. 

Zira siyaset tartışma alanıdır. Allah ın kitabı Kurân-ı Kerim tartışılmak için değil, inanmak için, devletlere değil fertlere gönderilmiştir. 
Bu itibarla Muaviye kurnazlığı ile, dinimiz-kitabımız siyasetin malzemesi haline getirilmemelidir.

Devlet adamının, dinsiz toplum olmayacağının, dinle de siyaset yapılmayacağının şuurunda ve farkında olması kafidir. Onun görevi, milli hedeflerden taviz vermeden, temsil ettiği Müslüman-Türk milletini, ilimde-refahta-mutlulukta
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaktır. Tarihe baktığımızda semavi dinlerin yok olmadığı ama pek cok devletin ve milletin yok olduğu görülür. 
Çünkü İslam dini nin hamiye ihtiyacı yoktur, onun koruyucusu Allahtır. Kimse kendini Allah ın yerine koyma cüretini göstermemelidir.

Halbuki milletlerin ve devletlerin korunmaya ihtiyacı vardır. Onların koruyucuları devlet adamlarıdır.

C. Karamanoğlu Mehmet Bey Nasıl ki, vatan milletin mekanı, mezarı ve türbesi ise; dil de milli kültürün mekanıdır, mezarıdır türbesidir. 
Bu itibarla dil, millet olmanın, milli birliğin ve milli şahsiyetin en önde gelen unsurudur. Dil olmazsa millette olmaz, dil yok olursa millet de yok olur. Dolayısıyla devletlerin, milletlerin ve devlet adamlarının, hassasiyetle üzerinde duracakları ve asla tavize yanaşmayacakları, milli varlığın esaslarından en önemlisi dili dir.

Dil yani Türkçe hususunda en önemli tavrı ve icraat? Karamanoğlu Mehmet Beyi.4 göstermiştir.

Bilindiği üzere Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında, Farsça resmi dil kabul edilmişti. Bütün resmi yazışmalar Farsça yapılıyordu. 
Selçuklu aydınlarının (entelektüeller) çoğu, mesela Mevlana Celaldin Rumi gibi büyük bir mütefekkir Farsça yazıyordu. Sarayda Farsça konuşuluyor, 
medresede Arapça-Farsça e¤itim yapılıyordu.

Bütün bunlara karşılık Anadolu da ki Türkmenler-yörükler yani Türk halkı ve halk şairleri Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyorlardı. Devletle halk arasında ciddi bir iletişim eksikliği yani kopukluk vardı. Bunu gören Karamanoğlu Mehmet
Bey, 1277 yılı mayıs ayında: Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe den başka dil kullanılmayacaktır  diye bir
emirnâme yayınlayarak Farsça yı yasaklamıştır5.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***