29 Mayıs 2019 Çarşamba

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1

DEVLET ADAMLIĞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER BÖLÜM 1


(Ya Devlet Başa.., Ya Kuzgun Leşe )

Prof. Dr. Bayram KODAMAN*
* S. Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölüm Başkanı

Bilindiği üzere her Milletin kendine göre Devlet,Vatan, Millet, Din ve tarih Anlayışları vardır. 

Bu anlayışlar hükümetlerin icraatlarında, devleti yönetenlerin özellikle cumhurbaşkanı, devlet başkanı ve başbakanların politikalarında, beyanatlarında
kendini gösterir ve Şekillenir. Tarihin süzgecindengeçerek ortaya çıkan bu anlayış zihniyet ve felsefe; dili, dini, coğrafyası ve Sosyal Şartlar?

Müşterek olan toplumlar? millet haline getirir ve onlarda milli ßuuru olußturur. Devletler, hükümetler ve devlet adamlar? ( Cumhurbaşkanlar?, Devlet
başkanlar?, başbakanlar, genelkurmay başkanlar vs.) Milli ve tarihi Şuura paralel politika üretirler, beyanat verirler ve icraat yaparlarsa, o millet ve
devletin uluslararası ilişkiler arenasında belli bir Şahsiyeti ve kimliği olur. Ancak unutulmaması lazımdır ki, bu Şahsiyet ve kimlik, onun uzun vadeli
milli hedeflerinin varlığı ile kaimdir.

   Devletleri devlet yapan, milletleri millet yapan, yöneticileri de devlet adamı seviyesine yükselten ve tarihi-milli kahraman ve Şahsiyetler olmalarını 
sağlayan husus, yöneticilerin söylem ve icraatlarıyla, Milli tarih felsefesi arasındaki paralelliktir, örtüşmedir. Eğer bu paralellik yoksa, toplum,
yöneticiler tarafından başka bir vadide başka bir maceraya sürükleniyor demektir. Bunu önlemek için yöneticilerin tarihe bir daha bakmalar?
gerekmektedir. Zira milleti ve devleti yönetmek, bir kurumu, bir partiyi, bir Şehri, bir Şirketi veya bir aşireti yönetmekten çok farklıdır. Bunları bilgi
ve becerisi olan herkes yönetebilir. Ancak devleti ve milleti yönetmek için daha ciddi, daha derin bilgi, Şuur ve yetenek ister. 

   Ayrıca devlet adamlarının, insan sevgisini (hümanizma), toplum sevgisini, aile sevgisini ve ümmet sevgisini, millet sevgisiyle karıştırmaması da gerekir. 
Bu sevgi ve hislerin hepsi de devleti yönetenlerde bulunması gereken hasletlerdendir. 

Bu sevgilerin ve duyguların hiç biri ihmal edilemez. Zira insan sevgisi, aile ve millet sevgisi doğaldır, ümmet sevgisi inanca dayanır, milli-tarihi şuur da 
sonradan kazanılır. Ancak milli devletlerde millet sevgisi en önde gelmesi gereken sevgidir ve şuur işidir. Milli devlette, yöneticiler milletin ve milli devletin cumhurbaşkanı, başbakanı ve Genelkurmay başkanıdır.

Bu kişiler ferdî, âilevî, dini duygularını terk etmeden, ancak gerektiğinde geçici olarak bir kenara bırakıp, milli menfaatler için milli duygularını, millet sevgilerini, milli görevlerini ön plana almak zorundadırlar.

Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye Cumhuriyeti, millet, milli kültür ve milli politika zemini üzerinde kurulmuş milli bir devlettir. Bu devleti kuran ve oluşturan millet Türk milletidir. Bu devletin zeminindeki kültür Türk kültürüdür. Bu devletin milli politikası da, Türk milletinin menfaatleri doğrultusundadır ve öyle de olmak zorundadır.

Elbette bunları söylerken, başka milletleri dışlayan, bağnaz ve şovenist bir tavrı kastetmiyoruz.

Atalarımız  Ot kök üstünde biter,  Otu çek köküne bak derken, milletlerin kendi kökleri üzerinde yükseldiğini ve milletlerin mazisine bakılması lazım geldiğini 
söylemek istemişlerdir. Bu kökü oluşturan unsurları şöyle açıklamak mümkündür:

Milletlerin dört vatanı vardır. Co¤rafi vatanı topraktır, kültür vatanı dildir, inanç vatanı dindir.

Bu üç vazgeçilmez unsurun vatanı ise, milli tarihtir.

Bu itibarla milleti yöneten ve yönetmeye talip olan devlet adamlarında, her şeyden önce bu dört vatan (milli coğrafya, dil, tarih, din) şuuru en üst
düzeyde olması gerekir ki, her türlü şart ve ahvalde kendilerini bunları korumaya mecbur hissetsinler.

Aksi takdirde devlet adamlığı vasfını kazanmaları mümkün değildir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için tarihten bazı örnekler vermenin
faydalı olacağı muhakkaktır.

Mete (Oğuz) Han ve Devlet Adamlığı

Türk tarihine baktığımızda, mükemmel bir devlet adamlığı örneğini veren, M.Ö. 220 lerde yaşamış, Hun Devletinin hakanı Mete Hanıdır.
Bilindiği üzere eski Türklerde at, avrat, silah (pusat) kutsaldır, dolayısıyla kimseye emanet edilemez.
Üçü de sahibinin şerefidir, namusudur. Çinliler, Hunlularla savaşmak için bahane ararlar.
Maksatları Hunlular zayıfken, onlar? kendileriyle savaşmaya zorlamak ve neticede mağlup ederek zafer kazanmaktır. Bunun için Çinliler Mete den
önce atını isterler. Mete kurultayı toplar ve devlet ileri gelenlerine, ne yapılması gerektiğini sorar.
Kurultay, Çinlilerin hakaretamiz isteklerine itiraz ederek atın verilemeyeceğini bildirir ve savaş açılmasını ister. Mete ise özetle: At benim şahsima aittir. 
Atımı istemekle Çinliler benim şahsıma hakaret etmişlerdir. Şahsıma yapılan hakaret ve saygısızlık için milletimi savaşa sokamam? der ve atını gönderir1. 

Bu defa Çinliler, hakanın cariyesini veya eşini isteyerek, Mete ye en büyük hakareti yaparlar. Mete yine Çinlilerin bu hakaretinin ve talebinin, Şahsını 
ilgilendirdiğini söyleyerek, cariyesini yollar. Nihayet Çinliler çok küçük ve verimsiz bir toprak parçasını isterler. Mete yine kurultayı toplar, kurultay üyeleri 
bu verimsiz toprak için savaßmaya gerek yok diyerek, Çinlilere verilmesi istikametinde fikir beyan ederler. Mete yüksek sesle; At ve cariye bana ait onun içinverdim. Ama toprak milletin malıdır, milletin malını kimseye veremem der ve şu emri verir: hazırlıklar derhal yapılsın, Çinlilerle savaşacağız. Milletin toprağını kimseye veremeyiz. 2

İşte devlet adamı, devlet anlayışı, vatan şuuru ve milli tavır budur. Bu, milli duruşun ve devlet adamlığının olmazsa olmaz şartıdır. 

Zira, Türk anlayışında vatan-istiklal bir değerlendirilir Günümüzde milli coğrafyamızdan, kültür coğrafyamızdan tavizlere yanaşıyoruz, milli güvenliğimizin kırmızı çizgilerinden vazgeçiyoruz, fakat at, avrat ve türbandan vazgeçemiyoruz. Elbetteki atavrat silahtan vazgeçmeyeceğiz. Bunlar; bizim
geleneğimizin kutsal öğeleri dir. Ancak önce vatan ve millet demek zorundayız. Zira vatan ve millet giderse, ne at, ne avrat, ne silah, ne de haysiyet ve
namus kalır. 

Bunun böyle olduğunu bilmek de, her şeyden önce kendilerine bu görevin verilmiş olduğu devlet adamlarına düşer. Bu itibarla, milleti temsil mevkiinde olanların özel işlerini, tarikat cemaat işlerini ve parti-şirket işlerini, kamu işleriyle, milli işlerle, milli politikalarla karışıtırmama konusunda hassasiyet göstermeleri gerekir.

Din İstismarına bir Örnek:

Hz. Ali ve Muaviye

Muaviye Şam valisi iken Müslümanların halifesi ve Devlet Başkanı olma hevesine kapılmıştır.

Neticede halife ve devlet başkanı olan Hz. Ali ye isyan ederek, zorla halifeli¤i ve devlet başkanlığını ele geçirmeye çalışır. Hz. Ali kendisine pek çok
adam yollayarak itaat etmesi için nasihatlerde bulunur.

Muaviye bu nasihatleri dinlemez ve sonuçta 657 yılında Sıffin savaşı meydana gelir.
Sıffinıde savaşı, Hz. Ali nin ordusu galip gelmek üzere iken, Muaviye nin askerleri, kutsal kitap Kurân-ı Kerimin sayfalarını yırtıp mızrakların ucuna takarak. Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakemdir, savaşı durdurunuz? diye bağrışırlar3. 

   Kurân sayfalarını gören Hz. Ali nin askerleri savaşı bırakırlar. Bunun üzerine Hz. Ali, askerlerini uyararak bunun bir hile olduğunu ve savaşa devam etmeleri gerekti¤ini söyler. Ancak askerleri, aralarına karışan Muaviye nin casuslarının da etkisiyle, Hz. Ali nin ikazlarını dikkate almamışlardır. Neticede Hakem Olay? ile Muaviye kazanan taraf olur. Meşru halife Hz. Ali ve taraftarlar ise kaybeden taraf olur.Bu örnek İslam tarihinde, din sömürüsünün, sahtekarlığın ve iki yüzlülüğün en açık göstergesi olmuştur. Din sömürüsü ve hilekarlIk gerçek İslama, gerçek halife

Hz. Ali ye ve hakikate galip gelmiştir.

Kıssadan hisse; günümüzde türbanları siyasi mızrakların ucuna takıp siyaset meydanına sürerek, belki saf, temiz, sade ve mütedeyyin Müslümanlar pasifize 
edilebilirler; hatta bundan geçici olarak siyasi çıkar da sağlanabilir. Fakat daha sonra Yezitılerin çıkması , Kerbela olaylarının meydana gelmesi önlenemez. 
Bu İslam dinine ve islam dünyasına yapılan en büyük kötülük olmaktan öteye gidemez. O halde yapılacak iş, dini siyasete alet etmemektir. 

Zira siyaset tartışma alanıdır. Allah ın kitabı Kurân-ı Kerim tartışılmak için değil, inanmak için, devletlere değil fertlere gönderilmiştir. 
Bu itibarla Muaviye kurnazlığı ile, dinimiz-kitabımız siyasetin malzemesi haline getirilmemelidir.

Devlet adamının, dinsiz toplum olmayacağının, dinle de siyaset yapılmayacağının şuurunda ve farkında olması kafidir. Onun görevi, milli hedeflerden taviz vermeden, temsil ettiği Müslüman-Türk milletini, ilimde-refahta-mutlulukta
çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmaktır. Tarihe baktığımızda semavi dinlerin yok olmadığı ama pek cok devletin ve milletin yok olduğu görülür. 
Çünkü İslam dini nin hamiye ihtiyacı yoktur, onun koruyucusu Allahtır. Kimse kendini Allah ın yerine koyma cüretini göstermemelidir.

Halbuki milletlerin ve devletlerin korunmaya ihtiyacı vardır. Onların koruyucuları devlet adamlarıdır.

C. Karamanoğlu Mehmet Bey Nasıl ki, vatan milletin mekanı, mezarı ve türbesi ise; dil de milli kültürün mekanıdır, mezarıdır türbesidir. 
Bu itibarla dil, millet olmanın, milli birliğin ve milli şahsiyetin en önde gelen unsurudur. Dil olmazsa millette olmaz, dil yok olursa millet de yok olur. Dolayısıyla devletlerin, milletlerin ve devlet adamlarının, hassasiyetle üzerinde duracakları ve asla tavize yanaşmayacakları, milli varlığın esaslarından en önemlisi dili dir.

Dil yani Türkçe hususunda en önemli tavrı ve icraat? Karamanoğlu Mehmet Beyi.4 göstermiştir.

Bilindiği üzere Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları zamanında, Farsça resmi dil kabul edilmişti. Bütün resmi yazışmalar Farsça yapılıyordu. 
Selçuklu aydınlarının (entelektüeller) çoğu, mesela Mevlana Celaldin Rumi gibi büyük bir mütefekkir Farsça yazıyordu. Sarayda Farsça konuşuluyor, 
medresede Arapça-Farsça e¤itim yapılıyordu.

Bütün bunlara karşılık Anadolu da ki Türkmenler-yörükler yani Türk halkı ve halk şairleri Türkçe konuşuyor, Türkçe yazıyorlardı. Devletle halk arasında ciddi bir iletişim eksikliği yani kopukluk vardı. Bunu gören Karamanoğlu Mehmet
Bey, 1277 yılı mayıs ayında: Bugünden sonra divanda, dergâhta, bârgâhta, mecliste ve meydanda Türkçe den başka dil kullanılmayacaktır  diye bir
emirnâme yayınlayarak Farsça yı yasaklamıştır5.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder