23 Mayıs 2019 Perşembe

FÂTİH SULTAN MEHMED TARAFINDAN İSTANBULUN YENİDEN İNŞASI BÖLÜM 1



FÂTİH SULTAN MEHMED TARAFINDAN İSTANBULUN YENİDEN İNŞASI BÖLÜM 1



Tercümelerim-1    
Prof. Dr. Fahri UNAN


FÂTİH SULTAN MEHMED TARAFINDAN İSTANBUL’UN YENİDEN İNŞÂSI*
Halil İNALCIK**

*   Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Ondokuzmayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 3 (Samsun, Aralık 1988), 215-225 [Yazı, yazarın, 
“The Re-building of Istanbul by Sultan Mehmed The Conqueror” (Cultura Turcica, Vol. IV, 1967, No. 1-2) adlı çalışmasının çevirisidir].
** Emekli Tarih Öğretim Üyesi


“İstanbul’ı Sultan Muhammed Han yapdı.” (NEŞRÎ)

Fetihten önce İstanbul ancak ölü bir şehirdi. Fâtih Mehmed onu, tek­rar siyâsî ve iktisâdî bir imparatorluk merkezi yapmak için büyük bir enerjiyle çalıştı; 
bunun netîcesinde, şehrin yeniden inşâsında olduğu kadar hızla iskân edilmesinde de hayli mesâfe kat’etti.

Çok sayıda kaynaktan elde ettiği güçlü delillere dayanan A. M. Schneider[1], İstanbul’un, 1204’te Latinler tarafından işgâlinden sonra nasıl uzun bir gerileme 
dönemine girdiğini, işgal süresince nasıl bir köy durumuna geldiğini, bağların ve tarlaların şehir surları içindeki geniş bir sâhaya nasıl yayıldığını gösterir. 

Osmanlılar tarafından zaptından önce şehrin nüfûsu, âzamî 50.000 olarak tahmin edilmekteydi. 1454’te Patrik yapılan Scholarios, İstanbul’u o zaman “ Büyük bir kısmı boş, yoksullukla perişan olmuş harâbe bir şehir” olarak tasvir eder.

1453’te Fâtih Mehmed, müstakbel başkentinin, ellerine harabe bir şe­hir olarak düşmesini istemediğinden, nihâî umûmî taarruzu yapmaya karar verdiğinde 
İmparatora, şehri yağmadan korumak için teslim etmesi gerek­tiğini teklif ve buna karşılık kendisine Mora despotluğunu vaat eden bir elçi göndermişti. 
Fethin ardından, İmparatordan sonra en nüfuzlu adam olan Lukas Notaras’ı huzûruna çağırmış ve öfkeli bir şekilde, şehri teslim etmesi için niçin İmparatoru 
iknâ etmediğini sormuş; bu yapılmış olsaydı şehir, pek çok zarardan, tahripten ve bir o kadar can telef olmaktan kur­tulmuş olacaktı demişti[2]. 

Notaras ise şehri teslim etmeye niyetlenmiş olduklarını, ancak müdâfaaya iştirak eden Latinlerin böyle bir teşebbüse şid­detle karşı çıktıklarını belirterek, 
ne İmparatorun ne de kendisinin bunu yapacak güce sâhip oldukları karşılığını vermişti[3]. Nihâyet Fâtih, umûmî taarruz ve yağma husûsunda verdiği karârı 
orduya îlan etmişti. İslâm hukû­kuna göre, bu kaçınılmazdı. Bu hukuk, teslim tekliflerini reddeden ve mu­kavemete kalkışan düşmanın esir alınması 
gerektiğini ve mallarının, Müslüman muhâriplerin helâl kazancı sayılmasını âmirdi. Fâtih, yağmaya mü­saade ederken hiç bir yapının tahrip edilmemesini 
kat’î sûrette şart koş­muştu. Üç günlük yağmanın sona erişinden hemen sonra büyük bir ener­jiyle şehrin muhâfaza ve restorasyon meselesine başladı. 

Fâtih’in sara­yında yaşamış olan çağdaş târihçi Kritovoulos, onun fetihten sonra “ilk iş olarak, şehri sâdece eski hâline getirmek için değil, fakat mümkün 
oldu­ğunca daha mükemmel bir şekilde îmar ve iskân etmek için plân yaptığı­nı” bize bildirmektedir.

Fetih öncesi, nüfûsun bir kısmı şehri terk etmiş ve kaçmış, geri kalanlar da ordu tarafından esir alınmıştı; kalenin kuvvet kullanılarak zaptedilmiş olması, 
“şehri boş ve tenhâ bir hâle getirmişti”. Fâtih, çok sayıda Rum’un, sâhiplerine fidyelerini ödemeleri şartıyla serbest bırakıldıklarını irâde etti[4]. 

Fidye parasını kazanmalarına imkân sağlamak için, tanzim etmiş olduğu geniş inşaatlarda çalışmalarına müsaade etti. Fakirlere para dağıtmayı, 
halkın gönlünün kazanılmasının bir yolu olarak gördüğü için sık sık şehri gezmeye çıktı[5]. Kezâ, şehirden kaçınış olanların verilen mühlet içinde geri 
dönmeleri hâlinde, evlerinin barklarının kendileri için tâmir edileceğini bildirdi; hattâ nüfûsu İstanbul’a celbetmek arzûsu ile, İtalyan­lara muhâlif olarak 
tanınan Megadux Lukas Notaras’a bir vazîfe vermek düşüncesiyle teşebbüse geçti. Bununla berâber “bâzı kişiler” böyle bir teşebbüsün yaratacağı tehlikeler 
üzerinde ısrar ederek, Sultan’ı bu dü­şüncesinden vazgeçirmeye muvaffak oldular[6]. 16 Ağustos 1453 târihli bir mektûba göre, Fâtih, Silivri ve Galata halkını  İstanbul’a naklederek burada yerleştirmişti[7].

Bütün hükümdarlığı süresince Fâtih’in yegâne zihnî meşgûliyeti, İstan­bul’u, imparatorluğunun hakîkî bir devlet merkezi yapmak olmuştu.

Haziran 1453’te İstanbul’dan ayrılmadan önce Fâtih, Süleyman Bey’i İstanbul’un ilk sübaşısı ve Hızır Bey’i[8] ilk kadısı olarak tâyin etti; şehrin yeniden 
düzenlenmesini ve baş vazîfeleri olarak surların restorasyonunu bunlara tevdî etti. Kezâ, Yedikule sitesi üzerine müstahkem kale yapılmasını emretti[9]. 
Aynı zamanda şehrin merkezinde (şimdiki Üniversite arsa­sında) kendisi için bir saray inşâ edilmesini buyurdu. Müteâkıben, vezirlere, beylere ve kapıkulu 
erkânına bundan sonra “pây-i tahtım İstanbul’dur” diye bildirdi[10].

Onu, şehrin yeniden îmar ve iskânı için derhal Anadolu’dan ve Ru­meli’den insan nakli usulleriyle meşgul görüyoruz, Dukas’a göre[11], ilk defa 5.000 âile 
gönderilmesini istemişti. Iorga tarafından yayımlanan bir mektup[12], bize onun, Anadolu’dan 4.000 ve Rumeli’nden yine 4.000 âilenin sürülmesini 
emrettiğini göstermektedir. Bunlar Hristiyan, Müslüman ve Yahûdîler olmalıdır, Fâtih, boş evlerin yeni yerleşenlere bedâva dağıtılacağın da îlan etmişti. 
O, bu tedbirleri aldıktan sonra, Edirne’deki sarayına dönmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştı (21 Haziran 1453}.

Fâtih, aynı yılın sonbaharında İstanbul’a geri döndü. İlk ve en başta gelen düşüncesi. İstanbul’un yeniden tanzim ve inşâsı idi. Fakat, Fâtih’in bilhassa 
İstanbul’a çekmek istediği varlıklı kişilerin, âile ocaklarını terk etmek istememelerinden meydâna gelen gecikmeleri, yeniden îmar ve is­kân işine zarar veriyordu[13]. 6 Ocak 1454’de Fâtih, Latinlere muhâlefeti ile tanınan Scholarios’u İstanbul Patriği tâyin etti. Bundaki maksatlarından biri, şehirden kaçmış olan Rumları İstanbul’a geri çekmekti. Daha sonra Bursa’ya geçti; burada bâzı sert tedbirler alarak ve sübaşıların çoğunu değiştirerek 35 gün kaldı[14]. 
Zengin ve fakir çok sayıda kişinin seçilmesini ve zorla İstanbul’a gönderilmesini emretti (bu muâmele, “sürgün” olarak târif edilmekteydi). 

Bu şehirden sürülenlere dâir Bursa Şer’iyye sicillerindeki kayıtlar hâlâ durmaktadır. Bu yolla 1454 ve 14o5 yıllarında mühim mik­tarda insanın İstanbul’a getirildiği ve burada iskân edildiği görülüyor.

Daha sonra Fâtih, seferleri müddetince, fethettiği şehirlerin zenginle­rinden, sanat erbâbından ve tüccarlarından bâzılarım sürgün olarak İstanbul’a 
göndermiştir; savaş esirleri arasındaki çiftçileri has-kul (sultan kul­ları) olarak, İstanbul’a gıdâ maddeleri temin etmek için şehir etrâfında kurulan kasaba 
ve köylere yerleştirmiştir.

İstanbul civârında, ilk îmar ve iskân faaliyeti 1454’te Sırbistan sefe­rinden sonra yapıldı. 1454 yazı sonunda, Sırbistan esirleri arasından seçilen dört bin âile, 
İstanbul etrafındaki köylere yerleştirildi[15]. Müteâkıp Sırbistan seferlerinde (1455, 1456, 1458, 1459) Fâtih, mühim bir miktar Sırbistan esirini İstanbul’a sürdü. 
Aynı şekilde 1458 ve 1460 Mora sefer­leri sırasında esir alınan nüfûsun bir kısmı, Zenta, Kefalonya ve Santa Mavra (Aya Mavra) adalarından getirilen esirler, 
İstanbul civârındaki kır bölgede yerleştirilmişti. Bu has-kullar, yetiştirdikleri ürünün yarısını saraya teslim etmekteydiler. Fâtih tarafından bu şekilde 
İstanbul’un etrafında has köyleri ismiyle kurulan köylerin sayısı, bin dolayında tahmin edilmektedir[16] (Barkan, Kanunlar, LXII). “Fâtih bu işi, şehrin 
ihtiyâçlarını temin et­mek istediği... için yapmıştı.[17]”

İstanbul içindeki Hıristiyanlar, aşağıdaki yerlerden getirilerek iskân edilmişti: Eski ve Yeni Foça (1460); Argos (1463); Amasra (1459); Trabzon (1460); 
Mora (1458’de 4.000 kişi); Taşoz ve Samotraki adaları [1459-60); Midilli [1462); Eğriboz (1473); Kefe ve Mengüp 1475). Kezâ, Anadolu seferleri esnasında  Müslüman ve Hıristiyan nüfuslar arasından da “sürgünler” seçilmişti. Bilhassa 1468 ve 1471 yılları arasında Konya, Lârende, Aksaray ve Ereğli’den çok  sayıda Müslüman ve Hıristiyan nakledilmişti (Âşık Paşa ve Neşrî, Aksaray’dan İstanbul’a sürülen halkın, Aksaray mahallesini oluş­turduklarını kaydederler). 

Her grup, İstanbul’a gelişlerinde başka bir ma­halleye yerleştirilir ve çoğu zaman bu mahalleye eski memleketleri olan şehrin ismi verilirdi[18]. 

Fâtih, şehrin gelişmesini teşvik etmek için zengin­leri, usta sanat erbâbını veyâ aristokrasiye mensup olanları İstanbul’a yer­leştirmeyi daha 
uygun bulmuştu[19]. Kefe’li bütün İtalyan âileleri, kölele­riyle birlikte, İstanbul’a nakledilmiş ve Kefeli adlı mahal leye yerleştiril­mişti[20].

1455 Sırbistan seferinden sonra İstanbul’a dönen Fâtih, o yılın sonba­harında sarayın ve Yedikule kalesinin tamamlandığını ve şehir surlarının tâmir 
edildiğini memnûniyetle görmüştü. Daha fazla inşaat için tâlimatlar verdi. Büyük ve Küçük Çekmece arasındaki köprülere ilâveten, şehre ulaşan diğer 
başlıca yolların tâmir edilmesini emretti. Bu yolların en zayıf bölümleri boyunca kaldırımlar yapıldı.

O kış, şehrin yeniden inşâsı hakkında mühim kararlar alındı. Fâtih, şehrin merkezine bina edilen Yeni Saray’ın yanına küçük bir çarşı yapıl­masını buyurdu. 

Bu çarşı, Fâtih zamanında Büyük Bedestan veyâ Bezzâzistan olarak adlandırılan İstanbul’un ünlü Kapalı Çarşısı olacaktı. Kritovoulos, Kapalı Çarşıyı, 
tamâmen yüksek duvarlarla çevrilmiş ve çinilerle kap­lanmış olarak tasvir eder[21]. Bu yapının 1464’ten önce tamamlanmış ol­duğuna şüphe yoktur. 
Bedestan, daha ziyâde, bilhassa kumaşlar, kürkler ve mücevherat gibi şeylerin depolanmasına ve müzâyedesine tahsis edil­miş bir yapıdır. 
Burası, büyük tüccarların toplanma yeridir. Fâtih Vakfiye­si’ne göre, muhteşem Bedestanı, ambarları da müştemil olmak üzere 128 dükkân ihtivâ etmekteydi; 
buranın etrâfında, muhtelif tüccarlar ve sanat­kârlar tarafından tutulmuş 894 dükkân vardı ve bunların tamâmı kapalı çar­şıyı oluşturmaktaydı. 
Büyük Bedestân, bir çok ilâvelerle genişletildi; bu yapı, İstanbul’un en mühim ticâret merkezlerinden biri olarak günümüze ka­dar ayakta kalmıştır. 
Fâtih, Ayasofya Câmiinin hizmetlerine ve onarımına sarf edilmek üzere, bu Bedestan’dan elde edilen gelirin toplanıp muhâfaza edileceği bir sandık 
oluşturmuştu.

Fâtih, ayrıca Bedestan için aynı sene içinde bir kaç umûmî hamam ya­pılmasını; şehre bol mikdarda su temin etmek gâyesiyle zarar görmüş eski kanalların 
ve su kemerlerinin tâmir edilmesini emretmişti.

Fâtih Vakfiyesi, şu satırları ihtivâ eder: “Bir şehir kurmak, ulvî bir harekettir; insanların kalbinin kazanılmasını ve yüzünün güldürülmesini mûcip olur”.

Kritovoulos bize, Fâtih’in, 1471 yılını, bütün şehir üzerinde hamamlar, kervansaraylar ve çarşılar yapımı ile geçirdiğini bildirir. Bu yılda kanallar ve su 
kemerleri uygun bir şekilde tâmir edilerek şehir hamamlarının ve mahallelerinin yeterli suya kavuşturulması sağlanmıştı. Şimdiki Fâtih Mahallesi yakınında 
su kemerlerinin bir noktasında kırk musluk ile bir pınar yapılmıştı[22].

1460 yılı, nüfus meselesi ve bütün ticârî muâmelelerde alınacak fev­kalâde tedbirlerle damgalanmıştı. Hem Rumeli’ne hem de Anadolu’ya, fetihten 
önce şehri terk eden İstanbul’un eski sâkinlerinin geri dönüp tekrar burada yerleşmelerini bildiren fermanlar gönderilmiştir. Kritovoulos’a göre[23], 
Edirne, Filibe, Gelibolu, Bursa ve diğer Osmanlı şehirlerinde, İstan­bul’u terk eden zengin ve müreffeh pek çok Rum bilgin ve sanatkâr vardı. 

Bunlara evler veyâ arsalar temin edildi ve hepsinin İstanbul’a dönmeleri buyuruldu. Aynı târihte Fâtih, aktif bir ticâret merkezi olarak gelişmiş bulunan 
Eski ve Yeni Foça’nın halkını İstanbul’a gelmeye ve burada yerleş­meye mecbur tutmuştu.

1454 yılı civârında İsaac Safrati, Almanya ve Macaristan’da (Alman ve Macarların kendi) dinlerine girmeye zorladıkları Yahûdîlere hitâben yayınlanan 
bir mektupta onlara, Osmanlı İmparatorluğu’na gelmek için bura­daki şartların çok müsâit olduğunu söylemekteydi. Bu mesaj, Almanya ve İtalya’dan 
çok sayıda Yahûdînin göç etmesini sağladı. 1478 nüfus sayımı, İstanbul’da 1647 Yahûdî âilesi bulunduğunu gösteriyor.

Fâtih’in sarayında bulunmuş olan Kritovoulos, bize, câmilerin ve sa­rayların yapımı sırasında, onları bizzat teftiş etmek ve gerekil emirleri çıkarmak 
husûsunda Sultan’ın nasıl samîmiyetle ilgilendiğini anlatır.[24]) Nihâyet, Yeni Saray 1464’te tamamlanmıştır. Haliç (Altın Boynuz) ve daha sonra 
Saray Burnu olarak adlandırılan Marmara Denizi bitişiğindeki geniş bir sâha, evvelce dikilen zeytin ağaçlarıyla örtülmüştü. 
Kritovoulos[25] ve Tursun Beğ[26] bize, bir saray tasvîri yapmaktadırlar. Her iki müellif, sara­yın civârından başlayıp denize kadar uzanan bayırları
 içine alan bir bölge­deki güzel bahçeleri, fıskiyeleri ve dinlenme yerlerini hayranlıkla anlatırlar.

Daha sonra Topkapı Sarayı ismiyle anılan Yeni Saray, dört asır müd­detle Osmanlı hükümdarlarına ikamet yeri olarak hizmet vermiştir. 
Topkapı Sarayı, dünyânın en zengin ve en kıymetli müzelerinden biri olarak hâlâ ayakta durmaktadır. Fâtih’in hayat müddeti içinde, 1473’te essiz 
bir sanat âbidesi olan bahçeli Çinili Köşk yapıldı; 1478’de bütün saray sâhası yüksek duvarlarla çevrildi. 1459’da Fâtih, İstanbul yakınında Peygamber 
(Hz.) Muhammet’in sahâbesi olan Ebâ Eyyûb-i Ensârî’nin şehit düştüğü farz edilen yerde bir câmi ile bir türbe, bir medrese ve bir imâret yaptırdı ve 
Bursa’dan getirilen göçmenler buraya yerleştirildi.

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder